Gece çok sessizdi. Kar yağarken
oluşan sessizlik hep hoşuna giderdi. Ara sıra esen rüzgârın sesini engelleyen
kalın camlar bu sessizliği hissetmesini engelliyordu. Kabanına sarınıp kapının
önün çıktığından beri deli olduğunu düşünüyordu. Sıcacık odayı bırakmış
pembeleşmiş gökyüzüne bakarak sakin sakin yere inen kar tanelerini izliyordu.
Evet deliydi ama her zaman yaşanmayacak güzellikleri kaçırmayacak kadar da aklı
başındaydı. Elindeki sıcak salep fincanı başına dikip dibinde birikmiş tarçının
boğazını yakmasını bekledi. Sonra boş fincanı ve hafifçe üşümüş bedeni ile
kapıdan içeri girdi.
Ev sıcacıktı. Kabanı çıkarttı.
Fincanını makineni içine koyup çalışma masasına doğru yürüdü. Babasının
hediyesi sayılacak dağ evini seviyordu. Üç yıl önce biyolojik babası olan
adamın kendisini bulması ile hayatı değişmişti. Yıllarca polislik yapmış, bir
sabah bu işi yapmak istemediğini anlayıp istifasını vermiş ve aynı gün
bilgisayarının başına oturup yazmaya başlamıştı. Beş yılda dört kitabı
çıkmıştı.
Polisiye romanlarının beğenilmesi
sayesinde çok satanların listesine girmiş, hayatı biraz didiklenmişti.
Yıllardır kim olduğunu, nerede yaşadığını bilmediği biyolojik babası da bu
sayede ortaya çıkmış, kızını ‘bağrına’ basmıştı. Babasının kazandığı paralar
yüzünden kendisini arayıp bulduğunu düşündüğü günleri unutmamıştı. Böyle
düşündüğü için utanması gerekiyordu ama o zerre kadar utanç duymuyordu. Aslında
babası iyi şartlarda yaşayan küçük çaplı bir işadamıydı ve geliri kendisinin
dört kitaptan kazandığından aşağı değildi. Yine de kızını daha önce aramamış
olması onun hakkındaki düşünceleri konusunda kendini suçlu hissetmesini
engelliyordu.
Annesinin gençlik hatasının
sadece kendisine hamile kalmak olduğunu düşündüğü zamanlar da geride kalmıştı.
İkinci büyük hatası da babasından hamile olduğunu saklamak olmuştu. Başka
bambaşka bir hayat yaşayabilirlerdi. Üvey babası da iyiydi ama kendi çocukları
doğduktan sonra, pabuçları ve çizmeleri ve botları ve sandaletleri… Yani kısaca
her şeyi dama atılmıştı. Üvey kardeşi her yönden şanslıydı. Çok sevilmiş, çok
ilgi görmüş, çok şımartılmıştı. Neyse ki üvey babasının polislik yaptığı
dönemlerde karşılaştığı iğrenç üvey babalardan olumlu yönde büyük farkı vardı.
Üvey kızına asla taciz uygulamamıştı. İtiraf etmesi gerekirse üvey kardeşini de
çok seviyordu.
Düşüncelerini bir kenara
bırakıp masaya oturdu. Biyolojik babasının her türlü keyfi düşünerek kalorifer
döşettiği, içten ısı yalıtımı yaptırdığı bu evde eskilere dalmak yerine yeni
kitabına dalması gerekiyordu. Ekranın açılması için bir tuşa dokundu ve
arkasına yaslandı. Ne yazacaktı acaba?
Dağ evine geleli iki gün
olmuştu. İki gün boyunca ekrandaki boş sayfaya bakmıştı. Aslında aklında bir
konu vardı ve onunla ilgili notlarını alıyor, araştırmalarını yapıyor,
karakterlerini oluşturmaya çalışıyordu. Yine de yazmaya başlayacak kadar
kendini hazır hissetmiyordu. Belki konu biraz basit kalıyordu! Öyle miydi
acaba? Kime soracaktı? Yayınevini bu saatte arasa telesekretere not mu
bırakacaktı? Zaten o telesekreterlere konuşmaktan nefret ediyordu.
Bu gece de düşünmeliydi.
Yarın başlardı yazmaya. Nasılsa burada onu kimse rahatsız etmezdi. Televizyonu
açtı. Babasının keyfine düşkünlüğünü seviyordu. Evde kocaman bir oyun odası
vardı. Langırt, dart neyse de koca bir bilardo masasını buraya nasıl getirtmişti
acaba? Eve yakın baz istasyonu vardı. Bu sayede cep telefonu ile kesintisiz
iletişim mümkündü. Yayla köyüne yakın olmalarının faydasıydı bu. İnternet
bağlantısı da genelde kopmadan hizmet veriyordu.
Dağ başında olmasının
dezavantajlarını düşündü. Bulamadı. Çünkü erzak odası ağzına kadar doluydu.
Ekmek yemediği için noksanlığını hiç hissetmiyordu. Sebzeleri haftada bir
ineceği köyden sağlayacaktı. Gelirken getirdikleri en az on gün idare ederdi
onu. Tek sorun sağlıkla ilgili olumsuzlukta yaşanabilirdi. Eh o da sağlıklı
olmalıydı. O zaman sorun olmazdı! Bir de çıkacak fırtınanın haberi vardı. Gece
yarısı bekleniyordu kar fırtınası. Tipinin yağışını izlemek güzel olurdu. Deli
gibi esen rüzgâr ve o rüzgâra eşlik ederek aynı çılgınlıkla savrulan kar taneleri.
Ertesi gün o rüzgârın yarattığı sanatı izlemek de ayrı bir zevkti.
Kendine gülümseyerek kanal
değiştirdi. Düzenli izlediği dizi olmayınca gördükleri kendisine hitap etmedi.
Müzik kanalı açıp klipleri izlemeye başladı. Ah işte neden yazamadığını buldu.
Kaç gündür günlük şarkılar diline dolanmıyordu. Yazarken sabahtan akşama kadar
o günkü şarkıyı dinler ve mırıldanırdı. Oysa iki gündür tek bir şarkı
söylememişti. İşte olay buydu. Hemen bir şarkı bulmalıydı.
Televizyonun karşısındaki
koltukta yayılmış yatarken davulların sesi ile uyandı. Müzik dinlerken uyuyup
kalmıştı. Çalan davul beyninde patlıyor gibiydi. Televizyonun sesini kısınca o
sesin hiç azalmadığını fark etti. Uyku sersemi olduğu için sesin kapıdan
geldiğini anlaması uzun sürmüştü.
Hırsız ve katil kapı
vurmazdı. Yine de tedbiri elinden bırakacak değildi. Çalışma masasından
tabancasını alıp beline sıkıştırdı. Kapıyı dikkatlice açtı. Karşısında kapıdan
girmekte güçlük çekecek kadar iri yarı bir adam vardı. Kucağında da soğuktan
kıpkırmızı olmuş uyuyan genç bir kız…
“Şükürler olsun… Girebilir
miyiz?” Bunu söylerken üstünde birikmiş karları ayaklarını yere vurarak
temizlemeye çalışıyordu. Adamın da üşüdüğü belliydi. Kapıyı ardına kadar açarak
“Geçin. Ne oldu? Kayıp mı oldunuz?” dedi. Soruları sorarken bir yandan da az
önce yattığı kanepenin üstündeki battaniyeyi kaldırmış genç kızı yatırması için
yer açıyordu. Genç adam kucağındaki genç kızı büyük özenle koltuğa yatırdı.
Ayaklarındaki kalın botları çıkartırken, “Sayılır. Nerede olduğumuzu biliyoruz
ama yardım tipi durursa, sabaha gelebilecek. Araçta karbon monoksit gazından
zehirlenmek üzereydik. En son konuştuğum AKUT görevlisi tam yerimizi tespit
edip bu evi tarif etti. Bulamasaydık zorunlu olarak araca dönecektik.” Botları kapının yanına götürürken kapıdan
koltuğu kadar olan yolu kar ile ıslatmış olduklarını fark etti. “Kusura
bakmayın. Hem rahatsız ettik hem de evinizi batırdık. Bu arada ben Ural Çelik.
Bu küçük hanım da Gökçe Çelik.”
“Memnun oldum. Ben de Öykü
Sezin.” Öykü, küçük hanım denen genç kadının önce kızı olduğunu düşünmüştü.
Oysa yaşı erkeğe yakın sayılırdı. En fazla on beş yaş vardı aralarında.
Benzerlikleri yoktu. Yani bu adam erken bir azgın teke sendromu yaşamış ve
oldukça küçük bir genç kızla evlenmişti. Eh kız güzel adam yakışıklıydı. Ona
neydi? Genç kız hala uyuyordu. Aslında bu uykudan çok bayılma gibiydi. Bir süre
sonra kendine gelecekti.
Öykü, mutfağa yürüyüp
dolap kapağını açtı. İlk gün yapıp dolaba doldurduğu yemeklerin kapaklarını
açıp çorbayı aradı. “Şimdi, üşümüş olduğunuza göre size çorba ısıtıyorum. Ama o
arada en azından siz duş yapın. Daha çabuk ısınırsınız. Ah önce AKUT a haber
verin lütfen. Evi bulduğunuzu söyleyin. Yarın ya da öbür gün fark etmez burada
kalabilirsiniz. Hava düzeldiğinde ulaşımınızı sağlarız. Bu arada ben size
kıyafet bulayım. Bunları da yıkayıp kurutalım.”
“Öykü hanım, size çok
teşekkür ederim. Cep telefonumun şarjı bittiği için sizin telefonunuzdan
arayabilir miyim? Ve bu kadar güven duymanız biraz sakıncalı değil mi? Ben bir
cani olabilirim. Evi soymak için gelmiş olabilirim. Kaçak olabilirim.”
“İnsanları tanırım Ural
Bey. Nadiren yanılırım. Evi soymaya gelseniz şu eski televizyon ve benim
bilgisayarımdan başka çalmaya değer eşya yok. Gerçi bilgisayarım önemli
bilgilerle dolu ama yine de yedekleri olan bilgiler olduğu için çok üzülmem.
Onlar için de bu havada dağa çıkmaya değmez. Canıma kastedecek olsanız kendimi
savunurum. Kaçaksanız da en yanlış yere geldiniz. O yüzden şimdi duşa gidin.”
dedi ve ocağa koyduğu tencerenin altını kısarak babasının kıyafetlerinden uygun
şeyler bulmak için yatak odasına yürüdü. Belindeki tabancanın gözüktüğünü
biliyordu. Arkasından gelen ses de görüldüğünün kanıtı oldu. “O kadar da güven
dolu değilmişsiniz.”
“Güvenirim ama canımı
tehlikeye atacak kadar değil.”
Kıyafetleri
bulup yatağın üstüne koydu. Sonra yine davetsiz misafirlerinin yanına gitti.
Genç adam cep telefonunu almış kendi telefonundan numarayı bulmaya uğraşıyor
ama her seferinde telefon kapanıyordu.
“AKUT’a nasıl ulaşacağımı biliyor musunuz?”
“Telefonumu verin
bana.”diyerek elini uzattı. Telefonu alır almaz bir tuşa bastı ve beklemeye
başladı. Açıldığında “Merhaba bebeğim. Misafirlerini ağırlıyorum haberin
olsun.” dedi. Ural şaşkınlıkla konuşmayı dinliyordu.
“Evet, tipi en az üç gün
sürecekmiş. Sorun yok. Hava düzelene kadar benimle kalırlar. Merak etme… Merak
etme bebeğim, ben başımın çaresine bakarım… Yakacak sorun olmaz. Depolar dolu
ve ev sıcacık. Keşke burada olsaydın. Manzara süper. Aaa oda mı orada? Ver şu
yakışıklıyı telefona. Hadi seni öpüyorum. Çok özledim tipi dinince gel
buralara… Yakışıklımmmm bensiz toplanmışsınız. İyiyim iyiyim. Yazacağım
inşallah ama nerdeee… Hadi şimdi misafirlerime çorba ısıtıyorum. Yakmayayım
tenceremi. Seni de çok özledim. Birlikte gelin. Gelirken balık ve helva alın gelin.”
Telefonu kapatıp mutfağa
giderken misafirinin “Evi bu kadar net tarif etmelerinden şüphelenmeliydim.”
dediğini, bunu derken de sesinde kinaye olduğunu fark etti.
“Tüm kedi yavrularını
benim evime getirmeleri gibi kötü huyları var.”
“Kaşındım sanırım. Kusura
bakmayın sizin arkadaşınız olduğunu tahmin etmeliydim demem lazımdı.”
“Arkadaşım… Evet öyleler.”
Asıl söyleyeceğini yutmuştu. Nedense kızmıştı bu adama. Ural da daha fazla
üstelemeyerek duşa gitti.
Çorbaları kâselere
koyarken genç kızın uyandığını fark etti. “Merhaba Gökçe. İyi misin? Isındın
mı?”
“Evet, ısındım. Neresi
burası? Ural nerede?”
“Duş yapıyor. Ben Öykü.
Gelebilecek misin masaya? Çorba ısıttım. Önce iç sonra da duşa gir olur mu?”
“Gelirim. Biraz uyuşmuşum,
ellerim ayaklarım karıncalanıyor ama yine de iyiyim. Öleceğimi düşünmeye
başlamıştım. Burayı nasıl bulmuş Ural?”
“Akut’tan tarif almış. Bu
evden beş yüz metre kadar aşağıda da bir köy var ama benim yakın olmam yine de
şans. Yayla köyünde çoğu kişi evlerini kapatmıştır. Boş ve soğuk bir eve
sığınmak zorunda kalabilirdiniz.”
“Burası çok sıcak. Donarak
öleceğimizi sandım. Araç bozuldu. Tipi arttı ve yanlış anımsamıyorsam
telefonların şarjı da bitti. Arkadaşlarıma haber vermeye çalışıyordum. İki üç
tanesine ulaştım ama zor konuşunca defalarca aradım ve kendi kendime şarjımı
bitirdim. Ural da AKUT ile çok konuştu diye bitti galiba.”
Öykü, genç kızın biraz
şımarık ve umursamaz olduğunu düşünüyordu. Tipi ortasında arkadaşlarına haber
vermek de ne demekti? İnsan polisi, jandarmayı arar, yerini bildirip
kurtarılmayı beklerdi.
Gökçe, onun
düşüncelerinden habersiz “Sizi bir yerlerden tanıyorum ya da benzetiyorum.”
“Olabilir.” Bu kızın kendi
kitaplarını okuduğun sanmıyordu. Ayrıca onun sorumsuz davranışına kızmış kim
olduğunu da söylemek istememişti. Kendisi de biraz çocukça davranıyordu ama
bundan keyif alıyordu.
“Çok iyi geldi çorba,
teşekkürler.” Bir an sustu ve “Bizi evinize aldığınız için çok teşekkür ederim.
Böyle bir yerde oturup bize kapıyı açmak gerçekten cesaret ister.”
“Bu dağın başında tek başıma
yaşamak da cesaret istiyor. En yakın ev yarım kilometre uzakta. Yine de
yaşıyorum. Hayat cesur olmayı gerektiriyor.”
“Ben sizin kadar cesur
olamazdım.”
“Bu havada yola çıkacak
kadar cesurmuşsunuz ama!”
“O biraz…”
“Öyle gerekti.” diye kesti
Ural’ın sesi genç kızın konuşmasını. Öykü, bu yolculuğun ardında yatan sırrı
merak etti ama sormadı. Kendisini ilgilendirseydi anlatırlardı.
“Çorbanı koyuyorum.
Babamın pantolonu biraz bol gelmiş sanırım. Düşecek gibi mi?”
“Kemerimi taktım sorun
olmaz. Yine de kendi kıyafetlerime ne kadar çabuk kavuşursam o kadar iyi olur.”
“Sen de otur yemeğini ye.
Gökçe banyosunu yaparken ben de onları makineye atar yıkarım. Sabaha hepsi
kurumuş olur.”
“Sabah yola çıkabilir
miyiz Ural?”
Yanıtı öykü verdi. “Hiç
sanmıyorum. Tipi üç gün sürecek. Yarın büyük ihtimalle yarım metreye yakın kar
olacak dışarıda. Kardan adam yapacak kadar fırsat bulabiliriz ama yola
çıkamazsınız.”
“Ama gitmemiz gerekiyor.
Biran ön…”
“Gökçe, hava çok kötü.
Araç kar altında. Yarın gitmemiz mümkün değil.”
“Ama…”
“Tamam, Gökçe sonra
konuşuruz. Öykü hanımı mümkün olduğunca az rahatsız edeceğiz.”
“Rahatsız olmam. Ben
çalışırken sessiz olmanız yeterli.”
“Elbette.”
“Tamam, o halde. Şimdi ben
size yatak yapayım. Babamın odasında kalabilirsiniz.”
“O odada tek yatak var.
Ben burada yatarım. Koltukta uyurum.”
“Siz birlikte değil
misiniz?”
“Ah, hayır o benim kız
kardeşim.”
“Öyle mi? Hiç
benzemiyorsunuz. Ben sizi evli ya da sevgili sanmıştım. Özür dilerim önyargılı
davranmışım.”
“Benzemiyoruz ve aramızda
on yedi yaş fark var. Öyle düşünmeniz çok normal.” Sesi genç kadının neler
düşündüğünü anladığını belli ediyordu. “Gökçe benim üvey kardeşim. Babamın
ikinci evliliğinin hediyesi. Nüfusuna geçirdiği için aynı soyadını
paylaşıyoruz. Evimize geldiğinde bir yaşındaydı henüz.”
“İlginç bir hikâyeymiş. O
hazır duşa gitmişken şu saklamaya çalıştığınız olayı konuşabilir miyiz?”
“Bir şey saklamıyoruz.”
“İki kez sözünü kestin.
Beni aptal yerine koyanlardan hiç hoşlanmam ve inan seni konuşturacak çok
yöntem bilirim. O yüzden bence kendiliğinden anlat.”
Ses tonu değişmiş,
yılların iş tecrübesi ortaya çıkmıştı. Polislik zamanlarını anımsatan tavrı
Ural’ın dikkatinden kaçmadı. “Sen polis misin? Tabanca da o yüzden var değil
mi?”
“Artık polis değilim ama
ruhsatlı silahım var ve gerektiğinde kullanmaktan çekinmem. Hadi anlat artık
kimden kaçıyorsunuz? AKUT ile bağlantı kurmak nereden aklınıza geldi ve onlar
neden benim evimi tarif etti?”
“Kardeşimi kaçırıyorum.
Manyağın biri peşine düştü. İki kez yolunu kesti. Yakınlarda olanlar sayesinde
zarar görmeden kurtuldu ama üçüncü kez ona bu fırsatı vermeyeceğim.”
“O manyak kim? Neden
kardeşinin peşine düştü? Neden polise bildirmedin? Kaçmayı gerektirecek ne var?
Nereye saklanmayı planladınız da dağa çıktınız?”
“Vay vay vay, sorguya
çekiliyorum ama tüm soruları aynı anda sorunca unutmadan yanıtlamak zor
olacak.”
“Lafı dolandırma anlat
hadi.”
“O manyak, erkek kardeşi
intihar eden bir ağabey. Kardeşinin intiharının ardında kardeşim olduğunu
düşünüyor. Platonik bir aşk yaşamış kardeşi. Gökçe’ye hiç açılmamış. Kızın
adamdan haberi bile yok ama intihar mektubunda aşkına karşılık alamadığını
yazmış. Ağabeyi de kardeşimin canını yakmak istiyor. Diğer soru neydi?
Anımsadım. Polise bildirdim. Savcılığa suç duyurusunda da bulundum ama bir işe
yaramayacağını en iyi sen bilmelisin. Kardeşimin başına bir polis dikecek
değiller ya. Aslında kaçmak demeyelim de Gökçe’yi gözlerden uzak bir yere
saklamak diyelim. Aslında dağın ardına geçmek amacındaydım ama yollar kapandı.
Orada bir arkadaşım var. Kardeşimi bir süre onun yanında bırakacaktım. Nihayet
son soruya geldim. Akut’tan Aydoğan’ı tanıyorum. Bir ara aynı caddede iş
yerlerimiz vardı. O sonra Akut işlerine daha çok vakit ayırmak için işi
devredince uzaklaştık. Yine de telefonu bende var ve gerektiğinde arayacağım ilk
kişidir.”
“Anlaşıldı.”
“Bu kadar mı? Ben onca şey
söyledim ve sen sadece ‘anlaşıldı’ mı diyorsun?”
“Daha ne diyeceğim?
Anladım. Yalan söylemiyorsun. Çünkü Aydoğan benim dayım. Aynı yaştayız ama bu
dayım olduğu gerçeğini değiştirmiyor. O benim yanıma yolladığına göre zaten
sorun yok. Şimdi, bu adam hakkında kim ne yapıyor araştırmak için yarını
bekleyeceğiz. Ben kahve yapacağım. Size çay mı koyayım?”
“Konudan konuya ne kadar
hızlı geçiyorsun! Çay için zahmet etme biz de kahve içelim.”
“Zahmet mi? Sallama çay
yapacağım. Öğrenmeniz gereken bir şey var. Ben haftada bir gün iş yaparım. O
günün dışında sadece yemek yer ve bir şeyler içerim. Bunu yapmak için masamdan
kalkarım ve mümkün olduğunca da o ayakta geçen süreyi kısa keserim. Saatlerce
yazı yazar, az uyurum.”
“Şimdi tanıdım sizi… Öykü
Sezin, polisiye romanlar yazıyorsunuz. Tüm kitaplarınızı okudum. Sizi nasıl
hemen tanıyamadım ben? Elbette o kitap arkasındaki resimler sarı saçlı. Ama
siyah saç daha çok yakışmış.” Gökçe kapının ağzında aralıksız konuşuyordu. Koltuğa
yürümeyi bile unutmuştu. Öykü, genç kızın kendisini gerçekten tanıdığını
anlayınca şaşırdı.
“Yazar mısın sen?” Ural da
şaşırmıştı. Az önce söylediklerinden böyle şeyler çıkartacaktı zaten ama Gökçe
hızlı davranmıştı.
“Kardeşin şu an gözümde
çok büyük değer kazandı. Aynı zamanda sen de kaybettin. O kitaplarımı okumuş.”
Sesinde genç adamı aşağılayan ir ton vardı ama aynı zamanda şaka yaptığını
belli eden de bir yüz ifadesi takınmıştı.
Gökçe ağabeyini korumaya
girişmiş gibiydi. “Ural, bir tanesini sen de okumuştun. Sanırım ilk romanıydı.
Yıllar önce sana vermiştim ve kurguyu çok beğenmiştin. Cinayetin ailenin kızı
tarafından işlendiğini en sonunda öğrendiğinde çok şaşırmıştın.”
“Evet anımsadım. Gerçekten
iyi bir romandı. Tebriklerimizi şimdi iletelim o zaman.”
“Teşekkürler.” Yüzünde
içten bir gülümseme oluşmuştu.
Yataklarını yapıp
istedikleri zaman yatabileceklerini söyleyip bulaşıkları makineye koydu ve
masasının başına oturdu. Misafirlerine istedikleri kanalı izleyebileceklerini
söylemişti. Kendisi de müzik dinlemek için büyük kulaklıklarını taktı. Böylece
dışarıdan gelen sesleri de engellemişti.
Boş Word sayfasını açıp
bakmaya başladı. Sonra yazarken dinlediği müziklerden birini açtı.
Sayfanın üstüne orta kısma
gelecek şekilde başlığı yazdı.
“Kardaki
Sessizlik”
Satırlar bir bir dolarken
dinlediği müziğe göre kafasını sallıyor, bazen tempo tutuyor, şarkıları çoğu
zaman mırıldanıyor ama kafasını asla kaldırıp başka tarafa bakmıyordu. Yarım
saat kadar sonra aklındakileri sıralamış olarak rahat bir nefes aldı. Arkasını
yalandı ve konuklarına baktı. Genç kız ağabeyinin bacağına kafasını yaslamış
kanepede uyumuştu. Genç adam da onu rahatsız etmemek için kıpırdamamış ve
başını arkaya yaslayıp uyumuştu. İkisinin de bu rahatsız yatış yüzünden
boyunları ağrıyacaktı. Yerinden kalkıp onları uyandırdı. Gökçe yarı kapalı
gözlerle kendisi için hazırlanmış odaya gitti.
Ural, onun yazmaya
daldığını anladığında merak içinde neler yazdığını okumak istemişti. Elbette
bunu yapmayacaktı. Genç kadının kahve dolduruşunu izleyip bir fincan da
kendisine almak için yerinden kalktı.
“Yazmam rahatsız etmez
umarım. Hazır bir tempo yakalamışken biraz çalışacağım.”
“Az önce de yazıyordun ve
ben hiç fark etmedim. Rahatsız olsam da sakın umursama.”
“Rahatsız olursan
umursarım. Tuşlara biraz daha hafif basmaya çalışırım. Yukarıda yazamam. Çünkü
ne zaman yatakta yazmaya kalksam hemen uyuyorum. Orada masa da yok. Üzgünüm.”
“Söz dinle ve rahat ol.
Ben rahatsız olmuyorum. Uyandırmasaydın sabaha kadar o şekilde uyurdum.”
“Tutulmuş olarak da
uyanırdın.”
“Evet, o da kötü olurdu.
Teşekkürler.”
“Kahveni iç ve uyu.”
“Kahve ve uyku aynı
cümlede tuhaf olmuyor mu? Uykum kaçarsa rahatsız eder miyim?
“Kahve uykunu kaçırmaz. O
tamamen psikolojiktir. Ben kahve fincanımı sehpaya koyacak kadar gözümü açık
tutmayı başaramadığım geceler biliyorum.”
“İlginç. O zaman benim da
rahat uyuyacağım kesin. İyi geceler.”
Genç adamın uyuyacağı
kanepe kendisinden en fazla üç metre uzaktaydı. Öykü, onun rahat bir şekilde
dirseğinin üstünde yan yatışını izledi. Hem televizyon izliyor ham kahvesini
yudumluyordu. Onu izlerken neler yazacağını kafasında toparlayan Öykü
kulaklıklarını yeniden taktı ve yazmaya başladı.
Saat henüz altı buçuktu.
Ural, saatinin ışığında gördüğü rakamlarla şaşırmıştı. Gece oldukça geç uyuduğunu
biliyordu. Neden bu kadar erken uyandığını ise bilmiyordu. Üstelik uykusunu
almıştı. Kanepede doğrulurken ev sahibini düşünüyordu. Ev sahibi? Hâlâ
klavyenin sesi kulaklarındaydı. Kaç saat yazmıştı acaba? Başını çevirip çalışma
masasına baktığında gözlerine inanamadı. Genç kadın masanın başındaydı ve
yazmaya devam ediyordu. Uyumadığını anlamak için sormaya gerek yoktu. Dünkü
kıyafetleri üstündeydi ve saçları dağılmıştı. Güzel siyah saçları omuz
hizasında kesilmişti. Kadınlarda uzun saçı severdi. Bu boy kendi zevkine uygun
değildi. O kocaman kulaklıklarla biraz komik gözüküyordu ama çekiciliği
azalmıyordu.
Hala müzik dinliyor olması
da ilginçti. Onca saat çalışmıştı ve uyumamıştı. Gündüz ne yapacaktı? Onlar
otururken kendisi gidip yatacak mıydı? O zaman onu göremezdi. Görmesi
gerekmiyordu. En geç iki gün sonra oradan ayrılacaklar bir daha
görüşmeyeceklerdi. Sevmedi düşündüklerini. Belki uyumazdı. Ya da bir iki saat
uyur ve yine yanlarına gelirdi… Zaten en fazla iki gün daha görecekti.
Bu düşünceyi pek sevmemişti.
Aydoğan’ın yeğeniydi bir şekilde aynı ortamlarda olabilirlerdi. Mesela
Aydoğan’ın düğününde! Ah evet bu iyi fikirdi. Ya Öykü’nün düğününe davet
edilirse? Bu fikri beğenmeyince sabah sabah düşüncelerinin sevimsiz olduğuna
karar verip kanepeden kalktı.
“Günaydın.” diyen Öykü’nün
sesi cıvıltılı gelmişti. Sanki hiç yorgun değilmiş gibi.
“Günaydın. Hiç uyumadın mı
diye sormam saçma olacak değil mi? Sanırım epey yazdın.”
“En az dört bölüme denk
gelecek kadar yazdım. Uzun zamandır bu kadar çok yazmamıştım. Ana hatlarına
eklemeler de yaptım. İyi geldiniz bana. Fikirler uçuştu ve iki gündür
yazamadığım sahneler oturdu kafamda.”
“Gelişimizin iyi olduğunu
düşünmemizi istiyor olabilirsin ama avutulacak çocuk değiliz. Seni rahatsız
ettiğimizi biliyorum. Şu çalışma tempon bile bunu belli ediyor.”
“Bu benim normal çalışma
halim. Şimdi kahvaltı hazırlarım. Gökçe uyur mu daha?”
“Erkencidir. Uyanmıştır
bile. Ben bakarım. Kahvaltıyı da ben hazırlarım sen yazmaya devam et.”
“Yok ben…”
“Kalkma yerinden. Ben
hazırlarım.”
“Size ekmek yaptım.
Soğumuştur artık.”
Az sonra üçü de masadaydı.
Kahvaltı edilirken o gün biraz evin etrafında yürüyebileceklerini söylüyordu
Gökçe. İkisi de yanıt vermemişti. Genç kız neden sustuklarını anlamamıştı. Soru
dolu bakışlarla Ural’a bakınca, “Öykü sabaha kadar çalışmış, Gökçe. Biz bir ara
yürürüz. O da uyur.”
“Benim ne zaman uyuyacağım
belli olmaz. Planlarınızı kendinize göre yapın. İster yürüyün ister oyun
oynayın isterseniz şömine için odun kırın. Kırılmışları bitirmek istemediğim
için yakmamıştım ama bir erkek varken odun kırdırma fırsatını kaçırmam.”
Gökçe küçük bir kahkaha
attı. “Bak işte bu süper olur. Ural senin şu odunculuk burada işe yarayacak.”
“Oduncu musun?” Öykü
gerçekten şaşırmıştı. Benzetememişti. Oduncular neye benziyordu acaba? Oduncu
gömleği giymiyor diye oduncu olamayacak mıydı?
“Onun oduncu dediğine
bakma. Ben mobilya imalatçısıyım. Ahşaplarla işimiz ama onları mobilya haline
getirmekle uğraşıyoruz yakmakla değil.”
“Mobilya imalatçısı? Şimdi
anımsadım seni. Aydoğan anlatmıştı. Onun yan dükkânıydın değil mi? Hatta bu
evde bile senin imalatın bir koltuk var. Benim odamdaki berjeri sizin dükkândan
almış.”
“O berjeri sana mı verdi?
Bu adam tam bir hödük! Ona hediye etmiştim. Hediyesini hediye etmiş.”
“Öhhööö, o hödük benim
dayım anımsatırım.”
“Anımsıyorum ve bundan
memnunum. Yine de onun hödük olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sana özel bir
şeyler alabilirdi.”
“Bir dahaki sefere öyle
yapar ama o koltuk çok rahat diye ben el koymuştum. Sonra evimi taşırken onu
buraya getirmeye karar vermiştim. Çünkü yaz kış sık sık buraya geliyorum ve
evimden bir parçanın burada olması hoşuma gidiyor. O koltuk da böylece ulaştı
buraya.”
“Tamam, lafımı geri aldım.
Pintilik etti sanmıştım. Beğendiğini bilmek güzel. İstediğin zaman haber ver
yüzünü değiştirelim.”
“Teşekkürler.”
Günün geri kalanında Öykü
ondan beklenilenin aksine uyumamıştı. Yine çalışıyordu. Bu kez diğer çalışma
günlerinden farklı olarak çayı kahvesi masasına geliyordu. Kısa süre dışarı
çıkmıştı iki kardeş. Tipinin duracağını sanmak gibi bir hata yapmışlar sonra da
koşarak eve girmişlerdi. O sürenin haricinde hep evdeydiler ve onlar da vakit
geçirmek için kitaplara gömülmüştü. İkisinin elinde de tarihi kitaplar olması
hoşuna gitti. Yağcılık yapmak için onun kitaplarından almak komik kaçacaktı.
Öğlen yemeğini Gökçe
hazırlamıştı. Akşam yemeğini hazırlamak için kalktığında ikisini mutfakta
buldu. Buzluktan çıkarttıkları eti pişiriyorlardı. Pilav yapılmış salata
hazırlanmıştı. Çorba zaten kavanozlar dolusu vardı ve sadece ısıtılacaktı.
Keyifli yemekten sonra
Öykü artık çalışmayacağını söyledi. Onlarla oturup haberleri dinleyip
sinirlerin tepesine sıçramasına izin verdikten sonra müzik kanalı açıp
konuşmaya daldı. Çok çalışmıştı. Biraz dinlenecek bu arada konukları ile
kaliteli zaman geçirecekti. Öyle de oldu. Saat dokuz olduğunda hazır salep
ısıtılmış üç fincana konmuş ve yine karın gece oluşturduğu pembelik için dışarı
çıkılmıştı.
Evin kapısı güney
tarafındaydı. Tipi kuzey tarafından geldiği için kapının önündeki yığıntı azdı.
Rüzgâr da daha az geliyordu o bölüme. Bunun keyfini çıkartıp salepleri bitene
kadar kapıda durdular. İyice üşüyüp titremeye başlamadan içeri girdiler.
O gece herkes erkenden
yattı.
İkinci gün daha ilginç
geçmişti. Öykü erkenden kalkıp kahvaltı hazırlamıştı. Kendi başına olsa asla
yapmayacağı şeyi yapmış, bir gün önceden kalan ekmekleri biraz peynir ve
baharat ile fırına vermek için hazırlamıştı. Yeni ekmek de makinede
yapılıyordu. Öğlen yemeğine yetişecekti.
Kendisi için ceviz,
fındık, badem ve kayısıdan oluşan tabağını da hazırlamıştı. Biraz maydanoz ve
roka da yıkamış ve herkese ikişer tane yumurta haşlamıştı. Biraz sonra çayın
suyunun kaynadığın duydu. Demledikten sonra da ekranın başına oturdu. Davetsiz
misafirleri kalkana kadar biraz yazabilirdi.
Ural ise koltukta uyanmış
Öykü’nün çıkarttığı seslerden neler yaptığını anlamaya çalışıyordu. Kalkıp
yardım etmek istemiyordu. Dün yaşadığı yakınlığı anımsayınca ikinci kez aynı
durumda olmak işine gelmemişti. Kendilerine kapısını açan bir kadını zor
durumda bırakacak kadar kendini kaybetmemişti. Çekici bulmaktan
vazgeçemeyeceğini yine de uzak durabileceğini biliyordu.
Yazmak için makinesinin
başına oturduğunda sanki yeni uyanmış gibi gerinip oturdu. Kanepede uyumaya
alışmıştı bile. Neyse ki rahattı. Ev sıcaktı ve güvenlikliydi. Gece ahşap
kepenkleri kapatıyorlardı. Hala açmamış olduğu için evin içi loştu. Çok huzurlu
bir sessizlik vardı. Bir dakika kadar sonra o sessizliği klavyeden gelen tuş
sesleri bozdu.
“Günaydın. Bu gece uzun
uzun uyudun sanırım.”
“Günaydın. Evet, iyi
uyudum. Kanepede rahat mısın?”
“Rahat değil dersem başka
bir yer önerebilecek misin?” Allah kahretsin aklından geçeni çok fazla ortaya
koymuştu. Yüzüne hemen büyük bir gülümseme oturtup şaka yaptığını anlatmaya
çabaladı. Öykü, önce ters yanıt vermeyi düşünüp ağzını açtı ama sonra o
gülümsemeye kanmış gibi davranmak daha doğru geldi. “Yok, ne yazık ki. O kanepe
ya da kendi yaptığın berjer. Tercih senin.”
“O zaman kanepe. Burada
uzanabiliyorum hiç olmazsa. Kahvaltı hazır galiba? Çaydanlığın sesi geliyor!”
“Evet, çayı demledim. Ooo
acılaşacak bile hadi sen yüzünü yıka gel Gökçe de iner sanırım. Sesini duydum.”
On dakika sonra kahvaltı
yarılanmıştı bile. Üçü de keyifli keyifli karnını doyuruyordu.
“Neden ekmek yemiyorsun?
Çok güzel olmuş ve sadece bir dilim yedin.”
“Uzun yıllardır ekmek
yemiyorum Gökçe. Önce yapamam sandım. Çünkü bizim olmazsa olmazımız ekmektir.
Ama zamanla onsuz çok daha iyi yemek yediğimi ve kilomu korurken rahat olduğumu
anladım. O zamandan beri de masamda ekmek ancak misafirler için bulunuyor. İyi
ki anımsattın, Aydoğan’ı arayayım da gelirken ekmek unu alsınlar bana. Köyde
biri çok güzel karışımlar hazırlıyor. Ben ineceğime onlar gelirken alsın değil
mi? Yakışıklım da sever benim yaptığım ekmeği.”
“Kim o yakışıklı?” Ural,
ikinci kez adı daha doğrusu lakabı geçen o yakışıklıyı merak ediyordu. Sözde
normal bir şeyi sorar gibi sormuştu. “İki gün daha kalın tanışın.”
Yanıtlamamıştı. Merak etse
de kalamayacağını biliyordu. “Tipi dinerse yarın yola çıkarız.”
“Eh o zaman üzgünüm. Siz
çay alın ben masayı toplayayım. Sonra biraz yazacağım.”
“Öykü, yazdıklarını ne
zaman okuya bileceğiz? Kitabı aldığımda bu yazılırken ben de oradaydım
diyeceğim herkese.”
“Bir seneyi bulabilir. Bu
hızla yazarsam sürmez ama her gün bu kadar yazamıyorum. Bazen on - on beş gün
hiç yazamıyorum. Öyle bir dönemde geldim zaten buraya. Yazsam bitirsem de
editörüm defalarca üstünden geçecek, şurayı düzelt burayı kısalt, şurayı uzat
diyecek. O yüzden dizgisi baskısı on – on iki ayı bulacaktır.”
“Çok sürüyormuş.”
“Ne yazık ki öyle.”
“Gökçe, sen de sorularınla
yazmasını yavaşlatma ki daha çabuk bitsin.”
“Of Ural, neler yazdığını
merak ediyorum. Sen etmiyor musun?”
“Bitince okuyacağım.”
“Aman ne güzel yanıt. Ben
odama çıkıp kitap okuyacağım.”
Gökçe hışımla yukarı
çıkarken Öykü, Ural’a gülüyordu. “Küstü mü sana?”
“Şımartıyorum ve sonra da
cezasını ben çekiyorum. Birazdan iner. Ben de sesimi kestim. Sen rahat çalış
lütfen. Ve inan yarın evini sana bırakıp gideceğiz. Çok üzgünüm. Gerçekten
üzgünüm.”
“”Yarın gitmeniz
gerekmiyor. Beni rahatsız etmiyorsunuz. Aksine sayenizde düzenli yemek yiyorum
ve evde birilerinin olması güzel. Öbür gün çocuklar da gelecek. Hep birlikte
karda mangal yaparız. Sucuk yeriz. Kar klasiğidir bilirsin. Ve inan onlar
gelince mutlaka kızaklar da devreye girecek ve deli gibi kızak kayılacak.
Eğlenceyi de yaşayın sonra gidersiniz.”
“Teklifin çok güzel ama
benim kardeşimi arkadaşıma teslim edip işime dönmem lazım. Siparişler var.
Onları yetiştirmem lazım.”
“Arkadaşına götürmen şart
mı? Senin için bir sakıncası yoksa burada kalabilir. Sen de daha fazla zaman
kaybetmeden dönersin.”
“Benim için sakıncası yok
ama seni rahatsız eder.”
“Hayır etmem. Burada
olduğumu bile unutur.” Genç kız üst katın tırabzanlarından bakıp yanıtlamıştı.
İkisi de şaşkınlıkla yukarı kata baktı.
“Utanmadan bizi mi
dinliyorsun? Çok ayıp çok…”
“Benim hakkımda
konuşuyordun. Ayıp değil. Öykü, ciddi miydin? Kalabilir miyim? Hiç olmazsa
burada her şey var. Üstelik seninle kitapların hakkında konuşabilirim.”
“Elbette kalabilirsin.
İhtiyacın olan şeyleri Ural toparlayıp getirsin. Savcılık zaten gereken
işlemleri başlatmış. Karar çıkacaktır kısa sürede. O zamana kadar rahatlıkla
benimle kalabilirsin. Emin ol seni herkesten iyi korurum.”
“Biliyorum.” Genç kız
gülümseyip odasına giderken Ural da kaşlarını çatmış genç kadına bakıyordu.
“Neden gereksiz riskleri üstüne alıyorsun? O manyağın burayı bulmayacağının
garantisi yok. Arkadaşıma götürürsem daha rahat olurum. İkinizi de düşünmek
zorunda kalmam.”
“Beni düşünmene gerek yok.
Başımın çaresine bakabilirim. İlla iki kişi düşüneceğim dersen diğeri o manyak
olabilir. Buraya gelirse ona neler yapabileceğimi de görür.”
“Yine de gereksiz riskler
alman hoş değil.”
“Gereksiz risk… Güzel
kitap adı olur bu. Hadi git otur ve beni rahat bırak.”
“Hiç niyetim yok.” diye
geveledi ağzının içinde. Acele etmeyecekti.
Akşam olduğunda yemeği
Gökçe hazırladı. Tüm öğleden sonra kulaklıkları takılı şekilde yazan Öykü’ye
kimse dokunmamıştı. Ara sıra sıcak kahve ya da çay doldurup yanına koymuşlar
ama ne o an ne de sonrasında hiç konuşmamışlardı. Öykü deli gibi yazıyordu.
Akşam yemeğinin yemek için kalktığında onlara teşekkür etmeyi ihmal etmedi.
“Hızlı yiyecek ve hemen yazmaya başlayacağım. İyi bir tempo ve konu yakaladım.
Kaçırmayacağım. Kusuruma bakmayın olur mu?”
“Bakmayız. Biz buraları
toparlarız. Bu arada kar durdu. Yarın araca gidip bakacağım. Yollar ne durumda
olur bilmiyorum ama açılınca yola çıkmaya hazır olmalıyım.”
“Tamam, Aydoğan haber
verir yollar açılınca. Kaçtım.” Ve yine saha kadar yazmak için ekranın başına
oturdu. Sayfalar hızla doluyordu.
Bir fincan kahve masasına
konduğunda başını kaldırıp gülümseyerek baktı Ural’a. “Teşekkürler. Bir on
dakika ara vermem lazım. Parmaklarım ağrıdı. Sonra devam ederim. Seninle
içmemde sakınca var mı?”
“Mutlu olurum. O koltuğu
yapışmandan ve poponun düzleşmesinden korkmaya başlamıştım.”
“Düz bir popo mu? Koltuğum
sert değil, başaramaz. Ama uzun süre oturmak ne kadar destek yastığı olursa
olsun belimi ağrıtıyor. O yüzden biraz adım atayım kahvemden sonra.” ‘Popoma
bakmış!’ diye geçirdi aklından. O da onun poposuna bakmıştı aslında. Babasının
pantolonundan sonra kendi kıyafetlerini giydiğinde vücudunun güzelliğini fark
etmiş ve kimseye belli etmeden arkadan uzun süre süzmüştü. Yakışıklıydı. Yok,
daha doğru bir tanımla çekiciydi. Yakışıklılık kitaplarda ve bazı oyuncularda
iyi bir tanımlama olabilirdi ama gerçekte insanların çoğu güzel ya da
yakışıklılıktan öteye çekicilik taşırdı. Böyle olmasının bir iyi tarafı vardı;
herkes herkese çekici gelmiyordu.
Kahvelerini yudumlarken
kitabına dalmış olan Gökçe başını kaldırıp, “Uykum geldi. Daha fazla
dayanamayacağım. İyi geceler.” diyerek yerinden kalktı.
“İyi geceler” diye
yanıtladı ikisi de aynı anda. Bu akşam şömineyi yakmışlardı. Ural ertesi gün
odun kıracağının sözünü verince izin kopartmıştı. İkisi de televizyonu
izlemiyor olunca kapatmayı tercih etmişlerdi. Şömine, kanepe ile çalışma
masasının ortasındaydı. Karşısında iki koltuk vardı. “Boşa yakmadım ben o
şömineyi. Gel orada oturalım. Sesi de güzel gelir.”
“Babam tüm bunları
yaptırırken neler düşündü acaba?”
“Bilmiyor musun?”
“Hayır, çünkü ben babamı
üç yıl önce tanıdım.”
“Öyle mi? Bilmiyordum. Çok
özel ama anlatmanı isterim.”
“Çok özel değil artık.
Beni tanıyanlar ya da takip edenler biliyor hayat hikâyemi. Annem evlilik dışı
hamile kalmış. Beni doğurmadan üvey babam ile evlenmiş. Onun nüfusuna
kayıtlıyım. Güzel bir hayatım oldu. Üvey kardeşim doğana kadar da evin tek kızı
tek eğlencesiydim. Sonra üvey babam biraz değişti. Kardeşim benim yerimi de
aldı ama bana da kötü davranmadı. Sakın külkedisinin bir versiyonu falan sanma.
Sadece sevgisi paylaşmak beni mutsuz etti diyelim. Sonra polis olmaya karar
verdim ve yıllarca o işi yaptım. Bu arada evlendim ve boşandım. Beş sene önce
de görevimden istifa ettim ve yazmaya başladım. Zaten cinayet masasında
çalışıyordum. Konu çoktu anlayacağın. Onları biraz süslemek de benim yeteneğim
oldu ve cinayet romanları yazmaya başladım. Üç sene önce biyolojik babam ortaya
çıktı. Annem ona haber vermemiş hamileliğini. Babam da kaybettiğimiz yılları
kapatalım diye bu evi bana hediye etti işte. Sık sık geliyorum. O da geliyor
bazen. Yazmak için gerçekten iyi bir yer. Çok konuştum. Artık biraz yazacağım.”
“Neden boşandın?”
“Yürümedi.”
“Neden yürümedi?”
“Ah merak böcüğü mü soktu
seni? Yürümedi işte. O da polisti. Nöbetler, bir türlü denk gelmeyen çalışma
saatleri ve sonra azalan görüşmeler… Bir gün artık birbirimize ihtiyaç duymadan
yaşayabildiğimizi fark ettik ve anlaşmalı olarak boşandık.”
“Yani işi bırakmanın
nedeni o değil!”
“Hayır, değil. O işi
bırakmama neden olsaydı evliliğimi kurtarmak için bırakırdım. Ama değmeyeceğini
ve o evliliğin yürümeyeceğini biliyordum. İnsanlar birbirlerine yaşam alanı
bırakmalı ve hobilerine zevklerine saygılı olmalı. Ben hep sevdim yazmayı. Ama
o hiç anlamadı benim yazma aşkımı.” İki gündür evinde olan adam bile eski
kocasından daha fazla saygı göstermişti yazma aşkına. İlk hikâyelerini
internette yayınladığında kahkahalarla gülmüş ve onun yazdıklarını okuyacak
kadar boş vakti olan kimse bulamayacağını söylemişti.
“Kaybeden o olmuş. Sanırım
iyi satıyor kitapların. Yani iyi para kazanıyorsun. İstesen belki hem yazar hem
de polisliğe devam edebilirdin.”
“İstemedim. Artık
yorulmuştum polis olmaktan. Şimdi hem katil, hem maktul hem polis hem savcı
olabiliyorum.”
“Sen de haklısın. Yürüyecek
misin? İstersen dışarı çıkalım. Kar ve rüzgâr durdu.”
“Montumu alıp çıkalım.”
Sanki iki buçuk gündür
korkunç rüzgârlarla savrulan ağaçlar onlar değilmiş gibi sakindi ortalık. Çoğu
ağacın üstünde kar kalmamıştı. Aralarda kalan beyazlıklar da karanlıktan
seçilmiyordu. Kar yine yağacak gibiydi. Üç gece önce tek başına çıkıp baktığı
gökyüzünü anımsadı. Pembeye boyanmıştı sanki!
“Kar yağarken oluşan
sessizliği bilir misin?”
“Elbette. Severim de o
sessizliği.”
“Şu yazmaya başladığım
kitabın adı Kardaki Sessizlik olacak.”
“Güzel isimmiş. Üşüyor
musun?”
“Hayır.”
“Tüh.”
“Tüh mü? Ne oldu? Üşümem
mi gerekiyordu?”
Ural, kaçak
dövüşmeyecekti. “Üşüseydin, içeri girmeyi teklif etmek yerine kolumu omzuna
atıp seni ısıtmayı önerecektim.”
Öykü, genç adama baktı. O
ana kadar elleri bile kazara değmemişti. Aslında ona dokunursa neler
hissedeceğini merak ediyordu ama aceleye gerek yoktu. Genç adamı kırmamak için
gerçek bir gülümseme ile gözlerine baktı. “Üzgünüm ama üşümedim. Belki başka
zaman üşürüm.”
“Çok kötüsün. Öyle olsun!”
Bir süre daha yürüyüp geri
döndüklerinde kar da yağmaya başlamıştı.
“Neden hiç şapka
takmıyorsun?”
“Başım üşümüyor.”
“Ellerin üşüyor ama.”
“Biz yine üşüme konusuna
mı döndük? Evet, ellerim üşüyor. O yüzden eldiven takıyorum. Parmaklarım bana
lazım.” Bunu söylerken eldivenli elini genç adamın gözlerinin önünde
sallıyordu. Ural, fırsatı kaçırmadan yakaladı o eli. “Üşüyorsa ısıtalım.” dedi.
Öykü, genç adamın inatçılığına gülüyordu. Eldiveni elinden çıkartılmış,
parmakları kocaman iki el tarafından hapsedilmişti. “Bak daha iyi ısınacak.
Diğer elini de ısıtayım diye yalvaracaksın.”
“Çok da büyük bir egomuz
varmış! Sen o eli ısıt da diğerini sonra düşünürüm. Ural…”
“Efendim?”
“Şu az önce sergilediğin
sahneyi bir gün kullanmak istersem kızar mısın?”
“Romanında mı? Kullan
tabii. Ama kız erkeği senin beni uzak tuttuğun kadar uzak tutmasın.”
“Ben seni uzak mı
tutuyorum?” Bu soru biraz yanlış zamanda sorulmuştu. Ural gülerek, “Az önce
aramıza kilometreler koyan başkası mıydı?”
“Bendim. Sanırım bir süre
daha uzak kalacaksın. O mesafeleri kapatmak senin işin. Başarırsan yollar
biter.”
“Mesaj alındı. Hadi
gerçekten üşümeden girelim içeri. Seni yazılarından alıkoymayayım. Sonra hiç
şansım kalmayacak.”
Şansı var mıydı? Öykü,
kısa bir an baktı genç adama. Çekici bulduğunu kabul etmişti. Şansı olduğunu da
kabul etti. Gerçekten ilgileniyorsa bunu bir süre sonra belli edecekti. Şu an
dağ başında ikisinden başka kimsenin olmadığı bir ortamda bu ilgi normaldi.
Yokluktan olma ihtimali yüksekti. Yarın şehre dönecekti. Sonra ne yapacağı çok
daha önemliydi. Öykü şans verecekti ama Ural o şansı kullanabilecek miydi?
Gece yarısını geçtiğinde
Ural uyumuş, Öykü de yazısına gömülmüştü. Aklındakileri notlar halinde yazmayı
ve uyumayı tercih edecekti. Notlarını alana kadar uykusu yine açıldı. Biraz
daha yazayım derken saat üç olmuştu. En sonunda ekranı kapatıp kalktı. Masa
lambasını kapatacaktı ki Ural seslendi. “Uyuyacak mısın?”
“Evet, uykum geldi ve
yazacaklarımı not ettim. Sen uyumuyor muydun?”
“Uyuyordum. Neden uyandım
anlamadım. Sanırım odayı terk edeceğini hissettim.”
“Ah çok komik. O kadar
taktın yani kafayı bana!”
“Ciddiyim, sanırım
klavyenin sesi kesilince uyandım.”
“Olabilir. Açma uykunu,
benimi de kaçmasın.”
“Tamam, gözlerimi
kapatıyorum. İyi geceler.”
Sabah biraz daha geç
kahvaltı yaptılar. Ural, Aydoğan ile konuşmuştu. Öğleden sonra yol açılmış
olacaktı. O saate kadar şömine için söz verdiği odunları kesti. Öykü’nün
kendisini kasmasına hiç gerek olmadığını anlayınca da gülmüştü. Odunların
olduğu yerde elektrikli testere vardı. Odunları parçalamak çok kolaydı. Bir
miktar odunu eve da taşıdı. Böylece dışarı çıkıp üşümelerini engelleyecekti.
“Baban gerçekten keyfine
düşkünmüş. Elektrikli testere ile sen de rahatça kesersin odunları. Yine de
beni beklemeni ya da Aydoğan’dan istemeni tercih ederim. Tabii o kim olduğunu
söylemediğin ‘yakışıklı’ da kesebilir.”
“Yakışıklının kim olduğunu
öğrenmeyi çok istiyorsun değil mi? Bugün Çarşamba. Onlar cumartesi gelecekler.
Sen de kardeşinin istediklerini o gün getirirsin ve tanışırsınız. Eminim çok
hoşlanacaksınız birbirinizden.”
“Cumartesi gelmemi istiyor
gibisin.”
“Sen gelmek istemiyorsan
eşyaları Aydoğan’a ver. Sorun olmaz.”
“Trip atmayan bir kadın
olabileceğini sanmıyorum. Sen de şu an gerçek bir kadın olduğunu ispatladın.
Cumartesi geleceğim ve o yakışıklıyı tanıyacağım. Belki bir iki de yumruk
çakarım.” Sesindeki şakacı ton belli oluyordu. Öykü, onun şakacı tarafından
hoşlanmıştı. “Yumruklar karşılıklı olursa ben hakemlik yaparım. Ama taraf
tutacağımdan ve o tarafın sen olmayacağından emin ol.”
“Onu cumartesi
anlayacağız.”
Öğleden sonra arabasına
ulaşmış ve açılmış yoldan şehre inmişti. Aklını o dağ evinde bırakmıştı. Yan
koltukta okumaya başladığı kitap duruyordu. Bitirince geri götürmesi
gerekecekti ve o kitap bitse bile bu cumartesi asla iade edilmeyecekti.
Öykü ile Gökçe iki gün
boyunca birlikte vakit geçirdiler. Gökçe yirmi yaşın verdiği heyecanla sorular
sorup durdu. Ne zaman bilgisayarının başına oturursa o zaman susuyordu genç
kız. Neyse ki yazarken gereken özeni gösteriyordu. Aslında onunla konuşmak
hoşuna gidiyordu. Yemek yapması da ayrı bir güzellikti. Hazır çorbaları
bitirmişler yeni yemekler yapılmıştı. Cumartesi günü de balık yiyeceklerdi.
Gelirken balık almayı unuttuğu için canı çok istiyordu.
Cumartesi sabahı erkenden
kalktılar. Cuma Gökçe üst katları temizlemişti. O sabah ta alt katı
süpürecekti. Öykü kızın hamaratlığına şaşırıyordu. İş yapmayı sevmezdi.
Gerektiği zaman gerektiği kadarını yapardı. Gökçe ise sabahtan beri
çalışıyordu. En sonunda o da yazmayı bırakıp genç kıza yardım etmek için
yerinden kalktı.
“Sen yazmana devam et.
Bitti bile işler. Bir tek ocağı temizleyeceğim. Dün akşam sıcak diye
bırakmıştım.”
“Onu da ben yapayım
bitsin. Misafirlerimiz gelmeden dinlen sende.”
“Bu ev küçücük. İş yaparken
yorulmuyor ki insan.”
“Sana öyle geliyor. Ben iş
yaparken ölüyorum yorgunluktan.”
“Sevmiyorsun da ondan.”
“Kesinlikle haklısın.
Evimi temizlemeye gelen kadın olmasa sanırım pislik içinde yüzeceğim.”
“Annem, ‘Pis insanlar
temizlikçi çalıştırmaz’ der. Sen pis değil tembelsin demek ki.”
“Ah teşekkürler iltifatın
için.”
“Alınma ya, sen daha
önemli şeyler yapıyorsun. O işleri yapacak birilerini bulursun. Ölmeyecek kadar
yer, kurumayacak kadar sıvı tüketirsin. Ama o yazdıklarını herkes yazamaz. Sen
yazmaya devam et.
“Şimdi gerçekten teşekkür
ederim. Bunu anlayan insanları bulmak güzel.”
Öğleden sonra kapının
önüne yanaşan koca cip ilk misafiri getirmişti. Ural araçtan inip arka kapıyı
açmış ve iki koca poşeti indirmişti. Onları iki poşet daha takip etti. Bunlar
market poşetiydi. Ve iki poşet daha inince öykü gülmeye başladı. Markette ürün
kalmış mıydı acaba? Sonra da iki valiz indirdi. Hepsini kapı önüne koymuştu.
Nihayet aracın kapılarını kapatıp geldi ve Öykü ile Gökçe de kapıyı açtı.
“Çok kötüsünüz. Yardıma
gelmek yerine hepsini taşımamı beklediniz.”
“Bizi özlemiş biri.” diyen
Gökçe eli kolu dolu adamın yanağına kocaman bir öpücük kondurdu.
“Özlemiş değil mi? üstelik
yemeğini yanında getirmiş baksana. Onu daha iyi ağırlamamız lazım.”
“Bu gece yatacak yer
bulursam kalırım tabii.”
“Yer yatağı yaparız.”
Öykü, genç adamın gözlerindeki muzur bakışı yakalamış ama kendi yatağının henüz
çok uzak ihtimal olduğunu anlatmıştı.
“Ben kanepemi alayım o
zaman.”
“Tamam, kanepe senin.
Onlar da kalırsa bizler de sıkışır yatarız bir şekilde.”
“Damarıma basma istersen.”
Ural dişlerinin arasından tıslayınca Gökçe gülmeye başlamıştı. “Ural, neler
oluyor? Ben Öykü ile yatamaz mıyım? Neden kızıyorsun?”
“Sen ve… Tamam, anladım.”
Bu kadın kendisini hemen tuzağa düşürüyordu. Bunu sevmemişti. Bu kadar kolay
kandırılmak işine gelecek değildi ya.
Konuşurken bir yandan da
poşetleri mutfağa taşıyordu. “Zahmet etmişsin.” diyen Öykü’ye “Yarısından
çoğunu biz tükettik malzemenin. O yüzden zahmet etmedim. Tek olsan bir ay yetecek erzak neredeyse bir
haftada tükenecekti.”
“Yok, daha neler. Erzak
odası tepeleme dolu. İçin rahat olsun, kardeşini aç bırakmam.”
“Ya da o seni aç bırakmaz.
Senin yemek yemeyi akıl ettiğin tek öğün kahvaltı oluyor.”
“Yollar rahat mıydı?” Konu
değişince Ural güldü. “Rahattı. Açık tüm yollar. Kar yağışı bekleniyor ama
fazla olmazmış. Gece don olabilir dendiği için burada kalacağım. Diğerlerini de
yollamayız.”
Bir saat kadar sonra
Aydoğan ile ‘yakışıklı’ da geldi. Ural, yirmili yaşların ortasındaki genç
erkeğe bakınca korkması gereken kişinin öykü değil Gökçe olduğunu anladı.
Adının Coşkun olduğunu öğrendiği genç erkek öykü’nün kardeşiydi. Ailesini
anlatırken ondan bahsetmemişti. Bahsetse belki de kendisinin bugün
gelmeyeceğini düşünmüştü. Ama merak ederse geleceğini ummuş, buna bel bağlamış
olabilirdi. Böyle düşünmek hoşuna giden Ural, iki gencin konuşmaya başladığını
görünce biraz bozuldu.
Çay koyan Öykü’nün yanına
gidip onun duyacağı sesle, “Beni kandırdın. Bunu konuşacağız sonra.” dedi.
Öykü, yüzündeki gülümseme ile “Sen kanmaya hazırdın.” dedi.
“Belki de haklısın. Yardım
edeyim mi?”
“Teşekkürler, sen otur
geliyorum.”
Çok geç olmadan balıklar
için mangal yakılmıştı. Aydoğan ile Coşkun da erzakla dolu poşetlerle
gelmişlerdi. O poşetlerden bir de rakı çıkmıştı.
Yemek yenirken bir yandan
da Gökçe’nin sorunu konuşuldu. Savcılık en geç bir hafta içinde kararı
çıkartacaktı. Uzak tutma kararı ne kadar etkili oluyordu ki? Coşkun tedirgin
olmuş ve bunu da saklamıyordu. Öykü, kardeşinin neden öyle davrandığını
anlıyordu. Genç kıza ilgi duyduğu belliydi ama bunu ağabeyinin yanında açıkça
ifade edemiyordu. Aydoğan ise daha gerçekçi yaklaşıyordu. “Sömestr tatili
bitecek, okula dönmen gerekecek. Ya oralarda karşına çıkarsa? Bu adamın
vazgeçirilmesi ya da içeri tıkılması lazım!”
“İçeri tıkmak için
işlediği suçlar yetersiz. Bir adım ilerisini yaparsa ancak o zaman ceza alır.
Ama o şimdilik iki kez karşısına çıkmış ve korkutmuş.”
“Ne yani, saldırmasını
canını yakmasını mı bekleyeceğiz?” Coşkun, Ural’dan daha hızlı tepki vermişti. Öykü,
sakin bir sesle, “Savcılık kararı eline ulaşınca belki korkar ve bir daha
saçmalamaz.” diyerek hepsini sakinleştirmeye uğraştı.
“Sanmıyorum. Çünkü ne
kardeşinin mektubu ne benim söylediklerim vazgeçiremedi onu. Kardeşini
tanımıyordum bile. Tüm arkadaşları da hiç tanışmadığımızı, onun ruhsal
sorunları olduğunu söylediler ama ikna olmadı.”
“Çünkü büyük ihtimalle
aynı sorunlar ağabeyde de var. Olur da bir suç işler ve yakalanırsa ya da
farklı bir olayla doktor kontrolünden geçerse tedavi altına alınır.”
Onlar konuşurken hiç sesi
çıkmayan Ural ile Aydoğan birbirine baktı. Ruh hastası birinin öncelikle
Gökçe’nin ve dolaylı olarak da Öykü’nün etrafında dolaşma ihtimali ikisini de
çok rahatsız ediyordu. Ural’ın rahatsızlığına Öykü de dâhil olmuştu. Kendisi yüzünden
onun da canı yanabilirdi.
“Ben yarın Gökçe’yi
götüreceğim.” Kardeşini yarın alıp arkadaşına götürmek en iyi çözümdü. Böylece
en azından Öykü için korkmayacaktı. Kardeşi de çok daha uzak bir yerde güvende
olacaktı. Öykü aynı fikirde değildi. “Sen öyle san!”
“Öykü, bu şu an için en
iyi çözüm.”
“Ural, bunu daha önce
konuştuk. Benim silahım var. Olmasa bile yakın dövüşlerim onu uzak tutmaya
yeter.”
“Ya o da silahlı olursa?
Ya sizi yaralarsa? Hatta…”
“Konuyu kapatalım mı
artık? Abartmayın. O adam bizi burada bulamaz. Bulursa da başına geleceklere
katlanır.”
“Konuyu kapatalım diyorsun
sonra da gelirse gününü görür diyorsun.”
“Tamam. Sustum.”
Geç saatlere kadar oturan
grup artık esnemeye başlamıştı. Öykü, “Aydoğan, Coşkun siz benim odamda
kalacaksınız. Gökçe, babamın odasında kalıyor. Ural da kanepede uyuyor zaten.”
“Sen?”
“Ben bilgisayarımla aşk
yaşayacağım bu gece.”
“Sabahlayacak mısın?
Uyuman lazım.” Aydoğan, hâlâ alışamamıştı onun uykusuz kalmasın.
“Dün gece çok uyudum. Bu
gece sabaha kadar ve hatta belki de öğlene kadar yazacağım. Bu kitap daha kısa
sürede bitecek gibi geliyor.”
Gökçe sevinçle el çırptı.
“Bu çok iyi haber. Ne kadar çabuk okursam o kadar çabuk hava atacağım
demektir.”
Herkes odalarına
çekildiğinde Öykü de masasına yöneldi. Ural, kanepede oturmuş televizyon
izliyordu. Sesini o kadar kısmıştı ki izlediğinden emin olamadı Öykü.
Dosyasını açtı. Sonra
müzik dosyasını da açıp kulaklıklarını taktı. Aslında yazmak yerine o kanepeye
oturmayı tercih ederdi ama kimse davet etmemişti. O zaman yazacaktı. Hem de
sabaha kadar yazacaktı.
Son yazdıklarına göz atıp
notlarına döndü. Aklındakileri sıralamak her zaman kolaylık sağlıyordu. Nerede
olduğunu ve neler yazacağını anımsamıştı. Parmakları tuşların üstünde dolaşmaya
başlamıştı. Yazmaya başladığında etrafla ilgisini kesiyordu. O nedenle de
omuzlarına dokunan elleri hissettiğinde korku ile sıçradı. Başını kaldırıp
baktığında Ural’ın yüzünü gördü.
“İyi geliyor mu masaj?”
“Evet. Boynumun ağrıdığını
nerden anladın?”
“Deminden beri başını sağa
sola eğip duruyordun. Biraz sonra rahatlarsın.”
“Hatta kedi gibi
mırıldanırım bile. Çok iyi geliyor.”
“Mesafeleri kısaltacak
kadar mı?”
“Bir miktar kısaltmış
olabilir.”
“Bir öpücük çalacak kadar
mı?”
“Yanağıma bir tane
olabilir.” Koltukta biraz daha yan dönüp başını yukarıya kaldırdı. Yanaklarına
değen dudakların, dudaklarına doğru hareketlenmesi ile geri çekildi. “Mesafeler
fazla hızlı kapatılmamalı. Yoksa çarpışma çok hızlı olacak!”
“Pek de yavaş çarpıldığım
söylenemez. Sanırım beklemek için o çarpmanın sendeki etkisini bilmem
gerekiyor.”
“Az önceki öpücüğü
büyütemeyeceğim kadar etkiliydi. Senden hoşlanıyorum ve seni çok çekici
buluyorum ama yavaş hareket etmek istiyorum.”
“O zaman tüm hızımızı sen
ayarlayacaksın demektir. Bana da sabırlı olmak düşüyor. Beni çekici bulduğunu
öğrendim ya artık biraz daha sabırlı olabilirim.”
“O zaman şimdi git yat ve
uyu. Ben de az önce yaşananları bir kenara koyabilirsem biraz çalışayım.”
“Bir küçük öpücük daha
alabilirsem daha rahat uyurum sanıyorum.”
“O zaman ben rahat çalışamam…
Asma suratını gel buraya!”
Bu kez ikisi de yanaktan
öpmeyi öpülmeyi düşünmüyordu. Birbirinin içine geçmiş birkaç öpücükten sonra
kendini geri çeken yine Öykü oldu. “Hadi git artık.”
“Uykun gelirse yanıma
kıvrıl. İnan sadece sarılıp uyuyacağım.”
“İnanıyorum. İyi geceler.”
Ural kanepeye doğru
giderken henüz kapatılmamış ahşap panjurların dışında biri onları izliyordu.
Sabah herkes uyandığında
Öykü hala yazıyordu. Bir haftadır neredeyse aralıksız yazmıştı. Hem bu kadar
kalabalık bir ortamda olup hem de bu kadar çok yazabildiği zamanı
anımsamıyordu. Ama etrafındaki herkes onun yazması için seferberlik ilan etmiş
gibi tüm işleri hallediyor, ayakaltında dolaşmıyor ve dikkatini dağıtacak
hareketler yapmıyordu.
Kahvaltıyı geç
yapacaklardı. O yüzden herkes eline içeceğini ve birer kurabiye almış Ural’ın
erkenden yaktığı şöminenin etrafına dizilmişti. Öykü hem onlara kaçamak
bakışlar atıyor hem de aklındakileri yazmaya devam ediyordu. Kulağındaki
kulaklıktan dinlediği MFÖ şarkısı Diday Diday Day ı söyleyip duruyordu. Kötü
sesine rağmen kimse sus demiyor, o da kulaklıkların da etkisi ile sesini
yükseltip duruyordu. Şarkıyı en az beş kez dinledikten sonra hepsi birden isyan
etmeye başlamıştı. Ne olduğunu anlamayan öykü kulaklıklarını çıkartıp “Derdiniz
ne?” diye sorunca Coşkun, “Abla, aynı şarkıyı kaçıncıya dinliyorsun? Dinlemekle
kalsan sorun yok ta bize de o bet sesini dinletiyorsun.”
“Aman Allah’ım.” İki eli
ile ağzını kapatıp hepsine tek tek baktı. “Ben şarkı söylüyordum değil mi?
Neden daha önce uyarmadınız?”
“Belki susarsın diye
umduk. Sen yine taktığın şarkıyla mı yazıyorsun tüm gün? Bu nasıl bir
hastalıktır böyle?”
“Yok, yok artık öyle
yazmıyorum. Bu sabah nedense o şarkıyı dinlemek istedim. Sonrası malumunuz.”
“Şu havaya ‘Karlar Düşer’
daha uygun değil miydi?” Aydoğan dalga geçiyordu. “Uygunsa da aklıma gelmemiş
işte. Burada odun kalmamış biriniz odun alıp gelin. Kar hızlanırsa sonra çıkmak
zor olacak.”
Coşkun, “Aslında kar
hızlanmadan biz yola çıksak daha iyi olacak. Yoksa burada kalacağız.” Dediğinde
Ural bıyık altından gülümsüyordu. Kalmaya itirazı olmayacaktı. Nasılsa
siparişle çalışıyordu ve üç gün boyunca sıkı çalışıp en yakın tarihteki işin
büyük bölümünü tamamlamış, ustalarının yapabileceği hale getirmişti. Kapıya
doğru yürüyüp montunu aldı. Odun almaya çıkmışken biraz da serin havanın tadını
çıkartıp sakinleşirdi.
Camın önünden saçakların
altından yürürken yağan karın henüz kapatmadığı yarım bir ayak izi görmüştü.
Başka iz var mı diye etrafa bakınsa da burnu kömürlüğü dönük o izden başka
görememişti. Etrafta sık ağaçlardan başka gözüken bir şey yoktu. O delinin
buralara kadar gelebileceğini düşünmek sadece içinde bulunduğu ortamda tedirgin
olmasından kaynaklanıyordu. Hem gelmiş olsaydı zaten kendisini belli etmez
miydi?
Kötü düşünceleri kafasından
atarak ama etrafına da dikkatlice bakarak kömürlük olarak kullanılan arka
tarafa geçip iki büyükçe kovaya odunları doldurdu. Henüz yenisini kesmeye gerek
yoktu. Kendi kestikleri uzun süre idare edecek kadar çoktu.
Eve dönerken yine etrafına
bakmaktan kendini alıkoyamamıştı.
Öğlene doğru mangalı
yakmışlar, sucukları kızartmışlar, gelirken getirdikleri ekmekleri ortadan
kesip yarımşar ekmeğe sucuk doldurmuşlardı. Öykü de onlara uymuştu bu sefer.
Tek farkla o ekmeğin içini boşalttırmış, onu gören Gökçe de aynı şeyi yapmıştı.
“Kadın milleti değil mi? Her ortamda kiloya dikkat ediyorlar!” diye söylenen
Aydoğan’a inat diğer iki erkek onların bu özeninden memnundu. Ural, Öykü’nün dar kotunun şekillendirdiği
vücuduna kaçamak bakışlar atıyordu. Gördüklerini sevdiğini de belli ediyordu.
Yemeğin üstüne içilen
çaylardan Öykü’nün katılmadığı langırt turnuvasından sonra erkekler toparlanıp
peş peşe yola çıktı. Hava kararmaya başlamıştı bile. Yeni bir kar fırtınası
gelecek gibiydi.
Öykü ile Gökçe bir anda
sessizleşen evde kendilerini tuhaf hissetseler de akşam yemek için çorba
pişirmeye karar verdiler. Öykü tüm gece çalıştığı için erken yatmayı
düşünüyordu. Gerçi tüm gece de çalışmış sayılmazdı. Ural’ın teklifini sık sık
düşünmüştü. Yanına kıvrılmak ve sıcacık vücuda sarılıp uyumak güzel olurdu!
Bir daha ne zaman
geleceğini söylemeden gitmişti. Merak içinde bırakmıştı genç kadını. Bu küçük
flörtün tadını çıkartmak biraz da bu belirsizliklere bağlıydı.
Gökçe iç panjurları
kapatırken Öykü de dış kapıyı kilitlemek için o tarafa yönelmişti. Belki de
gündüz yapılmış konuşmalar ikisini de tedirgin ettiği için erkenden
tedbirlerini almaya başlamışlardı. Gerekli tüm tedbirleri almalıydı!
Tam kapının sürgüsünü
iterken dışarıdaki ayak sesini duydu. Biri kapıyı çalıyordu. Ne unutmuşlardı?
“Ne unuttuysanız o
benimdir artık!” diye söylenerek açtı kapıyı. Karşısındaki erkeği tanımıyordu.
Tanıması gerekmiyordu. Gözlerindeki bakıştan sabahtan beri bahsi geçen manyak
olduğunu anlamak mümkündü. Öykü, Gökçe’yi görmediğini umuyordu.
“Merhaba, Hanımefendi. Ben
Gökçe’yi arıyordum. Burada kalıyormuş. Görebilir miyim? Arkadaşıyım da onu
merak ettim.”
“Ah öyle mi? Çok üzgünüm
ama Gökçe ağabeyi ile gitti. Yarım saat oldu çıkalı. Yetişirsiniz sanırım.”
“Sana hanımefendi dedim
ama yalancı olduğunu bilseydim demezdim. Çekil.” diyerek kapıyı itip içeri
girmek istedi. Gökçe o an korku ile donmuş şekilde kapıya bakıyordu.
“Aradığım burada. Ve sen
şimdi onu bana vereceksin. Kimsenin canı yanmayacak.”
“Elbette o dediğin
olmayacak. Gökçe sen yukarı çık canım. Odanın kapısını kapat ve her ne olursa
olsun sakın odadan çıkma.”
“Seni o manyakla yalnız
bırakmam.”
“Canım, o manyak değil
üzgün ve çözüm arayan biri. Biz şimdi konuşacak ve bir çözüm bulacağız.”
“Sen hiç merak etme
‘yalancı’, ben o çözümü buldum. O benimle gelecek. Kardeşime neler yaptığını
anlatacak ve o mezara gidip köpek gibi pişman olduğunu söyleyecek. O zaman
kardeşim onu affederse ben de affedeceğim.”
“Kardeşin affettiğini sana
nasıl bildirecek?” öykü, adamın tahmininden daha ileri seviyede rahatsız
olduğunu anlamıştı. Bu kadar ağır vakalarda en doğru yöntemin onları anlamak
olduğunu biliyordu. Yaptığının saçma olduğunu değil doğru olduğunu düşünen biri
ile konuşmak her zaman hastayı rahatlatıyordu.
“Biz her gece konuşuyoruz.
Her gece kendisinin aşkına nasıl karşılık vermediğini anlatıp ağlıyor. Artık o
ağlayacak.” Eli ile gösterdiği Gökçe’ye doğrultulmuş bir silah vardı.
“Aslında biliyor musun,
bir haftadır burada ve her gece o da ağlıyor.” Öykü, Gökçe’nin çenesini kapalı
tutacağını umuyordu. Ters bir laf her şeyi bozacaktı.
“Sana inanmıyorum. Az önce
burada olmadığını söyledin. Ağlamaz o.”
“Ağladı inan. Sen gelince
daha da çok üzülecek diye burada yok dedim. Yoksa ben yalan söylemem. İnan ki
söylemem.”
“O zaman onu ver bana
birlikte gidip kardeşimle konuşalım. O affederse ben de affedeceğim.”
“Tamam, ben de geleceğim.”
“Hayır, sadece o!”
“Öyle bir güzellik yapamam
sana. Ben de geleceğim yoksa o da gidemez.”
Onlar kapının ağzında
konuşurken Gökçe de ağabeyinin telefonuna mesaj çekmiş durumu kısaca
anlatmıştı. Yola çıkalı yarım saat olduğu için geri dönüşü de en az o kadar
sürecekti. Bu durumda Öykü’nün bu manyağı oyalaması mümkün değildi. Acaba yola çıkıp yarı yolda ağabeyi ile
karşılaşmak daha mı akıllıcaydı? Bunu Öykü’ye söyleyebilse belki de daha iyi
plan yapabilirdi ama imkân yoktu.
“Ben giderim. Senin
gelmene gerek yok. Çünkü benim suçumun olmadığını söyleyecektir kardeşi. Merak
etme sen.”
“Öyle bir tercih hakkın
yok Gökçe! Ya benimle birlikte gidersin ya da bir yere gitmezsin.”
“Ben çantamı yanıma
alayım, birlikte gidelim o zaman.”
“Siz benimle dalga mı
geçiyorsunuz? Gökçe, çanta falan almayacaksın, üstünü giy gidiyoruz. Sen de dün
akşamki gibi git yazını yaz. Ne yazıyorsan öyle!”
Öykü, genç adamın artık
daha sakin olduğunu fark etmişti. Boş bir anında elindeki silahı alacak ve
etkisiz hale getirecekti. Sadece fırsat kolluyordu.
Kapıya yaklaşan Gökçe’ye
bakışlarını çeviren adamın elindeki silahı tek hamlede kapmıştı Öykü. Eli boş
kalan adam ilk şaşkınlığı atlatınca yumruğunu sallamış ama aikido bilen öykü
basit gözüken ama etkili bir bilek hareketi ile adamı diz üstü yere
çöktürtmüştü. Ne olduğunu bile anlamayan Gökçe şaşkınlıkla bakarken Öykü, “Benim
çalışma masamın en alt çekmecesinde ince uzun plastik kelepçeler var. Bir tane
getir bana.” diye Gökçe’ye seslendi.
Genç kız hâlâ şaşkındı.
“Hadi, çabuk ol.” Dedi ve hareketlenmek isteyen adamın bileğini biraz daha geri
bükerek canını yaktı. Hareketi daha şiddetli hale getirse o bileği rahatlıkla
kırabilirdi. Kendini tutuyordu çünkü karşısındaki aslında kardeşini
kaybettikten sonra daha büyük sorunlar yaşamış bir hastaydı.
Gökçe elindeki şeritlerin
ne olduğunu anlamadan yanına gelip uzattı. Hızlı bir hareket ile iki elini de
arkasında birleştirip kelepçeyi takıp iyice sıktı. Kesinlikle açılmayan plastik
şeritler adamı sinirlendirmişti. Bir kadına yenik düşmek de onun durumunda biri
için iyi değildi. Tıslayarak onu mahvedeceğini söylüyordu.
“Gökçe, sen istersen
yukarı çık.” dedikten sonra kulağına eğilip, “Seni görmezse biraz daha sakin
oturur. Ben de bu arada jandarmaya ve Ural’la bizimkilere haber vereyim.”
“Gerek yok, geldik,
jandarma da yolda.” Ural içeri girer girmez önce Gökçe’ye bakmış iyi olduğunu
anladıktan sonra Öykü’ye dönmüştü. Genç kadın onları karşısında görmenin
şaşkınlığı ile “Nasıl geldiniz siz geri?” diye sordu.
“On – on beş dakika kadar
gitmiştik ki yolun kenarında bekleyen bir aracı fark ettik. İçinde kimse yoktu.
Ural’ın söylediği aracın aynısı olduğunu anlayınca ona telefon açıp araca
dikkat etmesini söyledik. O da bize sabah fark ettiği ayak izini söyleyince ve
arabayı görünce hemen geri döndük. Yolda Gökçe’nin mesajı gelmiş.”
“Ne mesajı? Ne zaman
yazdın?”
“Genç olmanın en iyi yanı
o telefonları bakmadan bile kullanabilmek. Gözümü sizden ayırmadım ama Ural’a
mesaj yazdım.”
“Müthiş bir olay!” Coşkun,
çok sevmişti bu hareketi. Genç kıza yaklaşıp nasıl yazdın, bana da göster
diyerek onunla konuşmaya başladı. Elleri bağlı adam mırıldanıyor, kardeşinin
çok üzüldüğünü söyleyip duruyordu.
Ural ise az önce gördüğü
hareketleri rahatlıkla yapıp kendisinin iki katı iriliğindeki adamı yere seren
kadına bakıyordu. Çok korkmuştu. Hem kardeşi hem de Öykü için çok korkmuştu.
Bir daha böyle bir korku yaşamak istemiyordu.
Bir saat kadar sonra
jandarma adamı tutuklamıştı. Kısa süre sonra hastaneye yatacağından emindi
hepsi.
Kahvelerini dağıtıp
kanepeye oturdu Öykü. Kimse konuşmuyordu. Oysa on dakika önce herkes aynı anda,
adamın elindeki silahla o evi basmasından, Öykü’nün karşı koymasından,
tehlikeye balıklama dalmasından konuşuyordu.
Öykü, kanepede oturan Ural
ile Coşkun’un ortasına yerleşmişti. Kimse konuşmayınca gülmeye başladı. “Tüm
coşkunuzu yitirdiniz bakıyorum. Beyler ve sevgili bayan, ben istifa etmiş olsam
da bir polisim. Eğitimliyim ve tecrübeliyim. O an, değil o manyak onun gibi iki
tane daha olsaydı önemli değildi. Zaten konuşarak da sakinleştirmiştim. Şimdi
herkes bu olayı unutsun ve kendine gelsin.”
Bu söylenenleri en çabuk
algılayıp konuyu değiştiren Gökçe oldu. “Ben yarın Ural’la döneceğim. Artık
burada kalmama gerek kalmadı.”
“Sen bilirsin ama
istediğin kadar kalabilirsin.”
“Sana zahmet veriyorum.
Dönmem en iyisi olacak bence.”
“Ah can evimden vurdun
beni. Sen bana zahmet vermiyor aksine tüm işime koşturuyorsun. Sen buradayken
çok rahat yazı yazdığımı fark ettim. Tabii bu sabahki şarkı benzeri şarkılarla
seni baymış olabilirim. O yüzden kaçmak istiyorsan anlarım.”
“Her güne bir şarkın var.
İnanılmaz bir durum bu. Yine de beni baymadığını bilmelisin. Sen şarkıya
başlayınca ben de kulakları takıp müzik dinlemeye başlıyordum.”
“İtiraf ediyorsun yani?
Âlemsin sen ya. Tamam, bak birkaç gün daha kal. Sonra Ural gelir alır seni.”
“Olur mu?”
“Olur.”
Bu konu da kapanınca yine
sessizlik olmuştu. “Yemek hazırlayayım ben. Sizi çekemeyeceğim bu şekilde.”
“Ben de sana yardım
edeyim.” Gökçe de ortamdan kaçmayı tercih etmişti. Erkeklerin aklından neler
geçiyor anlamamışlardı.
“Neden böyle
davranıyorlar? Beladan kurtulduk diye sevinmeleri gerekmez mi?”
“Gökçe, sana bir soru… Ama
aramızda kalacak!”
“Tamam. Sor!”
“Coşkun’un senden
hoşlandığını fark ettin mi?” Genç kız kızarınca gülmeye başladı. “Utanmandan
anlaşılıyor ki, fark etmişsin.”
“Evet, ama ben de acaba
‘konduruyor muyum?’ diye düşünüyordum, demek ki öyleymiş.”
“Ural’ın benden, benim de
ondan hoşlandığımı da fark etmişsindir.”
“Ağabeyim saklamaya
çalışmıyor sanırım. Sana bakarken yakalıyorum hep.”
“Eh tatlım o zaman bu
erkeklerin egosunu nasıl yerle bir ettiğimizin farkında olmalısın. Sen o anda bile
mesaj çekecek kadar sakin kalabilmiş, ben adamı ikna yolu ile yumuşatıp silahı
elinden almış ve dertop etmişken, onlara sadece işin sonunda bizi alkışlamak
kaldı. Şimdi bize düşen şu… Hoşlandığımız erkeklere, egolarını pohpohlayacak
şekilde davranacağız. Mesela sen yemekten sonra Coşkun’a karda yürüyelim temiz
havaya ihtiyacım var derken ben koltukta Ural’ın yanında oturup biraz omzuna
yaslanabilirim. Onların bize destek olduklarını bilmek, o an korktuğumuzu
duymak gibi şeylere ihtiyaçları var.”
“Ah çok zekice… Kesinlikle
yapacağım.”
“Hadi o zaman karınlarını
doyuralım ve Aydoğan’ı ayakaltından çekelim.”
***************
“Ne yani, şimdi benim
evlenme yıldönümü hediyem bu mu?”
“Evet, aşkım. Sadece senin
için yazılmış bir hikâye! Beğenmedin mi?”
“Öykü, hikâyeyi öyle bir
yazmışsın ki hakikaten sadece ben okumalıyım.”
“Ural, nesini beğenmedin
söyler misin?” Dördüncü evlilik yıldönümlerini kutlamışlardı. Ural’ın elleri
ile yaptığı yataklarında yan yana oturmuşlar, Öykü başını kocasının omzuna
yaslamış son sayfayı kapatmasını bekliyordu.
“Kısa olmuş bir… O manyağı
anımsattın iki… Kardeşimin kardeşin ile evlenmiş olması benim hala o günlerde
yakınlaşmış olmalarını kabullendiğimi göstermez, üç. Senin kardeşin benim
kardeşimi kandırdı.” Sesi gülümsemesini gizlemek ister gibi abartılmış bir
sinirle çıkıyordu.
“Anımsatırım, sen de o
adamın ablasını kandırdın.” Öykü, kocasının omzuna bir öpücük kondurup devam
etmesini bekledi.
“Ayrıca, senin kitaplarını
yazarken bu kadar çok vakit vermediğimi başıma kakman gerekmiyor. Artık
geceleri yazamazsın. Çünkü o yatağa benimle girecek ve benimle sevişeceksin… Ki
şikâyetçi olduğunu sanmıyorum. Kaçta kalmıştım? Aman neyse devam ediyorum. Biyolojik
babana burada “babam” demiş olman gözümden kaçmadı. O adamın samimiyete
ihtiyacı var ve bunu nihayet görmüş olman iyi bir gelişme. Ah bak gördün mü
hikâyenin içinde güzel bir şeyler bulmuşum.”
“Aman ne kadar yüce
gönüllüsün. Bitti mi?”
“O hikâyenin sonunu
egolarımıza bağlamışsın ya, pesss. Biz sadece sevdiklerimize kötü bir şey olma
ihtimalinin korkusunu yaşıyorduk.”
“Ama bunu bize söylemek
yerine surat asıp oturdunuz. Ben de o zaman ne düşündüysem hikâyemize onu
yazdım.”
“İyi de o zaman tanışalı
bir hafta olmuştu. Nasıl diyecektim ben sana görür görmez âşık oldum diye? Her
şeyin yeri zamanı var.”
“Ah tatlım anımsatırım, o
olaydan beş saat sonra bana evlenme teklif etmiştin.”
“Bedava koruyucuya kim
hayır diyebilir ki? O yüzden teklif etmiştim.”
“Yalan söyleme. Nasıl ben
seni görür görmez çarpıldıysam ve bunu senden saklamaya çabaladıysam, sen de
aynı şeyi yaptın. Sadece sen benden önce duygularını açıkladın. İşte bu da seni
benden güçlü yapan yönün! Sen açık bir insansın.”
“Seni sevmek güç ölçüsü
ise dünyanın en güçlü erkeği benim o zaman!”
“Seni seviyorum.”
SON
Harika bir sıcak Haziran pazar günü hediyesi oldu😃 bol kahve eşliğinde okudum ... Neden bilmem ama senin karlı hikayelerini çok seviyorum 🌹
YanıtlaSilÇünkü yazar da kış çocuğıu ve karı seviyor :)) yazarken keyif alınca demek okuyucu da keyif alıyor. Teşekkürler
Sil