12 Haziran 2016 Pazar

KARDAKİ SESSİZLİK - Tek Bölüm

Gece çok sessizdi. Kar yağarken oluşan sessizlik hep hoşuna giderdi. Ara sıra esen rüzgârın sesini engelleyen kalın camlar bu sessizliği hissetmesini engelliyordu. Kabanına sarınıp kapının önün çıktığından beri deli olduğunu düşünüyordu. Sıcacık odayı bırakmış pembeleşmiş gökyüzüne bakarak sakin sakin yere inen kar tanelerini izliyordu. Evet deliydi ama her zaman yaşanmayacak güzellikleri kaçırmayacak kadar da aklı başındaydı. Elindeki sıcak salep fincanı başına dikip dibinde birikmiş tarçının boğazını yakmasını bekledi. Sonra boş fincanı ve hafifçe üşümüş bedeni ile kapıdan içeri girdi.

Ev sıcacıktı. Kabanı çıkarttı. Fincanını makineni içine koyup çalışma masasına doğru yürüdü. Babasının hediyesi sayılacak dağ evini seviyordu. Üç yıl önce biyolojik babası olan adamın kendisini bulması ile hayatı değişmişti. Yıllarca polislik yapmış, bir sabah bu işi yapmak istemediğini anlayıp istifasını vermiş ve aynı gün bilgisayarının başına oturup yazmaya başlamıştı. Beş yılda dört kitabı çıkmıştı.

Polisiye romanlarının beğenilmesi sayesinde çok satanların listesine girmiş, hayatı biraz didiklenmişti. Yıllardır kim olduğunu, nerede yaşadığını bilmediği biyolojik babası da bu sayede ortaya çıkmış, kızını ‘bağrına’ basmıştı. Babasının kazandığı paralar yüzünden kendisini arayıp bulduğunu düşündüğü günleri unutmamıştı. Böyle düşündüğü için utanması gerekiyordu ama o zerre kadar utanç duymuyordu. Aslında babası iyi şartlarda yaşayan küçük çaplı bir işadamıydı ve geliri kendisinin dört kitaptan kazandığından aşağı değildi. Yine de kızını daha önce aramamış olması onun hakkındaki düşünceleri konusunda kendini suçlu hissetmesini engelliyordu.

Annesinin gençlik hatasının sadece kendisine hamile kalmak olduğunu düşündüğü zamanlar da geride kalmıştı. İkinci büyük hatası da babasından hamile olduğunu saklamak olmuştu. Başka bambaşka bir hayat yaşayabilirlerdi. Üvey babası da iyiydi ama kendi çocukları doğduktan sonra, pabuçları ve çizmeleri ve botları ve sandaletleri… Yani kısaca her şeyi dama atılmıştı. Üvey kardeşi her yönden şanslıydı. Çok sevilmiş, çok ilgi görmüş, çok şımartılmıştı. Neyse ki üvey babasının polislik yaptığı dönemlerde karşılaştığı iğrenç üvey babalardan olumlu yönde büyük farkı vardı. Üvey kızına asla taciz uygulamamıştı. İtiraf etmesi gerekirse üvey kardeşini de çok seviyordu.

Düşüncelerini bir kenara bırakıp masaya oturdu. Biyolojik babasının her türlü keyfi düşünerek kalorifer döşettiği, içten ısı yalıtımı yaptırdığı bu evde eskilere dalmak yerine yeni kitabına dalması gerekiyordu. Ekranın açılması için bir tuşa dokundu ve arkasına yaslandı. Ne yazacaktı acaba?

Dağ evine geleli iki gün olmuştu. İki gün boyunca ekrandaki boş sayfaya bakmıştı. Aslında aklında bir konu vardı ve onunla ilgili notlarını alıyor, araştırmalarını yapıyor, karakterlerini oluşturmaya çalışıyordu. Yine de yazmaya başlayacak kadar kendini hazır hissetmiyordu. Belki konu biraz basit kalıyordu! Öyle miydi acaba? Kime soracaktı? Yayınevini bu saatte arasa telesekretere not mu bırakacaktı? Zaten o telesekreterlere konuşmaktan nefret ediyordu.

Bu gece de düşünmeliydi. Yarın başlardı yazmaya. Nasılsa burada onu kimse rahatsız etmezdi. Televizyonu açtı. Babasının keyfine düşkünlüğünü seviyordu. Evde kocaman bir oyun odası vardı. Langırt, dart neyse de koca bir bilardo masasını buraya nasıl getirtmişti acaba? Eve yakın baz istasyonu vardı. Bu sayede cep telefonu ile kesintisiz iletişim mümkündü. Yayla köyüne yakın olmalarının faydasıydı bu. İnternet bağlantısı da genelde kopmadan hizmet veriyordu.

Dağ başında olmasının dezavantajlarını düşündü. Bulamadı. Çünkü erzak odası ağzına kadar doluydu. Ekmek yemediği için noksanlığını hiç hissetmiyordu. Sebzeleri haftada bir ineceği köyden sağlayacaktı. Gelirken getirdikleri en az on gün idare ederdi onu. Tek sorun sağlıkla ilgili olumsuzlukta yaşanabilirdi. Eh o da sağlıklı olmalıydı. O zaman sorun olmazdı! Bir de çıkacak fırtınanın haberi vardı. Gece yarısı bekleniyordu kar fırtınası. Tipinin yağışını izlemek güzel olurdu. Deli gibi esen rüzgâr ve o rüzgâra eşlik ederek aynı çılgınlıkla savrulan kar taneleri. Ertesi gün o rüzgârın yarattığı sanatı izlemek de ayrı bir zevkti.

Kendine gülümseyerek kanal değiştirdi. Düzenli izlediği dizi olmayınca gördükleri kendisine hitap etmedi. Müzik kanalı açıp klipleri izlemeye başladı. Ah işte neden yazamadığını buldu. Kaç gündür günlük şarkılar diline dolanmıyordu. Yazarken sabahtan akşama kadar o günkü şarkıyı dinler ve mırıldanırdı. Oysa iki gündür tek bir şarkı söylememişti. İşte olay buydu. Hemen bir şarkı bulmalıydı.

Televizyonun karşısındaki koltukta yayılmış yatarken davulların sesi ile uyandı. Müzik dinlerken uyuyup kalmıştı. Çalan davul beyninde patlıyor gibiydi. Televizyonun sesini kısınca o sesin hiç azalmadığını fark etti. Uyku sersemi olduğu için sesin kapıdan geldiğini anlaması uzun sürmüştü. 

Hırsız ve katil kapı vurmazdı. Yine de tedbiri elinden bırakacak değildi. Çalışma masasından tabancasını alıp beline sıkıştırdı. Kapıyı dikkatlice açtı. Karşısında kapıdan girmekte güçlük çekecek kadar iri yarı bir adam vardı. Kucağında da soğuktan kıpkırmızı olmuş uyuyan genç bir kız…

“Şükürler olsun… Girebilir miyiz?” Bunu söylerken üstünde birikmiş karları ayaklarını yere vurarak temizlemeye çalışıyordu. Adamın da üşüdüğü belliydi. Kapıyı ardına kadar açarak “Geçin. Ne oldu? Kayıp mı oldunuz?” dedi. Soruları sorarken bir yandan da az önce yattığı kanepenin üstündeki battaniyeyi kaldırmış genç kızı yatırması için yer açıyordu. Genç adam kucağındaki genç kızı büyük özenle koltuğa yatırdı. Ayaklarındaki kalın botları çıkartırken, “Sayılır. Nerede olduğumuzu biliyoruz ama yardım tipi durursa, sabaha gelebilecek. Araçta karbon monoksit gazından zehirlenmek üzereydik. En son konuştuğum AKUT görevlisi tam yerimizi tespit edip bu evi tarif etti. Bulamasaydık zorunlu olarak araca dönecektik.”  Botları kapının yanına götürürken kapıdan koltuğu kadar olan yolu kar ile ıslatmış olduklarını fark etti. “Kusura bakmayın. Hem rahatsız ettik hem de evinizi batırdık. Bu arada ben Ural Çelik. Bu küçük hanım da Gökçe Çelik.”

“Memnun oldum. Ben de Öykü Sezin.” Öykü, küçük hanım denen genç kadının önce kızı olduğunu düşünmüştü. Oysa yaşı erkeğe yakın sayılırdı. En fazla on beş yaş vardı aralarında. Benzerlikleri yoktu. Yani bu adam erken bir azgın teke sendromu yaşamış ve oldukça küçük bir genç kızla evlenmişti. Eh kız güzel adam yakışıklıydı. Ona neydi? Genç kız hala uyuyordu. Aslında bu uykudan çok bayılma gibiydi. Bir süre sonra kendine gelecekti.

Öykü, mutfağa yürüyüp dolap kapağını açtı. İlk gün yapıp dolaba doldurduğu yemeklerin kapaklarını açıp çorbayı aradı. “Şimdi, üşümüş olduğunuza göre size çorba ısıtıyorum. Ama o arada en azından siz duş yapın. Daha çabuk ısınırsınız. Ah önce AKUT a haber verin lütfen. Evi bulduğunuzu söyleyin. Yarın ya da öbür gün fark etmez burada kalabilirsiniz. Hava düzeldiğinde ulaşımınızı sağlarız. Bu arada ben size kıyafet bulayım. Bunları da yıkayıp kurutalım.”

“Öykü hanım, size çok teşekkür ederim. Cep telefonumun şarjı bittiği için sizin telefonunuzdan arayabilir miyim? Ve bu kadar güven duymanız biraz sakıncalı değil mi? Ben bir cani olabilirim. Evi soymak için gelmiş olabilirim. Kaçak olabilirim.”

“İnsanları tanırım Ural Bey. Nadiren yanılırım. Evi soymaya gelseniz şu eski televizyon ve benim bilgisayarımdan başka çalmaya değer eşya yok. Gerçi bilgisayarım önemli bilgilerle dolu ama yine de yedekleri olan bilgiler olduğu için çok üzülmem. Onlar için de bu havada dağa çıkmaya değmez. Canıma kastedecek olsanız kendimi savunurum. Kaçaksanız da en yanlış yere geldiniz. O yüzden şimdi duşa gidin.” dedi ve ocağa koyduğu tencerenin altını kısarak babasının kıyafetlerinden uygun şeyler bulmak için yatak odasına yürüdü. Belindeki tabancanın gözüktüğünü biliyordu. Arkasından gelen ses de görüldüğünün kanıtı oldu. “O kadar da güven dolu değilmişsiniz.”

“Güvenirim ama canımı tehlikeye atacak kadar değil.”
         Kıyafetleri bulup yatağın üstüne koydu. Sonra yine davetsiz misafirlerinin yanına gitti. Genç adam cep telefonunu almış kendi telefonundan numarayı bulmaya uğraşıyor ama her seferinde telefon kapanıyordu.
  “AKUT’a nasıl ulaşacağımı biliyor musunuz?”
“Telefonumu verin bana.”diyerek elini uzattı. Telefonu alır almaz bir tuşa bastı ve beklemeye başladı. Açıldığında “Merhaba bebeğim. Misafirlerini ağırlıyorum haberin olsun.” dedi. Ural şaşkınlıkla konuşmayı dinliyordu.
“Evet, tipi en az üç gün sürecekmiş. Sorun yok. Hava düzelene kadar benimle kalırlar. Merak etme… Merak etme bebeğim, ben başımın çaresine bakarım… Yakacak sorun olmaz. Depolar dolu ve ev sıcacık. Keşke burada olsaydın. Manzara süper. Aaa oda mı orada? Ver şu yakışıklıyı telefona. Hadi seni öpüyorum. Çok özledim tipi dinince gel buralara… Yakışıklımmmm bensiz toplanmışsınız. İyiyim iyiyim. Yazacağım inşallah ama nerdeee… Hadi şimdi misafirlerime çorba ısıtıyorum. Yakmayayım tenceremi. Seni de çok özledim. Birlikte gelin. Gelirken balık ve helva alın gelin.”
Telefonu kapatıp mutfağa giderken misafirinin “Evi bu kadar net tarif etmelerinden şüphelenmeliydim.” dediğini, bunu derken de sesinde kinaye olduğunu fark etti.
“Tüm kedi yavrularını benim evime getirmeleri gibi kötü huyları var.”
“Kaşındım sanırım. Kusura bakmayın sizin arkadaşınız olduğunu tahmin etmeliydim demem lazımdı.”
“Arkadaşım… Evet öyleler.” Asıl söyleyeceğini yutmuştu. Nedense kızmıştı bu adama. Ural da daha fazla üstelemeyerek duşa gitti.
Çorbaları kâselere koyarken genç kızın uyandığını fark etti. “Merhaba Gökçe. İyi misin? Isındın mı?”
“Evet, ısındım. Neresi burası? Ural nerede?”
“Duş yapıyor. Ben Öykü. Gelebilecek misin masaya? Çorba ısıttım. Önce iç sonra da duşa gir olur mu?”
“Gelirim. Biraz uyuşmuşum, ellerim ayaklarım karıncalanıyor ama yine de iyiyim. Öleceğimi düşünmeye başlamıştım. Burayı nasıl bulmuş Ural?”
“Akut’tan tarif almış. Bu evden beş yüz metre kadar aşağıda da bir köy var ama benim yakın olmam yine de şans. Yayla köyünde çoğu kişi evlerini kapatmıştır. Boş ve soğuk bir eve sığınmak zorunda kalabilirdiniz.”
“Burası çok sıcak. Donarak öleceğimizi sandım. Araç bozuldu. Tipi arttı ve yanlış anımsamıyorsam telefonların şarjı da bitti. Arkadaşlarıma haber vermeye çalışıyordum. İki üç tanesine ulaştım ama zor konuşunca defalarca aradım ve kendi kendime şarjımı bitirdim. Ural da AKUT ile çok konuştu diye bitti galiba.”
Öykü, genç kızın biraz şımarık ve umursamaz olduğunu düşünüyordu. Tipi ortasında arkadaşlarına haber vermek de ne demekti? İnsan polisi, jandarmayı arar, yerini bildirip kurtarılmayı beklerdi.
Gökçe, onun düşüncelerinden habersiz “Sizi bir yerlerden tanıyorum ya da benzetiyorum.”
“Olabilir.” Bu kızın kendi kitaplarını okuduğun sanmıyordu. Ayrıca onun sorumsuz davranışına kızmış kim olduğunu da söylemek istememişti. Kendisi de biraz çocukça davranıyordu ama bundan keyif alıyordu.
“Çok iyi geldi çorba, teşekkürler.” Bir an sustu ve “Bizi evinize aldığınız için çok teşekkür ederim. Böyle bir yerde oturup bize kapıyı açmak gerçekten cesaret ister.”
“Bu dağın başında tek başıma yaşamak da cesaret istiyor. En yakın ev yarım kilometre uzakta. Yine de yaşıyorum. Hayat cesur olmayı gerektiriyor.”
“Ben sizin kadar cesur olamazdım.”
“Bu havada yola çıkacak kadar cesurmuşsunuz ama!”
“O biraz…”
“Öyle gerekti.” diye kesti Ural’ın sesi genç kızın konuşmasını. Öykü, bu yolculuğun ardında yatan sırrı merak etti ama sormadı. Kendisini ilgilendirseydi anlatırlardı.
“Çorbanı koyuyorum. Babamın pantolonu biraz bol gelmiş sanırım. Düşecek gibi mi?”
“Kemerimi taktım sorun olmaz. Yine de kendi kıyafetlerime ne kadar çabuk kavuşursam o kadar iyi olur.”
“Sen de otur yemeğini ye. Gökçe banyosunu yaparken ben de onları makineye atar yıkarım. Sabaha hepsi kurumuş olur.”
“Sabah yola çıkabilir miyiz Ural?”
Yanıtı öykü verdi. “Hiç sanmıyorum. Tipi üç gün sürecek. Yarın büyük ihtimalle yarım metreye yakın kar olacak dışarıda. Kardan adam yapacak kadar fırsat bulabiliriz ama yola çıkamazsınız.”
“Ama gitmemiz gerekiyor. Biran ön…”
“Gökçe, hava çok kötü. Araç kar altında. Yarın gitmemiz mümkün değil.”
“Ama…”
“Tamam, Gökçe sonra konuşuruz. Öykü hanımı mümkün olduğunca az rahatsız edeceğiz.”
“Rahatsız olmam. Ben çalışırken sessiz olmanız yeterli.”
“Elbette.”
“Tamam, o halde. Şimdi ben size yatak yapayım. Babamın odasında kalabilirsiniz.”
“O odada tek yatak var. Ben burada yatarım. Koltukta uyurum.”
“Siz birlikte değil misiniz?”
“Ah, hayır o benim kız kardeşim.”
“Öyle mi? Hiç benzemiyorsunuz. Ben sizi evli ya da sevgili sanmıştım. Özür dilerim önyargılı davranmışım.”
“Benzemiyoruz ve aramızda on yedi yaş fark var. Öyle düşünmeniz çok normal.” Sesi genç kadının neler düşündüğünü anladığını belli ediyordu. “Gökçe benim üvey kardeşim. Babamın ikinci evliliğinin hediyesi. Nüfusuna geçirdiği için aynı soyadını paylaşıyoruz. Evimize geldiğinde bir yaşındaydı henüz.”
“İlginç bir hikâyeymiş. O hazır duşa gitmişken şu saklamaya çalıştığınız olayı konuşabilir miyiz?”
“Bir şey saklamıyoruz.”
“İki kez sözünü kestin. Beni aptal yerine koyanlardan hiç hoşlanmam ve inan seni konuşturacak çok yöntem bilirim. O yüzden bence kendiliğinden anlat.”
Ses tonu değişmiş, yılların iş tecrübesi ortaya çıkmıştı. Polislik zamanlarını anımsatan tavrı Ural’ın dikkatinden kaçmadı. “Sen polis misin? Tabanca da o yüzden var değil mi?”
“Artık polis değilim ama ruhsatlı silahım var ve gerektiğinde kullanmaktan çekinmem. Hadi anlat artık kimden kaçıyorsunuz? AKUT ile bağlantı kurmak nereden aklınıza geldi ve onlar neden benim evimi tarif etti?”
“Kardeşimi kaçırıyorum. Manyağın biri peşine düştü. İki kez yolunu kesti. Yakınlarda olanlar sayesinde zarar görmeden kurtuldu ama üçüncü kez ona bu fırsatı vermeyeceğim.”
“O manyak kim? Neden kardeşinin peşine düştü? Neden polise bildirmedin? Kaçmayı gerektirecek ne var? Nereye saklanmayı planladınız da dağa çıktınız?”
“Vay vay vay, sorguya çekiliyorum ama tüm soruları aynı anda sorunca unutmadan yanıtlamak zor olacak.”
“Lafı dolandırma anlat hadi.”
“O manyak, erkek kardeşi intihar eden bir ağabey. Kardeşinin intiharının ardında kardeşim olduğunu düşünüyor. Platonik bir aşk yaşamış kardeşi. Gökçe’ye hiç açılmamış. Kızın adamdan haberi bile yok ama intihar mektubunda aşkına karşılık alamadığını yazmış. Ağabeyi de kardeşimin canını yakmak istiyor. Diğer soru neydi? Anımsadım. Polise bildirdim. Savcılığa suç duyurusunda da bulundum ama bir işe yaramayacağını en iyi sen bilmelisin. Kardeşimin başına bir polis dikecek değiller ya. Aslında kaçmak demeyelim de Gökçe’yi gözlerden uzak bir yere saklamak diyelim. Aslında dağın ardına geçmek amacındaydım ama yollar kapandı. Orada bir arkadaşım var. Kardeşimi bir süre onun yanında bırakacaktım. Nihayet son soruya geldim. Akut’tan Aydoğan’ı tanıyorum. Bir ara aynı caddede iş yerlerimiz vardı. O sonra Akut işlerine daha çok vakit ayırmak için işi devredince uzaklaştık. Yine de telefonu bende var ve gerektiğinde arayacağım ilk kişidir.”
“Anlaşıldı.”
“Bu kadar mı? Ben onca şey söyledim ve sen sadece ‘anlaşıldı’ mı diyorsun?”
“Daha ne diyeceğim? Anladım. Yalan söylemiyorsun. Çünkü Aydoğan benim dayım. Aynı yaştayız ama bu dayım olduğu gerçeğini değiştirmiyor. O benim yanıma yolladığına göre zaten sorun yok. Şimdi, bu adam hakkında kim ne yapıyor araştırmak için yarını bekleyeceğiz. Ben kahve yapacağım. Size çay mı koyayım?”
“Konudan konuya ne kadar hızlı geçiyorsun! Çay için zahmet etme biz de kahve içelim.”
“Zahmet mi? Sallama çay yapacağım. Öğrenmeniz gereken bir şey var. Ben haftada bir gün iş yaparım. O günün dışında sadece yemek yer ve bir şeyler içerim. Bunu yapmak için masamdan kalkarım ve mümkün olduğunca da o ayakta geçen süreyi kısa keserim. Saatlerce yazı yazar, az uyurum.”
“Şimdi tanıdım sizi… Öykü Sezin, polisiye romanlar yazıyorsunuz. Tüm kitaplarınızı okudum. Sizi nasıl hemen tanıyamadım ben? Elbette o kitap arkasındaki resimler sarı saçlı. Ama siyah saç daha çok yakışmış.” Gökçe kapının ağzında aralıksız konuşuyordu. Koltuğa yürümeyi bile unutmuştu. Öykü, genç kızın kendisini gerçekten tanıdığını anlayınca şaşırdı.
“Yazar mısın sen?” Ural da şaşırmıştı. Az önce söylediklerinden böyle şeyler çıkartacaktı zaten ama Gökçe hızlı davranmıştı.
“Kardeşin şu an gözümde çok büyük değer kazandı. Aynı zamanda sen de kaybettin. O kitaplarımı okumuş.” Sesinde genç adamı aşağılayan ir ton vardı ama aynı zamanda şaka yaptığını belli eden de bir yüz ifadesi takınmıştı.
Gökçe ağabeyini korumaya girişmiş gibiydi. “Ural, bir tanesini sen de okumuştun. Sanırım ilk romanıydı. Yıllar önce sana vermiştim ve kurguyu çok beğenmiştin. Cinayetin ailenin kızı tarafından işlendiğini en sonunda öğrendiğinde çok şaşırmıştın.”
“Evet anımsadım. Gerçekten iyi bir romandı. Tebriklerimizi şimdi iletelim o zaman.”
“Teşekkürler.” Yüzünde içten bir gülümseme oluşmuştu.

Yataklarını yapıp istedikleri zaman yatabileceklerini söyleyip bulaşıkları makineye koydu ve masasının başına oturdu. Misafirlerine istedikleri kanalı izleyebileceklerini söylemişti. Kendisi de müzik dinlemek için büyük kulaklıklarını taktı. Böylece dışarıdan gelen sesleri de engellemişti.
Boş Word sayfasını açıp bakmaya başladı. Sonra yazarken dinlediği müziklerden birini açtı.
Sayfanın üstüne orta kısma gelecek şekilde başlığı yazdı.
“Kardaki Sessizlik”
Satırlar bir bir dolarken dinlediği müziğe göre kafasını sallıyor, bazen tempo tutuyor, şarkıları çoğu zaman mırıldanıyor ama kafasını asla kaldırıp başka tarafa bakmıyordu. Yarım saat kadar sonra aklındakileri sıralamış olarak rahat bir nefes aldı. Arkasını yalandı ve konuklarına baktı. Genç kız ağabeyinin bacağına kafasını yaslamış kanepede uyumuştu. Genç adam da onu rahatsız etmemek için kıpırdamamış ve başını arkaya yaslayıp uyumuştu. İkisinin de bu rahatsız yatış yüzünden boyunları ağrıyacaktı. Yerinden kalkıp onları uyandırdı. Gökçe yarı kapalı gözlerle kendisi için hazırlanmış odaya gitti.
Ural, onun yazmaya daldığını anladığında merak içinde neler yazdığını okumak istemişti. Elbette bunu yapmayacaktı. Genç kadının kahve dolduruşunu izleyip bir fincan da kendisine almak için yerinden kalktı.
“Yazmam rahatsız etmez umarım. Hazır bir tempo yakalamışken biraz çalışacağım.”
“Az önce de yazıyordun ve ben hiç fark etmedim. Rahatsız olsam da sakın umursama.”
“Rahatsız olursan umursarım. Tuşlara biraz daha hafif basmaya çalışırım. Yukarıda yazamam. Çünkü ne zaman yatakta yazmaya kalksam hemen uyuyorum. Orada masa da yok. Üzgünüm.”
“Söz dinle ve rahat ol. Ben rahatsız olmuyorum. Uyandırmasaydın sabaha kadar o şekilde uyurdum.”
“Tutulmuş olarak da uyanırdın.”
“Evet, o da kötü olurdu. Teşekkürler.”
“Kahveni iç ve uyu.”
“Kahve ve uyku aynı cümlede tuhaf olmuyor mu? Uykum kaçarsa rahatsız eder miyim?
“Kahve uykunu kaçırmaz. O tamamen psikolojiktir. Ben kahve fincanımı sehpaya koyacak kadar gözümü açık tutmayı başaramadığım geceler biliyorum.”
“İlginç. O zaman benim da rahat uyuyacağım kesin. İyi geceler.”
Genç adamın uyuyacağı kanepe kendisinden en fazla üç metre uzaktaydı. Öykü, onun rahat bir şekilde dirseğinin üstünde yan yatışını izledi. Hem televizyon izliyor ham kahvesini yudumluyordu. Onu izlerken neler yazacağını kafasında toparlayan Öykü kulaklıklarını yeniden taktı ve yazmaya başladı.

Saat henüz altı buçuktu. Ural, saatinin ışığında gördüğü rakamlarla şaşırmıştı. Gece oldukça geç uyuduğunu biliyordu. Neden bu kadar erken uyandığını ise bilmiyordu. Üstelik uykusunu almıştı. Kanepede doğrulurken ev sahibini düşünüyordu. Ev sahibi? Hâlâ klavyenin sesi kulaklarındaydı. Kaç saat yazmıştı acaba? Başını çevirip çalışma masasına baktığında gözlerine inanamadı. Genç kadın masanın başındaydı ve yazmaya devam ediyordu. Uyumadığını anlamak için sormaya gerek yoktu. Dünkü kıyafetleri üstündeydi ve saçları dağılmıştı. Güzel siyah saçları omuz hizasında kesilmişti. Kadınlarda uzun saçı severdi. Bu boy kendi zevkine uygun değildi. O kocaman kulaklıklarla biraz komik gözüküyordu ama çekiciliği azalmıyordu.
Hala müzik dinliyor olması da ilginçti. Onca saat çalışmıştı ve uyumamıştı. Gündüz ne yapacaktı? Onlar otururken kendisi gidip yatacak mıydı? O zaman onu göremezdi. Görmesi gerekmiyordu. En geç iki gün sonra oradan ayrılacaklar bir daha görüşmeyeceklerdi. Sevmedi düşündüklerini. Belki uyumazdı. Ya da bir iki saat uyur ve yine yanlarına gelirdi… Zaten en fazla iki gün daha görecekti.
Bu düşünceyi pek sevmemişti. Aydoğan’ın yeğeniydi bir şekilde aynı ortamlarda olabilirlerdi. Mesela Aydoğan’ın düğününde! Ah evet bu iyi fikirdi. Ya Öykü’nün düğününe davet edilirse? Bu fikri beğenmeyince sabah sabah düşüncelerinin sevimsiz olduğuna karar verip kanepeden kalktı.
“Günaydın.” diyen Öykü’nün sesi cıvıltılı gelmişti. Sanki hiç yorgun değilmiş gibi.
“Günaydın. Hiç uyumadın mı diye sormam saçma olacak değil mi? Sanırım epey yazdın.”
“En az dört bölüme denk gelecek kadar yazdım. Uzun zamandır bu kadar çok yazmamıştım. Ana hatlarına eklemeler de yaptım. İyi geldiniz bana. Fikirler uçuştu ve iki gündür yazamadığım sahneler oturdu kafamda.”
“Gelişimizin iyi olduğunu düşünmemizi istiyor olabilirsin ama avutulacak çocuk değiliz. Seni rahatsız ettiğimizi biliyorum. Şu çalışma tempon bile bunu belli ediyor.”
“Bu benim normal çalışma halim. Şimdi kahvaltı hazırlarım. Gökçe uyur mu daha?”
“Erkencidir. Uyanmıştır bile. Ben bakarım. Kahvaltıyı da ben hazırlarım sen yazmaya devam et.”
“Yok ben…”
“Kalkma yerinden. Ben hazırlarım.”
“Size ekmek yaptım. Soğumuştur artık.”
Az sonra üçü de masadaydı. Kahvaltı edilirken o gün biraz evin etrafında yürüyebileceklerini söylüyordu Gökçe. İkisi de yanıt vermemişti. Genç kız neden sustuklarını anlamamıştı. Soru dolu bakışlarla Ural’a bakınca, “Öykü sabaha kadar çalışmış, Gökçe. Biz bir ara yürürüz. O da uyur.”
“Benim ne zaman uyuyacağım belli olmaz. Planlarınızı kendinize göre yapın. İster yürüyün ister oyun oynayın isterseniz şömine için odun kırın. Kırılmışları bitirmek istemediğim için yakmamıştım ama bir erkek varken odun kırdırma fırsatını kaçırmam.”
Gökçe küçük bir kahkaha attı. “Bak işte bu süper olur. Ural senin şu odunculuk burada işe yarayacak.”
“Oduncu musun?” Öykü gerçekten şaşırmıştı. Benzetememişti. Oduncular neye benziyordu acaba? Oduncu gömleği giymiyor diye oduncu olamayacak mıydı?
“Onun oduncu dediğine bakma. Ben mobilya imalatçısıyım. Ahşaplarla işimiz ama onları mobilya haline getirmekle uğraşıyoruz yakmakla değil.”
“Mobilya imalatçısı? Şimdi anımsadım seni. Aydoğan anlatmıştı. Onun yan dükkânıydın değil mi? Hatta bu evde bile senin imalatın bir koltuk var. Benim odamdaki berjeri sizin dükkândan almış.”
“O berjeri sana mı verdi? Bu adam tam bir hödük! Ona hediye etmiştim. Hediyesini hediye etmiş.”
“Öhhööö, o hödük benim dayım anımsatırım.”
“Anımsıyorum ve bundan memnunum. Yine de onun hödük olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sana özel bir şeyler alabilirdi.”
“Bir dahaki sefere öyle yapar ama o koltuk çok rahat diye ben el koymuştum. Sonra evimi taşırken onu buraya getirmeye karar vermiştim. Çünkü yaz kış sık sık buraya geliyorum ve evimden bir parçanın burada olması hoşuma gidiyor. O koltuk da böylece ulaştı buraya.”
“Tamam, lafımı geri aldım. Pintilik etti sanmıştım. Beğendiğini bilmek güzel. İstediğin zaman haber ver yüzünü değiştirelim.”
“Teşekkürler.”

Günün geri kalanında Öykü ondan beklenilenin aksine uyumamıştı. Yine çalışıyordu. Bu kez diğer çalışma günlerinden farklı olarak çayı kahvesi masasına geliyordu. Kısa süre dışarı çıkmıştı iki kardeş. Tipinin duracağını sanmak gibi bir hata yapmışlar sonra da koşarak eve girmişlerdi. O sürenin haricinde hep evdeydiler ve onlar da vakit geçirmek için kitaplara gömülmüştü. İkisinin elinde de tarihi kitaplar olması hoşuna gitti. Yağcılık yapmak için onun kitaplarından almak komik kaçacaktı.
Öğlen yemeğini Gökçe hazırlamıştı. Akşam yemeğini hazırlamak için kalktığında ikisini mutfakta buldu. Buzluktan çıkarttıkları eti pişiriyorlardı. Pilav yapılmış salata hazırlanmıştı. Çorba zaten kavanozlar dolusu vardı ve sadece ısıtılacaktı.
Keyifli yemekten sonra Öykü artık çalışmayacağını söyledi. Onlarla oturup haberleri dinleyip sinirlerin tepesine sıçramasına izin verdikten sonra müzik kanalı açıp konuşmaya daldı. Çok çalışmıştı. Biraz dinlenecek bu arada konukları ile kaliteli zaman geçirecekti. Öyle de oldu. Saat dokuz olduğunda hazır salep ısıtılmış üç fincana konmuş ve yine karın gece oluşturduğu pembelik için dışarı çıkılmıştı.
Evin kapısı güney tarafındaydı. Tipi kuzey tarafından geldiği için kapının önündeki yığıntı azdı. Rüzgâr da daha az geliyordu o bölüme. Bunun keyfini çıkartıp salepleri bitene kadar kapıda durdular. İyice üşüyüp titremeye başlamadan içeri girdiler.
O gece herkes erkenden yattı.

İkinci gün daha ilginç geçmişti. Öykü erkenden kalkıp kahvaltı hazırlamıştı. Kendi başına olsa asla yapmayacağı şeyi yapmış, bir gün önceden kalan ekmekleri biraz peynir ve baharat ile fırına vermek için hazırlamıştı. Yeni ekmek de makinede yapılıyordu. Öğlen yemeğine yetişecekti. 
Kendisi için ceviz, fındık, badem ve kayısıdan oluşan tabağını da hazırlamıştı. Biraz maydanoz ve roka da yıkamış ve herkese ikişer tane yumurta haşlamıştı. Biraz sonra çayın suyunun kaynadığın duydu. Demledikten sonra da ekranın başına oturdu. Davetsiz misafirleri kalkana kadar biraz yazabilirdi.
Ural ise koltukta uyanmış Öykü’nün çıkarttığı seslerden neler yaptığını anlamaya çalışıyordu. Kalkıp yardım etmek istemiyordu. Dün yaşadığı yakınlığı anımsayınca ikinci kez aynı durumda olmak işine gelmemişti. Kendilerine kapısını açan bir kadını zor durumda bırakacak kadar kendini kaybetmemişti. Çekici bulmaktan vazgeçemeyeceğini yine de uzak durabileceğini biliyordu.
Yazmak için makinesinin başına oturduğunda sanki yeni uyanmış gibi gerinip oturdu. Kanepede uyumaya alışmıştı bile. Neyse ki rahattı. Ev sıcaktı ve güvenlikliydi. Gece ahşap kepenkleri kapatıyorlardı. Hala açmamış olduğu için evin içi loştu. Çok huzurlu bir sessizlik vardı. Bir dakika kadar sonra o sessizliği klavyeden gelen tuş sesleri bozdu.
“Günaydın. Bu gece uzun uzun uyudun sanırım.”
“Günaydın. Evet, iyi uyudum. Kanepede rahat mısın?”
“Rahat değil dersem başka bir yer önerebilecek misin?” Allah kahretsin aklından geçeni çok fazla ortaya koymuştu. Yüzüne hemen büyük bir gülümseme oturtup şaka yaptığını anlatmaya çabaladı. Öykü, önce ters yanıt vermeyi düşünüp ağzını açtı ama sonra o gülümsemeye kanmış gibi davranmak daha doğru geldi. “Yok, ne yazık ki. O kanepe ya da kendi yaptığın berjer. Tercih senin.”
“O zaman kanepe. Burada uzanabiliyorum hiç olmazsa. Kahvaltı hazır galiba? Çaydanlığın sesi geliyor!”
“Evet, çayı demledim. Ooo acılaşacak bile hadi sen yüzünü yıka gel Gökçe de iner sanırım. Sesini duydum.”
On dakika sonra kahvaltı yarılanmıştı bile. Üçü de keyifli keyifli karnını doyuruyordu.
“Neden ekmek yemiyorsun? Çok güzel olmuş ve sadece bir dilim yedin.”
“Uzun yıllardır ekmek yemiyorum Gökçe. Önce yapamam sandım. Çünkü bizim olmazsa olmazımız ekmektir. Ama zamanla onsuz çok daha iyi yemek yediğimi ve kilomu korurken rahat olduğumu anladım. O zamandan beri de masamda ekmek ancak misafirler için bulunuyor. İyi ki anımsattın, Aydoğan’ı arayayım da gelirken ekmek unu alsınlar bana. Köyde biri çok güzel karışımlar hazırlıyor. Ben ineceğime onlar gelirken alsın değil mi? Yakışıklım da sever benim yaptığım ekmeği.”
“Kim o yakışıklı?” Ural, ikinci kez adı daha doğrusu lakabı geçen o yakışıklıyı merak ediyordu. Sözde normal bir şeyi sorar gibi sormuştu. “İki gün daha kalın tanışın.”
Yanıtlamamıştı. Merak etse de kalamayacağını biliyordu. “Tipi dinerse yarın yola çıkarız.”
“Eh o zaman üzgünüm. Siz çay alın ben masayı toplayayım. Sonra biraz yazacağım.”
“Öykü, yazdıklarını ne zaman okuya bileceğiz? Kitabı aldığımda bu yazılırken ben de oradaydım diyeceğim herkese.”
“Bir seneyi bulabilir. Bu hızla yazarsam sürmez ama her gün bu kadar yazamıyorum. Bazen on - on beş gün hiç yazamıyorum. Öyle bir dönemde geldim zaten buraya. Yazsam bitirsem de editörüm defalarca üstünden geçecek, şurayı düzelt burayı kısalt, şurayı uzat diyecek. O yüzden dizgisi baskısı on – on iki ayı bulacaktır.”
“Çok sürüyormuş.”
“Ne yazık ki öyle.”
“Gökçe, sen de sorularınla yazmasını yavaşlatma ki daha çabuk bitsin.”
“Of Ural, neler yazdığını merak ediyorum. Sen etmiyor musun?”
“Bitince okuyacağım.”
“Aman ne güzel yanıt. Ben odama çıkıp kitap okuyacağım.”
Gökçe hışımla yukarı çıkarken Öykü, Ural’a gülüyordu. “Küstü mü sana?”
“Şımartıyorum ve sonra da cezasını ben çekiyorum. Birazdan iner. Ben de sesimi kestim. Sen rahat çalış lütfen. Ve inan yarın evini sana bırakıp gideceğiz. Çok üzgünüm. Gerçekten üzgünüm.”
“”Yarın gitmeniz gerekmiyor. Beni rahatsız etmiyorsunuz. Aksine sayenizde düzenli yemek yiyorum ve evde birilerinin olması güzel. Öbür gün çocuklar da gelecek. Hep birlikte karda mangal yaparız. Sucuk yeriz. Kar klasiğidir bilirsin. Ve inan onlar gelince mutlaka kızaklar da devreye girecek ve deli gibi kızak kayılacak. Eğlenceyi de yaşayın sonra gidersiniz.”
“Teklifin çok güzel ama benim kardeşimi arkadaşıma teslim edip işime dönmem lazım. Siparişler var. Onları yetiştirmem lazım.”
“Arkadaşına götürmen şart mı? Senin için bir sakıncası yoksa burada kalabilir. Sen de daha fazla zaman kaybetmeden dönersin.”
“Benim için sakıncası yok ama seni rahatsız eder.”
“Hayır etmem. Burada olduğumu bile unutur.” Genç kız üst katın tırabzanlarından bakıp yanıtlamıştı. İkisi de şaşkınlıkla yukarı kata baktı.
“Utanmadan bizi mi dinliyorsun? Çok ayıp çok…”
“Benim hakkımda konuşuyordun. Ayıp değil. Öykü, ciddi miydin? Kalabilir miyim? Hiç olmazsa burada her şey var. Üstelik seninle kitapların hakkında konuşabilirim.”
“Elbette kalabilirsin. İhtiyacın olan şeyleri Ural toparlayıp getirsin. Savcılık zaten gereken işlemleri başlatmış. Karar çıkacaktır kısa sürede. O zamana kadar rahatlıkla benimle kalabilirsin. Emin ol seni herkesten iyi korurum.”
“Biliyorum.” Genç kız gülümseyip odasına giderken Ural da kaşlarını çatmış genç kadına bakıyordu. “Neden gereksiz riskleri üstüne alıyorsun? O manyağın burayı bulmayacağının garantisi yok. Arkadaşıma götürürsem daha rahat olurum. İkinizi de düşünmek zorunda kalmam.”
“Beni düşünmene gerek yok. Başımın çaresine bakabilirim. İlla iki kişi düşüneceğim dersen diğeri o manyak olabilir. Buraya gelirse ona neler yapabileceğimi de görür.”
“Yine de gereksiz riskler alman hoş değil.”
“Gereksiz risk… Güzel kitap adı olur bu. Hadi git otur ve beni rahat bırak.”
“Hiç niyetim yok.” diye geveledi ağzının içinde. Acele etmeyecekti.
Akşam olduğunda yemeği Gökçe hazırladı. Tüm öğleden sonra kulaklıkları takılı şekilde yazan Öykü’ye kimse dokunmamıştı. Ara sıra sıcak kahve ya da çay doldurup yanına koymuşlar ama ne o an ne de sonrasında hiç konuşmamışlardı. Öykü deli gibi yazıyordu. Akşam yemeğinin yemek için kalktığında onlara teşekkür etmeyi ihmal etmedi. “Hızlı yiyecek ve hemen yazmaya başlayacağım. İyi bir tempo ve konu yakaladım. Kaçırmayacağım. Kusuruma bakmayın olur mu?”
“Bakmayız. Biz buraları toparlarız. Bu arada kar durdu. Yarın araca gidip bakacağım. Yollar ne durumda olur bilmiyorum ama açılınca yola çıkmaya hazır olmalıyım.”
“Tamam, Aydoğan haber verir yollar açılınca. Kaçtım.” Ve yine saha kadar yazmak için ekranın başına oturdu. Sayfalar hızla doluyordu.
Bir fincan kahve masasına konduğunda başını kaldırıp gülümseyerek baktı Ural’a. “Teşekkürler. Bir on dakika ara vermem lazım. Parmaklarım ağrıdı. Sonra devam ederim. Seninle içmemde sakınca var mı?”
“Mutlu olurum. O koltuğu yapışmandan ve poponun düzleşmesinden korkmaya başlamıştım.”
“Düz bir popo mu? Koltuğum sert değil, başaramaz. Ama uzun süre oturmak ne kadar destek yastığı olursa olsun belimi ağrıtıyor. O yüzden biraz adım atayım kahvemden sonra.” ‘Popoma bakmış!’ diye geçirdi aklından. O da onun poposuna bakmıştı aslında. Babasının pantolonundan sonra kendi kıyafetlerini giydiğinde vücudunun güzelliğini fark etmiş ve kimseye belli etmeden arkadan uzun süre süzmüştü. Yakışıklıydı. Yok, daha doğru bir tanımla çekiciydi. Yakışıklılık kitaplarda ve bazı oyuncularda iyi bir tanımlama olabilirdi ama gerçekte insanların çoğu güzel ya da yakışıklılıktan öteye çekicilik taşırdı. Böyle olmasının bir iyi tarafı vardı; herkes herkese çekici gelmiyordu.
Kahvelerini yudumlarken kitabına dalmış olan Gökçe başını kaldırıp, “Uykum geldi. Daha fazla dayanamayacağım. İyi geceler.” diyerek yerinden kalktı. 
“İyi geceler” diye yanıtladı ikisi de aynı anda. Bu akşam şömineyi yakmışlardı. Ural ertesi gün odun kıracağının sözünü verince izin kopartmıştı. İkisi de televizyonu izlemiyor olunca kapatmayı tercih etmişlerdi. Şömine, kanepe ile çalışma masasının ortasındaydı. Karşısında iki koltuk vardı. “Boşa yakmadım ben o şömineyi. Gel orada oturalım. Sesi de güzel gelir.”
“Babam tüm bunları yaptırırken neler düşündü acaba?”
“Bilmiyor musun?”
“Hayır, çünkü ben babamı üç yıl önce tanıdım.”
“Öyle mi? Bilmiyordum. Çok özel ama anlatmanı isterim.”
“Çok özel değil artık. Beni tanıyanlar ya da takip edenler biliyor hayat hikâyemi. Annem evlilik dışı hamile kalmış. Beni doğurmadan üvey babam ile evlenmiş. Onun nüfusuna kayıtlıyım. Güzel bir hayatım oldu. Üvey kardeşim doğana kadar da evin tek kızı tek eğlencesiydim. Sonra üvey babam biraz değişti. Kardeşim benim yerimi de aldı ama bana da kötü davranmadı. Sakın külkedisinin bir versiyonu falan sanma. Sadece sevgisi paylaşmak beni mutsuz etti diyelim. Sonra polis olmaya karar verdim ve yıllarca o işi yaptım. Bu arada evlendim ve boşandım. Beş sene önce de görevimden istifa ettim ve yazmaya başladım. Zaten cinayet masasında çalışıyordum. Konu çoktu anlayacağın. Onları biraz süslemek de benim yeteneğim oldu ve cinayet romanları yazmaya başladım. Üç sene önce biyolojik babam ortaya çıktı. Annem ona haber vermemiş hamileliğini. Babam da kaybettiğimiz yılları kapatalım diye bu evi bana hediye etti işte. Sık sık geliyorum. O da geliyor bazen. Yazmak için gerçekten iyi bir yer. Çok konuştum. Artık biraz yazacağım.”
“Neden boşandın?”
“Yürümedi.”
“Neden yürümedi?”
“Ah merak böcüğü mü soktu seni? Yürümedi işte. O da polisti. Nöbetler, bir türlü denk gelmeyen çalışma saatleri ve sonra azalan görüşmeler… Bir gün artık birbirimize ihtiyaç duymadan yaşayabildiğimizi fark ettik ve anlaşmalı olarak boşandık.”
“Yani işi bırakmanın nedeni o değil!”
“Hayır, değil. O işi bırakmama neden olsaydı evliliğimi kurtarmak için bırakırdım. Ama değmeyeceğini ve o evliliğin yürümeyeceğini biliyordum. İnsanlar birbirlerine yaşam alanı bırakmalı ve hobilerine zevklerine saygılı olmalı. Ben hep sevdim yazmayı. Ama o hiç anlamadı benim yazma aşkımı.” İki gündür evinde olan adam bile eski kocasından daha fazla saygı göstermişti yazma aşkına. İlk hikâyelerini internette yayınladığında kahkahalarla gülmüş ve onun yazdıklarını okuyacak kadar boş vakti olan kimse bulamayacağını söylemişti.
“Kaybeden o olmuş. Sanırım iyi satıyor kitapların. Yani iyi para kazanıyorsun. İstesen belki hem yazar hem de polisliğe devam edebilirdin.”
“İstemedim. Artık yorulmuştum polis olmaktan. Şimdi hem katil, hem maktul hem polis hem savcı olabiliyorum.”
“Sen de haklısın. Yürüyecek misin? İstersen dışarı çıkalım. Kar ve rüzgâr durdu.”
“Montumu alıp çıkalım.”
Sanki iki buçuk gündür korkunç rüzgârlarla savrulan ağaçlar onlar değilmiş gibi sakindi ortalık. Çoğu ağacın üstünde kar kalmamıştı. Aralarda kalan beyazlıklar da karanlıktan seçilmiyordu. Kar yine yağacak gibiydi. Üç gece önce tek başına çıkıp baktığı gökyüzünü anımsadı. Pembeye boyanmıştı sanki!
“Kar yağarken oluşan sessizliği bilir misin?”
“Elbette. Severim de o sessizliği.”
“Şu yazmaya başladığım kitabın adı Kardaki Sessizlik olacak.”
“Güzel isimmiş. Üşüyor musun?”
“Hayır.”
“Tüh.”
“Tüh mü? Ne oldu? Üşümem mi gerekiyordu?”
Ural, kaçak dövüşmeyecekti. “Üşüseydin, içeri girmeyi teklif etmek yerine kolumu omzuna atıp seni ısıtmayı önerecektim.”
Öykü, genç adama baktı. O ana kadar elleri bile kazara değmemişti. Aslında ona dokunursa neler hissedeceğini merak ediyordu ama aceleye gerek yoktu. Genç adamı kırmamak için gerçek bir gülümseme ile gözlerine baktı. “Üzgünüm ama üşümedim. Belki başka zaman üşürüm.”
“Çok kötüsün. Öyle olsun!”
Bir süre daha yürüyüp geri döndüklerinde kar da yağmaya başlamıştı.
“Neden hiç şapka takmıyorsun?”
“Başım üşümüyor.”
“Ellerin üşüyor ama.”
“Biz yine üşüme konusuna mı döndük? Evet, ellerim üşüyor. O yüzden eldiven takıyorum. Parmaklarım bana lazım.” Bunu söylerken eldivenli elini genç adamın gözlerinin önünde sallıyordu. Ural, fırsatı kaçırmadan yakaladı o eli. “Üşüyorsa ısıtalım.” dedi. Öykü, genç adamın inatçılığına gülüyordu. Eldiveni elinden çıkartılmış, parmakları kocaman iki el tarafından hapsedilmişti. “Bak daha iyi ısınacak. Diğer elini de ısıtayım diye yalvaracaksın.”
“Çok da büyük bir egomuz varmış! Sen o eli ısıt da diğerini sonra düşünürüm. Ural…”
“Efendim?”
“Şu az önce sergilediğin sahneyi bir gün kullanmak istersem kızar mısın?”
“Romanında mı? Kullan tabii. Ama kız erkeği senin beni uzak tuttuğun kadar uzak tutmasın.”
“Ben seni uzak mı tutuyorum?” Bu soru biraz yanlış zamanda sorulmuştu. Ural gülerek, “Az önce aramıza kilometreler koyan başkası mıydı?”
“Bendim. Sanırım bir süre daha uzak kalacaksın. O mesafeleri kapatmak senin işin. Başarırsan yollar biter.”
“Mesaj alındı. Hadi gerçekten üşümeden girelim içeri. Seni yazılarından alıkoymayayım. Sonra hiç şansım kalmayacak.”
Şansı var mıydı? Öykü, kısa bir an baktı genç adama. Çekici bulduğunu kabul etmişti. Şansı olduğunu da kabul etti. Gerçekten ilgileniyorsa bunu bir süre sonra belli edecekti. Şu an dağ başında ikisinden başka kimsenin olmadığı bir ortamda bu ilgi normaldi. Yokluktan olma ihtimali yüksekti. Yarın şehre dönecekti. Sonra ne yapacağı çok daha önemliydi. Öykü şans verecekti ama Ural o şansı kullanabilecek miydi?
Gece yarısını geçtiğinde Ural uyumuş, Öykü de yazısına gömülmüştü. Aklındakileri notlar halinde yazmayı ve uyumayı tercih edecekti. Notlarını alana kadar uykusu yine açıldı. Biraz daha yazayım derken saat üç olmuştu. En sonunda ekranı kapatıp kalktı. Masa lambasını kapatacaktı ki Ural seslendi. “Uyuyacak mısın?”
“Evet, uykum geldi ve yazacaklarımı not ettim. Sen uyumuyor muydun?”
“Uyuyordum. Neden uyandım anlamadım. Sanırım odayı terk edeceğini hissettim.”
“Ah çok komik. O kadar taktın yani kafayı bana!”
“Ciddiyim, sanırım klavyenin sesi kesilince uyandım.”
“Olabilir. Açma uykunu, benimi de kaçmasın.”
“Tamam, gözlerimi kapatıyorum. İyi geceler.”

Sabah biraz daha geç kahvaltı yaptılar. Ural, Aydoğan ile konuşmuştu. Öğleden sonra yol açılmış olacaktı. O saate kadar şömine için söz verdiği odunları kesti. Öykü’nün kendisini kasmasına hiç gerek olmadığını anlayınca da gülmüştü. Odunların olduğu yerde elektrikli testere vardı. Odunları parçalamak çok kolaydı. Bir miktar odunu eve da taşıdı. Böylece dışarı çıkıp üşümelerini engelleyecekti.
“Baban gerçekten keyfine düşkünmüş. Elektrikli testere ile sen de rahatça kesersin odunları. Yine de beni beklemeni ya da Aydoğan’dan istemeni tercih ederim. Tabii o kim olduğunu söylemediğin ‘yakışıklı’ da kesebilir.”
“Yakışıklının kim olduğunu öğrenmeyi çok istiyorsun değil mi? Bugün Çarşamba. Onlar cumartesi gelecekler. Sen de kardeşinin istediklerini o gün getirirsin ve tanışırsınız. Eminim çok hoşlanacaksınız birbirinizden.”
“Cumartesi gelmemi istiyor gibisin.”
“Sen gelmek istemiyorsan eşyaları Aydoğan’a ver. Sorun olmaz.”
“Trip atmayan bir kadın olabileceğini sanmıyorum. Sen de şu an gerçek bir kadın olduğunu ispatladın. Cumartesi geleceğim ve o yakışıklıyı tanıyacağım. Belki bir iki de yumruk çakarım.” Sesindeki şakacı ton belli oluyordu. Öykü, onun şakacı tarafından hoşlanmıştı. “Yumruklar karşılıklı olursa ben hakemlik yaparım. Ama taraf tutacağımdan ve o tarafın sen olmayacağından emin ol.”
“Onu cumartesi anlayacağız.”

Öğleden sonra arabasına ulaşmış ve açılmış yoldan şehre inmişti. Aklını o dağ evinde bırakmıştı. Yan koltukta okumaya başladığı kitap duruyordu. Bitirince geri götürmesi gerekecekti ve o kitap bitse bile bu cumartesi asla iade edilmeyecekti.

Öykü ile Gökçe iki gün boyunca birlikte vakit geçirdiler. Gökçe yirmi yaşın verdiği heyecanla sorular sorup durdu. Ne zaman bilgisayarının başına oturursa o zaman susuyordu genç kız. Neyse ki yazarken gereken özeni gösteriyordu. Aslında onunla konuşmak hoşuna gidiyordu. Yemek yapması da ayrı bir güzellikti. Hazır çorbaları bitirmişler yeni yemekler yapılmıştı. Cumartesi günü de balık yiyeceklerdi. Gelirken balık almayı unuttuğu için canı çok istiyordu.
Cumartesi sabahı erkenden kalktılar. Cuma Gökçe üst katları temizlemişti. O sabah ta alt katı süpürecekti. Öykü kızın hamaratlığına şaşırıyordu. İş yapmayı sevmezdi. Gerektiği zaman gerektiği kadarını yapardı. Gökçe ise sabahtan beri çalışıyordu. En sonunda o da yazmayı bırakıp genç kıza yardım etmek için yerinden kalktı.
“Sen yazmana devam et. Bitti bile işler. Bir tek ocağı temizleyeceğim. Dün akşam sıcak diye bırakmıştım.”
“Onu da ben yapayım bitsin. Misafirlerimiz gelmeden dinlen sende.”
“Bu ev küçücük. İş yaparken yorulmuyor ki insan.”
“Sana öyle geliyor. Ben iş yaparken ölüyorum yorgunluktan.”
“Sevmiyorsun da ondan.”
“Kesinlikle haklısın. Evimi temizlemeye gelen kadın olmasa sanırım pislik içinde yüzeceğim.”
“Annem, ‘Pis insanlar temizlikçi çalıştırmaz’ der. Sen pis değil tembelsin demek ki.”
“Ah teşekkürler iltifatın için.”
“Alınma ya, sen daha önemli şeyler yapıyorsun. O işleri yapacak birilerini bulursun. Ölmeyecek kadar yer, kurumayacak kadar sıvı tüketirsin. Ama o yazdıklarını herkes yazamaz. Sen yazmaya devam et.
“Şimdi gerçekten teşekkür ederim. Bunu anlayan insanları bulmak güzel.”

Öğleden sonra kapının önüne yanaşan koca cip ilk misafiri getirmişti. Ural araçtan inip arka kapıyı açmış ve iki koca poşeti indirmişti. Onları iki poşet daha takip etti. Bunlar market poşetiydi. Ve iki poşet daha inince öykü gülmeye başladı. Markette ürün kalmış mıydı acaba? Sonra da iki valiz indirdi. Hepsini kapı önüne koymuştu. Nihayet aracın kapılarını kapatıp geldi ve Öykü ile Gökçe de kapıyı açtı.
“Çok kötüsünüz. Yardıma gelmek yerine hepsini taşımamı beklediniz.”
“Bizi özlemiş biri.” diyen Gökçe eli kolu dolu adamın yanağına kocaman bir öpücük kondurdu.
“Özlemiş değil mi? üstelik yemeğini yanında getirmiş baksana. Onu daha iyi ağırlamamız lazım.”
“Bu gece yatacak yer bulursam kalırım tabii.”
“Yer yatağı yaparız.” Öykü, genç adamın gözlerindeki muzur bakışı yakalamış ama kendi yatağının henüz çok uzak ihtimal olduğunu anlatmıştı.
“Ben kanepemi alayım o zaman.”
“Tamam, kanepe senin. Onlar da kalırsa bizler de sıkışır yatarız bir şekilde.”
“Damarıma basma istersen.” Ural dişlerinin arasından tıslayınca Gökçe gülmeye başlamıştı. “Ural, neler oluyor? Ben Öykü ile yatamaz mıyım? Neden kızıyorsun?”
“Sen ve… Tamam, anladım.” Bu kadın kendisini hemen tuzağa düşürüyordu. Bunu sevmemişti. Bu kadar kolay kandırılmak işine gelecek değildi ya.
Konuşurken bir yandan da poşetleri mutfağa taşıyordu. “Zahmet etmişsin.” diyen Öykü’ye “Yarısından çoğunu biz tükettik malzemenin. O yüzden zahmet etmedim.  Tek olsan bir ay yetecek erzak neredeyse bir haftada tükenecekti.”
“Yok, daha neler. Erzak odası tepeleme dolu. İçin rahat olsun, kardeşini aç bırakmam.”
“Ya da o seni aç bırakmaz. Senin yemek yemeyi akıl ettiğin tek öğün kahvaltı oluyor.”
“Yollar rahat mıydı?” Konu değişince Ural güldü. “Rahattı. Açık tüm yollar. Kar yağışı bekleniyor ama fazla olmazmış. Gece don olabilir dendiği için burada kalacağım. Diğerlerini de yollamayız.”

Bir saat kadar sonra Aydoğan ile ‘yakışıklı’ da geldi. Ural, yirmili yaşların ortasındaki genç erkeğe bakınca korkması gereken kişinin öykü değil Gökçe olduğunu anladı. Adının Coşkun olduğunu öğrendiği genç erkek öykü’nün kardeşiydi. Ailesini anlatırken ondan bahsetmemişti. Bahsetse belki de kendisinin bugün gelmeyeceğini düşünmüştü. Ama merak ederse geleceğini ummuş, buna bel bağlamış olabilirdi. Böyle düşünmek hoşuna giden Ural, iki gencin konuşmaya başladığını görünce biraz bozuldu.
Çay koyan Öykü’nün yanına gidip onun duyacağı sesle, “Beni kandırdın. Bunu konuşacağız sonra.” dedi. Öykü, yüzündeki gülümseme ile “Sen kanmaya hazırdın.” dedi.
“Belki de haklısın. Yardım edeyim mi?”
“Teşekkürler, sen otur geliyorum.”

Çok geç olmadan balıklar için mangal yakılmıştı. Aydoğan ile Coşkun da erzakla dolu poşetlerle gelmişlerdi. O poşetlerden bir de rakı çıkmıştı.
Yemek yenirken bir yandan da Gökçe’nin sorunu konuşuldu. Savcılık en geç bir hafta içinde kararı çıkartacaktı. Uzak tutma kararı ne kadar etkili oluyordu ki? Coşkun tedirgin olmuş ve bunu da saklamıyordu. Öykü, kardeşinin neden öyle davrandığını anlıyordu. Genç kıza ilgi duyduğu belliydi ama bunu ağabeyinin yanında açıkça ifade edemiyordu. Aydoğan ise daha gerçekçi yaklaşıyordu. “Sömestr tatili bitecek, okula dönmen gerekecek. Ya oralarda karşına çıkarsa? Bu adamın vazgeçirilmesi ya da içeri tıkılması lazım!”
“İçeri tıkmak için işlediği suçlar yetersiz. Bir adım ilerisini yaparsa ancak o zaman ceza alır. Ama o şimdilik iki kez karşısına çıkmış ve korkutmuş.”
“Ne yani, saldırmasını canını yakmasını mı bekleyeceğiz?” Coşkun, Ural’dan daha hızlı tepki vermişti. Öykü, sakin bir sesle, “Savcılık kararı eline ulaşınca belki korkar ve bir daha saçmalamaz.” diyerek hepsini sakinleştirmeye uğraştı.
“Sanmıyorum. Çünkü ne kardeşinin mektubu ne benim söylediklerim vazgeçiremedi onu. Kardeşini tanımıyordum bile. Tüm arkadaşları da hiç tanışmadığımızı, onun ruhsal sorunları olduğunu söylediler ama ikna olmadı.”
“Çünkü büyük ihtimalle aynı sorunlar ağabeyde de var. Olur da bir suç işler ve yakalanırsa ya da farklı bir olayla doktor kontrolünden geçerse tedavi altına alınır.”
Onlar konuşurken hiç sesi çıkmayan Ural ile Aydoğan birbirine baktı. Ruh hastası birinin öncelikle Gökçe’nin ve dolaylı olarak da Öykü’nün etrafında dolaşma ihtimali ikisini de çok rahatsız ediyordu. Ural’ın rahatsızlığına Öykü de dâhil olmuştu. Kendisi yüzünden onun da canı yanabilirdi.
“Ben yarın Gökçe’yi götüreceğim.” Kardeşini yarın alıp arkadaşına götürmek en iyi çözümdü. Böylece en azından Öykü için korkmayacaktı. Kardeşi de çok daha uzak bir yerde güvende olacaktı. Öykü aynı fikirde değildi. “Sen öyle san!”
“Öykü, bu şu an için en iyi çözüm.”
“Ural, bunu daha önce konuştuk. Benim silahım var. Olmasa bile yakın dövüşlerim onu uzak tutmaya yeter.”
“Ya o da silahlı olursa? Ya sizi yaralarsa? Hatta…”
“Konuyu kapatalım mı artık? Abartmayın. O adam bizi burada bulamaz. Bulursa da başına geleceklere katlanır.”
“Konuyu kapatalım diyorsun sonra da gelirse gününü görür diyorsun.”
“Tamam. Sustum.”
Geç saatlere kadar oturan grup artık esnemeye başlamıştı. Öykü, “Aydoğan, Coşkun siz benim odamda kalacaksınız. Gökçe, babamın odasında kalıyor. Ural da kanepede uyuyor zaten.”
“Sen?”
“Ben bilgisayarımla aşk yaşayacağım bu gece.”
“Sabahlayacak mısın? Uyuman lazım.” Aydoğan, hâlâ alışamamıştı onun uykusuz kalmasın.
“Dün gece çok uyudum. Bu gece sabaha kadar ve hatta belki de öğlene kadar yazacağım. Bu kitap daha kısa sürede bitecek gibi geliyor.”
Gökçe sevinçle el çırptı. “Bu çok iyi haber. Ne kadar çabuk okursam o kadar çabuk hava atacağım demektir.”

Herkes odalarına çekildiğinde Öykü de masasına yöneldi. Ural, kanepede oturmuş televizyon izliyordu. Sesini o kadar kısmıştı ki izlediğinden emin olamadı Öykü.
Dosyasını açtı. Sonra müzik dosyasını da açıp kulaklıklarını taktı. Aslında yazmak yerine o kanepeye oturmayı tercih ederdi ama kimse davet etmemişti. O zaman yazacaktı. Hem de sabaha kadar yazacaktı.
Son yazdıklarına göz atıp notlarına döndü. Aklındakileri sıralamak her zaman kolaylık sağlıyordu. Nerede olduğunu ve neler yazacağını anımsamıştı. Parmakları tuşların üstünde dolaşmaya başlamıştı. Yazmaya başladığında etrafla ilgisini kesiyordu. O nedenle de omuzlarına dokunan elleri hissettiğinde korku ile sıçradı. Başını kaldırıp baktığında Ural’ın yüzünü gördü.
“İyi geliyor mu masaj?”
“Evet. Boynumun ağrıdığını nerden anladın?”
“Deminden beri başını sağa sola eğip duruyordun. Biraz sonra rahatlarsın.”
“Hatta kedi gibi mırıldanırım bile. Çok iyi geliyor.”
“Mesafeleri kısaltacak kadar mı?” 
“Bir miktar kısaltmış olabilir.”
“Bir öpücük çalacak kadar mı?”
“Yanağıma bir tane olabilir.” Koltukta biraz daha yan dönüp başını yukarıya kaldırdı. Yanaklarına değen dudakların, dudaklarına doğru hareketlenmesi ile geri çekildi. “Mesafeler fazla hızlı kapatılmamalı. Yoksa çarpışma çok hızlı olacak!”
“Pek de yavaş çarpıldığım söylenemez. Sanırım beklemek için o çarpmanın sendeki etkisini bilmem gerekiyor.”
“Az önceki öpücüğü büyütemeyeceğim kadar etkiliydi. Senden hoşlanıyorum ve seni çok çekici buluyorum ama yavaş hareket etmek istiyorum.”
“O zaman tüm hızımızı sen ayarlayacaksın demektir. Bana da sabırlı olmak düşüyor. Beni çekici bulduğunu öğrendim ya artık biraz daha sabırlı olabilirim.”
“O zaman şimdi git yat ve uyu. Ben de az önce yaşananları bir kenara koyabilirsem biraz çalışayım.”
“Bir küçük öpücük daha alabilirsem daha rahat uyurum sanıyorum.”
“O zaman ben rahat çalışamam… Asma suratını gel buraya!”
Bu kez ikisi de yanaktan öpmeyi öpülmeyi düşünmüyordu. Birbirinin içine geçmiş birkaç öpücükten sonra kendini geri çeken yine Öykü oldu. “Hadi git artık.”
“Uykun gelirse yanıma kıvrıl. İnan sadece sarılıp uyuyacağım.”
“İnanıyorum. İyi geceler.”
Ural kanepeye doğru giderken henüz kapatılmamış ahşap panjurların dışında biri onları izliyordu.

Sabah herkes uyandığında Öykü hala yazıyordu. Bir haftadır neredeyse aralıksız yazmıştı. Hem bu kadar kalabalık bir ortamda olup hem de bu kadar çok yazabildiği zamanı anımsamıyordu. Ama etrafındaki herkes onun yazması için seferberlik ilan etmiş gibi tüm işleri hallediyor, ayakaltında dolaşmıyor ve dikkatini dağıtacak hareketler yapmıyordu.
Kahvaltıyı geç yapacaklardı. O yüzden herkes eline içeceğini ve birer kurabiye almış Ural’ın erkenden yaktığı şöminenin etrafına dizilmişti. Öykü hem onlara kaçamak bakışlar atıyor hem de aklındakileri yazmaya devam ediyordu. Kulağındaki kulaklıktan dinlediği MFÖ şarkısı Diday Diday Day ı söyleyip duruyordu. Kötü sesine rağmen kimse sus demiyor, o da kulaklıkların da etkisi ile sesini yükseltip duruyordu. Şarkıyı en az beş kez dinledikten sonra hepsi birden isyan etmeye başlamıştı. Ne olduğunu anlamayan öykü kulaklıklarını çıkartıp “Derdiniz ne?” diye sorunca Coşkun, “Abla, aynı şarkıyı kaçıncıya dinliyorsun? Dinlemekle kalsan sorun yok ta bize de o bet sesini dinletiyorsun.”
“Aman Allah’ım.” İki eli ile ağzını kapatıp hepsine tek tek baktı. “Ben şarkı söylüyordum değil mi? Neden daha önce uyarmadınız?”
“Belki susarsın diye umduk. Sen yine taktığın şarkıyla mı yazıyorsun tüm gün? Bu nasıl bir hastalıktır böyle?”
“Yok, yok artık öyle yazmıyorum. Bu sabah nedense o şarkıyı dinlemek istedim. Sonrası malumunuz.”
“Şu havaya ‘Karlar Düşer’ daha uygun değil miydi?” Aydoğan dalga geçiyordu. “Uygunsa da aklıma gelmemiş işte. Burada odun kalmamış biriniz odun alıp gelin. Kar hızlanırsa sonra çıkmak zor olacak.”
Coşkun, “Aslında kar hızlanmadan biz yola çıksak daha iyi olacak. Yoksa burada kalacağız.” Dediğinde Ural bıyık altından gülümsüyordu. Kalmaya itirazı olmayacaktı. Nasılsa siparişle çalışıyordu ve üç gün boyunca sıkı çalışıp en yakın tarihteki işin büyük bölümünü tamamlamış, ustalarının yapabileceği hale getirmişti. Kapıya doğru yürüyüp montunu aldı. Odun almaya çıkmışken biraz da serin havanın tadını çıkartıp sakinleşirdi.
Camın önünden saçakların altından yürürken yağan karın henüz kapatmadığı yarım bir ayak izi görmüştü. Başka iz var mı diye etrafa bakınsa da burnu kömürlüğü dönük o izden başka görememişti. Etrafta sık ağaçlardan başka gözüken bir şey yoktu. O delinin buralara kadar gelebileceğini düşünmek sadece içinde bulunduğu ortamda tedirgin olmasından kaynaklanıyordu. Hem gelmiş olsaydı zaten kendisini belli etmez miydi?
Kötü düşünceleri kafasından atarak ama etrafına da dikkatlice bakarak kömürlük olarak kullanılan arka tarafa geçip iki büyükçe kovaya odunları doldurdu. Henüz yenisini kesmeye gerek yoktu. Kendi kestikleri uzun süre idare edecek kadar çoktu.
Eve dönerken yine etrafına bakmaktan kendini alıkoyamamıştı.
Öğlene doğru mangalı yakmışlar, sucukları kızartmışlar, gelirken getirdikleri ekmekleri ortadan kesip yarımşar ekmeğe sucuk doldurmuşlardı. Öykü de onlara uymuştu bu sefer. Tek farkla o ekmeğin içini boşalttırmış, onu gören Gökçe de aynı şeyi yapmıştı. “Kadın milleti değil mi? Her ortamda kiloya dikkat ediyorlar!” diye söylenen Aydoğan’a inat diğer iki erkek onların bu özeninden memnundu.  Ural, Öykü’nün dar kotunun şekillendirdiği vücuduna kaçamak bakışlar atıyordu. Gördüklerini sevdiğini de belli ediyordu.
Yemeğin üstüne içilen çaylardan Öykü’nün katılmadığı langırt turnuvasından sonra erkekler toparlanıp peş peşe yola çıktı. Hava kararmaya başlamıştı bile. Yeni bir kar fırtınası gelecek gibiydi.
Öykü ile Gökçe bir anda sessizleşen evde kendilerini tuhaf hissetseler de akşam yemek için çorba pişirmeye karar verdiler. Öykü tüm gece çalıştığı için erken yatmayı düşünüyordu. Gerçi tüm gece de çalışmış sayılmazdı. Ural’ın teklifini sık sık düşünmüştü. Yanına kıvrılmak ve sıcacık vücuda sarılıp uyumak güzel olurdu!
Bir daha ne zaman geleceğini söylemeden gitmişti. Merak içinde bırakmıştı genç kadını. Bu küçük flörtün tadını çıkartmak biraz da bu belirsizliklere bağlıydı.
Gökçe iç panjurları kapatırken Öykü de dış kapıyı kilitlemek için o tarafa yönelmişti. Belki de gündüz yapılmış konuşmalar ikisini de tedirgin ettiği için erkenden tedbirlerini almaya başlamışlardı. Gerekli tüm tedbirleri almalıydı!
Tam kapının sürgüsünü iterken dışarıdaki ayak sesini duydu. Biri kapıyı çalıyordu. Ne unutmuşlardı?
“Ne unuttuysanız o benimdir artık!” diye söylenerek açtı kapıyı. Karşısındaki erkeği tanımıyordu. Tanıması gerekmiyordu. Gözlerindeki bakıştan sabahtan beri bahsi geçen manyak olduğunu anlamak mümkündü. Öykü, Gökçe’yi görmediğini umuyordu.
“Merhaba, Hanımefendi. Ben Gökçe’yi arıyordum. Burada kalıyormuş. Görebilir miyim? Arkadaşıyım da onu merak ettim.”
“Ah öyle mi? Çok üzgünüm ama Gökçe ağabeyi ile gitti. Yarım saat oldu çıkalı. Yetişirsiniz  sanırım.”
“Sana hanımefendi dedim ama yalancı olduğunu bilseydim demezdim. Çekil.” diyerek kapıyı itip içeri girmek istedi. Gökçe o an korku ile donmuş şekilde kapıya bakıyordu.
“Aradığım burada. Ve sen şimdi onu bana vereceksin. Kimsenin canı yanmayacak.”
“Elbette o dediğin olmayacak. Gökçe sen yukarı çık canım. Odanın kapısını kapat ve her ne olursa olsun sakın odadan çıkma.”
“Seni o manyakla yalnız bırakmam.”
“Canım, o manyak değil üzgün ve çözüm arayan biri. Biz şimdi konuşacak ve bir çözüm bulacağız.”
“Sen hiç merak etme ‘yalancı’, ben o çözümü buldum. O benimle gelecek. Kardeşime neler yaptığını anlatacak ve o mezara gidip köpek gibi pişman olduğunu söyleyecek. O zaman kardeşim onu affederse ben de affedeceğim.”
“Kardeşin affettiğini sana nasıl bildirecek?” öykü, adamın tahmininden daha ileri seviyede rahatsız olduğunu anlamıştı. Bu kadar ağır vakalarda en doğru yöntemin onları anlamak olduğunu biliyordu. Yaptığının saçma olduğunu değil doğru olduğunu düşünen biri ile konuşmak her zaman hastayı rahatlatıyordu.
“Biz her gece konuşuyoruz. Her gece kendisinin aşkına nasıl karşılık vermediğini anlatıp ağlıyor. Artık o ağlayacak.” Eli ile gösterdiği Gökçe’ye doğrultulmuş bir silah vardı.
“Aslında biliyor musun, bir haftadır burada ve her gece o da ağlıyor.” Öykü, Gökçe’nin çenesini kapalı tutacağını umuyordu. Ters bir laf her şeyi bozacaktı.
“Sana inanmıyorum. Az önce burada olmadığını söyledin. Ağlamaz o.”
“Ağladı inan. Sen gelince daha da çok üzülecek diye burada yok dedim. Yoksa ben yalan söylemem. İnan ki söylemem.”
“O zaman onu ver bana birlikte gidip kardeşimle konuşalım. O affederse ben de affedeceğim.”
“Tamam, ben de geleceğim.”
“Hayır, sadece o!”
“Öyle bir güzellik yapamam sana. Ben de geleceğim yoksa o da gidemez.”
Onlar kapının ağzında konuşurken Gökçe de ağabeyinin telefonuna mesaj çekmiş durumu kısaca anlatmıştı. Yola çıkalı yarım saat olduğu için geri dönüşü de en az o kadar sürecekti. Bu durumda Öykü’nün bu manyağı oyalaması mümkün değildi.  Acaba yola çıkıp yarı yolda ağabeyi ile karşılaşmak daha mı akıllıcaydı? Bunu Öykü’ye söyleyebilse belki de daha iyi plan yapabilirdi ama imkân yoktu.
“Ben giderim. Senin gelmene gerek yok. Çünkü benim suçumun olmadığını söyleyecektir kardeşi. Merak etme sen.”
“Öyle bir tercih hakkın yok Gökçe! Ya benimle birlikte gidersin ya da bir yere gitmezsin.”
“Ben çantamı yanıma alayım, birlikte gidelim o zaman.”
“Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Gökçe, çanta falan almayacaksın, üstünü giy gidiyoruz. Sen de dün akşamki gibi git yazını yaz. Ne yazıyorsan öyle!”
Öykü, genç adamın artık daha sakin olduğunu fark etmişti. Boş bir anında elindeki silahı alacak ve etkisiz hale getirecekti. Sadece fırsat kolluyordu.
Kapıya yaklaşan Gökçe’ye bakışlarını çeviren adamın elindeki silahı tek hamlede kapmıştı Öykü. Eli boş kalan adam ilk şaşkınlığı atlatınca yumruğunu sallamış ama aikido bilen öykü basit gözüken ama etkili bir bilek hareketi ile adamı diz üstü yere çöktürtmüştü. Ne olduğunu bile anlamayan Gökçe şaşkınlıkla bakarken Öykü, “Benim çalışma masamın en alt çekmecesinde ince uzun plastik kelepçeler var. Bir tane getir bana.” diye Gökçe’ye seslendi. 
Genç kız hâlâ şaşkındı. “Hadi, çabuk ol.” Dedi ve hareketlenmek isteyen adamın bileğini biraz daha geri bükerek canını yaktı. Hareketi daha şiddetli hale getirse o bileği rahatlıkla kırabilirdi. Kendini tutuyordu çünkü karşısındaki aslında kardeşini kaybettikten sonra daha büyük sorunlar yaşamış bir hastaydı.
Gökçe elindeki şeritlerin ne olduğunu anlamadan yanına gelip uzattı. Hızlı bir hareket ile iki elini de arkasında birleştirip kelepçeyi takıp iyice sıktı. Kesinlikle açılmayan plastik şeritler adamı sinirlendirmişti. Bir kadına yenik düşmek de onun durumunda biri için iyi değildi. Tıslayarak onu mahvedeceğini söylüyordu.
“Gökçe, sen istersen yukarı çık.” dedikten sonra kulağına eğilip, “Seni görmezse biraz daha sakin oturur. Ben de bu arada jandarmaya ve Ural’la bizimkilere haber vereyim.”
“Gerek yok, geldik, jandarma da yolda.” Ural içeri girer girmez önce Gökçe’ye bakmış iyi olduğunu anladıktan sonra Öykü’ye dönmüştü. Genç kadın onları karşısında görmenin şaşkınlığı ile “Nasıl geldiniz siz geri?” diye sordu.
“On – on beş dakika kadar gitmiştik ki yolun kenarında bekleyen bir aracı fark ettik. İçinde kimse yoktu. Ural’ın söylediği aracın aynısı olduğunu anlayınca ona telefon açıp araca dikkat etmesini söyledik. O da bize sabah fark ettiği ayak izini söyleyince ve arabayı görünce hemen geri döndük. Yolda Gökçe’nin mesajı gelmiş.”
“Ne mesajı? Ne zaman yazdın?”
“Genç olmanın en iyi yanı o telefonları bakmadan bile kullanabilmek. Gözümü sizden ayırmadım ama Ural’a mesaj yazdım.”
“Müthiş bir olay!” Coşkun, çok sevmişti bu hareketi. Genç kıza yaklaşıp nasıl yazdın, bana da göster diyerek onunla konuşmaya başladı. Elleri bağlı adam mırıldanıyor, kardeşinin çok üzüldüğünü söyleyip duruyordu.
Ural ise az önce gördüğü hareketleri rahatlıkla yapıp kendisinin iki katı iriliğindeki adamı yere seren kadına bakıyordu. Çok korkmuştu. Hem kardeşi hem de Öykü için çok korkmuştu. Bir daha böyle bir korku yaşamak istemiyordu.
Bir saat kadar sonra jandarma adamı tutuklamıştı. Kısa süre sonra hastaneye yatacağından emindi hepsi.
Kahvelerini dağıtıp kanepeye oturdu Öykü. Kimse konuşmuyordu. Oysa on dakika önce herkes aynı anda, adamın elindeki silahla o evi basmasından, Öykü’nün karşı koymasından, tehlikeye balıklama dalmasından konuşuyordu.
Öykü, kanepede oturan Ural ile Coşkun’un ortasına yerleşmişti. Kimse konuşmayınca gülmeye başladı. “Tüm coşkunuzu yitirdiniz bakıyorum. Beyler ve sevgili bayan, ben istifa etmiş olsam da bir polisim. Eğitimliyim ve tecrübeliyim. O an, değil o manyak onun gibi iki tane daha olsaydı önemli değildi. Zaten konuşarak da sakinleştirmiştim. Şimdi herkes bu olayı unutsun ve kendine gelsin.”
Bu söylenenleri en çabuk algılayıp konuyu değiştiren Gökçe oldu. “Ben yarın Ural’la döneceğim. Artık burada kalmama gerek kalmadı.”
“Sen bilirsin ama istediğin kadar kalabilirsin.”
“Sana zahmet veriyorum. Dönmem en iyisi olacak bence.”
“Ah can evimden vurdun beni. Sen bana zahmet vermiyor aksine tüm işime koşturuyorsun. Sen buradayken çok rahat yazı yazdığımı fark ettim. Tabii bu sabahki şarkı benzeri şarkılarla seni baymış olabilirim. O yüzden kaçmak istiyorsan anlarım.”
“Her güne bir şarkın var. İnanılmaz bir durum bu. Yine de beni baymadığını bilmelisin. Sen şarkıya başlayınca ben de kulakları takıp müzik dinlemeye başlıyordum.”
“İtiraf ediyorsun yani? Âlemsin sen ya. Tamam, bak birkaç gün daha kal. Sonra Ural gelir alır seni.”
“Olur mu?”
“Olur.”
Bu konu da kapanınca yine sessizlik olmuştu. “Yemek hazırlayayım ben. Sizi çekemeyeceğim bu şekilde.”
“Ben de sana yardım edeyim.” Gökçe de ortamdan kaçmayı tercih etmişti. Erkeklerin aklından neler geçiyor anlamamışlardı.
“Neden böyle davranıyorlar? Beladan kurtulduk diye sevinmeleri gerekmez mi?”
“Gökçe, sana bir soru… Ama aramızda kalacak!”
“Tamam. Sor!”
“Coşkun’un senden hoşlandığını fark ettin mi?” Genç kız kızarınca gülmeye başladı. “Utanmandan anlaşılıyor ki, fark etmişsin.”
“Evet, ama ben de acaba ‘konduruyor muyum?’ diye düşünüyordum, demek ki öyleymiş.”
“Ural’ın benden, benim de ondan hoşlandığımı da fark etmişsindir.”
“Ağabeyim saklamaya çalışmıyor sanırım. Sana bakarken yakalıyorum hep.”
“Eh tatlım o zaman bu erkeklerin egosunu nasıl yerle bir ettiğimizin farkında olmalısın. Sen o anda bile mesaj çekecek kadar sakin kalabilmiş, ben adamı ikna yolu ile yumuşatıp silahı elinden almış ve dertop etmişken, onlara sadece işin sonunda bizi alkışlamak kaldı. Şimdi bize düşen şu… Hoşlandığımız erkeklere, egolarını pohpohlayacak şekilde davranacağız. Mesela sen yemekten sonra Coşkun’a karda yürüyelim temiz havaya ihtiyacım var derken ben koltukta Ural’ın yanında oturup biraz omzuna yaslanabilirim. Onların bize destek olduklarını bilmek, o an korktuğumuzu duymak gibi şeylere ihtiyaçları var.”
“Ah çok zekice… Kesinlikle yapacağım.”
“Hadi o zaman karınlarını doyuralım ve Aydoğan’ı ayakaltından çekelim.”

***************
“Ne yani, şimdi benim evlenme yıldönümü hediyem bu mu?”
“Evet, aşkım. Sadece senin için yazılmış bir hikâye! Beğenmedin mi?”
“Öykü, hikâyeyi öyle bir yazmışsın ki hakikaten sadece ben okumalıyım.”
“Ural, nesini beğenmedin söyler misin?” Dördüncü evlilik yıldönümlerini kutlamışlardı. Ural’ın elleri ile yaptığı yataklarında yan yana oturmuşlar, Öykü başını kocasının omzuna yaslamış son sayfayı kapatmasını bekliyordu.
“Kısa olmuş bir… O manyağı anımsattın iki… Kardeşimin kardeşin ile evlenmiş olması benim hala o günlerde yakınlaşmış olmalarını kabullendiğimi göstermez, üç. Senin kardeşin benim kardeşimi kandırdı.” Sesi gülümsemesini gizlemek ister gibi abartılmış bir sinirle çıkıyordu.
“Anımsatırım, sen de o adamın ablasını kandırdın.” Öykü, kocasının omzuna bir öpücük kondurup devam etmesini bekledi.
“Ayrıca, senin kitaplarını yazarken bu kadar çok vakit vermediğimi başıma kakman gerekmiyor. Artık geceleri yazamazsın. Çünkü o yatağa benimle girecek ve benimle sevişeceksin… Ki şikâyetçi olduğunu sanmıyorum. Kaçta kalmıştım? Aman neyse devam ediyorum. Biyolojik babana burada “babam” demiş olman gözümden kaçmadı. O adamın samimiyete ihtiyacı var ve bunu nihayet görmüş olman iyi bir gelişme. Ah bak gördün mü hikâyenin içinde güzel bir şeyler bulmuşum.”
“Aman ne kadar yüce gönüllüsün. Bitti mi?”
“O hikâyenin sonunu egolarımıza bağlamışsın ya, pesss. Biz sadece sevdiklerimize kötü bir şey olma ihtimalinin korkusunu yaşıyorduk.”
“Ama bunu bize söylemek yerine surat asıp oturdunuz. Ben de o zaman ne düşündüysem hikâyemize onu yazdım.”
“İyi de o zaman tanışalı bir hafta olmuştu. Nasıl diyecektim ben sana görür görmez âşık oldum diye? Her şeyin yeri zamanı var.”
“Ah tatlım anımsatırım, o olaydan beş saat sonra bana evlenme teklif etmiştin.”
“Bedava koruyucuya kim hayır diyebilir ki? O yüzden teklif etmiştim.”
“Yalan söyleme. Nasıl ben seni görür görmez çarpıldıysam ve bunu senden saklamaya çabaladıysam, sen de aynı şeyi yaptın. Sadece sen benden önce duygularını açıkladın. İşte bu da seni benden güçlü yapan yönün! Sen açık bir insansın.”
“Seni sevmek güç ölçüsü ise dünyanın en güçlü erkeği benim o zaman!”
“Seni seviyorum.”

SON

                    







2 yorum:

  1. Harika bir sıcak Haziran pazar günü hediyesi oldu😃 bol kahve eşliğinde okudum ... Neden bilmem ama senin karlı hikayelerini çok seviyorum 🌹

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çünkü yazar da kış çocuğıu ve karı seviyor :)) yazarken keyif alınca demek okuyucu da keyif alıyor. Teşekkürler

      Sil