1 Haziran 2024 Cumartesi

AZRA 19. Bölüm

 Azra, yılbaşı gününe kadar bulduğu her fırsatta yeni şirketlerin ortaklık yapılarındaki isimleri araştırmış, ticaret sicildeki değişiklikleri ulaşabildiği kadar incelemişti. Tahmin ettiği gibi tek bir bağlantı yoktu. Fakat iki şirkette kesinlikle Teoman için çalışıyordu. Çalıştıkları her şirketi inceleyemeyeceğini bildiği için bunu nasıl ispatlayacağını da bilmiyordu. Önsezilerle dava açılabilse hemen açtırırdı. Örümcek ağı gibi şirket yapılarıyla karşı karşıya olduğunu biliyordu. Bulduklarını Çınar’a verdiğinde onun, elindeki imkanlar ile şirket yapılarını daha hızlı araştıracağını düşünüyordu.  

Ne demişti?  

“Aramızda geleceği olan bir ilişki yok!” 

Aslında ilk kendisi söylemiş, Çınar da ona misilleme yapmıştı. Ama ikisi de biliyordu ki, bu davayı alınlarının akı ile kapatırlarsa Azra da masumiyetini kanıtlayabilecekti. İşte o zaman belki yeniden başlarlardı... Belki o zamana kadar gerçekten ayrılırlardı... Belki artık sevmezdi... Sonra kendine gülmeye başladı. Belkilerini sabaha kadar sıralasa da duygularının değişmeyeceğini biliyordu. Sadece çok sevdiği birinin kendisi yüzünden zarar görmesini istemediği için uzak durmaya çalışıyordu. Ne kadar becerebileceğini ise hiç bilmiyordu. 

 

Yılın son iş günü beklendiği gibi yoğun geçip gün bittiğinde eğlenmeye hali kalmamıştı. Şirketten arkadaşları ile bir yerde eğleneceklerdi. Yıllar sonra ilk yılbaşı gecesini çok da iyi tanımadığı insanlarla geçirmek değişik geliyordu. Semahat Abla ile kızı bir komşuya davetli oldukları için herkes ayrı plan yapmıştı.  

Çınar ile bir haftadır görüşmemişti. Telefonlardaki konuşmalar eskisi kadar sıcak ve uzun değil gibiydi. Kendisi de konuşacak konu bulamıyor, vedalaşıp kapatıyordu. Bu akşam Lale'nin evinde olacaklarını öğrenmişti. Özlüyordu. Ona söylediği gibi sadece sekse dayalı değildi Azra için bu ilişki. Ürkütücü derecede onunla olmak, hayatını onunla paylaşmak istiyordu. Biraz kaçış şansı olarak gördüğü bu ayrılığın kendi duygularını köreltmesini bekliyordu.  

Çınar da itiraz etmemişti fazla. Demek ki onun için gerçekten çok da anlamı yoktu. Olsa biraz itiraz eder, başka yollar arardı. Aşk insanın her an iki ayrı düşünce ile kıvranması mıydı? Bir an güzel bir şeyi anımsarken hemen ardından gelen olumsuz düşünceler yüzünden kahroluyordu. Bugün güzel bir gündü. Eski yılı bir kenara koyacaklar, yeni yılın getireceği umutlu bekleyişlere kucak açacaklardı. Kendini toparladı ve tam on ikide dilekte bulunmaya karar verdi.  

Şirketten çıkıp topluca mekâna ulaştıklarında hemen her yer çoktan dolmuş, yemeklerin bir kısmı yenmişti. Geç kalan grup da masalarına yerleşip eğlenceye kendini kaptırmaya hazırlanıyordu. Doğal olarak gecenin eğlenceli geçmesi bekleniyordu. Azra, hemen her an sahte bir gülümseme ile arkadaşları ile konuşuyor, küçük hediyelere teşekkür ediyordu. Saat tam on iki olduğunda Çınar’ın verdiği telefonu çaldı. Sırf onunla konuşabilmek için yanına almıştı. Çoğu zaman evde tutuyordu.   

"Mutlu yıllar." 

"Teşekkürler sana da." 

"Çok gürültü var, neredesin?" 

"Bilmiyor musun? Peşimde kimse yok mu?" 

"Var elbette. Neyse bunları konuşmayalım. Ne zaman çıkacaksın?" 

"Bilmiyorum." 

"Hemen çıkabilir misin?" 

"Neden?" 

"Yılın ilk gününü seninle geçirmek istiyorum. Buna da ilk saatten başlamak istiyorum. Bir mazeret uyduramaz mısın?" 

"Hallederim. Otelde mi?" 

"Evet." 

"Görüşürüz." 

Semahat Abla’yı arayıp nöbetçiyi aramasını söyledi. Gerçi o delikanlı da alışmıştı ama yine de tembihlenmesi iyi olacaktı.  

On dakika kadar oyalanıp artık gitmesi gerektiğini söyledi. İtirazlara kendisini bekleyen başkaları olduğunu söyleyip son verdi. Erkek çağırdığında koşa koşa giden kadınlardan mı olmuştu? Bundan rahatsız mıydı? Düşününce çok da rahatsız olmadığını anladı. İşleri, konumları bunu gerektiriyordu. Keyfî bir tavır değildi bu. Üstelik Çınar aramadan hemen önce hayatının kalanında yanında Çınar’ı istememiş miydi?  

Taksi bulduğunda aradan bir on dakika daha geçmişti. Otele vardığında ise yılın ikinci saatine girilmişti. Çınar oda numarasını mesaj olarak attığı için uyuklayan görevliyi uyandırmadan üst kata çıktı. Otele gelip gidişlerinin takip edilmediğini düşünüyordu. Teoman oradaki kadınları mutlaka araştırmış olmalıydı. Çınar ise genelde kılık değiştirip kayıt yaptırıyordu. Semahat abla diğer görevliyi uyarmış, onun gelişlerini kaydetmemesini, kim olduğunu soranlara da son kayıt ettiği kişinin adını vermesini söylemişti.  

Kapı açılıp onu karşısında gördüğünde hapı yuttuğundan emindi. Ne dese ne mazeret uydursa da artık kabullenmeliydi. Aşık olduğunu şu ana kadar tam kabul etmese de yeni yılın ilk gününün ikinci saati itibariyle tarihe not düşmüştü. Çınar’a aşıktı. Görmediği günler içinde ne kadar özlediğini onu gördüğünde daha net kavramıştı. O da özlemiş olmalıydı ki kendisini hemen kollarına almış ve öpmeye başlamıştı.  

"Mutlu yıllar küçük hanım." 

"Mutlu yıllar beyefendi." 

"Eğlendin mi?" 

"Çokkk, sen?" 

"Lale'nin partileri güzel olur. Eğlenmeliydim fakat pek tat almadım." 

"Niye?" 

"Soruyor musun? Seninle olmayı tercih ederdim." 

"Ben de gülümseyeceğim diye kendimi kasmaktan baş ağrısı çekmeye başlamıştım." 

"Bu gece için baş ağrısı bahanesini mi kullanacaksın?" 

"Takside camı açtım, soğuk hava geçirdi." 

"Güzellll, ben de biraz öperim daha çok geçer." 

"O nasıl bir ifade? Geçmiş geçmiştir, daha çok geçmesi mümkün mü?" 

"Birazdan anlarsın." 

Ne başında ağrı kalmıştı ne kalbinde kırıklık ne de korku. Çınar da en az onun kadar bu ilişkinin içindeydi. Sadece şu anki durum daha fazlasına izin vermiyordu.  

Sabah geç saate kadar uyudular. Yeni yılın ilk gününü bir arada geçirmek son bir haftanın tüm kötü düşüncelerini silip atmıştı. Daha kaç kez bitirme noktasına geleceklerdi? Bitmiyordu işte. Kabul etmek yapılacak en doğru şeydi.  

*****  

Yeni yılın ilk iş günü minibüse bindi. Kısa süre sonra son dört ayda yaşadıklarını düşünmeye başladı. Üç yıl hapis hayatından sonra özgürlüğü tatmıştı. Önce işsizlik ve parasızlıkla boğuşmuş, sonra ikisine birden kavuşmuştu. Hayatına önce iki yeni melek girmişti. Semahat ile Selma, kanatsız meleklerdi. Sorgusuz kucak açan iki kadının yeri bir başkaydı. Sonra Fikret abi girmişti hayatına. Sayesinde kuru ekmek yerine ev yemekleri konmuştu masasına. Bir ev tutmuştu. Eski evi elbette yeni evinin yanında saray gibiydi. Yine de yenisinin yeri bir başkaydı. İstese yenisini alacak parası vardı ama işler değişiyordu. O fikri bir kenara bırakmıştı.  

Dört aydır, fiyatlara, teknolojiye alışmaya çalışıyordu. Lale ve Çınar hayatının şansıydı. Lale ilgilenmese, mesleğini sormasa iş bulmasa ve niye başvurduğunu sorgulamasa Çınar’ı tanımayacaktı. Hayır, aslında tanıyacaktı. Lale sormasa o yine de bir şekilde konuyu açacaktı. Zaten o yüzden kadınla görüşmek istememiş miydi?  

Lale, hem Çınar’ı hem de Orhan Bey’i hayatına sokmuştu. Tabii Orhan Bey eski filmlerin Hulusi Kentmen’i gibiydi. Sevimli, babacan ve anlayışlı. O sayede kolayca işine adapte olmuştu. İçerideyken bile değişimleri izlemiş, ulaşabildiği gazetelerin ekonomi sayfalarını okumuş olmasının, halen genç olduğu için aradaki üç yılın açığını hızlı kavramayla kapatabilmesinin de etkisi vardı elbette.  Aslında mali müşavirlik yapmak istiyordu ama artık şansının olmadığını biliyordu. Tek ihtimal, yeniden yargılama ile masumiyetinin teslim edilmesi ve mahkumiyetin sicilinden silinmesiydi. O güne kadar rakamlar ile arası hep iyi olduğuna göre yapabildiği ile yetinecekti.   

Hayatında en önemli yeri Çınar dolduruyordu. Çınar'a âşık olduğunu kabul ettiğinden beri yüzünde tuhaf bir gülümseme oluşuyordu. İlk gördüğü an beğenmişti, bu doğaldı. Üç yıldan uzun bir süre hayatında erkek olmaması böyle sonuçlar doğururdu elbette. Fakat tanıdıkça her yönden etkilendiğini fark etmişti. Aşkı yaşamadan ölmemek gerektiğini söyleyenler haklıydı. Mutluluk ile acı neredeyse at başıydı aşkta. Ona âşıktı. O da kendisini çekici buluyordu, hatta bir yere kadar belki de seviyordu. Buraya kadar her şey yolundaydı. Sorun bu çizgiden sonra başlıyordu. Çınar, baş savcı vekilliğine gelmiş, terfilerinin devam etmesi kaçınılmaz olan bir devlet memuruydu. Kendisi? Yüz kızartıcı suçtan üç yıl hapis yatmış eski bir mahkûm.  

Masum olduğunu kendi biliyordu. Çınar da masum olduğuna inanıyordu. Fakat sabıka kaydı öyle demiyordu. Suçu tekrarlaması halinde yatacağı yıllar da vardı. Teoman suçları yüzünden hapse girmediği sürece kendisi namlunun ucundaydı. Sicili temizlenmeden Çınar’ın hayatında olma ihtimali yoktu. Şu an yaşadıkları ile yetinecekti. “Sen önünü kış tut, yaz çıkarsa bahtına...”  

Bir gün bitecekti. Bir anda üzüntü ile yüzü buruştu. Moralini bozmak istemiyordu. Sonuçta bitecek, Çınar da hayatına devam edecekti. Zaten kadınsız kalacak biri değildi. Az önce moralini bozmayacağını aklına getirmemiş miydi? Niye bozuyordu o zaman? Camdan dışarı bakıp yılbaşı süsleri ile moralini düzeltmeye çalıştı.  

Çınar, Azra ile birlikte olduğu her gün geleceğini tehlikeye atıyordu. Devletin birçok kurumu tarafından kollanan bir suçluyu yakalamak için uğraşırken adı aynı suçlu ile anılmış bir kadınla birlikte olmak... işte Çınar'ın hayatını karartacak olay buydu. Azra uzak durmanın yolunu bulmak zorundaydı. Tüm tadı kaçmıştı. 

İş yerine ulaşana kadar aklında Çınar ile olan ilişkisi dönüp durmuştu. Çözülmesi gerekiyordu. Çözümü biliyor, çözmek istemiyordu. Elbette onun istememesi ile sonuç değişmeyecekti. Çınar ile ayrılmaları gerekiyordu.  

İçindeki sıkıntı binanın kapısından girerken daha da artmıştı. Bu akşam bu işi çözmeliydi. Asansörde kimse olmadığı için diğer telefonunu çıkarttı. Çınar'ı aradı ama telefon açılmadı. Mesaj yolladı.  

"Akşam, otelde." 

Asansörden inmeden yanıt geldi. "Bu akşam mümkün değil. Yarın?" 

"Tamam." 

"Özledim." İşte bu en kötüsüydü. O da özlüyordu ve ne yapmak üzere olduğunu biliyordu. Yanıt yazmak için parmakları kaşınıyordu. Kendisini zorladı, telefonu çantasına koydu. Hattın diğer ucunda yanıt bekleyen Çınar, hayal kırıklığı ile cebine koydu telefonunu. Elbette önce tüm yazışmaları silmişti!  

*****  

Öğlen yemeği saatinde kapıdan giren iki adam herkesi tedirgin etti. Adamlar kısa bir an durup etrafa bakıp sonra da doğruca Azra'nın odasına yürüyünce herkes merakla izlemişti. Azra adamları görmezden gelerek ekrandaki işini yapmaya devam ediyordu. Kapıyı sadece öyle gerektiğini düşündükleri için tıklatıp içeri girdiler.  

“Buyurun?” 

"Azra Hanım, Teoman Bey aşağıda sizi bekliyor." 

"Teoman Bey mi? Randevum yok kimseyle. Kendisine iyi günler dilediğimi söyleyin lütfen. Çok işim var, paydos yapmayacağım." 

"Bu hafta içinde yemeğe çıkacağınızı bildiğinizi, kendisinin müsait tek gününü bugün olduğunu iletmemi istedi." Adamlar itirazı beklemiyor olmalı ki şaşırmış bir şekilde konuşuyordu.  

"Sizde ona benim müsait günümün bugün olmadığını iletin. Ah bir de şunu ekleyin, hapis beni korkutmaz. Belki biraz ölüm... o da eninde sonunda hepimizin başına gelecek." Sonra yine ekrana dönüp işini yapmaya devam etti.  

Adamlar, ısrar etmenin faydasız olduğunu anladıkları için odadan çıkıp gittiler. Azra, biraz tanıyorsa iki dakika sonra Teoman'ın, en çok yirmi dakika sonra da bir orduyu doyuracak yemeklerin kapıdan gireceğini biliyordu. Yanılmadı! Teoman sinirli olduğunu saklamaya çalışan bir yüz ile içeri girdi. Azra ve sadece birkaç kişi onun bu maskenin ardındaki halini bilirdi. Azra, sanki az önce tersleyen o değilmiş gibi yerinden kalkıp gülümsedi.  

"Tahmin etmeliydim." 

"Bence ettin. Sert oynuyorsun!"  

O da beni tanıyor, diye düşündü Azra. "Oynamıyorum. Sadece gerçekten uzak durmak istiyorum." Elbette oynuyordu ve bu oyun o istediğinde bitecekti. O da kazanmadan bitmesine izin vermeyecekti. Yüzündeki gülümsemeyi bozmadan devam etti. İlk adımlar atıldıktan sonra geri dönüş olmayacaktı. Bu karşılaşma kendisini denemek için de iyi bir fırsattı.  “Eski hırslarım, düşüncelerim yok artık. Beladan uzak duruyorum. Sonra birileri yanlış anlayıp hapse attırıyor!” Son cümlelerini söylerken sesini kısmıştı. Kimsenin duymasını istemiyordu.  

"Uzak durmanı gerektirecek biri değilim. Hapisle ilgim olmadığını söylemiştim. Ayrıca benimle dışarıda görünmen kimseyi üzmez. Anımsayacağın gibi dulum. Sen de bekar ve yalnız olduğuna göre birlikte yemeğe çıkmamızın, partilere katılmamızın önünde bir engel yok. Üstelik bu masum bir öğlen yemeği idi." Aklınca bazı imalarda bulunmaya çabalıyordu. Azra, bıyık altından gülerek yanıtladı.  

“Teklifinle ilgilenmiyorum. Aslında adamlarına da söyledim ama algılama sorunu var birilerinde. İşim var. Yemek yemek için vakit ayıramayacağım. Seninle konuşmak bile işlerimi aksatıyor.” 

"Sana yardım edecek birini alsınlar."  

"O kadar çok kazandırdığımda talep ederim. Şimdilik sadece buranın küçük bir çalışanıyım." 

"Sen asla küçük bir çalışan olmazsın." Bunları söylerken bir yandan da cep telefonunun ekranında bazı isimleri arıyor gibiydi. Bulduğu numarayı aradı. Az sonra karşısına çıkan arkadaşına net bir talimat verdi. "Tüm hesaplarının bundan sonra takibini Orhan Karahan'ın bürosu yapacak. Azra Atalay'ın müşterisisin... Tamam." Sonraki iki aramada da benzer cümleleri kurdu. Kimse itiraz etmiyor, hiçbiri kendi çalıştıkları müşavirlerinin olduğunu belirtemiyordu. Sadece kabul etmişlerdi.  

"Ben görmeyeli daha da güçlenmişsin." 

"Ben hep güçlüydüm." 

"Bilmez miyim? Fakat bu izlediğim film başka. İtiraz bile etmediklerine göre onların korkacağı kadar büyük ve güçlüsün. Biliyor musun, senin sadece bu yönünü kıskandım. Paran, çevren, malların falan zerre umurumda olmaz ama güç... İşte o başka bir şey. Elimde bu gücü tutabilmek isterdim.” Kısa bir an sustu ve devam etti. “Yukarılardan birilerini tanıyordun. Ya onlar daha da güçlendi ya da sen daha güçlüleri tanır oldun." Hangisinin doğru olduğunu anlamak ve bu gücün kaynağını Çınar’a bildirmek de onun görevi olacaktı.  

"Hayat, insana hiç ummadığı anda yeni kapılar açıyor diyelim." Sesindeki böbürlenme gerçekten çok daha güçlü birileri ile tanıştığını anlatıyordu. Azra kim olduğunu öğrenmek için ömründen on yılı verebilirdi.  

"Tamam, diyebilirsin. Fakat yemekler gelene kadar beni oyalama. Gerçekten çok işim var." Ve sonra Azra adamın damarına basacak şekilde onunla tüm ilgisini kesti. Ekrandaki rakamlara bakıyor, karşılaştırmalar yapıyordu. Müşterinin itiraz ettiği kadar vardı. Hata yapılmıştı. Notlarını aldı, düzeltmeler için gereken yerlere bilgileri verdi ve biten işlerin olduğu evrak rafına koydu elindeki dosyayı. Sonra bir yeni dosya alıp işine devam etti.  

"Daha ne kadar var?" 

"Vaktin yoksa gidebilirsin. Yılbaşı öncesi ve sonrası nefes aldığımıza şükrediyoruz. O yüzden bence boşa vakit kaybediyorsun." Bundan gerçekten keyif almaya başlamıştı. Eskiden sadece laf dinleyen bir çocuk gibiydi karşısında. Şimdi ise ona kafa tutuyordu. Korkuyordu ama cesaretini kaybetmiyordu. Bu Azra’yı seviyordu işte. Böyle devam edecekti genç kadın.  

Kendi ısmarladığı sandviç ile Teoman'ın getirttiği çeşit çeşit yemek eş zamanlı geldi.  

"Vakit kaybetmiyorum. Yemek yiyecektim ve seninle yemeyi tercih ettim. O sandviçi birine ver, gözüm görmesin. İnsanın iştahını kaçıracak kadar kötü." Sonra da özel garsonu ile gelen yiyeceklerin üstündeki kapakların kaldırılmasını işaret etti. Görüntünün güzelliğini görünce gülümsedi. Beş yıldızlı bir restoranın servis şıklığı şaşırtıcıydı. Yemeğin kokusu da iştah açıcı olunca Azra inadı bıraktı. Yıllar sonra Teoman ile ilk yemeğiydi. Yeni olayların başlamasının startını veren yemek olarak bunu unutmayacaktı.  

Babasından iki yaş büyük olan ama en az on yaş daha genç duran adamla karşılıklı yemeklerini yemeye başladılar. Görüntüsü kadar lezzetli olan yiyecekler aradaki soğukluğu gidermiş gibiydi.  

"Eskiden de inatçıydın ama artık inadını kırmak daha güçleşmiş. Bak işte sonuçta ikimiz bir öğlen yemeğinde bir aradayız." 

"Emrivaki ile yenen bir yemek." Ters bir cümleydi ama sesi sert olmayınca etkisi de yumuşak olmuştu.  

"Çünkü benden kaçıyorsun. Oysa ben kaçan kadınları sevmem." Bu tam da doğru bir açıklama değildi. Bir süre ısrarcı olurdu ama bunu genelde pahalı hediyeler, lüks davetlerle gösterir, sonra da kısa sürede vazgeçerdi kadınlardan. Ne hediye ne de lüks bir ortamın ikna edemeyeceğini bildiği için tam iki haftadır Azra’yı kovalıyordu. En sonunda yine kendi istediğini yaptırdığını düşünse de Azra’nın oltasına takıldığını algılayamıyordu. Aşırı kendine güven hata yapmasına neden olacaktı. İlk hatasını yaptığını hiç anlamayacaktı.  

Azra, arkasına yaslandı ve ciddi bir ifade ile yanıtladı. "Bak, ben kaçmıyorum. Kovalanmak istemiyorum. En önemlisi de bir kadın olarak değerlendirilmek istemiyorum. Ben işini yapan, işten sonra kafasını dinlemek isteyen, iki yeni arkadaşından başka bir şeyi olmayan biriyim. Ne kendi yerini ne benimkini çarpıtma. Daha önce de söyledim, beni sebepsiz yere hapse tıktırdın ve hayatımın üç yılını çaldın. Şimdi seninle bir şey olmamış gibi gülüp eğlenmemi beklemen büyük hata." 

Teoman da yemeğini bırakıp arkasına yaslandı. "O hatayı ben yaptım. Kabul ediyorum, benim yüzümden hapis yattın. Bunu böyle bir yerde değil baş başa olacağımız çok daha özel bir yerde konuşmayı tercih ederdim ama şartlar bunu gerektirdi. Evet, benim yüzümden hayatında büyük bir sorun yaşadın. Ölene kadar da bu sorunun altında ezileceksin. Ya da..." 

Ah keşke telefonun ses kaydına basmayı akıl etseydi. Ama hatırladığı kadarıyla ses kayıtları delil sayılmıyordu. Çınar’a bunu sormalıydı. Belki değişen maddeler vardı ve işe yarıyordu. Olsun olmasın akıl edebilmeliydi. En azından elinde bir delil olurdu. Bakışlarını Teoman’ın ukala bakışlarına sabitledi. "Ya da ne?" 

"Ya da benimle gezerek aramızda bir düşmanlık olmadığını, benim senin geçmişini önemsemediğimi, eskisi gibi arkadaş olduğumuzu herkese gösterelim." 

"Saçma." 

"Saçma mı?" 

"Elbette saçma. Kim inanır seninle arkadaş olduğumuza? Herkes bizi sevgili sanıyordu, yine öyle sanacak. Üstelik bu kez mahkûm olmuş birisiyle geziyorsun diye dedikodunu bile yapacaklar." 

"Benim dedikodumu yapmadıkları gün öldüğüm gündür. Elbette yapacaklar. Önemli olan bizim bir arada mutlu olmamız. Bak, gerçekten üzgünüm ve senin kalan hayatında böyle deli gibi çalışmanı değil, keyif yapmanı istiyorum. Bunu bir borç ödeme olarak da görebilirsin. Sen istemezsen elimi bile sürmem sana. Evin içinde odadan bol ne var? İstediğin şekilde yaşarsın." Cümleleri adileştikçe adam sanki  çirkinleşiyordu. Azra, yine midesinin bulanmak üzere olduğunu fark edip sakinleşmeye çalıştı. Sinirlerine hakim olmalıydı.  

"Sen bana metres... ah tabii ya karın ölmüştü, sevgilin olmamı mı teklif ediyorsun? Üstelik bunu kabul edeceğimden eminsin öyle mi?" 

"Emin değilim. Sadece istiyorum." 

"Çok şey istiyorsun." 

"Biliyorum. Bak senden önce de sonra da bir sürü kadınla birlikte oldum. Partilere götürdüm, davetlerde Neşe ile birlikte onları da idare ettim. Fakat hiçbiri ile iki mantıklı cümle kuramadım. Sergiyi, tiyatroyu, operayı anlayan, fikirlerini söyleyebilecek birilerine ihtiyaç duyuyorum. Dilersen bunu sadece konuşma arkadaşı olarak adlandır. Senin istediğin şekilde hareket edeceğiz. Her durumda ikimiz de keyif alacağız." 

Azra, bolca yalvarttığından emin olunca yelkenlerini biraz indirdi. "Düşüneceğim. Ama yine de benden istediğinin saçmalık olduğunu bil. Ayrıca bir sürü kadınla çıkıp hepsinin kültürsüz, cahil takımından seçmeyi başardığını mı söylemeye çalışıyorsun? Bu yalana kanmayacağımı bilmelisin." 

"Elbette hepsi aynı seviyede değildi ama hiçbiri senin yarın kadar bile konuşmaya değer değildi. Düşün ama olumlu yanlarını düşün. Yarın yanıtını bekliyorum."  

Azra’nın son cümlelere ters tepki vermediğini görüp gülümsedi. Sırtlana benziyordu gülerken. Teoman’ın bir anda rahatladığını anlamak Azra’ya gücünün büyüklüğünü gösterdi. Bu adamın zayıf noktası kendisiydi. Neden olduğunu bilmiyordu ama bundan emindi. Bir şekilde kendisine kafayı takmış olmalıydı. Oysa önceki yıllarda asla rahatsız edecek tavır sergilememişti. Gerçekten sadece konuşur, birlikte gezerlerdi. Çoğunda babası da yanlarında olurdu elbette. Fakat bu ısrar ve Azra’ya bırakılan karar, gerçekten gücün Azra’da olduğunu gösteriyordu. Bu çok hoşuna gitti. Bulantısının geçtiğini anladığı için gülümseyerek yanıtladı. "Önümüzdeki hafta." 

"Hafta sonu?" 

"Konu pazarlığa açık değil. Önümüzdeki hafta ararım."  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder