"Aç kapıyı Azra, benim."
"Ne?" Bir yandan şaşkınlıkla gülüyor bir yandan da kapıya yürüyordu. Karşısında gerçekten de Çınar vardı. Kahkahasını bastırmak için elini ağzına kapattı.
"İnanmıyorum sana. Ne eski bir numara."
"Bizde klişe bol. Simitçi, sucu, milli piyangocu, temizlik görevlisi, çilingir..." Bunları derken çoktan içeri girmiş, kapıyı kapatmış ve hala elinde telefonla gülen Azra'ya sarılmıştı.
"Ben..." Yanıtını tamamlayamadı. Zaten dakikalar sonra ne yanıt vereceğini de anımsamıyordu. Koridorda, ayakkabılar ve terlikler arasında öpüşüyorlardı. Sırtında hissettiği soğuk duvar bile bir süre sonra ısınmıştı. Çınar'ın elleri üstünde gezindikçe Azra inliyor, daha fazlası için yalvarıyordu. Çınar'ın da tahrik olmuş hali düzgün düşünmesine engel oluyordu. Sokak kapısının yanındaki mutfağın camına vuran bir araba farı ile bulundukları yer aydınlanınca Çınar kendini geri çekti.
"Kamyonet dikkat çekmeden gitmeliyim."
"Gitme."
"Kalamam. Çok üzgünüm. Şimdi gidiyorum ama şu başka ev işini ciddi olarak düşüneceğim. Çözüm bulmamız lazım."
"Bul. Acele et." Az önce sanki o değildi evi tutmaktan vazgeçen. Hiç girmedi bile o konuya. Artık daha da acele başka bir eve ihtiyaç duyuyordu. "Su olayına devam etmen iyi olabilirdi, tabii suyu tüketme konusunda bana yardım edecek olsaydın."
"Tüpçü olup o tüp takma çıkartma süresini kullanmak istemiştim ama doğalgazlı evde komik kaçacaktı. Gülme... Gülme diyorum... Azraaa..." O da gülerken bir yandan da yüzünün her milimini inceliyordu. Oturma odasından gelen ışıktan başka ışık yoktu koridorda. Azra da aynı loş ışıkta Çınar'ı hafızasına kazıyordu.
“Madem gelecektin niye aradın?”
“İki sebebi var. Birincisi nasıl karşılayacağını anlamak, ikincisi de perdelerini kapattırmak. Çünkü benim ekip karşı evde oturuyor ve her an biri burayı izliyor. Ben gidince mutfağa gir ve su doldur. Böylece sorun olmaz.”
“Tamam.”
Kapıdan çıkmadan minik bir öpücük kondurdu dudağına. Hiç yetmiyordu böyle küçük öpüşmeler. Genç adam aklındakini söyledi. "Hafta sonu bir yerlere kaçalım."
"Ben Mersin'e gideceğim." Sesi fısıltı gibiydi.
"Babana mı? Emin misin? O adamı affedecek misin?"
"Bilmiyorum. O konuda onunla konuşmadan bir şey söyleyemem. Niye Teoman'dan ayrıldığını onun hakkında neler bildiğini öğrenmem lazım. Belki işe yarar evrak falan vardır yanında. Onları alır dönerim."
"Kaç gün kalacaksın?"
"Üç gün. Uçak biletlerine baktım. Aktarmalı Adana üzerinden erken saatte uçak var."
"Tamam." Kısa bir an durdu. "Sakın başını derde sokacak bir hareket yapma."
"Merak etme, kabine girecek küçük bir çanta hariç hiç valiz almayacağım yanıma."
"Onu kasdetmedim. Baban için söylemiştim. Çok güvenilir biri değil."
"Biliyorum. Güvenmiyorum zaten. Tek amacım beni niye hapse yolladığını bilmek. Orada bana iyi baktı. Yani öyle olduğunu düşünüyorum ama yine de üç yılımı çalan adamla iş birliği yaptı, beni görmeye hiç gelmedi ve sessizce çekip gitti. Bunlar için yüzleşmem şart."
"Baban mı baktı sana içeride."
“Öyle sanıyorum.”
Çınar, bir şeyler daha sormak istiyordu ama saatine bakıp çok uzun kaldığını anlayınca "Sonra konuşuruz bunları. Zaten bana her şeyi anlatmanı istiyorum. Seni senden dinlemek istiyorum. Ama şimdi gitmem lazım."
"Bir daha..."Cümlesini tamamlamadan Çınar yine sarıldı, kulağına"Önceki söylediklerimi unut. İlk fırsatta. İlk fırsatta göreceğim seni. İyi geceler. Rahat uyu."
"Sen de." Sonra Çınar'ı beklemeden bu kez Azra uzandı. Dudakları ile o sert dudakları öpmeye başladı. Dilinin ucu ile yaladı, tadını beynine kazıdı. İyice delirtmek için küçük bir de ısırık attı dudağına. Çınar, iki eli ile yüzünü tutup o yumuşaklıkla vahşilik karışımı öpüşmeyi sadece sert, biraz da bereleyici boyutta bir öpüşmeye taşıdı. Kimsenin şikayeti yoktu... sonra hızlıca çıktı gitti evden.
*****
Hafta içi telefonla görüşmüşlerdi. İkisi de fırsat yaratmak için işlerini ayarlamaya çalışsa da onlara uygun ortam sadece oteldi. Başka bir yerde buluşmaları imkânsız gibiydi. Çınar, telefon açtığında Azra da tam onu aramak için eline telefonunu almıştı.
"Kalp kalbe karşıymış. Seni aramak üzereydim."
"Arayan sen olsaydın ne söyleyecektin?"
"Yarın Mersin'e gidiyorum, diyecektim. Seni çok özledim, diyecektim. Zaten beş gün oldu, en az üç gün daha göremeyeceğim, diyecektim."
"Başka?"
"Bu sonuncuyu senin söylemeni bekliyorum. Ben söyleyince biraz terbiyesiz bir kızmışım gibi olacak."
"Öyle olmadığını biliyoruz, söyle hadi, duymak istiyorum." Sadece cümle değil söyleniş şekli de verdiği değeri gösteriyordu. Basit bir kadın değildi gözünde ve bunu söylemenin bin türünden birini az önce göstermişti.
Azra yine de önce küçük bir nefes aldı. Sonra da bir çırpıda cümleyi söyledi. "Akşama Semahat ablanın oraya gelir misin?" Otele diyememişti. Çok tuhaf gelmişti. Çınar kahkaha ile gülerken yanıtladı. "Gerçekten de kalp kalbe karşıymış. Aynı cümleleri kuracaktım. O otelin en güzel odasını tut. Tabii öyle bir odası varsa."
"Tuttum zaten. Off neler diyorum. Şey... Bazen onlara temizlenmesinde yardım ediyordum. O yüzden bildiğim bir oda var. O otelin suit odası ama fazla bir şey bekleme."
"Temizlik malzemelerinin dolabına bile razı edebilirsin beni."
"Çok rahat olmaz." Rahat olmayabilirdi ama yaptıkları konuşma o kadar tahrik edici gelmişti ki şu an o dolaba bile razı olabilirdi. Yıllarca erkek ihtiyacı duymamış birinin bu hale gelmesi normaldi herhalde.
"Akşama görüşürüz. Yiyecek bir şeyler getiririm. Yemediğin bir şey var mı? Ya da dokunan bir şey?"
"Sormamış ol."
Çınar, basit bir cümlenin bile ona hapis hayatını anımsatmasına, sesinin tonunun değişmesine alışamamıştı. Ne buldularsa, önlerine ne konulursa yemek zorunda olan insanların seçme şansı yoktu. Bunu sık sık unutmasının nedeni Azra'nın hapis sonrası hayatına hızlı uyum sağlamasıydı. Lale ile tanıştığında neredeyse bir ay olmuştu hapisten çıkalı. Şimdi ise üç ayı tamamlamıştı. Çoğu insanın yemek yiyemediği, sokakta yürüyemediği, vasıtalara binemediği süreçte o hayatını normal düzenine kavuşturmuş, peşindeki manyak yüzünden ara sıra korksa da her şeyi yapabileceğini herkese göstermişti. Üstelik yarın uçağa binecekti. Hayatını karartan uçak yolculuğundan sonra bir daha aklına bile getirmez sanıyordu ama o bunu konu bile etmemişti. Azra gerçekten güçlü bir kadındı. Hayatında olmasını çok isteyeceği bir kadın... Ve akşama o kadını kollarına alacak, sabaha kadar da bırakmayacaktı.
Daha bir hafta önce öpüşmeyi bile unutmaları gerektiğini söylerken bir hafta sonra buluşmak için aramıştı. Uzak duramıyordu. Bu cinsel açlıkla tarif edilecek bir şey değildi. Çünkü aylarca hayatına bir kadın girmese de bu kadar aç olduğunu anımsamıyordu. Azra’ya özel bir durumdu bu.
Kendi adına oda tutamıyordu. Ne kötü bir ilişki şekliydi bu. Geçen sefer kaldığında da Semahat Hanım onu kaydetmemişti. Anlayışlı kadındı. Azra'nın o ve kızı ile dost olması hoşuna gidiyordu. Görmüş geçirmiş ve çok da dikkatli biriydi. Geleni gideni takip ediyor, kendisi yoksa da yerine bakanın işlerini kontrol ediyordu. Gece nöbetini yapan genç adam da şimdilik sorun teşkil etmiyordu ama aynı derecede güvenilir olduğunu söyleyemezdi. Ne de olsa genç birinin para ile ikna edilmesi çok daha kolaydı. Gözü üzerinde olacaktı. Giderken dört kişilik yiyecek almaya karar verdi.
Akşam olmak bilmemişti. Dakikaları sayıyordu Azra. Otele geldiğinde Semahat ablayı yine bankonun arkasında buldu.
"Hoş geldin kibarcık. Çok iyi gözüküyorsun."
"İyiyim. Sen de iyi gözüküyorsun. Ne o, ben geleceğim diye süslendin mi sen?"
"Sana ne süslenicem, o yakışıklı için süslendim." O kadar keyifle kahkaha attı ki Azra da ona katıldı. Sonra bir an neden buluşacaklarını anımsayıp utandı.
"Ya abla, sabahtan beri içim içimi yiyor. Size de ayıp ediyorum ama başka türlü görüşemiyoruz."
Semahat abla yerinden kalkıp Azra’ya sarıldı. Kulağına eğilip yine gülerek,i"Saçma saçma konuşma. Ben Selma'yı ağaç kovuğunda bulmadım. Ayrıca kime ne? Zorlayan yok, evli olan yok... Bana bak kız evli değil, di mi?"
"Değil, değil. Nişan atmış diye bir ara söylemişti o kadar."
"Niye atmış acaba? Aman neyse. Selma da yoldaymış geliyormuş."
"Bu akşam sizinle yemezsem kızar mısın?"
"Yersen kızarım. Vaktini boşa harcama. Hayatın ne getireceğini bilemiyoruz. Vakit kaybetmeye değmez. Biz nasılsa daha çok yeriz yemek."
"Sen var ya, Allah'ın bana bir lütfusun."
"Sen de benim ikinci kızımsın. Hadi çık yukarı, bir duş al, rahatla. Hiç de rahatsız olma. Yakışıklı oyalanırsa bil ki ben oyalıyorum, darılmaca yok."
"Alem kadınsın."
"Biliyorum."
Azra, duşa girdi. Beş dakika sonra bornoza sarınmış olarak çıktığında Çınar henüz gelmemişti. Saçını yıkamaya ya da makyajını tazelemeye ihtiyacı olmadığı için sadece vücudunu yıkamıştı. Şimdi de kurulanıp giyinmeliydi. Çamaşırları giydikten sonra tam elbiseyi giyecekken kapının açıldığını duydu. Hızlı şekilde giydi triko elbiseyi. Eteklerini düzeltirken adını duydu. "Azra?"
"Buradayım."
Çınar, elindekileri orta sehpaya bırakıp sesin geldiği yöne döndü. İşte oradaydı. Biraz mahzun, biraz utangaç bakıyordu. İki adımda yanındaydı. Kollarına alıp sarıldı. Genç kadının kollarını belinde hissetti. Öpmüyordu. Öpmeye başlarsa duramayacağını biliyordu. O yüzden sadece sarılıyor, kokusunu içine çekiyor, başına yanağını yaslıyordu.
"Ben de bir duş alayım. Sonra yemeğimizi yeriz."
"Sonra."
"Sonrasına bakarız."
"Hayır, duşu sonra alırsın. Sonra yeriz. Önce..."
"Emin misin?"
"Şüphen mi var? Hadi sus artık."
Sustu. Onu da susturdu. Dudaklarına nihayet ulaşmıştı.
*****
Seviştikten sonra ikisi birlikte duşa girip bir kez daha seviştiler.
"Senin yanındayken bolca kondoma ihtiyaç duyacağım."
"Hap almaya başladım ama henüz çok yeni. Korumaya başladığından emin olunca çekinecek bir şey kalmaz."
"Bir kez daha?"
"Yorulmadın mı?"
"Duşu kastettim, sen ne fena oldun öyle? Yıkanamadık ki!"
"Tabii, eminim duşu kastettin. Fakat gerçekten duş alıp çıkalım. Acıktım. Yiyecekler buz gibi olmuştur."
"Belki biraz ılınmıştır. Çünkü şaşkın bakışlı tavukçuya önce streç filme, sonra folyoya sarmasını söyledim. Lale böyle yaptırmazsam kısa sürede folyoların beni hasta edeceğini öğretti. Bu sayede sıcak kalıyor yiyecekler. Fark etmediysen diye söyleyeyim, paketleri kalorifer peteklerinin üstüne koydum."
"Akıllı kardeşler."
"Seni görmek istediğini söylüyordu."
"Bir şey mi oldu?"
"Hayır, seni daha iyi tanımak istiyormuş."
"Dönünce bir yemek ayarlarım. Ben de özledim ama şu ara aramaya bile fırsat bulamadım. Aklım karışıktı biraz."
"Bir şeyi netleştirelim. Bizi bilmiyor."
"Bilen sadece Semahat Abla ve Selma."
"Mecburen. Öyle de kalsın. Zor olacak ama idare edebilir misin?"
"Neler yapabileceğimi bir bilsen aklın durur."
"Vayyy başka maharetlerinde mi var?"
"Bana bir daha hapishane günlerimi sormadın. Niye?"
"Anlatmak istediğinde sen anlatırsın diye. Kötü bir şeyleri anımsatmak istemedim."
"Teşekkür ederim. Yerken anlatmamı ister misin? Çünkü bilinenlerin aksine içerisi insanlara çok şey öğretiyor. Bakma öyle, klişe bir cümle değil. Bak şimdi; ilk içeri girdiğimde daha mahkemem devam ettiği için kendimi hep onlardan farklı gördüm. Sonuçta babam beni kurtarırdı. Ben masumdum. Bir iki aya çıkacaktım. Yirmi yedi yaşıma hapiste girdim. O gün gardiyan bir abla bana bir küçük paket verdi. İçinden çikolatalı kek çıktı. 'Sen anlarmışsın' dedi. Kimden diye sordum, söylemedi ve çıktığım güne kadar da öğrenemedim."
"Babandan mı?"
"Öyle sanıyorum."
"Sonra?"
"Sonra, elimde o minik kek ile yatağıma oturdum ve içeriye girdiğimden beri ilk kez ağladım. O kadar çok ağladım ki insanlar birinin öldüğünü haber verdiler sandılar. Aslında ölmüştü. Doğum günümde geçmişim ölmüştü. Onlara doğum günüm dedim, ağlarken avuçlarımda sıktığım paramparça olmuş o keki gösterdim. İnsan doğum gününde ağlar mı dediler. Biri yarım paket bisküvi biri önceki günden kalmış, hatta hafif ekşimiş yaprak sarmasından uzattı. Kimdi hiç hatırlamıyorum, beni ayağa kaldırıp sarıldı. O ana kadar ben onlara hiç güler yüz göstermemiştim. Asık suratla oturuyor, hava almaya çıkışlarda, yemek zamanında kuru bir iki cümle söylüyordum. Öyle her koğuşun ağası falan yok. İlla dizilerde gösterildiği gibi kötü, hırslı, kıskanç tipler de yok. Zaten herkesin derdi kendi boyunu aşmış. Elbette ara sıra sorunlar çıkıyordu. İnsanız, ters anlaşılıyorduk ama o gün benim için 4-5 kişi bir araya gelmiş, yiyeceğini paylaşmış, biri hareketli bir şarkı bulmuştu radyoda. Herkes oynuyordu. Doğum günümde yeni arkadaşlarımla eğleniyordum."
"Tuhaf bir gün olmuş senin için."
"Ne ilkiydi ne sonuncusu oldu. Fakat o gün bir dönüm noktasıydı. Keki getiren gardiyan bazen para getiriyordu. Hiç azımsanmayacak bir miktardı. Mahkeme bittikten sonra gelen kimliği belirsiz bir mektup ile her ay adıma müdüriyete yatırılacak para bildirildi. Eminim daha fazlası da vardı ama onlar bana 'iyi bakması için' görevlilere dağıtılıyordu."
"Artık baban olduğundan emin olmaya başlıyorum."
"Ben hala değilim. Gözleri üstümde olsun, konuşmayayım diye Teoman da veriyor olabilir düşüncesindeydim. Yanlış bir şey yapmaya devam etsem, bir şeyler anımsasam, ki keşke anımsayabilseydim, beni orada şişleyip öldürmeleri o kadar kolaydı ki. O yüzden hâlâ tereddüt ediyorum. Mersin ziyareti işe yarayacak bu konuda da!"
"Sonra ne oldu?"
"Sonra, üç yıl, giden, gelen mahkûmlarla hatta, ölen bir iki mahkûmla geçti. Her türden insan vardı. Benim için en özel iki kişi ise biri tekvandocu genç bir kız ile uzun yıllar fahişelik yapmış bir ablaydı. Okuması yazması yoktu ama koy kürsüye üniversitede ders anlatsın. Öyle bir hayat tecrübesi."
"Tanıyorum öyle birkaç kişi."
"Sende de hikâye çoktur, bir gün de sen anlatırsın." Hapishane günlerini anlatırken konuşmasının değiştiğini fark etmiyordu. Cümleler daha kaba, ses tonu daha toktu.
"Anlatırım. Şimdi şu yiyecek paketlerini çöpe atayım da rahat yatağa uzanıp konuşalım."
"Konuşacak mıyız?"
"Yediklerimizi biraz hazmedene kadar, evet. Hadi sen uzan, geliyorum."
Yanına yattıktan sonra iyice kendine çekip sarıldı, Azra'ya. "Devam et tatlım."
"Tatlım... hım, tat kattım yani hayatına?"
"Tahmin bile edemeyeceğin kadar. Bana öyle bakmayı kes, anlat."
"Emredersiniz sayın savcım."
"Savcı kimliğimi bu odaya hiç sokmadım."
"Farkındayım. Teşekkür ederim."
"Ne o anlatmak istemiyor musun?"
"Dinle bakalım beğenecek misin?" Sonra yattığı göğse biraz daha sokuldu. Bir eli ile karın kaslarının üzerinde daireler çizerek anlatmaya başladı. "Tekvandocu kız dedim ya. Ayşenur'du adı. Benden önce çıktı o. Kasten öldürmemişti. Aa söylemedim değil mi, cinayetten yatıyordu. Nihayet savcı istemeden öldürdüğüne kanaat getirdi. O zamana kadar hepimize ders verdi."
"Sen tekvando mu biliyorsun yani?"
"Ve daha bir sürü uzak doğu sporu. Ama sanırım en çok kendoyu severek yaptım. Tabii içeride sopa, kılıç bulmak zor olunca gazetelerden yaptığımız sopalarla çalıştık."
"Geçen akşam kapına birileri geldiğini sandığında ya da sokakta yolunu kestiğinde neden kullanmadın bu bildiklerini?"
"Gerçekten ihtiyaç duyana kadar kullanmayacağım. Uzakdoğu felsefesi falan filan işte."
"Çalışmazsan pratiğini kaybedersin, bildiklerini uygulayamazsın."
"Yatak odamda çalışıyorum. Hem sporumu yapıyorum hem de hareketleri tekrarlıyorum. Aslında bir salona kaydolmak istiyorum."
"Başka neler öğrendin?"
"Para geliyor demiştim ya. Bir sürü yemek öğrendim. Kendi bildiğim bir iki basit yemeği de ben öğrettim. Ama en çok okuma yazma bilmeyenlere ders vermekten hoşlandım. Fahişelikten yatan ablama okuma yazma öğrettim. Kendi mektubunu yazdığı ilk günü hiç unutmayacağım. Hem yazdı hem de mutluluktan ağladı. Bir sürü de kitap aldım. Şimdi çoğu yasaklanmış ama bizim koğuştaki romanlar duruyormuş."
"Görüşüyor musun kalanlarla?"
"Gardiyanlardan birini arıyorum ara sıra. İhtiyaçlarını soruyor, gerekenleri yolluyorum. Bana gelen para da kesilmiş. Yani çıktığımı da biliyor o parayı yollayan."
"Yarın gittiğinde babana sor, o mu yollamış. En azından bunu yapmıştır bence."
"O bile olsa o para kirli paraydı. Zorda olmasam tek kuruşunu kullanmazdım. Çoğu fakir bir oda dolusu kadın, kışın yazlık penyelerinin üstüne yırtık pırtık hırkalar giyiyorlardı. Koğuşlar iyi ısınmıyor, herkes sık sık hasta oluyordu. Herkese bedenine uygun kalın giysiler, ayaklarına kalın, yünlü çoraplar, patikler, botlar aldırmıştım."
"Ve almaya devam ediyorsun."
"Kim söyledi?"
"Kimse söylemedi. Seni tanımaya başladığımı bilmen lazım artık."
"Hapis yatmasaydım asla aklıma gelmezdi onlara bir şeyler yollamak. Hatta benim gözümde hapisteki herkes suçluydu ve cezasını çekmeliydi. Ne zaman ki kendim hiç suçum yokken içeri atıldım, işte o zaman kafama dank etti."
"Senin dosyanı okudum."
"Aaa yeni mi? Neler yazıyor?"
"Yeni okumadım. Ben de dava üzerinde çalışıyordum biliyorsun. O zaman okumuştum. Hep tuhaf geldi bana senin uyuşturucuyu yurt dışından sokup da bizim havalimanı gümrüğünde yakalanman. Üstelik böyle bir adamın yanında olup şarap şişesinde kokainle yakalanman şaka gibiydi. Hepsinin hesaplandığı aşikâr."
"Adamlar iki ayrı noktada didik didik aradılar. İçinde sözde uyuşturucu olan şişeler o çantadaydı ve gözlerinden kaçmadığı gibi incelemişlerdi bile. Ama bizim gümrükte hem şişeden sıvı uyuşturucu çıktı hem de dünya para verdiğim bebeğimi de parçaladılar. "
"Uluslararası yazışmalarda şişelerle ilgili bilgi yoktu."
"Niye olmadığı hakkında hiç fikrim yok. Kişilerin banka bilgilerine ulaşsam belki rüşvet aldıklarını ispatlarım ama şu an elim kolum bağlı. O havaalanı görevlilerinden kimse suçlanmadı. Beni biri ihbar etti ve ben yakalandım. Uçakların yapısı kargo bölümüne ulaşımı sağlıyor. Fakat bunların izinle ve rapor altında olması lazım. Öyle bir bilgi yok. Kargoları uçaktan indirenlerden şüpheleniyorum. Tabii öncelikle biri o şarapları aldığımı bilmeli. Yani beni takip eden biri olmalı. Kendime avukat tutamadığım için atanan avukat dahil kimse de yardımcı olmadı."
"Keşke seni o zaman tanısaydım. Ben senin davandan bir yıl sonra tayin oldum İstanbul'a. O zamandan beri delil topluyorum ama çok da başarılı olduğum söylenemez. Evrakların içinde o kadar çok noksan var ki, birinin onları özellikle yok ettiğini tahmin etmek zor değil."
"Emin olabilirsin. Her şeyi ayarladılar.”
“Bu kadar tehlikeli birinin herkesi korkutmasını anlıyorum ama benim konumumda birilerini bile ele geçirmiş olmasını kabul edemiyorum.”
“Seni ya da Lale'yi öğrenecek diye çok korkuyorum. O yüzden bu buluşmalar tehlikeli."
"Hem de çok tehlikeli. Yine de arada buluşacağız, böyle kollarımda olacaksın. Yoksa bu iğrenç dosyayı temizlemeden çıktığı pis raflara geri tıkar, seninle mutlu mesut yaşarım."
Çınar ciddiydi. Ya bu şekilde devam edecek ya da her şeyi bırakıp Azra ile mutlu olmanın yollarını arayacaktı. Bu kadar kısa sürede böyle yoğun duygularla karar vermesinin hata olduğunu biliyordu. Zaman içinde belki de fikri değişecekti. Azra’nın bugün hissettirdikleri hep böyle kalacak mıydı? Daha önce aşk yaşadığını sanmıştı. Yine yanılmış olmak istemiyordu. O yüzden de biraz sakinleşecek, seks ile de duygularını bastırmaya devam edecekti. Belki bir iki sefer sonra doyacaktı. Bunları düşünürken bile kendisine yalan söylediğini biliyordu. Onu daha kardeşinin bürosuna girdiği an istemiş, o günden sonra da hissettikleri hep artmıştı. Sakinleşmesi ve doğru zamanın gelmesini beklemesi gerektiğini biliyordu. Tek sorun bunu bilmenin bir işe yaramıyor oluşuydu.
Azra, genç adamın düşündüklerinden habersiz konuşuyordu. "En son isteyeceğim şey, onun, cezasını çekmeden yaşaması. Öyle bir hapis cezası almalı ki kuru ekmeğe muhtaç olmalı. Tüm malını mülkünü kaybetmeli."
“Ev tutarsan bu kadar kolay buluşamayabiliriz.”
“Evi gözetlemeye başlar. Burayı da gözetliyor olabilir ama burada hep kaldığım için dikkatini çekmez.”
“Kesinlikle gözetleyecektir evini. En iyisi bu konuyu sonraya bırakmak. Fakat...”
“Fakat ne?”
“İlla evim olsun dersen Lale’nin kocası senin için evi satın almaya razı oldu. Ne de olsa alacak kadar parası var. Dikkat çekmez.”
“Teşekkürlerimi ilet ama şimdilik bekleyeceğim. Hem burası daha güvenli.”
"Bence de. Artık biraz hareketlenmek lazım."
"Dava için mi dedin? Yoksa..."
"Yoksa ne?"
"Dinlendin mi?"
"Hem de nasıl."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder