14 Şubat 2022 Pazartesi

Notaların İçinde Aşk

                                      




  Notaların İçinde Aşk 

 

Gizem, arkadaşlarının oturduğu masaya doğru yürürken ikisinin gülen yüzlerine baktı. Üç haftadır görüşememişlerdi. İkisini de özlediğini fark edip adımlarını hızlandırdı. Masaya ulaştığında kemanının kutusunu dikkatlice koydu. Kot montunu da çıkartıp sandalyenin arkasına astıktan sonra kızlara tek tek sarılıp öptü? 

“Nasılsın kayıp-kaçak?” 

“İyiyim, sizi sormalı? Melike, hallettiniz mi büro işini?”  

“Evet, Yonca’nın emlakçının söylediği yeri tuttuk. Ismarlasak bu kadar iyisini bulamazdık. Sen ne yaptın? Provadan mı? Öküzden ses var mı?” Merak ettiği her konuyu sormuştu.  

“Evet, provadan. Aman, çıkmasın sesi. Çok kızgınım ona.” Bir ay kadar önce yaşadıklarını kızlara bile anlatmamıştı. Biraz utanç, biraz da kızgınlık vardı bu sessizliğinde.  

“Anlat artık.” Yonca da merakla bekliyordu.  

“Anlatırım. Şimdi önce yiyecek bir şeyler isteyeyim.” Belki bugün anlatacak kadar rahatlardı. Çok iyi geçen prova sonrası arkadaşları ile konuşmak iyi gelecekti. Turneden sonra üç gün tatil yapmıştı tüm ekip. Kendisi de İstanbul’a dönmemiş, yanına gelen anne babası ile kısa bir termal tatili yapmıştı.  

Yılın büyük konserine sadece iki gün kalmıştı. Defalarca kez konser verseler de her yeni gösteri öncesi aynı heyecanı ve korkuyu yaşıyordu. Yıllar sonra da böyle olacağını söylüyordu tecrübeli müzisyen arkadaşları. O da artık tecrübeli sayılırdı. İki yılı tamamlamıştı aynı orkestrada. Senfoni orkestrasına seçildiğinden beri hayatının işini yaptığından emindi.  

Siparişleri her zaman onlara servis yapan garson tarafından getirilince kısa bir muhabbet de döndü aralarında. Uzun yıllar aynı yere gelince oluşan o tanışmışlık hissi ile hatır sorduktan sonra kendi konuşmalarına döndüler.  

“Önce siz anlatın, neler yaptınız?” 

“Ben ve yalanım mutlu mesut yaşıyoruz. Arada kendimi kötü hissediyorum ama gerçekten evimi sevdim.” Yonca konuyu uzatmadan susmuştu. Zaten herkesin bildiği şeyleri tekrar konuşmanın anlamı yoktu. Melike ise yeni iş yerinden bahsetmek yerine son aldığı dava hakkında bir şeyler anlattı. Komik olaylar ile trajedinin iç içe geçtiği hayattan bir kesitti son davası. Çok detaya giremeyeceği için o da kısa kesmişti. Sıra yine kendisine dönünce Gizem artık kaçamayacağına karar verdi.  

“Sizi dinlemediğim için beni affedin diye söze başlamalıyım. Çünkü ikiniz de onu hiç sevmemiştiniz. Yüzünüzden bile belli oluyordu kiiiiii siz normalde iyi saklarsınız duygularınızı.” 

“Haklısın, sevmedik. Ukala, kendini beğenmiş ve biraz kabaydı.” 

“Çok haklısın Yonca. Tek hatan kaba kısmını hafif geçiştirmen.” 

“Ne yaptı? Sana vurdu mu?” Melike, mesleki duyarlılığı ile hemen en kötüyü düşünmüştü. Etrafında yüzlerce böyle dava dönüyordu. 

“O kadar ileri gitmedi. Gider miydi bilmiyorum ama onda o potansiyel varmış. Bunu anladım.” 

“Nasıl, ne yaptı sana?” 

“Çok kısa anlatacağım, çünkü halen sinirlerimi bozuyor yaşananlar. Sevgililer gününde yemeğe çıktık.” 

“Sen ve sevgililer günü mü?” Üçü de böyle günlere sıcak bakmazdı.  

“Ah sorma, hadi huyumu bilmiyor dedim kabul ettim. Keşke etmeseydim diyeceğim çünkü artık sevgililer gününden nefret ediyorum. Önce ayakkabımın topuklarının çok yüksek olduğunu söyledi. Oysa hem ilk giyişim değildi hem de benden epey uzundu biliyorsunuz. Kompleks yapacak bir şey yoktu. Meğer çok seksi oluyormuş yüksek topuk.” O sırada üçü de kendi ayakkabılarına baktılar. Üçünün de yüksek topuklu ayakkabı sevmesi, alışveriş yaparken çok keyif aldıkları bir şeydi. Birbirlerine ayakkabı önerir, hatta hediye ederlerdi.  

Eeee seksiyse seksi, ona ne?” Yonca tepki vermişti. İçlerinde topuklulara üstelik çok yüksek topuklulara en düşkünü oydu.  

“Bence de öyle ama hadi dedim, bugün ters bir şeyler yaşamıştır, hırsını topuklularımdan almak istemiştir.” 

Bu kez Melike araya girdi. “Sen de hırsını topuklarınla alsaydın. Ayağına bastım de de içim rahatlasın.” 

Melike’ciğim, yapmadım elbette ama pişman da olmadım değil. Keşke ilk ağzını açtığında bassaymışım.” 

Yonca, Gizem’in sesindeki siniri fark edip biraz ortamı yumuşatmaya karar verdi. “Kaba kuvvet... piiiiii ne kadarrr yakışıksız... Şaka şaka böylesine, vurdun mu kafasında delik açacak iğne topuklularla saldıracaksın.” 

“Anlat bakalım, sonra ne oldu. Tek topuk yüzünden öküz olmaz...” Kimse adamın adını anmıyor, sadece öküz diyerek anlaşıyorlardı. Bir gün bu hallerine güleceklerini bile bile.  

“Haklısın. Şubatın ortası, hava serin ve tabii ben manto ile çıktım evden. Restoranlar sıcak, mantoyu bir çıkarttım, bundan bir ses, “Sen ne giydin böyle?” diye bağırıyor. Herkes bize bakmaya başladı.” O anı yeniden yaşamış ve utanmıştı.  

“Ne giydin?” 

“O da mı seksiymiş?” 

“Mini etek ve kruvaze yakalı bir buluz giydim. Mantomu çıkartırken yakam hafif kaymış, ama gözüken bir şey yok, ki olsa ne olacak ben bu adamla havuza gittim. Yanında bikini giydim. Zaten ne demek kıyafete karışmak? Ama bir gecede içinden gerçekten öküz çıktı ve o andan itibaren yemek boyunca saçma sapan “Artık ilişkimiz ciddi bir boyuta geldi, böyle kafana göre giyinemezsin, zaten o orkestrada çalıyorum züppeliği de bitmeli” gibi iğrenç, seviyesiz sözlerle beni delirtti. Gecenin en başında herkesin dikkatini çektiğimiz için sessiz kaldım.” 

“Kalkıp gitseydin.” Melike yine dayanamamıştı.  

Gizem, arkadaşlarına bakarken bir yandan da gülüyordu. “Üfff niye gidecekmişim. Yeni açılan, hesabın kişi başı lüks bir semtin kirası kadar geldiği lokantaya gitmişim, öküzcük bir de şampanya istemiş, hesabı ikiye katlamış, salak mıyım kalkayım.”  

“Karnını doyurdun yani?” Yonca gülmeye başlamıştı.  

“Tatlı bile sipariş ettim. Altın parçacıklı falan. Tabii bu arada adamın zengin olması, o paranın ona koymayacağını biliyorum ama yine de bu zevkten kendimi alamadım.” 

“Sonra?” 

“Bu kendini romantik sanan öküz kemanlar eşliğinde evlenme teklif etti.” 

“Sana birileri keman mı çaldı? Yoksa?” 

“Hayır, o değildi.” 

“Yine de romantik bir hareket. Çoğu genç kızın rüyası!” 

“Benim de rüyam sayılır ama benimkini biliyorsunuz. O değildi. Zaten o bilmiyordu. Çalıyor olmam iyi çalandan dinlemeyeceğim demek değil ama zaten kızgınım, kaba saba hareketler yapıyor sonra da daha teklif bile etmeden hayatımı değiştirmeye uğraşıyor, o da yetmiyor, o kalitede bir yere yakışmayacak kadar kötü çalan kemancılarla aklınca romantizm sergiliyor.” Keman kutusunu okşadı parmakları ile. Her şeye katlanırdı ama kötü çalınan bir parçaya katlanamazdı. Kulağı tek bir hatalı notayı anında yakalayacak kadar hassastı.  

Onun sessizliğine kızan Melike, “Orada kabul mu ettin yüzüğü?” diye sordu. Sonra hafifçe Yonca’ya eğilip, “Bak, tek taşla teklif almış.” dedi. Yonca da yüzünü buruşturarak, “Korkunç bir klişe. Ne anlıyorlar böyle saçma sapan hareketlerden?” 

“Ne olacak, taş büyükse aşk da büyük oluyor.” 

“Ya da borç... ya da daha beteri, olmayan aşkın kılıfı.” 

“Kızlar, fısıltınızı duyduğumu biliyorsunuz değil mi?” 

“Biliyoruz ama sen de tek taşla evlilik teklifi almışsın. Yani aramızda bunun geyiğinin yıllarca süreceğini bilmelisin.” 

“Tabii kabul ettiysen!” 

“Hayır, düşünmem lazım dedim. Daha fazlasını midem kaldırmadı.” 

“Düşünecek ne var demedi mi?” 

“Demez mi, seviyormuş beni, mutlu olacağımızdan eminmiş. Çevresinin kabul edeceği biriymişim. Ki en çok bu cümlesine uyuz oldum. Uzun uzun kutuyla oynadım, tatlımın son lokmasını büyük bir keyifle yedim. Sonra ayağa kalktım, kutuyu da elime aldım. Çantamı aldım, salına salına vestiyere gittim. Mantomu aldım, tek omzuma attım ve topuklarımı vura vura yürüyerek kapıdan çıktım.” 

Vayyyy süper hareket. Sonra ne oldu?” 

“Tabii o hesap ödemek zorunda, o sırada taksiler kapının önünde sırada bekliyor zaten, ilkine bindim ama hareket etme dedim. Beş dakika sonra bu koşar adım geldi dışarı, seslendim, taksiye doğru hareket etti, nereye gidiyorsun saçmalama dedi, ben de yüzük kutusunu ona attım ve senden uzağa, sakın arama bir daha, dedim ve sonra taksiye sür kardeş diyerek oradan uzaklaştım.” 

Vayyy beeee, bundan iyi film sahnesi olurmuş.” Yonca bir yandan hareketi alkışlıyor bir yandan da kahkaha atıyordu. Onun kahkahalarına Melike ve Gizem de katıldı.  

“Olmuştur belki ama ben o an daha sert bir şey düşünemedim.” 

“Bu gayet iyi olmuş.”  

“Evet, yeterli olmuş. Pekiyi, sonra aramadı mı?” 

“Aradı, eve geldi, yine aradı ve artık aramıyor.” 

“Eve geldiğinde ne yaptı?” Melike’nin avukat tarafı yine ortaya çıkmıştı.  

“Kapıyı açmadım. Ne yapacağını bilemediğim için eve almayı doğru bulmadım.” 

“İyi yapmışsın da bu olayların üstünden uzun zaman geçti. Niye anlatmadın bize?” 

“Çünkü ikiniz de “Ben demiştim.” diyebilirdiniz. Çünkü dediniz. Çünkü ben aptallık ettim. Hatta, Yonca’nın haklı olduğu şekilde sanırım onun parası biraz gözümü aldı. Daha önceki tavırlarını sevgisine yordum. Ama öyle değildi. O gerçek bir maço ve sanılanın aksine maço tiplerle mutlu olunmaz.” Biliyordu. Daha önce yaşanmış ve hiç anlatmadığı olay yüzünden biliyordu.  

Melike, “Biz demiştik, haklısın ama niye demiştik? Çünkü biz senden tecrübeliyiz. Benzer tiplerden dilimiz yandı. O yüzden seni uyarmıştık. Neyse ki başına büyük dert açmadan sen de uyandın.” 

“Haklısın Melike. Şükrediyorum halime. Bu arada unuttunuz mu, neredeyse iki haftaya yakın turnedeydik. Çok güzel geçti. Sormadınız ama ben söyleyeyim.” Bozulmuş gibi yapıyordu. En uzun yurt içi turnesini yapmışlardı. Görmediği birçok şehri gezmiş, tarihi yerleri yakından görmüştü.  

“Sormadık, çünkü takip ettik. Sizin orkestranın sayfası ikimizin de takibinde biliyorsun. Hatta yorumlar bile yazdık.” 

Aaa doğru, hiç aklıma gelmedi. Çok güzeldi. Ülkemizde klasik müziğe ilginin bu kadar artması çok hoşumuza gidiyor. Her konser salonu doluydu ve yakında yeniden turneye çıkıyoruz.” 

“Yine yurt içi mi?” 

“Hayır, bu kez yurt dışı ve beş ayrı başkentte verilecek konserler. Hemen her şehirde iki konser ve ortalama üç gün!” 

Vayyy beeee. İşte güzel haber diye ben buna derim. Gez dolaş, parasını başkaları ödesin.” 

“Nerelere gidiyorsunuz?” 

“Paris’ten başlıyoruz. Sonra Zürih, Münih, Viyana, Budapeşte ve dönüş.” 

“Süpermiş. Harika bir turne olacak eminim. Benim pasaportun beş senede dolamadığı kadar sayfasını dolduracaksın.” Yonca, gezmeyi severdi. İmrenerek dinliyordu arkadaşını. 

Melike, “Senin adına çok mutluyuz biliyorsun değil mi? Hep hayalin olan işi yapıyor olman muhteşem bir şey.” diyerek arkadaşını kutladı.  

“Size bir sır vereyim mi?” 

“Yeni biri mi var?” 

“Aşık mı oldun?” 

“Ay bi’durun. Ne aşkı hemen? Diğerinden yakamı yeni kurtarıyorum.” 

Yonca içini çekip, “Aşk bu, zaman mekan tanımaz. Yıllarca kimseyi sevmezsin, bir an gelir görür görmez çarpılırsın.” dedi. Kendi halini özetliyordu.  

“Orası öyle ama bu aşk işi değil. Ya da şöyle anlatayım, bu aşk bir erkeğe duyulan aşk değil.” 

“Tamam o zaman, anlat, ne sırrı?” Melike meraktan çatlayacaktı.  

“Ayrıca üç kişinin bildiği sır değildir!” Diye ikisini de kızdırmak için söylendi Yonca.  

“Sen dizi repliği mi parçaladın bize?” Melike onun ne yaptığını anlamış gülüyordu.  

“Evet, ama cuk oturdu.” 

“Anlatıyorum, dinliyor musunuz?” 

Yesss 

“Ben beste yaptım.” 

Neeee 

“Beste mi?” 

“Evet, orkestra için bir beste yaptım. Aslında çok bestem var ama ilk kez orkestra için yaptım ve ilk kez birilerine bundan bahsettim. Henüz farklı müzik aletlerinden dinlemedim ama kemanla çok hoşuma gitti. Tüm aletler ile çalındığında nasıl bir şey olacak çok merak ediyorum.” 

“Nasıl deneyeceksin?” 

“Biraz daha çalışmam lazım, ondan sonra bir prova günü herkese notaları dağıtıp birlikte çalmayı teklif edeceğim.” 

“Çok sevindim. Umarım istediğin gibi olur ve sen çok ünlü bir besteci olursun.” 

“Muhteşem bir şey. Düşünsenize ünlü bir arkadaşımız olacak. Aaaa ünlü olunca bizi tanımazlık etmezsin değil mi?” 

“Adınızı bile unuturum. Sahi kimdiniz siz? Masamda ne işiniz var?” 

“Şimdiden sattı bizi.” Üçü de gülerken Gizem içtenlikle konuştu. “Teşekkür ederim kızlar. Herkesten önce size çalacağım ve siz beğenirseniz başkaları ile paylaşacağım. Çünkü ne kadar sevseniz de benim iyiliğimi istediğinizi hep bildiğim için en çok size güveniyorum. Kötüyse kötü dersiniz. Hadi artık beni konuştuğumuz yeter, biraz da siz anlatın. Mesela senin marketteki neler yapıyor?” 

“Denk gelmiyoruz ki... Ama vazgeçmeyeceğim.” 

 

*****  

 

Turne tarihi geldiğinde yeniden valiz hazırlamaya başladı. Aklı karışıktı. Bir yandan yeniden aramaya başlayan ve telefonunda Öküz olarak yazılı eski sevgilisi Samet, bir yandan yeni tanıştığı bir erkek olan Aycan ve ikisini de aslında hayatında istemeyen Gizem...  

Gerçekten aklı karışıktı. Samet’i engellemişti sonunda. Her yerden ulaşımını engellediği için tek yolu kapısına dayanmasıydı. Tedbir olarak kapıcıları uyarmış, asla siteye girmemesini istemişti. Ayrıca kapısını kontrolsüz açmıyordu. Israrcı olması korkutmaya başlamıştı. Saplantılı tiplerin kadınları sokak ortasında kurşunladığı bir ülkede korkması çok normaldi.  

Kemanlarını arabasının bagajına, valizlerinin arasına yerleştirdi. Yedek keman, teller, yaylar ve bolca beyaz gömlek, siyah etek. Konser kıyafetleri belli de olsa başına bir iş gelirse diye herkes yedeklerini yanlarına alıyordu. Annesiyle babasının üç sokak ötedeki evine ulaştığında ayrılık hüznü çökmüştü bile. Annesi ile vedalaştıktan sonra babası ile birlikte tekrar arabaya bindi. Havaalanında bırakmak yerine babasına teslim edecekti arabasını. Yol boyu baba kız neşeli neşeli konuştular. Babası annesi için bir şeyler sipariş etmişti. Üstelik parasını bile vermişti.  

“Baba, kartımla alırım, sonra hallederiz.” 

“Hayır, hem yanında nakit olması da iyidir. Belki kartının limiti yetmez. Elinin altında para olsun.” 

Babasının tedbirli olma çabasını annesine hediye mazeretine gizlediğini biliyordu. Hep böyle yapardı. Kızının maddi durumunu bilse de destek olmak için mazeretleri hiç bitmezdi.  

Havaalanının dış hat kapısında valizlerini indirdiler. Babası yaşına rağmen çok dinçti. Hızlıca bir taşıma aracı bulup valizleri yükledi. Kemanlarını kabine alacağı için elinde tutuyordu. Sıkı sıkı sarılıp yanaklarından öptüler birbirlerini.  

“Ara bizi sık sık.” 

“Sık arayamam, çok pahalı.” 

“Ben öderim sana parasını, ara. Annen merak eder.” 

“Sen etmezsin yani.” 

“Babalar merak etse de annelerin arkasına saklanır, söylemez.” 

“Değil mi ya? Haklısın, ben annemi ararım.” 

“Başarılar diliyorum sana ve tüm arkadaşlarına.” 

“Çok sağ ol baba. Bak onlar da gelmiş, toplanıyorlar. Hadi git artık sen de arkada araçlar kuyruk oldu.” 

“Hoşça kal, canım kızım.” 

“Hoşça kal, baba.” 

 

*****  

 

“Kimdi o yakışıklı?” 

“Kim kimdi? Hangi yakışıklı?” 

Sorunun yanıtını çevrelerindeki beş kişi de merakla bekliyordu.  

“Kim olduğunu biliyorsun, şu az önce seni getiren uzun uzun sarıldığın adam.” Beş kişinin haricinde biraz uzakta telefon kulağında olan Berkant da yanıtı merak ediyordu. Kimdi o adam? 

Gizem hafif bir kahkaha attı. “Babam, bu dediklerinizi duysa hepinize yemek ısmarlar. Yahu babamla vedalaşıyordum. Ne fesatsınız.” Defalarca konserlerine gelmişti annesiyle babası ama ya dikkat etmemişlerdi ya da bugün gün ışığında babası gözlerine farklı gözükmüş olmalıydı.   

“Baban mı? Kızım adam taş gibi, ondan baba falan olmaz.” Bu konuşan çello çalan ve henüz boşanmış biri olunca Gizem bir an telaşlandı. Sonra içinde kötülük olanın böyle konuşmayacağını düşünüp güldü. Yine de araya lafını sıkıştırdı. “Annem duyarsa hepinizi paralar, bilmiş olun. Babalara arkadaşlar o gözle bakamaz.” 

“Valla benim babam senin babanın yanında dedem gibi kalıyor. Ne kadar dinç.” Bu de başka bir kemancıydı. Arkadaşının haklılık payı vardı.  

“Genetik bir özellik. Dedem öldüğünde 92 yaşındaydı ve tek bir beyaz saçı yoktu. Dinç ve az kırışıklık ile ayrıldı aramızdan.” 

“Umarım sen de onlara çekersin. Ne güzel genç, dinç yaş almak.” 

“Öyle gerçekten. Eee ne bekliyoruz, işlemler için içeri girmeyelim mi?” 

“Hepimiz toplandıktan sonra girecekmişiz. Diğerlerinin gelmesini bekliyoruz.”  

 

Telefonu konuşuyormuş gibi kulağında tutmaktan vazgeçip grubun yanına geldi, Berkant. Gizem’in arabadan inişini izlerken midesi kasılmıştı. Uzun zamandır böyle hissediyordu. Ona söylemese de etrafında olmaktan mutluydu. Erkek arkadaşından ayrıldığını duyduğunda hissettiği rahatlamayı hatırlayınca başının dertte olduğuna emin olmuştu. Oysa Gizem onun farkında bile değildi. Elbette aynı orkestrada yan yana çalıyor oldukları için yakın arkadaş sayılırlardı. Aynı nota sehpasını kullanmak bile bir yakınlıktı. Ama artık ona yetmiyordu.  

Canı sıkıldığı için telefon gelmiş gibi yapmış, biraz uzaklaşmıştı gruptan. Babası olduğunu öğrendiğinde ise rahatlamış ve geri dönmüştü. Selamlaşmış ve bir şeyler konuşmaya fırsat bulamadan iki taksinin yanlarında durması ile diğerleri de onlara katılmış, selamlamalar birbirine karışmıştı.  

Gizem’in cep telefonu çaldığında ekranı görecek kadar yakındı. AYCAN 

‘Bu lanet de kim?’ diye düşünürken Gizem telefonu hiçbir şey yapmadan direkt kapatmıştı. Ya önemsiz biriydi ya da görüşmek istemediği biri. Acaba ayrıldığı kişinin adı... sonra hatırladı o S ile başlayan bir ada sahipti. Bu başka biriydi ve Gizem aradığını görünce mutlu olmadığına göre sorun yoktu.  

Uçağın ön kısmını orkestra elemanları doldurmuştu. Yaklaşık dört saatlik yolculuk sonunda Paris’e ineceklerdi. Gizem yerine oturduktan sonra yanına kimin oturacağını merak etmeye başlamıştı. Yolculuk sıkıcı olmasın diye dua ediyordu. Sessiz birisi olursa kulaklıklarını takar bestesini dinler, takıldığı yerleri belki bu yolculukta çözerdi. Kızlara dinletmiş, ikisi de çok beğenmişti. Kusurları fark edecek kadar bilgi sahibi olmadıkları için onları suçlayamazdı. Nihayet yanına biri gelince başını kaldırıp baktı. Berkant’ın oturduğunu görünce sevindi.  

“Merhaba.” 

“Merhaba. İyi yolculuklar.” 

“Sağ ol, sana da.” 

“Miden iyi mi bu kez?” Berkant, bir önceki yolculukta yaşadığı rahatsızlığı hatırlamıştı. Gizem, gülümsedi. “İyiyim merak etme. Kimse uyarmamıştı beni. Kebaptaki kuyruk yağı rahatsız etmiş. Alışmadık mideye iyi gelmiyormuş.” 

“Öyleymiş, sayende öğrendik.” 

“Sen daha önce gitmiştin değil mi Paris’e?” 

“Evet, senin ilk mi?” 

“İlk. Nereleri gezmem lazım? İnternette araştırdım bir sürü yer ama hepsine vaktim olmayacak. Bir bilen olarak benim listeyi düzenler misin?” 

“Daha iyisini yaparım. Seni gezdiririm. Tabii senin için sakıncası yoksa?” Aradığı fırsat ayağına gelmişti. Kabul ederse bir adım atmış olacaktı.  

Gizem, böyle bir öneri beklemiyordu. Bir an durdu, düşündü ve kabullendi. Umut ediyordu. Sadece olacağına inanmıyordu. “Çok sevinirim.” İçi kıpır kıpır olmuştu. Berkant ile Paris sokaklarını gezmek... işte bu gerçekten çok güzel bir başlangıçtı.  

Yolculuğun kalan kısmında neler yapacaklarını planladılar. Ne ara yolculuğun bittiğini fark etmediler bile. Bunu daha önce de yaşamışlardı. Bir tiyatro sonrası oturdukları lokantada saatin ne ara gece yarısına geldiğini anlamamışlardı. Orkestra arkadaşları çoktan dağılmış, ikisi muhabbete devam etmişti. Sıkılmadan saatlerce konuşmak kadar sessizce zaman geçirmekte önemliydi. Berkant ile sessiz zamanlarının olduğunu da hatırlıyordu. Aslında Berkant ile olan her anı hatırlıyordu. Kendisine neler olduğunu çözmeliydi. Henüz bir ay önce birinden ayrılmıştı. Sonra Yonca’nın cümlesini hatırladı. Aşk zaman ve mekan tanımıyordu. Gerçekten öyle miydi? 

Kemer ikaz ışıkları yandığında ikisi de toparlandılar. Kemerleri bağlayıp inişi beklediler. Berkant, ikisinin de kabindeki eşyalarını çıkartmıştı. Keman kutularını!  

“Valizleri alırken çok zaman kaybedeceğiz. Bu kadar kişinin valizinin çıkışı uzun sürecek.” 

“Nasılsa otobüs bekleyecek bizi. Sıkıntı yok bence.” 

“Ben o yürüyen banttan nedense nefret ediyorum. Gerçi ben yürüyen merdivenleri de sevmem.” 

“Biliyorum. Yürüyen merdivenlerde yürüyorsun.” 

“Durursam midem bulanıyor. Ya yukarı bakacağım ya da yürüyeceğim.” 

“Aramızda kalsın, ben de dönen şeylere bakamam.” Berkant bunu itiraf ederken gülüyordu.  

“Valizleri almak eziyet olacak bize. Birbirimize destek oluruz.” Bu da Gizem’den gelen teklifti ve Berkant gülerek karşılamıştı. “Kabul.” 

Çok beklemeden gelen valizleri kaparcasına banttan alıp hemen otobüse gittiler. On günlük turne Paris Théâtre des Champs-Elysées  de verilecek konser ile başlayacaktı. Tiyatro salonuna yakın bir otelde yer ayırtılmıştı. Otobüste de Berkant ile Gizem yan yana oturmuştu. Çoğu kişi zaten aynı aleti çaldığı ya da orkestra düzeninde yan yana olduğu kişilerle birlikte olduğu için bunda garip bir yan yoktu.  

“Fransızcan yeterli mi?” Berkant, Fransız kolejinde okuduğu için rahattı ama Gizem’in ne durumda olduğunu öğrenirse ona göre hareket edecekti.  

“Umarım. İkinci dilimdi Fransızca. Okuldan sonra hiç ihtiyaç duymadım ama filmlerini izlemeyi sevdiğim için kulak dolgunluğum var.” 

“Benim de idare eder. Telefonlardaki uygulamalar da işimize yarar.” Nasılsa kısa sürede öğrenecekti dili iyi bildiğini. Biraz hava atacaktı.  

“Telefon demişken, babamlara haber vereyim indiğimizi.” 

“Tamam, ben mesaj atacağım.” 

İkisi de telefonlarına dalmıştı bir süre. Gizem, annesinin tekrar tekrar sıraladığı tembihlere gülmeye başlamıştı. “Anladım anne. Bak bu konuşma ikimize de yazıyor. Kapatıyorum artık.” 

“Tamam ama ara yine.” 

“Ararım.” Telefonu kapattığında içi rahatlamıştı. Geride kalanın yolda olanı nasıl merak ettiğini biliyordu.  

“Ailene düşkünsün.” 

“Aslında o kadar düşkün sayılmam. Severim, birlikte olmayı isterim ama evimi ayıralı çok oldu. Herkesin kendi hayatı olmalı.” 

“Haklısın. Ben de ayrı sayılırım ama çok da uzak değilim. Yan binalarda oturuyoruz.” 

“İkisinin de sağlığı iyi mi?” 

“Evet, çok iyiler. Fazla düşünmem gerekmiyor.” 

“Benim de öyle. O zaman yeni düşünceler bulalım. Bu akşam otelde yiyeceğiz sanırım. Hepimiz yorgunuz.” 

“İyice dinlen. Yarın kahvaltıdan sonra başlıyoruz. Provaya kadar benimlesin.” 

“Evet, birlikteyiz.” Bu cümleyi kurmak heyecanlandırmış ve mutlu etmişti. Artık bazı şeyleri kabulleniyordu.  

Arka koltukta oturan arkadaşları iki koltuğun arasından başını uzatıp, “Nereye gidiyorsunuz? Biz de gelelim.” dediğinde ikisinin de aklındaki baş başa olma hayalleri suya düşmüştü. Hayır diyemeyecek, dedikodulara yol açamayacakları için ikisi de mutlu olmuş gibi poz yapmaya başlamıştı. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra gezeceklerdi.  

Geziye katılacak grup önce altı kişi oldu. Sonra sayı bir anda on ikiye çıktı. Kalabalık olunca Berkant önce 1. Kemanı buldu. Ona da durumu aktardı. Birkaç kişi daha katılacağını söylediği için resepsiyona gidip kendilerine bir araç bulmalarını rica etti. Tüm bunları akıcı bir Fransızca ile söyleyince yakınında olan Gizem şaşkınlıkla bakmaya başladı.  

“Senin idare eder dediğin Fransızcan buysa, bildiğin dilleri merak ediyorum.” 

“Biraz Almanca ama iyi derecede İngilizce.” 

“Vay be, bu durumda en az üç buçuk insan ediyorsun. O da senin “biraz Almancan” yüzünden. Sanırım duyana kadar ölçüyü tam bilemeyeceğim.” 

“Geç dalganı. Benim mürebbiyem vardı.” 

“Alman mıydı?” 

“Gülmesene.” 

Gülmü...yorum.” kahkahaları durmuyordu.  

“İyi ki gülmüyorsun. Evet, ne var yani, Alman bir mürebbiyem vardı. O Türkçe öğrenirken ben Almanca öğreniyordum. Aslında o da iyi derecede bildiğim bir dildi ama kullanmadığım için unuttuğumu düşünüyorum.” 

“Fabrikatör bir baban olmalı.” 

“Hayır, fabrikatör bir dedem vardı. Sonra batırdı. Yani öyle zengin falan değiliz. Zamanında biraz varlıklıydık. Şimdi idare ediyoruz.” 

“Aman, zenginlik de fena.” Yine aklına öküz gelmişti. O adamda ne bulmuştu acaba? Yonca’nın dediği gibi para bazen gerçeklerin üstünü örtüyordu.  

Otel görevlileri bir de tur rehberi temin etmişti. Az sayıda katılmayan vardı ekibe. Rehber sayesinde Paris’in büyük bir bölümünü otobüsten izlediler. Üç saatlik gezinin sonunda hepsi prova için hazırdı.  

Akort edilen müzik aletlerinin ardından sıkı bir çalışma yaptılar. Yemek arası ve sonra son kez prova edilen eserlerin ardından herkes akşam için hazırlanmak ve biraz dinlenmek amacıyla otele döndü.  

 

Asansörden indikten sonra odalarına doğru yürürken sayıları giderek azaldı. Herkes yorgun olduğu için bir an önce odasına gitmeye can atıyordu.  

“Farklı bir gün oldu.” 

“Paris’i kısa da olsa gezmek çok iyi geldi. Bazı bölgeleri hayal kırıklığı yaratsa da sevdim.” 

“Yaşamak ister miydin?” Berkant yanıtı merak ediyordu. 

“Hayır, ben ülkemde mutluyum.” 

“Ya buradan çok cazip bir teklif alsan?” 

Hımmmm, sanırım bunu düşünmem lazım. Hangi orkestra, ne şartlarla teklif sunuyor, öncelikle ona bakarım.” 

“Odalarımız da yan yana, farkında mısın?” 

“Biz epeydir yan yana yaşıyoruz, sen bunun farkında mısın?” 

“Evet, farkındayım.” 

Gizem tam o anda çalan telefonuna teşekkür etti. Çünkü Berkant’ın son cümleyi söyleyiş tarzı şaşırtmış, aklını karıştırmıştı. Flört mü ediyordu kendisiyle? 

Ekrana baktığında yabancı bir numara ile karşılaştı. Merakla açtı.  

“Alo?” 

“Merhaba Gizem. Nasılsın?” Samet arıyordu. Telefonunu engellediğini anlamış olmalıydı. Farklı bir numaradan araması sinirlerini bozdu.  

“İyiyim, sağ ol.”  

“Bu akşam gösteriden sonra görüşelim mi? Geç bir yemek yeriz.” 

“Hayır, görüşemeyiz.” Neden anlamak istemiyordu? Sonra keyifle açıklama yaptı. “Ben Paris’teyim.” Bunu söylerken bir anda pişman olmuştu. Sanki İstanbul’da olsa görüşecekmiş gibi bir anlam çıkmıştı cümlesinden. Bir yandan da kendisine dikkatle bakan Berkant’ı izliyordu.  

“Ben de!” Duyduğunu doğru anladığından emin olamadı. “Sende mi? Ne arıyorsun Paris’te?” 

“Gösterini izlemeye geldim.” 

“Saçmalama. Neden böyle bir şey yapasın ki?” 

“Akşam uzun uzun konuşuruz. Geçenlerde yaptığım öküzlüğü affettirmem lazım.” Gizem, telefonunda adının öküz olduğunu bilse bu kadar yumuşak konuşur mu acaba, diye düşünürken farkında olmadan “Tamam, konser çıkışı görüşürüz.” dedi. Paris’e kadar gelip açıklama yapma çabası ile korkuları yatışmıştı. Orada kötü bir şey yapacağı yoktu ya! Hem bu kez kesin bir dille ret edecek, sonra da yoluna gidecekti.  

Telefonu kapattığında Berkant’ın bakışlarının değiştiğini kızgın bir hal aldığını fark etti. “Sevgilin seni buralarda bile yalnız bırakmıyor. Çok romantik biri olmalı.” dedi. Ayrılık haberi aşık atışması kadar basit bir olaydan kaynaklanmış olmalı, diye düşündü.  

“Aksine hiç romantik değildir.”  

Eski sevgilim diye düzeltmemişti. Demek ki barışmanın yollarını açan Gizem’di. Adam, gösteriyi izlemek için sürpriz yapmıştı. Berkant, canının yandığını gizlemeye çalışarak, “Yarınki geziden senin adını silelim o zaman.” dedi.  

“Hayır, silme. Niye sileceksin ki?” 

“Sevgilinle gezmeyi tercih edersin diye düşünmüştüm.” 

“Hayır, etmem. Hem niye geldi gerçekten bilmiyorum. Bitmiş bitmiştir, öyle değil mi?” Gizem, bunu söylerken Berkant’ın ne yapacağını görmek için yüzüne bakıyordu.  

Naz yaptığını düşünüyordu hâlâ. “Bitmiş olsa buralara kadar peşinden gelmez.”  

Hiç de yumuşamamıştı. Halen ikisinin sevgili olduğunu sanıyordu. Daha ne yapabileceğini bilmediği için gerçek duygusunu dile getirdi. “Saçma bir hareket. Ben böyle büyük jestlerden hoşlanmam. Ardında çıkarları olmadan insanlar böyle şeyler yapmaz. Hem daha...” 

“Hem daha ne?” 

“Önemli değil.” Daha yeni orkestradan ayrılmasını söyleyen adamın, konser dinlemeye gelmesi bu çabanın ardında başka bir şeyler olduğunu göstermez miydi? Ne istiyordu? Ne en güzel kadın oydu ne de en seksi. Samet’in bu kadar ısrarcı olmasının ardında ne yatıyordu acaba? O bunları düşünürken Berkant’ın odasının önüne gelmişlerdi. “Akşama görüşürüz.” dedi ve başka bir şey söylemeden odasına girdi. Gizem mırıldanabilmişti. “Tamam, görüşürüz.”  

Berkant, içindeki sıkıntıyı atmak için kendi odasına girer girmez eline kemanını aldı. Gündüz saati ve tamamen orkestra elemanlarına ayrılmış katta müziğinden kimsenin rahatsız olmayacağını düşünerek uzun uzun çaldı.  

 

***** 

 

Salon tamamen doluydu. Muhteşem bir konser olmuş, üç kez bis yapmışlardı. Şefin yönetimi de çok keyifliydi. Yılbaşı konserlerindeki gibi eğlenceli anlar yaşatmış, seyirciyi neredeyse her parçada orkestranın içine çekmişti. Gizem ile Berkant, tüm konser boyunca gerektiği kadar konuşmuş, neredeyse birbirlerine bakmamıştı bile. Gizem kafasına takmadan konseri bitirmek için kendini zorlamıştı. Konser bittiğinde mutlu olsa da başında giderek şiddeti artan bir ağrı başlamıştı.  

Arkadaşları ile kuliste birbirini tebrik ettikten sonra hazırlanıp kendisini bekleyen adamın yanına gitti.  

“Merhaba.” 

“Merhaba. Çok güzel bir konserdi.” 

“Öyle mi?” 

“Niye öyle diyorsun? Güzel olduğunu tüm salon alkışları ile gösterdi.” 

“Haklısın. Hadi çıkalım buradan.” Birkaç hafta önce ayrılmasını istediğini hatırlatma gereği duymadı. Onunla bir an önce konuşup otele dönmek istiyordu. 

“Yemek yiyelim.” 

“Hayır, karnım aç değil. Bir yerde kahve içelim.” 

“Emin misin?” 

“Evet, konserlerden sonra açlık hissetmediğimi defalarca söylemiştim. Ya unuttun ya da hiç ilgilenmedin.” 

“Gizem, bana kızgınsın biliyorum ama gerçekten özür dilerim. Çok kaba ve gereksiz şeyler söyledim.” 

“Bak, ben seninle ilişkimi o gece bitirdim. Yeniden başlamaya da hiç niyetim yok. O cümlelerin ardında ne yatıyorsa yatsın, bugün burada söyleyeceklerin fikrimi değiştirmeyecek.” 

“Bugün söyleyeceğim tek şey var, ben seni seviyorum. O gün annemin saçma sapan cümleleri ile beynim sulanmıştı. Onun istediği gibi bir gelin olmanı bekledim. Oysa sen öyle biri değilsin. Hatamı anladığımda yüzük kutusunu kafama atmıştın. Ne istiyorsan, nasıl yaşamak istiyorsan öyle yaşamalısın.” 

“Ne zamana kadar? Nikah defterine imza atana kadar mı? Hayır, almayayım.” 

“Neden bu kadar inat ediyorsun. Neredeyse bir aydır peşinde koşuyorum. Senin için Paris’e geldim. Resmen karaborsadan bilet aldım. Bunların hiç önemi yok mu?” 

“Bunların hiçbirini ben istemedim. Kendi yaptığın şeylerle beni ezmeni de kabul etmiyorum.” 

“Neden bu kadar sinirlisin? Yorgunsun, istersen yarın konuşalım?” 

“Bak, sinirliyim, çünkü ben o günü unutmuyorum. Bana, kıyafetlerime ve işime karışmayı hak gören, parası olduğu için elinin altındaki kadını istediği şekle sokacağını sanan biri olarak evlenme teklif ettin. Annen ya da bir başkası seni bu kadar kolay maniple edebiliyorsa, yarın da aynı tehlike var demektir. Senin maço tavırlarını filmlerde falan aşk sanan ergenler olabilir ama ben bugün bunu yapanın yarın neler yapacağını bilecek yaştayım. O nedenle ben kahve de içmeyeceğim. Sana iyi günler ve hayatta mutluluklar diliyorum.” 

Elini kaldırdı, taksi durdurdu ve hemen bindi. Şaşkın bakışlarla bakan adamın ne yaptığı ya da yapacağı zerre ilgilendirmiyordu. Kırık dökük Fransızcası ile Sen Nehrine gitmek istediğini söyledi. Otele dönse o sinirle uyuyamayacaktı. Saat neredeyse on bir olmuştu. Taksiden indiğinde güzel havanın tadını çıkartan Parisliler ve turistlerle dolu nehir kenarında yürümeye başladı.  

Hata yapmış olabileceğini de düşünmüyor değildi. Ama kocası tarafından öldürülen kuzeninin yaşadığını çok iyi hatırlıyordu. Kendisi daha on üç yaşındaydı olay yaşandığında. Büyük aşk evliliği denilen evlilik, erkeğin kıskançlık sonucunda karısını yirmi sekiz, başkasından olmakla suçladığı ama öz kızı olan yeğenini kalbinden tek darbeyle öldürmesi ile son bulmuştu. Katil koca hepse atıldıktan üç yıl sonra bir kavgada ölmüştü. Ailenin trajediyi atlatması çok uzun sürmüş, konuşmamayı tercih ederek olayı gömmüşlerdi.  

Kötü örnek olarak hayatlarının bir dönemini çok etkilemişti. Arkadaşlarına bile anlatmadığı olayın etkisini halen yaşıyordu. Çünkü hemen her gün benzer mazeretlerle kadınlar eşleri, sevgilileri, kardeşleri ya da babaları tarafından öldürülüyordu.  

Hayır! Hayır hata yapmamıştı. Ne yapacağı belli olmayan biri ile hele de o cümlelerden sonra yeniden bir araya gelmesi düşünülemezdi. Doğrusunu yapmış, kesip atmıştı. Cep telefonunu takside ilk aramasından hemen sonra kapatmıştı. Kolunda saat de yoktu. Ne kadar yürüdüğünü bilmeden her bir adım diğerini takip etmiş, etrafında insan sayısı azalınca korkmaya başlamıştı.  

Taksi çevirip otelin adını söyledi. Taksinin dijital saati 01.30 u gösteriyordu. Gözlerine inanamadı. O kadar uzun yürüdüğünü fark etmemişti. Otele geldiğinde saat ikiyi geçiyordu. Neredeyse baygın uyumuştu.  

Kahvaltıya indiğinde çoğu arkadaşının kahvaltıyı bitirdiğini fark etti. O kadar geç yatınca doğal olarak geç kalkmıştı.  

“Beni bekleyin. Hemen bir şeyler hazırlıyorum, yolda yerim.” diyerek yanlarından hızlıca uzaklaştı. Açık büfeden uygun bir iki malzeme ile kendine sandviç hazırladı. Peçetelere sardığı yiyeceklerin yanına içecek bir şey alamayacağı için ilk uygun yerden alışveriş yapacaktı.  

“Çay mı kahve mi?” 

“Ne?” Berkant arkasında durmuş elindeki termosu gösteriyordu. 

“Termos mu? Sen yanında termos mu taşıyorsun?” 

“Evet, böyle zamanlar için çok uygun oluyor. İki fincanlık. Seninle bir fincanı paylaşırım.” 

“Çay o zaman.” 

“Tamam. Çok koyu olmayacak ama. Buruk çay sevmiyorum.” 

“Sorun değil. Ben de sevmem.”  

Biliyordu. Hatta şekersiz içtiğini, arada bergamotlu tercih ettiğini de biliyordu. Onun hakkında ne çok şey bildiğine hayret etti. Oysa pek dikkatli bir erkek olmadığını sanırdı. Merak ediyordu. En çok da akşam neler olduğunu merak ediyordu. 

“Geri mi döndü?”  

Kimi sorduğunu anlamıştı. Gülümsedi, “Hiçbir fikrim yok.” 

“Kavga mı ettiniz? Oysa dünya yol gelmiş senin için.” 

“Kavga etmedik. Zaten bitmiş bir şeyin ısrarı çok rahatsız edici. Kahve içecektik ama onu bile gereksiz buldum.” 

“Çok geç geldin.” 

“Anlamadım...Ah anladım. Yan odadasın tabii. Duydun mu geç geldiğimi. Sessiz olmaya çabaladım ama sanırım duvarlar ince. Dün ben de senin kemanını dinledim. Arada nota kaçırdın, fark etmedim sanma.” 

“Evet, duvarlar ince.” Kıskançlıktan uyuyamadım dememişti. İçi içini yemiş, bir türlü uyku tutmamıştı. Nota kaçırdığını biliyordu. Ezbere bildiği eserleri bile o kadar sinirliyken doğru çalamaması normaldi. Neden hayat kolayca akıp gitmiyordu. Gizem’in gizem dolu ilişkisi yüzünden ne rahat ediyor ne açılabiliyordu. 

“O kadar sinirlendim ki, atladım bir taksiye. Sen Nehrinin kıyısında yürüdüm. Telefonumu kapatmıştım. Saat takmıyorum biliyorsun. Etraf tenhalaşınca taksiye bindim ve saati anca o zaman fark ettim. Üç saatten fazla yürümüşüm.” 

“Her yerin ağrıyordur.” 

“Hayır ağrımaz. Ben her sabah spor yapıyorum. Kondisyonum iyidir.” 

Bu yeni bir bilgiydi. Zayıf oluşunu az yemesine bağlamıştı ama birlikte gittikleri yerlerde gayet iyi yediğini fark etmiş, bünyesi yakıyor demek ki diye kendince fikir yürütmüştü. Spor hakkında hiç konuşmamış olmaları onunla ilgili bilmediği şeyler olduğu gerçeğini yüzüne vurmuştu. Başka neleri bilmiyordu? Her şeyini merak ediyordu. Sonra bir yerde okuduğu bir yazı aklına geldi.  

"Merak. Birine karşı, ansızın, bir merak duymaya başlarsınız, korkunç bir merak. Onu tanımak, onunla doğmak, dünyaya onunla yeniden gelmek tek amacınız haline gelir. Aşka en uzak cümle, senden nefret ediyorum değil, bilmek istemiyorumdur." 

Kimindi bu tanım? Galiba Flaubert'ink tanımıydı diye kendine anımsattı.  

“Ben de spor yapıyorum ama senin kadar düzenli değilim.”  

“Senin yürümeyi sevdiğini biliyorum. Çoğu yere yürüyerek gidiyorsun.” 

“Haklısın. Bu kadar kalabalık olmasaydık seni de yürüyerek gezdirecektim bazı yerlerde. Ama grup dağılır korkumdan, vazgeçtim.” 

“Otelin bize araç ve rehber ayarlaması iyi oldu. Yoksa herkese sen anlatacaktın.” 

“O zaman bir yolunu bulur kaçardık. O kadar insanın sorusunu yanıtlayacak bilgim yok.” 

“Bence gayet iyiydin. Hatta bazı bilgileri rehberden bile güzel aktardın.” 

“Sadece sana ama!” 

Yine mi flört havasında söylemişti? Bir yandan bunun doğru olmasını istiyor bir yandan da iki erkeğin benzer tavırlar sergilemesinden korkuyordu. Berkant arkadaşıydı. Sevgilisi olmasını istiyor muydu? Öncelikle bunu kabullenmeliydi. Evet istiyordu. Onun yanında huzurluydu. Kendisiydi. Gülüyor, eğleniyor, hüzünleniyor ama bunları yaşarken onun yaptıklarından kaynaklanmadığını biliyordu. Güzel bir müziği paylaşıyorlar, komik bir karikatüre birlikte gülüyor, izledikleri filmde hüzünlenebiliyorlar ve bunların hiçbirini birbirlerinden saklama gereği duymuyorlardı. Ya Samet? Hayır, onun yanında o Gizem değildi. Samet’in kusursuz bulmasını istediği biri oluyordu. Öyle davranırken bile her an bir kusuru yüzüne vuruluyordu. Bunları şimdi fark etmesi de kendi hatasıydı.  

Evet, Berkant’ı hayatında istiyordu. Neler olacağını bilmemenin verdiği korku vardı ama bir yandan da onunla yaşayacaklarının heyecanı vardı. İyi olduğunu, sağlıklı olduğunu, mutlu olduğunu bilmeye, onun yanında olmaya ihtiyacı vardı. Berkant, karakter olarak yardımsever biriydi. Paylaşmayı da seviyordu. Bu yanı en sevdiği özelliği olabilirdi. Maaşı ile bir şeyleri başaracak kadar tutumlu, insanların doğum günlerini unutmayıp hediye alacak kadar da bonkördü. Kendisine aldığı hediyeleri düşündü. Doğum günlerinde ve yılbaşında hiç aksatmıyordu.  

Yanında daha önce iki ayrı kadın görmüştü. İlk gördüğü ile dört, ikincisi ile altı ay kadar birlikte olmuştu. Şıpsevdi denemezdi. Niye ayrıldığını bilmese de peşlerinde koşup rahatsız etmediğinden emindi. Onun da aradığını bulamadığını düşünüyordu. İyi ama aradığı o muydu? Hafif flört eder tavırla konuşmuş olması Gizem’den hoşlandığı anlamına mı gelirdi? Gizem ondan hoşlanıyor muydu? Evet, çok hoşlanıyordu. Hatta gece yatarken onunla geçen günü düşünecek kadar da aklına takılıyordu.  

Yakışıklıydı. Kendisinden uzundu ama öyle tepesinden bakmıyordu. Topukluları ile neredeyse aynı boya geliyorlardı. Bundan çoğu erkek rahatsız oluyordu. Öküz gibi mesela. Daha kısa topuklu giymesini laf arasında bir iki kez söylemiş, lafının dinlenmediğini fark edince bir daha konuşmamıştı. Bir akşam hazırlanırken bunu aklında tutacak ve en yüksek topuklu ayakkabısını giyecekti. Nasılsa bir şekilde yan yana geleceklerdi.  

İkisini kıyaslamak çok hoş değildi ama bu kadar kısa süre içinde birinden ayrılıp başka bir erkeğe ilgi gösteriyorsa kıyaslaması gerekiyordu. Çünkü çok rahatlıkla bitirmiş ve yeni bir ilişkiye başlayabilecek kadar kendini kaptırmıştı. Bunları düşünürken bir anda aklı başına geldi. Berkant onunla ilgilendiğine dair bir hareket yapmış mıydı? Hayır! Ya tamamen kendi hayal ürünü bir ilişki düşlüyorsa? 

Gizem, kendi kendine kurmuştu ilişkiye giden hikayeyi. Oysa böyle şeyler tek taraflı olmamalıydı. Karşıdan bir hareket beklemek en iyisiydi. Gizem’in morali bozulmuş, yüzü düşmüştü. Neler oluyordu kendisine?  

“Ne oldu? Neden suratın asıldı?”  

Tanrım, Berkant yanında oturuyordu ve doğal olarak da yüzünü görebiliyordu. “Bir şey yok. Sanırım akşamki konserin heyecanı bastı.” 

“Öyle olsun bakalım.” 

Gizem, peçeteye sardıklarını yemeye başlarken bir parça da Berkant’a uzattı. Genç adamın eline almak yerine direkt elinden yemesine şaşırdı. Sonra iki elinin de çay bardakları ile dolu olduğunu görüp gülmeye başladı.  

“Kusura bakma fark etmedim.” 

“Sorun değil, senin elinden yemek daha güzeldi. Lezzeti arttı.” 

Sonra çayını uzattı. Sessizce gösterilen yerlerin tarihini dinliyormuş gibi yapmaya başladılar. İkisi de kendi düşüncelerine dalmıştı.  

Gezinin bitişi ile aslında biraz rahatladılar. Yan yana oturmanın verdiği heyecanla ellerini kollarını ne yapacaklarını bilemiyor gibiydiler ve bunu birbirlerinden saklama çabası da yorucu olmaya başlamıştı.  

 

İkinci konser de en az ilki kadar başarılıydı. Ertesi sabah erken saatte otelden ayrılacakları için herkes hemen otele dönmüş, valizlerini toparlayıp yatmıştı.  

Zürih’de verilecek konserler için ayrılan otel, bungalovlardan oluşan çok şirin bir yerdi. Aynı bungalovda iki kişi kalınacağı için kadınlar ve erkekler olarak ayarlanmıştı odalar.  

Gizem, kuyruğun en arkasında olduğu için sıra kendisine geldiğinde tek kalacağını öğrendi. Çok sevinmişti. Kimse ile arkadaşlık edecek havada değildi.  

“Çok şanslısın.” 

“Gerçekten öyle. Tek kalmayı tercih ederim. Sen kiminle kalıyorsun?” 

“Tahmin et?” 

“Suratını bu hale sadece konzertmeister ile kalmak getirmiş olabilir.” 

“Ne yazık ki öyle.” 

“Adam bizi niye sevmiyor?” 

“Rakip görüyor olmalı. Oysa onun seviyesine gelmek için iyi çalmak yetmez, çok iyi çalmak ve duyguyu iyi verebilmek gerekir. Biz iyiyiz ama o bizden iyi.” 

“Bunu bilse belki bu kadar sert bakmaz bize çalarken. Arada hata yaptığımı bile düşündüğüm oluyor.” 

“Şefle konuştum bu konuyu. Hatasız olduğumuzu ama onun da böyle biri olduğunu söyledi. Tam emin olamamakla birlikte böyle davrandıklarına aslında daha iyi olmaları için zorlarmış. Sevmediğinden değil. Yani onu da böyle idare edeceğiz.” 

“Ediyoruz zaten. Umarım haklıdır şef. Neyse, sana kolaylıklar diliyorum. Ben odama gideyim, biraz dinleneyim. Yol kısaydı ama beni yordu.” Çünkü gece iyi uyuyamamıştı. Çok fazla uyanmıştı.  

“Tamam, akşam yemeğine giderken sana uğrayayım mı?” 

“Olur.” 

 

Akşam için giyeceklerini ayarlamıştı. Yanındaki en yüksek topuklu ayakkabılarını giyecekti. Makyajını da yaptıktan sonra daha erken olduğunu fark edip kemanını ve bestelediği parçanın notalarını aldı. Çalmaya başladı. Bir yeri halen tam oturtamadığının farkındaydı. Es verişte değişiklik denedi. Notalarda değişiklik denedi. Yeniden çalarken kapısının tıklatıldığını duydu.  

“Erkencisin!” 

“Hayır, tam vaktinde geldim. Sen zamanı fark etmemişsin.” 

“Ciddi misin? Kusura bakma hemen geliyorum.” 

“Az önce çaldığın parçayı tanımıyorum. Kimin bestesi?” 

Nasıl bir tepki vereceğini merak ederek sordu. “Beğendin mi?” 

“Çok güzel ama sanki bir yerinde sorun var. Sen mi yanlış çaldın?” 

“Hayır, gerçekten bir yerde sorun var ve ben henüz doğru notayı bulamadım.” 

“Yani... aaa sen beste yapıyorsun! Harika bu. Gel hadi bir bakalım sorun nerede.” O kadar mutlu olmuştu ki aldığı tepkiye, yemeğe geç kalacaklarını söylemek aklına bile gelmedi.  

Yarım saate yakın çeşitli denemeler yaptıktan sonra hatanın es vermekte olduğuna karar verdiler ve yeniden denediler. İkinci kemanını Berkant’a vermiş birlikte çalıp duruyorlardı.  

“Oldu.” 

“Evet, gerçekten oldu. Harika bir beste bu.” 

“Çok teşekkür ederim. Kızlardan sonra ve tam halini ilk kez sen dinledin biliyor musun?” 

“Ama bana bugüne kadar dinletmedin. Sadece zamanı unuttuğun için dinlemem gerekti.” 

“Belki de sen duy diye zamanı unuttum.” 

“Benim ne düşündüğüm önemli mi?” 

Evet, hem ne düşündüğün hem de nasıl davranacağın önemliydi.” 

“Nasıl mı davranacağım? O da ne demek?” 

“Yani belki de hevesimi kıracaktın.” 

“Saçmalama. Sen iyi bir besteci olacaksın. Başka var mı bu tek mi?” 

“Aslında var. Ama bu orkestra için. Tek çaldığım bestelerim var.” 

“Çok güzel haber bu. Hadi kemanları, notaları al yanına.” 

“Niye?” 

“Niye olacak, biraz canlı müzik yapalım yemek sonrası.” 

“Olmaz, henüz hazır değil.” 

“Sen hazırsın. Diğer müzik aletleri için de notalarını yazdın mı?” 

“Yazdığımı sanıyorum. Ama onlardan duymadan bilemem.” 

“Tamam, onları sonra dinleriz. Hadi gidelim.” 

“Berkant.” 

“Efendim?” 

“Çok teşekkür ederim.” 

“Niye? Besteyi yapan sensin. Benim sana teşekkür etmem lazım. Harika bir parçayı birlikte çaldık.” 

“Yine de teşekkür ederim. İyi ki varsın.” Sonra hafif bir öpücük kondurdu yanağına.  

Berkant, bunu beklemiyordu. Genç kadının uzaklaşmasına izin vermeden beline sarıldı. Dudaklarından öpmeye başladı. Dakikalar sonra ikisinin de nefesleri düzenini kaybetmiş, dudakları hafif şişmişti.  

“Öpüştüğümüzü herkes anlayacak.” 

“Sorun olur mu?” 

“Hayır, benim için olmaz.” 

“O zaman bir tane daha alayım.” dedi ve öpmeye başladı Berkant. Gizem’in yemek, beste ve diğer her şey aklında çıkmıştı. Bir süre sonra ayrıldılar. “Hadi gidelim.”  

Yolda küçük çıkıntılar vardı. Ayağı takılınca Berkant elinden tuttu. “Dikkat et, topuğunu falan kırma.” dedi.  

“Topuklu sevmenin kötü yanı bu. Her yer düzgün olmuyor.” 

“Ben seni korurum. Sen sadece biraz dikkat et yeter.” dedi ve elini bırakıp belinden tutmaya başladı. Bu aslında yürümek için daha zor bir pozisyondu. İkisi de bundan şikayetçi değildi. Salona geldiklerinde halen ayrılmamışlardı. Onları görenler tezahürat yapmaya başlayınca başta şaşırmışlar sonra da ilişkilerini herkesin beklediğini anlayıp gülümsemişlerdi.  

Açık büfeden yemeklerini alıp yerlerine oturduklarında etraflarında olanların tebrik etmesi ile aslında onlardan önce arkadaşlarının fark ettiği yakınlıklarının herkesi memnun ettiğini gördüler. Berkant yemeğinin bitirdiğinde izin isteyip konzertmeisterin yanına gitti. 1. kemancı ile kısa bir konuşma yaptı. Şef de henüz yemeğini bitirmemişti. Onunla da konuştuktan sonra yemek salonunda kalanlara dönüp yeni bir beste dinleyeceklerini ilan etti.  

Gizem çok utanmıştı. İlk kez birilerine kendi bestesini çalacaktı. Berkant da yanına gelip notaları ayarladı ve ikisi birlikte çalmaya başladılar. Ritim tutanlar ve yanlarında taşıdıkları aletleri ile müziğe eşlik edenler olmuştu. Bitirdiklerinde alkış tufanı koptu. Şef hemen yanlarına geldi. Notaları okumaya başladı ve bir iki küçük düzenleme önerdi. Bazı bölümleri Gizem, bazılarını Berkant tek çalacaktı. Düet halini alan parça kulağa çok daha güzel gelmeye başlamıştı. Çünkü Berkant’ın bölümleri yarım hız daha artmıştı.  

Etkisi ise ikiye katlanmış olmalı ki gözlerinin önünde oluşan bu çalışmayı çılgınlar gibi alkışlıyordu herkes.  

“Yarın tüm notaları getir, prova edelim.” dediğinde şefi orada öpebilirdi. 1. kemancı da yanlarına gelmiş ikisini de tebrik ediyordu. “Harikaydınız. Çok beğendim. Berkant, kusura bakma ama bu parçayı ilk uygun konserde Gizem ile ben çalacağım. Sana bunu yedirmem.” 

“Onur ve gurur duyarım.” dediğinde bir kez daha aşık olmuştu Gizem. Berkant, hem destekliyor hem de geride durmayı gurur meselesi yapmıyordu.  

“Başka bestelerin de var mı?” 

“Var ama onlar solo parçalar. Bu ilk orkestra bestem.” 

“Hemen telifini alıyorsun.” 

“Ham hali ile aldım. Riske atamayacağımı biliyordum.” 

“Aferin sana akıllı kız. Tamam, yarın şefin huzurunda orkestra ile çalalım bakalım. Nasıl olmuş.” 

“Üflemeliler için nota yazmadım daha. O konuda iyi olduğumu düşünmüyorum.” 

“Merak etme, onlar halleder. Sonra her şeyi oturtursun.” 

 

Yarım saat sonra ilk heyecanı geçen olayı konuşuyorlar, bir yandan da kahve içiyorlardı.  

“Uykumuz kaçacak.” 

“Ben bu heyecanla uyuyacağımı sanmıyorum zaten.” 

“Ben de ama benimki beste yapma heyecanı değil. Sana nihayet kendimi gösterebildim. Beni hiç fark etmeyeceksin diye moralim bozuluyordu.” 

“Galiba seni orkestraya ilk girdiğim gün fark ettim ama duygularımı anlamam biraz uzun sürdü. O sırada senin birisi ile çıkıyor olmanın da etkisi vardır.” 

“Sonra ben ayrıldım ama sen birisi ile çıkmaya başlamıştın.” 

“O dönemlerde belki de ikimiz de hazır değildik aşka.” 

“Aşka mı?” 

Az önce aşk demiş ve kendini ele vermişti. “Yani... ilişkiye demek istedim.” 

“Hayır, aşk dedin. Bana aşık olduğunu kabul edebilirsin.” 

“Sen ediyor musun?” 

“Senin ne yediğini, içtiğini, giydiğini, kiminle konuştuğunu, kime kızıp kimi sevdiğini merak etmeye başladığım gün anladım sana aşık olduğumu. Mesela Aycan diye biri aradı. Ben o gün bugün kim olduğu konusunda fikir üretiyorum. Bir daha aradı mı, sen yanıt verdin mi?” 

“Aycan... hımmm, demek merak ettin. Sanırım hayatımda işe yaradığı ilk ve son an bu olacak. Bir arkadaşımın partisinde tanıştık.” 

Eeee?” 

Eee si yok. O kadar işte. Tanıştık. Telefon numaramı istedi, arkadaşımın arkadaşı olduğu için vermemezlik edemedim. O kadar. Aradığında da açmadım.” 

“Bir daha aramadı mı?” 

“Aramadı.” 

“Tamam, düşünmeye değmezmiş. Bir aramada vazgeçeni kafama takamam.” 

“Güzel.” 

“Ya diğeri? Şu Paris’e gelen?” 

“Çoktan bitti. Aslında arkadaşlarımı dinlesem hiç başlamazdı. İnat ettim. Öyle olmadığını ispatlamak için çıktım ama daha evlenme teklif etmeden her şeye karışmaya başladı.” 

“Pislik.” 

“Çok kibarsın. Benim telefonumda öküz diye kayıtlı.” 

“Niye silmedin?” 

“Aradığında açmamak için engelledim. Yine de silmedim, olur da bir yolunu bulursa diye. Başka telefondan arayacağını düşünemedim.” 

“Kötü biri mi? Rahatsız etti mi seni?” 

“Hayır, etmedi ama yine de kaba biri olduğunu biliyorum. Orkestrayı bırakmamı istedi.” 

“Saçmalamış.” 

“Hem de nasıl. Neyse gereksiz kişileri konuşmamız saçma. Hepsi yerinde mutlu olsun.” 

“Öyle. Onlar orada biz burada mutlu olalım.” 

“Sana bir sorum var.” 

“Sor.” 

“Bana Paris’te, orada yaşamak ister miyim, diye sormuştun. Neden? Orada mı yaşamak istiyorsun?” 

“Hayır, istemiyorum ama böyle turnelerden sonra teklifler gelir. İster miydin?” 

Bir an durdu, düşündü ve yanıtladı.  

“Ben, senin olduğun yerde olmak istiyorum. Çok mu ileri gidiyorum bilmiyorum ama öyle istiyorum.” 

“Sanırım bu duyabileceğim en güzel yanıttı.” 

Bungalova geldiklerinde öpüp iyi geceler diledi. Kendi bungalovuna gitmek için geri geri iki adım attı. Sonra yeniden o iki adımı ileri doğru atıp bir daha öptü.  

 

*****  

 

Üçüncü durak Münih idi. Konserlerden ve provalardan arta kalan tüm zamanı birlikte geçiriyorlar sadece yatmadan yatmaya ayrılıyorlardı.  

 

Dördüncü durakta bir sürprizle karşılaştılar. Konserler iptal oldu. Viyana’dan dönüş için uçak bulmak zor olmuştu. Çünkü tüm ülkeler pandemi yüzünden uçuşları kapatıyordu. Son anda tüm elemanları farklı saat ve uçak firmalarından biletlerle İstanbul’a getirebildiler. Herkesi panik havası sarmıştı. Henüz Türkiye’de karantina ve sokağa çıkma yasakları başlamadığı için evlerine gidebilmişlerdi.  

Berkant ile Gizem, zorunlu ayrılık yüzünden skype üzerinden görüşebiliyorlardı. Tüm konserlerin iptal olması ile herkesi merak ve korku sardı. Aralarında hastalığa yakalananlar, hatta hastaneye yatanlar olunca diğerleri de test yaptırdı. Başka kimsede rastlanmayınca hepsi rahatladı.  

  

Berkant, test sonucunun negatif olduğunu öğrendiği gibi soluğu Gizem’in evinde aldı. Eve girer girmez üstüne giydiklerini çıkartıp poşete koydu. Hiçbir yere dokunmadan banyoyu sordu ve ellerini yüzünü iyice yıkadı. Kağıt havlu ile kurulandıktan sonra kapının önünde bekleyen Gizem’e sarıldı.  

“Nihayet!”  

“Bu nasıl bir illet ki sana sarılabilmek için bile iki hafta beklemem ve kendimi dezenfekte etmem gerekti.” 

“Olsun, buradasın ya.” 

“Testlerin negatif çıkması sayesinde.” 

“İki kat giyinmek de iyi fikirmiş. Bir an soyunmaya başlayınca ne olduğunu anlamadım.” 

“Senin için fesat.” 

“Hiç de fesat değilim. Ne içersin?” 

“Sonra içeriz bir şeyler. Şimdi sadece sana sarılmak istiyorum. Ne çalıyor içerde?” 

“Favorim olan bir şarkı.” O şarkıyla ilgili beklentisini söylemeyecekti. Çok çocukça bulacağını düşünüyordu.  

“Sözleri güzelmiş.” 

“Evet, ‘kalbimin tek sahibine’ diyor.” 

“Öyle miyim?” 

“Evet.” Sonra sordu. “Ya ben?” 

“Kesinlikle evet.” 

Berkant’ın bilmediği ama Yonca ile Melike’nin bildiği bir şey vardı.  2014 yılında şarkıyı ilk duyduğunda, biri bana evlenme teklif etmese de olur. Benim için bu şarkıyı çalsın, ben ona zaten “evet” derim, demişti. Berkant’a bunu söylese ne yapacağını merak ediyordu. Elbette asla söylemeyecekti.  

“Güzel. Bak sana ne aldım?” 

“Ne aldın?” 

Paketi açtığında renk renk deri ciltli ve üstünde Gizem yazan nota defteri çıkmıştı. Kolay yazması için 6B kalemlerin olduğu kutuyu görünce gülmeye başladı.  

“Bestelerimde payın olmadığını söyleyemezsin.” 

“Öne benim adımı yazmalısın. Sana bu kadar defter aldım.” 

“Yazarım.” 

“Tamam, şimdi bunları bir kenara bırak ve diğer bestelerini getir, çalışalım biraz.” 

Yalın ayak yürüdüğünü yeni fark etmişti. “Neden senin ayağında bir şey yok? Evde böyle misin hep?” 

Evet, ya çıplak ayak ya da topuklu ayakkabılarım.” 

“Bu halin de çok güzel ama galiba ben o ayakkabıları seviyorum. Rahatsız olmuyorsan giysene.” 

Gizem, gözlerini yukarı kaldırıp sessizce mırıldandı. “Teşekkür ederim, Tanrım. Bu kez doğru adam.” 

 

Bir sonraki yılın 13 şubatında Berkant’ın kapısını çaldı. Gizem, Berkant’ın evine gelirken çiçek almasının komik olacağını düşünmüştü. Onun yerine bir şişe şarap ve yanında yemek için peynir çeşitlerinden almıştı.  

“Hoş geldin canım.” 

“Hoş buldum.” 

“Çok güzelsin. Dışarı çıkmak istemediğinden emin misin?” 

“Evet eminim.” 

“İyi ama bugün ayın 13’ü. Yani saçma aşk konseptleri yoktur. Yarın konser var diye erken kutlamayı önermiştim.” 

“Biliyorum. Zaten yarın için konser olmasa da bir şey yapmazdım. Biliyorsun böyle günlerin aslında önemi yok. Ayrıca geçen sene yaşadığım saçmalığı yeni yeni unutuyorum.” 

“Ne yani daha unutmadın mı?” dedikten sonra öyle bir öptü ki, bittiğinde Gizem, “Adımı bile unuttum.” diyebilmişti.  

“Güzel. O zaman sen şimdi geç otur ve beni bekle.” Berkant da böyle günlerin özel olduğunu düşünmezdi. Fakat geçen yıl, Gizem’in ayrılmasına neden olan ve birbirlerini bulmalarını sağlayan güne bir şekilde teşekkür borçluydu. O nedenle ayın 13’ünü seçmişti.  

Gizem, salonda en sevdiği koltuğuna oturup Berkant’ın gelişini bekledi. Salon loştu. Gazlı şöminenin alevleri ve birkaç mum aydınlatıyordu ortamı. Berkant genelde böyle ortamda oturmayı sevdiği için özel bir şeyler olmadığını biliyordu. Berkant az sonra elinde iki kadeh ve peynirlerin olduğu tabakla geldi. Önce birer kadeh içtiler. Bu gece bir değişiklik vardı. Önceki zamanlarda hep fonda müzik olurdu. Evet müzik eksikti.  

“Neden müzik yok?” 

“Ah akılsız kafam. Bir şey noksan diyordum. Bekle hemen telafi edeceğim.” 

Yerinden kalktı, müzik setinin olduğu yere gitti ve düğmeye basmak yerine kemanını aldı ve ilk notalar duyulmaya başladı.  

Kulaklarına inanamıyordu. Nasıl? Kim? “Kızlar” dedi içinden. Mutlaka onlardan öğrenmiş olmalıydı. Berkant, şarkıyı bir yandan mırıldanıyor bir yandan da çalıyordu. Bitirdiğinde sadece durdu ve bekledi. Neyi beklediğini biliyordu. Yerinden kalktı, kemanı elinden alıp koltuğa bıraktı. Boynuna sarıldı ve öpmeden önce sadece tek kelime söyledi.  

“Evet.” 

 

 

 



  

 


  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1 yorum:

  1. Ellerine yüreğine sağlık. Her zamanki gibi harika bir hikayeydi. Tek bölümlük hikayelerini seviyorum. Umarım yenisi tez zamanda gelir.

    YanıtlaSil