14 Şubat 2020 Cuma

Sınır Ötesi Aşk 3


Akşama kadar kendi kendini yiyip bitirmişti. Tüm keyfi kaçmıştı. Telefon çaldığında halen ne tepki vereceğine karar verebilmiş değildi.  
“Nasılsın canım?” diye başlamıştı söze Sinan. Sesi her zamanki gibi miydi? Yoksa farklı bir tını mı vardı? Tedirgin gibiydi sanki. 
“İyiyim, sen nasılsın?” Sesini yumuşak tutmak için zorlanmıştı.  
“Şimdi iyiyim, sesini duymak hep iyi geliyor.” 
“Sevindim.”  
“Neler yaptın bugün? Çekim var mıydı?” 
“Hayır, düzeltmeler üzerinde çalıştım. Sen neler yaptın?” Hadi anlat bana, bir şey olmadığını, sadece öylesine vakit geçirdiğinizi söyle bana... 
Sinan o gün işte olan bir olayı anlatmış, sonra yine özlediğini, gelecek vakti olmadığı için üzgün olduğunu, onun gelmesini dört gözle beklediğini söylüyordu. Ama Melek Özgü ile geçirdiği zamandan bahsetmiyordu. Vedalaşıp kapatma aşamasına gelene kadar tek kelime etmemişti.  
Sormayı istese de konuşurken farklı bir yol takip etmeye karar vermişti. Esin, sessizliğini koruyarak kapattı telefonu. Haberin yurt içindeki etkisini ve devamını bekleyecekti. Sinan ikisini aynı anda idare etmeye mi çalışacaktı? Melek ile röportaj yapılacak mıydı? Ne diyecekti? Mutlaka bir iki gün içinde yeni haber çıkardı.  
Yanılmamıştı, her gün yeni bir haber vardı. Açelya yine aramış, sordun mu diye sormuş, hayır yanıtından sonra neyi beklediğini anlatınca hak vermişti. Sinan ise bir şey söylemiyordu. Sanki hiç böyle bir olay olmamış gibi sessizliğini koruyordu. Dört gün geçmiş ve tek kelime etmemişti. En sonunda sormaya karar verdi.  
“Bana anlatman gereken bir şey yok mu Sinan?” dediğinde ilk haberin üstünden tam bir hafta geçmişti. Gazeteler eski nişanlısı ile sık sık buluştuğunu, onu görmek için tekrar İtalya’ya gittiğini yazmıştı. İşte bardağı taşıran damla bu olmuştu.  
“Ne gibi?” 
“Ne gibi öyle mi? Mesela Melek Özgü gibi!” 
Telefondan çok derin bir nefes sesi geldi kulağına.  
Sinan haberleri okumuştu. Nasıl anlatacağını bilemediği için susmuş, Esin’in sormaması yüzünden de olayın önemsiz olduğunu, her akşam konuşanların birbirini seven bir çift olduğunu kabullenmişti. Hata yaptığını anlaması için bu sorunun sorulmasını mı beklemişti. Çok geç kalmış olmaktan korkuyordu. “Sana anlatacaktım ama nasıl karşılayacağını bilemedim.” 
“Nasıl mı karşılayacağım? Sinan bir hafta önce magazine düştü haber. Eminim sen de artık bunu biliyorsun ve yine de bana hiçbir şey anlatmaya niyetin yok öyle mi?” 
“Hayır, magazindeki saçmalıkların gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok. Üzülmeni gerektirecek bir şey yok.” 
“Tamam, üzülmüyorum. Sadece sorularıma yanıt istiyorum. Sen, Melek Özgünün oraya geleceğini biliyordun. Bunu bana fotoğrafları görmemden önce açıklaman gerekmiyor muydu?” 
“Fotoğraflarımızın çekileceğini nereden bilecektim? Üzülmeni isteyeceğimi mi sanıyorsun?” 
“Her durumda üzüleceğimi biliyorsun. Neden bana söylemedin? Çünkü o yazılanlarda gerçek payı var değil mi? Yeniden bir araya geliyorsunuz ve sen bana bunu nasıl söyleyeceğini bilemediğin için sustun. Oysa arasan ve bitti desen yeterdi.” 
“Esin saçmalıyorsun. Böyle bir şey söz konusu değil. Magazinciler abartıyor. Evet karşıladım. Yemek yedik onu gideceği yere bıraktım ve ayrıldık. Bir daha da görüşmedik.” 
“Ben de inandım.” 
“İnanmana engel olacak bir şey yok ki. Ne dediysem o. Yalan söylemiyorum.” 
“Melek bugün İtalya’ya uçmuş. Şimdi de seni mi bekliyor? Ya da belki önce onunla birlikteydin şimdi de beni arıyorsun. Ne bileceğim.” 
“Saçma sapan şeyler düşünüyorsun. Gerçekten böyle bir şey yok.” 
“Sana inanmıyorum Sinan. Eğer arasan, gelecek, bir süre ağırlayacağım desen yine üzülür, yine kızardım ama şimdiki kadar kendimi salak hissetmezdim. Sen beni aptal yerine koydun. Öğrenmeyeceğimi sandığın şeyleri benden gizleyeceğini ispatladın. Ben de sana bir şey ispatlayayım. Bir daha beni kandıramazsın. Hoşça kal.” Yanıt beklemeden telefonu kapatmıştı. On saniye içinde telefonu çalmaya başlayınca tamamen kapattı.  

Sinan ikinci şansını da kötü kullanmıştı. Üçüncü şans diye bir şey olmadığına göre her şeyi geride bırakacak ve hayatına devam edecekti. O kimsenin paravanı değildi. Kimse için kırılmayı hak etmiyordu. Eski nişanlısına önem veren, onu şimdiki sevgilisinin önünde tutan birinin hayatında yeri yoktu. Artık önüne bakacak, işini yapacak ve yaşadıklarını unutacaktı... 

Sinan ne kadar uğraşırsa uğraşsın ulaşamıyordu Esin’e. Üç gün uğraşmış ne Şanal ne Açelya aralarında bağlantı kurmayı başaramamıştı. Esin kesinlikle görüşmüyordu. Açelya ona da hak veriyordu ama Sinan’ın zor durumda kaldığını anlıyordu. Açıklanamayan bir şeyler olduğu belliydi. Biraz Sinan ile konuşmuş ve çok üzgün olduğuna emin olunca ikisine de üzülmüştü. Üç ay sonra iş bitecek ve Sinan yurda dönecekti. Eğer hala seviyorlarsa bir şekilde düzelteceklerinden emindi. Bu kez sözlerin yetmeyeceğini, aynı durumda olsa hareket görmek isteyeceğini söylemişti.  

Esin’in moralsiz hali çevresindekileri üzüyordu. Engin, kardeşini üzen Sinan’a diş biliyor, Şanal ile Refik sakinleştiriyordu. Sinan’ın üzgün olduğunu anlatıp duruyorlardı. Herkesin sinirlerinin bozuk olduğu bir dönemde Açelya yeni bir tur hazırlığı içindeydi. Aklında olanları kağıda döküyor, görüşmeler yapıyor, tarihte oynamaya gidiyordu.  Bir yıl önce yaptığı Trans-Sibirya tren turunu tekrarlayacaktı. Bu kez hem arkadaşları hem de kocasının ortaklarını ikna edecekti. Ne kadar kalabalık o kadar güzel bir tur demekti. On dört gün sürecek tren yolculuğu, saatler sürecek uçuşlar ve otobüslerle yapılacak kısa geziler herkese değişik gelecekti. Şanal ile ikisi daha önce katıldığı için ne kadar güzel olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyordu. İstediği gibi herkesi ikna etmişti. Hemen hazırlıklara başladı.  
Toplanan kişi sayısı on sekiz olmuştu. İki kişilik kompartımanlar ayarlayacaktı. İki ay kadar zaman vardı tura. Katılımcılarla bir toplantı yapıp turu ve yanlarına almaları gerekenleri aktaracaktı. Esin ısrarla gelmeyeceğini söylüyordu. Sonunda küserim diyerek ikna etmişti. Engin de gelecekti. Öykü ile eşi Engin de gelecekti ve Açelya iki Engin’in trende çok karışacağından emindi. Güzel bir tur için gereken her şey hazırdı.  
 Yedi şubat sabahı çok erken saatte havaalanına hareket ettiler. Havanın soğuğu yüzlerini kesiyordu. Alanda işlemlerini hallettikten sonra üç saat sürecek Moskova uçuşu için beklemeye başladılar. Esin, son anda kuzenini de ikna etmişti. Refik ile arkadaşlıkları belki ilerler diye katılmıştı o da. Hem de Esin’in üzüntüsünü hafifletecek tek kişiydi. Bekleme koltuklarında ruhsuz bir şekilde oturuyor, etrafında akan insan seline boş gözlerle bakıyordu. Hiç katılmak istememişti. Orada insanlara neden mutsuz olduğunu anlatamayacağına göre rol mü yapacaktı? Kimsenin tadını kaçırmak istemiyordu. Nihayet uçağa çağırıldıklarında yerinden kalkıp robot gibi yürümüştü. Neredeyse bir buçuk aydır böyleydi.  
Uzun uçuşların ilki bitmişti. Aktarma ile Vladivostok’a uçulacaktı. Sekiz saat sürecek o uçuş için bekleme salonuna alınmışlardı. Sena ile birlikte bir köşeye geçip oturdular. Esin çantasından e-kitap okuyucusunu çıkartıp okuduğu kitabı açtı. Böylece hem konuşması gerekmeyecek hem de zaman geçirecekti. Sena su alacağını söyleyip kalkmıştı yanından. Bir iki dakika sonra yanına gelip oturdu. Tuhaflık vardı. Sena’nın bacakları bu kadar kalın mıydı? Başını kaldırıp yanında oturana bakınca gözleri kocaman açılmıştı. Sinan buradaydı! 
“Sen...” Cümlesinin devamını getirememişti. O görmeyi umduğu en son kişiydi.  
Sinan, tüm baskıya ve heyecana rağmen yüzündeki ciddi ifadeyi bozmadan konuştu. “Evet, ben. Sen de beni dinleyeceksin. Gözlerime bakacaksın ve beni dinleyeceksin.” 
“Hayır dinlemeyeceğim.” Yaptıklarını unuttuğunu mu sanıyordu? Elbette dinlemeyecekti. Fakat her şeye rağmen yanında oturması bu geziye onunla konuşabilmek için katıldığını fısıldıyordu Esin’e. Bundan bile mutlu olmak nasıl bir rahatsızlıktı acaba? 
“Esin, günahımı aldın. İnan ki aklından geçirdiğin hiçbir şey olmadı. Artık anlatabilirim.” 
“Boşa nefesini harcama. Dinlemeyeceğim.” 
“Dinleyeceksin. Çünkü beni boş yere suçladın. Tamam önceden haber vermem, belki bir yere kadar neler olduğunu anlatmam lazımdı ama gerçekten haber olacağımızı düşünmedim. Sonra da gerçekleri anlatamadım. Bir süre sessiz kalmam gerekiyordu.” Sesinde kendinden emin tınılar vardı.  
Esin, kızgınlıkla sesini biraz yükseltti. “Hayır gerekmiyordu. Bana bir şeyler söylemen her şeyi çözebilirdi. Belki yine kabul etmeyecektim fakat en azından gözümde güvenilir olmaya devam edecektin. Şimdi bil ki sana zerre güvenim kalmadı.” Yine de ikna edilmeyi bekleyen bir yer vardı kalbinde.  
Sinan, alttan alması gerektiğini biliyordu. Açelya ona ne demişti? Sözlerle ikna edemezsin. Hareketlerinle belli edeceksin. Tamam ama o hareketin devamının gelmesi için önce birazcık da olsa ikna edebilmeliydi sözleri. “Ben seni görebilmek için Açelya’yı ikna edeyim, buraya gelebilmek için işimi gece gündüz çalışıp bitireyim, sen beni dinleme. Olmaz canım, kabul etmiyorum. Beni dinleyeceksin.” 
“Hayır dedim. Uçuş için çağırılıyoruz. Şimdi o uçağa bineceğim ve keyifli bir tatil yapacağım. Senden uzakta.” Esin, ikna olmak üzereydi. Sadece bunu Sinan bilmiyordu. Orada olması zaten büyük kısmını yok etmişti kızgınlığının.  
Sinan, “Üzgünüm. Yan yana uçacağız.” derken çok keyiflenmişti. Onsuz bir hayatı nasıl düşünebilmişti ki? 
“Ne? O da nereden çıktı? Sena ile oturacağım.” 
“Hayır canım, o Engin ile oturuyor, ben de seninle. Hadi artık asma yüzünü. Kendimi sana affettireceğim. O zaman da bu kadar zaman bana tavır aldığın için üzüleceksin.” 
“Affetmeyeceğim.” 
“Edeceksin. Neyse şimdi uçağa binelim, nasılsa sekiz saat var konuşmamız için.” 
“Seninle birlikte oturmayacağım. Sena ile yan yana koltuklarımız.” 
“Üzgünüm tatlım, ikimizin koltuğu yan yana. Her şey olması gerektiği gibi. Sen de beni dinleyeceksin. Üzme beni de kendini de. Zaten bir buçuk aydır ikimize de yokluğun ile işkence ediyorsun. Ayrıca şurada en az dört kişi bizim için bir sürü çaba harcamış, geziyi ayarlamışken şimdi senin inadına yenilmeyeceğim. Unutma, ben seni seven adamım.” 
Esin ne diyeceğini bilemeyerek sustu. Birileri bir şeyler yapmıştı ve o Sinan söyleyene kadar anlamamıştı. Dalgın şekilde adımlarını herkesin gittiği tarafa yönlendirdi. Neler olduğunu anlamıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Sekiz saat sürecek olan uçak yolculuğu boyunca yan yana olacaklar...  
Dört kişi bir şeyler mi ayarlamıştı. Biri Açelya idi, biri Sena. Üçüncü bu durumda abisi idi... dördüncünün de Şanal olması muhtemeldi. Bunlar Sinan’a inanmış ve yardım etmişti. O halde kendisinin de en azından dinlemesi gerekmez miydi? Fakat kendisinden bir şeyler gizlemiş olmasını kabullenemiyordu.  
Yerlerine oturduktan sonra Esin kemerini bağlıyorken Sinan eğilip onu izlemeye başladı. Esin bakışlarını ona çevirip gözlerine baktı. Orada özlemi ve sevgiyi görebiliyordu. Kendi bakışlarını sertleştirip başını çevirirken, “Bakma bana öyle!” dedi.  
“Nasıl?” 
“Bakma işte. Neyse tamam anlat, dinliyorum.” 
“Öyle baştan savar gibi dinlemek olmaz. Kulağını bana vereceksin ama önce bir kalkalım, rotamızı bulalım. O arada sen de bana, benden ayrıldıktan... yok bu kelime sevimsiz, beni kendinden bir süre uzaklaştırdıktan sonra neler yaptın onu anlat.” 
“Senden ayrıldıktan sonra...” 
“Uzaklaştıktan sonra...” 
Eh o zaman katlanacaksın işkenceye Sinan efendi, diye düşünerek başladı konuşmaya. “İyi tamam, uzaklaştıktan sonra iki firma ile daha çalışmaya başladım. Çok yoğundum ama yine de sık sık akşamları birileri ile buluştum.”  
“Yalancı.” 
“Asla yalan söylemiyorum. Birileri ile gezdim, eğlendim. Seni düşünmedim yani.” 
“Kaç dakika düşünmedin? Ben de arada bir iki dakika seni düşünmeden geçirebiliyorum.” 
“Dalga geçme. Gerçekleri söylüyorum.” O da öyleydi. İşini yaparken bile aklından çıkmayan adama daha ne kadar dayanabilecekti? 
Sinan nihayet ciddi olduğunu düşünüp üzüldü. Onu unutmak için bir sürü kişi ile mi çıkmıştı. Kimse bir şey anlatmamıştı. Ama sonuçta konuyu bilenler, kendisi ile yaptıkları iş birliğini de Esin’e anlatmamıştı. Sır saklamayı bilen arkadaşları vardı. Kıskançlık şu an hissettiğini açıklamaya yeterli bir tanım değildi. İçi kavruluyordu. Kalp ritmi artmıştı.  
“Gerçekten birileri ile mi çıktın?” Esin, bu soruyu soran adamın sesindeki titremeyi fark edip gözlerindeki üzüntüyü görünce kıyamadı.  
“Çıktım dedim mi? Gezdim dedim.” 
“Yani?” 
Tam yanıt verecekti uçak kalkışa geçince ikisi de sustu. İçinin boşalma hissi geçen Esin gülümsedi. “Yani, Sena ile abim ile hatta Açelya ve arkadaşı Öykü ile epey zaman geçirdim. Öykü ile çok güzel fotoğraflar da çektim. Kocası da gezide. İki Engin var yani.” 
Kaç Engin olduğu zerre umurunda değildi. “Başkası olmadı değil mi?” 
Dejavu mu bu?” 
“Ne yazık ki ben de öyle düşünsem de yanıtı çok merak ediyorum.” 
“Hayır, başkası olmadı. Ben de sorayım mı artık?” 
“Sormana gerek yok. Anlatacağım. En başta şunu bil. Asla başkası olmadı. Gözümle bile aldatmadım seni.” 
“O kadar da değil. Güzele bakmak sevapmış, bak arada.” 
“Gözümü oymaz mısın?” Bir ara saçma sapan sınırlar koyanlar bunlar mıydı? İkisi de bir şeyleri anlamış, birbirlerine olan hislerini kabullenmiş, artık güvenmeye mi başlamıştı? 
“Hayır, niye oyayım. Gerçekten güzelliklere bakmak lazım. Ama bakmak yeter, fazlası yasak.” Esin, istemsizce dökülen kelimelerle onu affettiğini belli etmişti. Zaten gördüğü an hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Sadece üzdüğü için biraz eziyet ediyordu.  
“E sen olayı dinlemeden beni affettin yani. O zaman anlatmayayım.” 
“Anlatmazsan bir kelime bile konuşmayacağım seninle.” 
“Anlatacağım canım. Zaten önemli ve uzun bir konu değil. Melek ile nişandan sonra görüşmemiştik. Biliyorsun o manken olduğu için ben denk gelirsem haberlerini okuyordum ama o benim ne yaptığımı bilmiyordu. Bizim İtalya’da aldığımız işin sahibi olan adam eşinden boşanıyor. Melek ile evlenecekler. Bir oğlu var adamın ve boşanmalarını kabullenememiş. Pedagog ile görüşmüşler. Zamanla kabulleneceğini, her şeyi sakince anlatmalarını söylemiş. Ama o sırada bunlar İtalya’da buluşacaklarmış. Şirketin sahibi de yanımda telefon açıp görüşme ayarlamaya nereye nasıl geleceğini anlatmaya uğraşıyordu. Laf aramızda asla tariften anlamayan sağını solunu bile ara ara karıştıran birinden bahsediyoruz. Bunu fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Tamam bakma öyle konuya dönüyorum. Onlar telefonda nasıl buluşacaklarını konuşurken ben dayanamadım, ‘Ben gider karşılarım havaalanından’ dedim. Herif telefonda Melek’e bunu söyleyip adımı da verince Melek de ‘o benim eski nişanlım’ demiş. Aslında adama nişanlandığını ve bozulduğunu anlatmış. İsim vermemiş. Böylece saçma sapan bir olayın içinde kendi salaklığımla kalmış oldum. “ 
“Senden başka karşılayacak kimse yok muydu? Hadi İtalyanlara güvenemedi diyeceğim de sen de eski nişanlısın. Sana niye güvensin? Ayrıca beni ne karşıladın ne uğurladın, onu nasıl karşılarsın?” Yine sinirlenmişti.  
“Aslında adam sözümü dinlese hemen vazgeçer ama sanmam dinleyeceğini. Kendimi yormadım o yüzden. Neyse işte, gittim karşıladım,  karnını doyurdum, manasız bir sürü dedikodu dinledim, adama getirip teslim ettim. Tüm görevim buydu ama birileri onu tanımış fotoğrafımızı çekmiş. Magazin gazetelerine satmış. Tabii fotoğrafı çeken ne bilsin bizim eski nişanlı olduğumuzu. Bilse yüksek para kazanırdı. Üç kuruşa satmıştır fotoğrafı.” 
“Sinan, bana ne adamın kaça sattığından. Bu mu yani olay?” 
“Elbette bu. Gerçekten sana anlatacak bir şey yoktu. Hem yanlış anlarsın, inanmazsın diye de anlatmayı düşünmedim. İnan bana canım, seni seviyorum.” 
“İyi tamam.” 
“Ne bu böyle? İyi tamam, mı diyorsun yani? Ben de seni seviyorum, demek yok mu?” 
“Yok. Sonuçta o senin eski nişanlındı. Zamanında sevdiğin bir kadındı. Elbette onunla ilgili şeyler beni her zaman rahatsız edecek. Fakat ne olursa olsun önce benim bilmemi isterim. Başka yerlerden öğrenmek kabullenebileceğim bir şey değil. Sormasam anlatmayacağını bilmek beni çok rahatsız etti.” 
Sinan ilk kez çok ciddi bir ifade ile konuştu. “Yemin ederim ki tek düşüncem senin üzülmemendi. Bunların olacağını tahmin etsem asla saklamazdım. Bilmeni gerektirecek bir şey değil diye düşünmüştüm. Ama yine de üzüldün ve ben daha çok üzüldüm. Artık bu konuyu geçmişte bırakabilir miyiz?” 
“Bir daha böyle bir durumda önceliğim olacak mı?” 
“Namus ve şeref sözü veriyorum.” 
“Kabul edildi.” 
“Ciddi misin? Oh be. Seni seviyorum.” 
“Beni neden hiç havaalanından almadın? Vedalaşmayı anlarım da niye karşılamadın?” 
“Çocukluk travmam desem...” 
“Ne oldu, havaalanında kayıp mı oldun?” 
“Hayır, o kadar basit değil. Ben üvey baba ile büyüdüm. Biyolojik babam uçağa bindiğini, geleceğini söyledi. Annemle karşılamaya gittik. Saatlerce bekledik. Rötar yoktu. İnmeyen uçak yoktu. Kaza yoktu. Bize yalan söyleyen ve on bir saat beklememize neden olan bir baba vardı. Sonra boşanma davası ve biten bir evlilik.”  
“Çok üzgünüm. Keşke bilseydim ve sormasaydım.” 
“Bilemezdin.” 
“Melek’i nasıl karşıladın? Travman depreşmedi mi?” 
“Bana gelen biri değildi ki? En fazla bindiği uçağın tüm yolcuları çıkana kadar bekler, ekildin diye adama telefon açardım. Fakat seni orada beklemeye, geciken uçuşlara katlanabilir miyim? Ne olduğunu düşünürken delirebilirim.” 
“Neden?” 
“Neden... Çünkü seni çok seviyorum.” 
“Ben de seni seviyorum.” 
“İşte bu. Aşkım benim.” 
Uçaktakilere aldırmadan minik bir öpücük çaldı. Sonra Açelya’ya seslendi. İki sıra önde oturan Açelya arkaya baktığında ikisinin de gülen yüzlerini görüp baş parmağını havaya kaldırıp tebrik etti. Sinan, Esin’in parmaklarına kendi parmaklarını geçirip öyle oturmaya devam etti.  
Bir süre sonra ikisinin arasındaki soğukluk tamamen yok olmuştu. “Tur boyu birlikteyiz. Sonuçta dünyanın üçte birini aşıyoruz. Türkiye’ye göre sekiz saatlik bir saat dilimini geri gidiyoruz. Biraz zaman sorunu yaşayacağız.” 
“Evet, neredeyse on bir bin kilometreyi havadan aşıyoruz. Sonra trenle geri döneceğiz. İlginç bir gezi olacak.” 
“On dört gün trende olmak tuhaf bir baskı yapıyor bana. Acaba o kadar küçük alanda olmak nasıl etkileyecek. Sonuçta biz açık havada çok zaman geçiren insanlarız.” 
“Sık mola veriyormuş tren. O molalarda yürüyüp nefes alırız.” 
“Benim nefesim sensin. Artık çok iyi nefes alabiliyorum.” 
“Sen de benim nefesimsin.” 

Uçak yolculuğu bittiğinde hemen hepsi yol yorgunuydu. Trene gitmeden önce ilk durak Vladivostok olmuştu. Büyük Okyanus’a kıyısı, Rusya’nın Japonya, Kore ve Çin’e komşusu olan ticaretin yoğun olduğu şehir herkesi şaşırtmıştı. Adı Altın Boynuz olan ve Haliç’e benzeyen yer daha da büyük şaşkınlık yaratmıştı. Böyle bir ortak nokta, şehri hepsinin gözünde farklı bir yere oturtmuştu.  
Zaman dilimi yüzünden öğle yemeği zamanı gelmişti. Gar lokantasında yemek yemişler, sonra Trans-Sibirya Ekspresine yönelmişlerdi. Bando ile karşılanan gruplar bu güzel töreni alkışlarla ödüllendirdikten sonra kompartımanlarına yerleşti. Engin ile Refik, Esin ile Sena aynı kompartımanda kalıyordu. Sinan ise tek kişi kalıyordu. Bunu Esin’e söylediğinde genç kadının şaşkın bakışları ile eğlenmişti.  
“Trende yanına geleceğimi sanmıyorsun değil mi?” 
“Şansımı denemek istemiştim.” 
“Duymamış olayım.” 
“Arada kaçarız bence. Sonuçta arayı kapatmamız gereken bir buçuk ayımız var.” 
“O sürede önemli bir şey olmadı. Kapattık gitti.” 
“Oyunbozan seni.” 

Akşam üstü saat beş olduğunda nihayet tren raylar üstünde hareket etmiş, büyük tur başlamıştı. Yolcuların çoğu yemekli vagonda toplanmış, bir yandan bir şeyler yerken bir yandan da hafif muhabbetlerle yorgunluk atıyorlardı. Tanışmalar, konuşmalar, hafif içkiler ile o akşamı tamamladılar. Herkes kompartımana giderken Sinan, Esin’e biraz daha kal demişti. En son onlar kalkınca kendi kompartımanına soktu genç kadını önce.  
“Burada kalmayacağım.” 
“Tamam, kalma ama bir öpücük de vermeden gitme. İyi geceler öpücüğümü alabilir miyim?” 
Aldı. Bir tane yetmeyince üç beş tane daha aldı. Fazlası için zaman ve yer uygun değildi. Özlemle ayrıldılar birbirlerinden. İkisi de o geceyi huzurlu uykunun kollarında geçirdi.  

İkinci gün Habarovsk’a ulaşıldı. Trende herkes ilk günü keyifli geçirmiş, gece sallantı ile uyumuştu. Yolun yorgunluğu trenin hareketinin üstüne çıkmış, uykusuzluk gibi bir sorun yaşanmamıştı. Sabah kahvaltısında iki sevgili baş başaydı. Askeri karakol olarak kurulmuş şehri gezerken soğan kubbeli binaları göreceklerdi.  
Şehrin yetiştirdiği sanatçılar hakkında bilgi aldılar. Eğitimin çok önem verildiği şehirde görülecek yerlerin bir kısmını görebilmişlerdi. Maden yatağı bir şehir olan Habarovsk da Yerel Tarih Müzesini gezdiler. Kelebeklerin olduğu salonda nedense Esin çok duygulanmıştı. Sergilenen muhteşem kelebeklerin renklerinde kaybolmuştu.  
“Ağlıyor musun sen?” 
“Çok güzeller. Ölmüş olmaları üzdü.” 
“Biliyorsun çoğu cinsin ömrü bir gün. Bunlar bir şekilde ölümsüz olmuş.” 
“Orası öyle de yine de ne bileyim işte bir an duygulandım.” 
“Hadi gel bak daha görecek çok şey var.” Sarılarak başka salona yönlendirdi.  
Diğer salona geçerken Şanal’ın müzenin görevlisi ile Rusça konuştuğunu duyup bir süre hiç anlamadıkları dili dinlediler.  
“Dile çok hakim.” 
“Üç yıla yakın kaldı Rusya’da. Açelya’ya aşık olmasa dönmezdi.” 
“Bir ara Açelya ile nasıl konuştuğunu anlatırsın. Bu kadar büyük plan için çok uğraşmış olmalısınız.” 
“Tahmin bile edemezsin.” 
“İtalya’ya dönmeyecek misin?” 
“Hayır, iş bitti. Herkesi deli gibi çalıştırdım. Aslında iş sahibinin de işine geldi. Masrafları falan azalınca memnun oldu.” 
“Ben de memnun oldum.” 
Trene döndüklerinde akşam yemeğine kadar kısa süre herkes dinlenmeye çekilmişti. Yemekte bir sürpriz vardı. Piyano ile canlı müzik yapılıyordu. Çok güzel bir gece olmuştu.   
Sonraki iki gün yolculuk büyük mola olmadan geçmişti. Hepsini şaşırtan bir bilgi de edinmişlerdi. Sibirya adının Sabir halkı da denilen bir Türk halkının adından geldiğini duymak ilginçti. SibiryanınRusyanın çok büyük kısmını kapladığını bilseler de trenin camlarından gözüken uçsuz bucaksız alanlar yine de şaşırtıyordu.   
Bu iki günü sıkılmadan geçirmelerini sağlayan kısa süreli seminerler, film gösterileri ve Rusça dersi olmuştu. Temel cümleler, bazı kelimeler ilk günün dersiydi. Şanal, arada ders alanına gelip bakıyor, dili dönmeyenlerle eğleniyordu.   
Sinan ile Esin de ders alıyordu. Hemen her anlarını birlikte geçiriyorlardı. Artık çok daha aşıktı ikisi de. Bunun imkansız olduğunu düşünürken Sinan’ın onu düşünerek yaptığı bir şey biraz daha aşık olmasını sağlıyordu. Sinan da aynı şeyi söylediği için ikisinin de duyguları aynıydı.   
Ulan Ude’ye geldiklerinde beşinci güne başlamışlardı. On bir bin kilometreye yakın olan turun, dört bin kilometrelik kısmı geride kalmıştı. İlk gün sekiz saatlik zaman farkı artık altı saate inmişti. Tren durduğunda Budist Tapınağına yapılacak ziyaret için otobüslere binilmişti. Şamanizimden Budizme geçişin yaşandığı, yüz sekiz taneli tespihlerin çekildiği Gandan Tapınağı mutlak mutluluğun yeri olarak anılıyordu.   
“İşte burada seninle olmak çok anlamlı. Mutlak mutluluğumun senin ellerinde olduğunu hissediyorum.”  
“Sen fazla mı romantik oldun? Ben bu cümlelerin karşılığını veremeyeceğim.”  
“Benimle mutlu musun?”  
“Hem de çok.”  
“E işte bu karşılık oluyor.”  
Her yöne bakan tanrı heykelini izlerken Esin “İnsan böyle her şeyi görebilse nasıl olurdu acaba?” diye sordu.   
“Seni her an gözümün önünde tutmama yarayacak bir özellik.”  
“Niye beni her an görmen gerekiyor?” İlk başlardaki baskıcı Sinan geri mi geliyordu? Esin’in tadı kaçmıştı.   
“Çünkü seni görmeyince huzursuz oluyorum. Özlüyorum. Sana bir şey olacak diye korkuyorum. İşte o yüzden seni her an görmek istiyorum.”  
Bu güzel bir yanıttı. Önceden söylediklerine benzer bir şey yoktu. “Çok mu tatlısın sen?”  
“Bilmem, tatlıyım sanırım.”  
Terelj Ulusal Parkı 1964 yılında kurulmuştu. Geleneksel çadırların olduğu parkta öğle yemeği yediler. Etraflarında çadırlarda yaşayanlar vardı. Kimisi at biniyor, kimisi çadırının önünde oturuyordu. Soğuk havaya aldırmadıkları belliydi.   
Mavi rengin ağırlıklı olduğu bir sürü dilek ağacının da yanından geçmişlerdi. Sonunda genel istek üzerine bir yerde durup konuklardan birinin mavi eşarbından kesilen şeritler dileklerin eşliğinde bağlanmıştı. Esin ne dilediğini soran Sinan’a sadece gülümseyerek bakmıştı.   
Ulan Bator’a dönüş yolunda Cengiz Hanın anıtının olduğu yere uğranacaktı. Tonyukuk anıtı ve üstündeki Göktürk harfleri ile yazılı kitabeyi gördüler. Tarihi yerinde öğrenmenin faydalarını yaşarken bir yandan da Cengiz Han anıtına ulaşmayı istiyorlardı. Nihayet devasa heykelin olduğu alana geldiklerinde ihtişamı karşısında şaşkınlıkla bakıyorlardı. Moğol atasözü olan “Her Moğol’un bir yolu vardır.” cümlesi Açelya tarafından dile getirilmişti.   
Sinan, Açelya’nın bir anekdot anlatmasını bekliyordu. Çok heyecanlıydı. Hava buz gibiydi, bazı yerlerde karlar vardı. Ama o terliyordu. Açelya, grubun kendi arasında konuşmasının bitmesini bekledikten sonra en arkada duran çifte baktı. Gülümsedi ve konuşmasına devam etti.   
“Hepimizin bildiği bir şeyi anımsatmakta fayda var. Bir gün Cengiz Han, çevre hanları toplantıya çağırır. Bütün hanlar, halka oluşturacak düzendeki minderlere otururlar. Hakan’ın gelmesini beklerler. Cengiz Han yanında eşi Börte ile gelir ve onu sağ tarafına oturtur. Gelenek gereği soldan başlayarak hanlar kendilerini tanıtırlar. Son konuk da kendini tanıtınca sırada Börte Kadın vardır. Burada sözü Cengiz Han alır ve “Ben hepinizin hanı Cengiz Han’ım. Bu da benim Han’ım  Börte’dir” der. İşte, saygıyla kullandığımız “Hanım” sözcüğünün günümüze kadar ulaşan, tarihteki yolculuğunun böyle olduğu söylenir.”  
Gruptakiler keyifle anımsatmayı yorumlarken çoğunun fark etmediği bir olay gerçekleşiyordu. En arkada duran çift yüz yüze bakıyordu.  
Sinan sadece basit bir cümle kuracaktı. Bunu bile becerememekten korkuyordu.    
“Esin, benim ‘Han’ım’ olur musun?”  
Esin, duyduklarına inanamıyordu. “Anlamadım...Yani anladım elbette de emin olamadım.”  
“Ben kendimi Cengiz Han gibi tüm dünyaya hükmedecek bir Han olarak görmüyorum. Fakat sen benim eşim olursan tüm dünyanın benim olacağını biliyorum. Benim eşim, benim han’ım olur musun?” Basit cümleyi söylemekte zorlanan Sinan bu cümleleri nasıl kurduğunu asla bilemeyecekti. 
“Olurum. Her şeyin olurum.”  
Sinan mutlulukla sarılıp öperken herkes onları izliyordu. Çünkü beş kişinin gözünü dikip onları izlemesi dikkat çekmiş, başlar yavaş yavaş ikiliye dönmüş ve kimsenin farkında olmayan çiftin mutlu kararlarını izlemişlerdi. Alkış koptuğunda çift de onların farkına varmıştı.  
Engin, “Bu teklifi geçecek bir şey bulabilecek kimseyi tanımıyorum.” diye yanındakilere söyleniyordu.   
“Sen evlenecek kızı bul, biz sana bunu aşacak bir teklif bulmayı beceririz.”  
Engin, mutlulukla tüm yüzü aydınlanmış kız kardeşine bakarken artık içi rahattı. Sinan iyi biriydi ve artık kardeş sayılırlardı.   Esin, hâlâ inanamıyordu. Moğolistan’da, Cengiz Han anıtının önünde evlenme teklifi almıştı. Şimdi de Ulan Bator’da akşam yemeğinde yerel sanatçıların gösterilerini izlerken tüm tren yolcuları onları  kutluyordu. Herkes dans ediyor, gülüyor eğleniyordu. Nişanları yapılıyor gibi hissediyordu, ikisi de  çok mutluydu.  
“Sana aşığım, kadın.”  
“Sana aşığım, adam. Hem de o düğün salonuna girdiğim ilk anda seni gördüğümden beri aşığım.”  
“Ben de sana o andan beri aşığım.” Bir an durdu ve sonra günün heyecanıyla fark etmedikleri olayı anımsattı. “Bugün ayın kaçı biliyor musun?”  
Aa on dört şubat. Bizim için gerçek anlamda kutlanacak bir gün oldu. Evlenme teklifimizi kutlayacağız.”  
“Asla unutmayız. Her yerden anımsatıyorlar nasılsa.”  
“Yoksa unutur musun?”  
“Sanmam. Fakat özel günler gibi bir takıntım olmadığını biliyorum. Unutsan da takılmam.”  
“Ben de öyleyim. Galiba bir doğum günüm önemli. Şimdi bir de evlenme teklifi aldığım bu özel gün var.”  
“Düğün ya da nikah, hangi gün olursa olsun benim için bugünü kutlamak daha özel ve önemli olacak.”  
“Ağzımdan aldın lafı. Bence de bugün kutlanmaya değer oldu.”  
“Bu gece daha özel olarak da kutlayalım mı?”  
“Kutlayalım.”  
  
Tren günün anlamına uygun süslenmiş, odalara güller ve çikolatalar bırakılmıştı. Refik ile Sena bile günün anlamına uyum sağlamış, baş başa konuşuyordu. Esin, tüm yolcuların kompartımanlarına çekilmesini bekledi. Sena zaten laf etmezdi. Yavaşça Sinan'ın kompartımanına gitti. Çok özel bir geceyi sabaha kadar kutladılar.  

Gezinin ikinci ve son haftası başlarken herkes trenin kısıtlı ortamına alışmıştı. Gezinin sonraki durağı, Eski İnançlılar Köyü idi. Ahşap evlerin, ahırların, samanlıkların renkli boyaları, çift başlı kartal figürleri ile süslenmiş kapıları, geleneksel kıyafetleri ile misafirleri karşılayan halkı herkesi çok memnun etmişti. Öğle yemeğinden önce misafirleri sürprizler bekliyordu.  
İlk sürpriz ise 1443 yılında Rus Çarının kiliseyi, İstanbul’daki Bizans Ortadoks kilisesinden ayırması ve ardından getirdiği reformları kabul etmeyen bir grup halkın Sibirya’ya göç etmiş olması ve halen orada yaşıyor oluşlarıydı. Geleneklerine son derece bağlı Polonya kökenli halk inançlarından vazgeçmemişti.  
Köyden ayrılırken herkes çok eğlenmiş, Çok duygusal anlar yaşanmış, güzel fotoğraflar çekmişti. 

Sekizinci gün Baykal Gölüne ulaşan tren cesur konuklarını arıyordu. Baykal Gölüne girenlerin ölümsüz olacağına dair inanç ile yüzmeye teşvik edilen yolcular, kar altındaki göle sadece ellerini ya da ayaklarını sokmakla yetinmişti.  
“Ölümsüz olacağına inansan girer miydin bu havada göle?” 
“Eğer ölümsüz olacaksak ve seninle birlikte yaşayacak olsaydım seni de sürüklerdim.” 
“İlk yüz yıldan sonra sıkılırdın benden.” 
“Sen sıkılacaksın demek ki!” 
“Hiç sanmıyorum. Beni yine deli edeceğinden eminim.” 
“Sen de beni delirtiyorsun. Senin olduğun bir dünyada başka bir yer istemiyorum.” 

Dokuzuncu gün Irkutsk şehrini , onuncu gün Krasnoyarsk, on birinci gün ise Novosibirsk şehrini gezmişlerdi. Rusya’nın üçüncü büyük şehrinin ekonomi ve kültürel konularda merkez kabul edildiğini öğrenmeleri ile ilgileri daha da artmıştı. Katedraller, Jeoloji Müzesi, Demiryolu Müzesi, Lenin Anıtı ve savaş döneminde kadınlar ile çocukların inşaatında çalışıp bitirdiği Opera Bale Binasını gezmişlerdi.  
İstanbul gibi Avrupa ve Asya için sınır olan şehir Yekatarinburg’da sınır noktasında şerefe kadehler kaldırmışlardı.  
On üçüncü gün, Tataristan Özerk Cumhuriyetinin başkenti olan Kazan’ı geziyorlardı. Kale anlamına gelen Kremlin meydanında gezmiş, yan yana yapılmış katedral ve camiyi görmüşlerdi. Tolstoy ve Lenin’in eğitimlerini aldıkları şehri gezerken artık gezinin sonunun geldiğini fark eden grup biraz hüzne bürünmüştü.  
Trendeki son günlerinde herkes valizlerini topluyor, tanıştıkları kişilerle kısa vedalar yaşıyorlardı. Bir yandan bu turun bitişinin hüznü bir yandan kısa zaman sonra evlerine dönecek olmalarının sevinci bir aradaydı.  
Moskova’da geçen iki güne yakın sürede şehri gezmişlerdi. Son durakları ise büyük şair Nazım Hikmet’in mezarı olmuştu. Kırmızı karanfillerini bırakan kalabalık bir anda Sinan’ın sesinden bir şiir ile dikkat kesilmişti.  
Sen benim sarhoşluğumsun 
Ne ayıldım 
Ne ayılabilirim 
Ne ayılmak isterim 
Başım ağır 
Dizlerim parçalanmış 
Üstüm başım çamur içinde 
Yanıp sönen ışığına düşe kalka giderim...  

Mezarlıkta oldukları için bittiğinde alkışlar yerine yüzlerinde hüzünlü bir gülümseme ile bakıyorlardı Sinan’a.  
“Bu kadar güzel şiir okuyabildiğini bilmiyordum.” 
“Ben mi güzel okudum, Nazım usta mı güzel yazmış?” 
“İkisi de.” 

Moskova gezisinde son akşam hep birlikte yemek yiyorlardı. Serbest saat verilmiş alışverişler yapılmıştı.  
Şanal, herkesi susturdu.  
“Bu güzel geziden güzel bir haberle dönüyoruz. Elimde gördüğünüz bugüne kadar beklediğim hediyem. Ne zaman bu müjdeyi alacağımı bilemediğim için aylardır yanımda taşıyorum. Açelya’m, AŞK kelimemizi tamamlayacak müjdeyi bu sabah verdi. Artık üç kişi oluyoruz. Kızımız ya da oğlumuz, K ile başlayacak adını bekliyor.” 
Her masadan alkışlar yükselmişti. En az onlar kadar mutluydu herkes. Açelya, Şanal ve K yazan bir üç boy kalpten oluşan bir kolye idi hediyesi.  
Açelya, evlenmeden önce konuştukları isimleri unutmamış olan kocasının yanaklarını tutup kocaman bir öpücük verdi.  
“Ben de istiyorum.” 
“Ne? Öpücük mü?” 
“Hayır, bebek tabii ki. Yani öpücük de fena olmaz ama bebek daha iyi bence.” 
“Bence de!” 

İstanbul’a dönüş yolculuğunda yine yan yana oturan çift geziyi değerlendiriyordu.  
“En çok etkilendiğin neresi oldu?” 
Esin genç adama baktı ve yanıtladı. “Düğünümüz.” 
Eski İnançlılar Köyünde yapılan düğünlerini anımsamak hep mutlu edecekti. Köy sakinleri turist gruplarından bir kadın ve bir erkeği seçiyor ve onlara geleneksel düğünlerini yapıyordu.  
Açelya’nın yönlendirmesi ile bu çift Sinan ile Esin olmuştu. Gerçekte de evlenme kararı verdiklerini öğrenen köylüler biraz daha detaylı bir hazırlık yapmış, gerçek bir düğün gibi hissetmeleri için ellerinden geleni ortaya koymuştu. Kız tarafının naz yapması gerektiği söylenince Esin de Sinan’ın canına okumuş, isteklerini sıralamıştı. Akik taşından kolye, geleneksel elbiseler, şallar, saça takılan süsler derken üstünde bir sürü şeyle süslü bir geline dönmüştü. Sinan en son olarak cebinden kendi hediyesi olan bir kolye çıkarttı. Kelebekleri sevdiğini öğrendiği nişanlısına zarif bir kolye almıştı. Mine ile işlenmiş kelebeğin kanatlarında onlarca renk vardı.  
Esin, kolyeyi görünce dayanamamış ve boynuna sarılmıştı. Sonra tüm davetlilerin dans ettiği geleneksel eğlence kısmı başlamıştı.  
"Düğünümüz... Söylemesi bile güzel. Gerçek düğün için çok bekletmezsin değil mi beni?” 
“Bana kalsa yarın evlenirim ama malum bizim adetler var.” 
Aaa ben sana söylemeyi unuttum. Yarın akşam seni istemeye geliyorum.” 
Neee?” 

SON 
  



3 yorum:

  1. Hikayelerini özledik.. ne zaman yenisi gelir?
    lal (hüsniye)

    YanıtlaSil
  2. :) yayinlanmasi icin e-posta dan sonra birde robot olmadigimi kanitlamak zorunda kaldim :)))) ;) bir dahakine wattpatdan mi yazsam ne..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. :))) Canım, valla yazmaya mecalim yok. Hikayenin finalinde takıldım kaldım. O kadar sıcak geçti ki yaz, nefes alamıyoruz resmen. Bugün rüzgarlı ama 40 derece...

      Sil