Kısa hikayelerim genelde kısa olur. 15-20 sayfa gibi. Bu 40
sayfa ile kısa hikaye rekorumu kırdı.
Kısa hikayelerim aslında bir kelimeden, bir olaydan ortaya
çıkar. Mesela bir şarkı içinde geçer tek kelimeden hikaye yazmışlığım var.
Taşınırken aklıma gelen bir hikayem var. Uçağa binmem gerekirken oluşan bir
başka hikayem var.
Bu kez öyle değil.
Bu kez benim hayalim var hikayede… hep bir okuma evim olsun
istedim. Ücretsiz bir yer. İsteyen gelsin kitap okusun, ders çalışsın, çayını,
kahvesini yudumlasın ve ertesi gün yine gelmek istesin.
Kim bilir belki bir gün böyle bir yer açarım… şimdilik sadece
hikayede bir mekan olarak kullanılıyor.
Keyifli okumalar dilerim.
Not: tadı kaçmasın hazır ilham gelmişken uzaklaşmasın diye
üstünden geçmedim. Hatalı cümleler affınıza sığınır. (Hala düzenlenmedi. Çünkü... çünküsü hikayenin sonunda )
Bana Adını Söyle
-Ne var?
-Hiç.
-Hiç ne demek? Kimse mi gelmedi? Sadece beklenen mi?
-Beklenen gelmedi, amirim.
-O zaman ‘hiç’ demeyeceksin. Beklenen şahıs henüz gelmedi
demek zor mu?
-Zor değil de uzun.
-Senin tembelliğin bir gün başına iş açacak.
-Biliyorum.
Ünal, elemanının kısa yanıtına gülümseyip telefonu kapattı.
Elindeki evrakları okuyup dosyasına, dosyayı da kendisine
tutulmuş villanın yatak odasındaki gizli kasaya yerleştirip şifreyi kurduktan
sonra üstünü değiştirmek için dolabın kapağını açtı.
Arabasını bırakıp bisikletini alacak, tatilde birini canlandıracaktı.
Bermuda şort üstüne tişört giymiş ayağına da keten ayakkabılarını geçirmişti.
Bu kılıkla kovalamaca yaşamamayı tercih edecekti.
Silahını beline yerleştirdikten sonra telefonu da şortunun
cebine attı. Polis kimliği yerine ehliyetini cebine attı. Astarsız incecik
montu da silahını saklaması için giydi.
Tembel elemanının tembel yanıtları yeterli gelmiyordu. Olayı
kendi takip edecekti. Elbette elemanı tembel değildi. Yıllardır birlikte
çalıştıkları için herkes kimin ne yaptığını, neyi neden dediğini biliyordu.
Çetelerle savaşan çete gibiydiler.
Uzun zamandır peşinde oldukları bir insan kaçakçısının izi
küçük bir kitapçı dükkanına kadar takip edilmişti. Foça’ya sırf bu iş için
gönderilmişti. İnsan kaçakçılığı ile ilgili önceki işlerindeki başarısı bir
çeşit ödül kazandırmıştı. Elbette bu ödül yoğun çalışmayı da beraberinde
getirmişti.
Yine de villa da kalmak, havuzda yüzüp, bol bol güneşlenmek
işin keyifli yanıydı. Ne de olsa o polis değil tatil yapan biriydi.
Kısa yolculuk eski Rum evlerinin arasında devam etmiş,
yayalara çarpmamak için azami dikkat göstermişti. Sokağın başında bir direğe
zincirledi bisikletini. Aylak aylak yürürken yazın ilk günlerini değerlendiren
yerli halkı izledi. Şimdiden yabancı turistler de doldurmuştu güzel kasabayı. Herkes
rahat ve mutlu gözüküyordu. Henüz yazın en sıcak günleri kadar kalabalık
olmamış kasabanın tadını çıkartmayı isterdi ama iki dakika önce tembel
adamından ihbar gelmişti. Artık gerçek iş başı zamanıydı.
Genç bir kadının bir ay önce otelin mirasçısı olarak gelmiş,
hem otele hem dükkan açtığı kısma sahip çıkmıştı. Eski çalışanların durumdan
haberdar olmadığını ama gerçekten sahibinin iki üç ay önce öldüğünü, hiç
mirasçısı olmadığı için bir süre kapalı kalıp bu kadın gelince açıldığı
öğrenmişlerdi. Kadının uzaktan çekilmiş bir resmini görmüştü. Ama
anlatılanlardın çok güzel ve yirmili yaşların sonunda biri olduğunu öğrenmişti.
Gerçekten zanlı olup olmadığı bile bilinmiyordu. Sadece takip ettikleri adamlar
o otele kayıt yaptırmıştı.
Satıştan daha çok kütüphane gibi kullanılan bir yer açmış
olması ve gelen gidenin kadınla uzun süreli muhabbet etmeleri dikkat çekmişti.
İnsanlar kitaplarını alıp bir köşeye çekilmiyor aksine öncelikle uzun uzun
konuşuyorlardı. Bu kadının bu kadar farklı ülkelerden gelen insanlarla neler
konuştuğu meçhuldü. Dillerini biliyor
muydu? Herkes İngilizce mi konuşuyordu? Ya o Asya ve Arap kökenliler ile ne
konuşuyordu?
Kendisi henüz bu kadını canlı görmemişti. Ekibindekilerin
yakın takibindeydi ve her hareketini bildiriyorlardı. Bir iki tane de
konuşmalar anında resmini çekmişlerdi. Kimse iki gün üst üste gitmiyordu
dükkana. Dikkat çekmemek örgüt elemanlarını uyandırmamak için tedbir
alınıyordu.
Canı Foça’nın meşhur dondurmasını çekse de dükkanın önünden
ağır adımlarla yürümeye devam etti. Kuyrukta bekleyecek vakti yoktu. Nihayet
kitapçıyı görmüştü. Üst katları otel olan bir binanın hemen girişinde,
kaldırıma kadar uzayan oturma alanları oluşturulmuştu. Yerlere saçılmış büyük
minderler çok çekiciydi. Uzanmış, kitap okuyan iki genç kız ve sevgilisi ile
sırt sırta dayanıp oturmuş hem kahvesini içen hem kulaklıktan müzik dinleyen
hem de kitap okuyan bir erkek gördü. Sevgilisinin yüzü gözükmüyordu ama
oturuşlarından dalıp gittikleri belliydi.
Evlerinin rahatlığında okuyor gibi gözüken dört kişinin
keyfini bozmadan yavaş adımlarla içeriye doğru yürüdü. Bahsi geçen adamları
göremiyordu. Zaten onun işi şu an kütüphaneyi işleten kadını izlemekti.
Adamları odalarında takip edebilecek durumda değillerdi. Hangi odayı
tuttuklarını anlayıp birisini o odayı çevre dinleme ile dinleyecek şekilde
ayarlayacaklardı. Ekip çalışmasının en iyi tarafı buydu. Birazdan kadın
personelden birinin otele elinde valizle giriş yaptığını gördü. Ekip
toparlanıyordu.
Okuyacak bir şeyler bulacağından emin, raflar arasında
dolaşmaya başladı. Kitapların olduğu raflarda belirli aralıklarla nasıl bir
sıralama izledikleri yazılıydı. Çok güzel bir yazı ile üstelik.
Önce tarzlara, sonra yazar isimlerine ve sonra da kitapların
çıkış tarihlerine göre sıralanmıştı. Farklı yayın evlerinin küçüklü büyüklü
basımları raflarda simetriyi bozsa da aradığını bulma konusunda kolaylık
sağlıyordu.
Ünal, evindeki küçük kitaplığını düşündü. Tüm kitapları yayın
evi ve boy sırasındaydı. Simetri hastası mıydı acaba? Önemli olan hangi kitabın
nerede olduğunu bilmek değil miydi? Hepsinin yerini biliyordu ama bu kadar çok
kitapta bu yöntemi de sevmişti.
Dükkanın sahibi ortalıkta gözükmüyordu. O da nihayet bir kitap
seçip bahsedilen kadını ortaya çıkmasını beklemeye karar verdi.
Oturmak için uygun bir köşe bakınırken duvarlardaki yazıları
gördü. ‘Çay-Kahve bedava. Masada yiyecek varsa o da bedava!’ yazıyordu. Yine
çok güzel bir el yazısı ile yazılmıştı. Tüm yazıların elle yazıldığı belli
oluyordu. Kim bu kadar uğraşmış olabilirdi?
Asıl noktayı atlamıştı. Bedava!
İyi ama bu saatte bile dört hatta kendisiyle beş kişi varken bedavacılık
masraflı değil mi? Bu da mı paravan bir hareketti acaba? Aklındaki düşünceleri
bir yana bırakıp uzun saatler geçireceği uygun bir yer aradı. Hem dükkana
girecek olanları, hem de işleten kadının masasını göreceği bir koltuğa oturdu.
Ayaklarını uzatabileceği bir sehpa vardı ama bunu yapmak için izin olduğunu
sanmıyordu. Kilimin üzerinde uzatıp pozisyonunu ayarladı.
Çok hafif bir sesle müzik yayını da vardı. Klasik bir
kütüphane değilse bu kadar gürültü normaldi belki de?
Oturduğu sarı koltuk iki kişilikti ve insan içine gömülüyordu.
Uyumak için çok cazip bir yerdi. Yerinden kalktı ve az önce gördüğü makinelerin
yanına gidip kendine kahve hazırladı. Uyumamak için buna ihtiyaç duyacak
gibiydi. Gece dosya üzerinde çalışmıştı. Uyku tutmamıştı. Sabah içtiği üç
bardak çay da uyandıramıyordu.
Polisiye bir kitap almıştı. Mesleki merak mıydı acaba? Kitabın
ilk sayfaları heyecan yaratmıştı. Kısa süre sonra kendini kaptırmış hızlı hızlı
okuyordu. İyi bir kalemi her zaman sevmişti. Güneşten neredeyse sarıya dönmüş
kumral saçlarını eliyle düzeltip gözlerini ovalamaya başladı. Okumak iyice
uykusunu getirince de yerinden kalktı. Yeni bir kah…
Makinenin başındaki kadını görünce ne için ayağa kalktığını
bile unutmuştu. Kot şorttan gördüğü uzun bacaklara bir süre bakıp gözlerini
doyurduktan sonra başını kaldırıp kalan kısmı da inceledi. Derin yaka dekoltesi
olan askılı basit bir penye vardı üstünde. Yine de çok hoş bir görüntüsü vardı.
Koyu kumral saçlarını bir kalemle topuz yapmıştı. Bunu nasıl yapabiliyorlar
diye yine düşündü? Bir kalemle yapılmış topuzun bir çok saç modelinden daha
seksi gözüktüğü gerçeğini inkar edemezdi. Yüzünü henüz görememişti ama
gördükleri bile güzel bir şeyler beklemesine yetmişti.
Kahve olan genç kadın hafifçe başını çevirip kimlerin olduğuna
baktı. Kendisine bakan genç adamı fark etmemesi mümkün değildi. Ama bakmış ve
geçmişti. Sonra elindeki kahve ile masaya yürüdü ve oturdu.
Oydu! Dükkanın sahibi bu kadındı. Yani o çok beğendiği kadın
takip ettiği zanlı mıydı? Eh bu ilk olmayacaktı. Suç güzel kadınları mıknatıs
gibi çekiyor muydu? Şansına lanet ederek kendi kahvesini yeniledi. Sonra
masasında oturup yakın gözlüklerini takmış kadına baktı. Yüzündeki hatlar
yumuşaktı. Burnu küçük ve düz, dudakları ise biraz dolgundu. Öpüles…
Bir şeyler konuşmalıydı. En azından merhaba demeliydi. Yoksa
aklı iyice karışacaktı.
Masasına doğru yürürken kadının bir kağıda bir şeyler
çizdiğini fark etti. Çizmiyor yazıyordu. Yazdıklarını anlaması imkansızdı. Arap
harfleri ile bir şeyler yazan kadın ise sanki bir an önce aklındakileri kağıda
dökmeliymiş gibi hızlı hareket ediyordu.
Şimdi anlaşılmıştı. O Arap ülkelerinden gelenlerle
konuşabilecek kadar bu dili biliyor olmalıydı. Acaba kendisi de oralı mı diye
düşünürken rengindeki koyuluğun güneş yanığı olduğunu anlayıp dili bir şekilde
öğrenmiş diye düşündü. Bir şeyi daha fark etti. Duvarlardaki yazılar bu elden
çıkmıştı.
O hala düşünedursun masasına gölge ettiği kadın başını
kaldırıp, “Merhaba, bir şey mi istemiştiniz? Bulamadığınız bir kitap mı var?”
diye sordu.
Sesi de güzeldi. İnsanda rahatlık hissi uyandıran melodik bir
ses. Acaba…Acabalara yer yoktu. Neredeyse kafasına vurup aklını başına
toplayacaktı. Güzel, uzun bacaklı, gözlüğünün altında kaybolan burunlu bir
kumral yüzünden işini aksatacak değildi.
“Merhaba, ikinci kahveler de bedava mı diye soracaktım.”
“Kavanozu bile bedava.”
“Siz nasıl para kazanacaksınız? Yiyecek bir şey yok ama varsa
o da bedavaymış.”
“Aç mısınız? Hemen bir şeyler getirtebilirim.”
“Nereden? Pastane size mi çalışıyor?”
“Sorguda mıyım?” derken gülümsemese polis olduğunu anladığını
düşünecekti.
“Elbette değilsiniz ama bu kadar şirin bir ortamda bu kadar
bedava fazla değil mi? Amaç para kazanmak değilse nedir?” Dikkatli olmalıydı.
Suçluların polisleri tanıma kabiliyeti yüksekti.
“Üst katlar bana çalışıyor. Üstelik çok da iyi çalışıyor,
burası da benim oturma odam. İsteyen buraya gelir, biraz muhabbet eder, biraz
kitap okur, hatta gelirken yiyecek bir şeyler de getirir ve o masaya bırakır.
İsteyen yer, isteyen içer. Yani benim komşularım bu insanlar.”
O kadar doğal anlatıyordu ki zanlı kelimesi kadına hiç
yakışmıyordu. Otel onundu. Elbette konukları ile konuşacaktı. Burada bir çeşit
amme hizmeti yapıyordu. O zaman bir sürü insanla dost olması da normaldi.
Turistik yerdeydi. O zaman bir sürü yabancı ile konuşuyor olması da gelen
gidenin çok olması da normal değil miydi?
Bir an önce kendini silkelemeli kendine gelmeliydi. Kadını
aklamaya çalışıyordu resmen. İstihbaratçıların dedikleri anımsadı. Bu ötele
daha önce hiç bu kadar Asya ve Arap kökenli turist gelmemişti. Son bir ayda ise
büyük bir artış vardı. Sırf bu bile kadının niye buraya geldiğini açıklar
gibiydi. Şu miras olayının araştırılması henüz bitmemişti. İhbarları alalı daha
beş gün olmuş bu sürede araştırmaların bazıları sekteye uğramıştı. Önüne çıkan
engellerin aşacak yeni kapılar arıyordu. Bu engellerin ardında güçlü
birilerinin olduğunu anlamak zor değildi. Kimin arı kovanını çomak soktuklarını
yakında anlarlardı.
“Size yiyecek bir şeyler getirteyim mi? Sandviç ister
misiniz?”
Hala kızın başında dikildiğini soru ikinci kez tekrarlanınca
anladı. Gözünü dikip bakıyordu. Aptal, dedi kendine ve gülümseyerek, “Aç
değilim teşekkür ederim. Sadece bu durum tuhaf geldi. Büyük şehirlerde
selamlarını bile bedava vermeyen insanlarla çalışınca şaşırdım sadece.” diye
durumu kurtarmaya çalıştı.
“İki ay öncesine kadar onlardan biriydim. Yani selamımı parayla
vermiyordum elbette ama büyük şehirdeydim. O yüzden sizi anlıyorum.”
“Ne oldu da iki ay önce buraya geldiniz?”
“Otel miras kaldı.” Neden bu kadar çok soru soruyorsun der
gibi bakmaya başlamıştı genç kadın.
“Anladım. Neyse sizi daha fazla işinizden alıkoymayayım.
Kitabıma döneyim.”
“Keyifli okumalar.”
Konuşmanın bitmesinden hoşnut gözüküyordu genç kadın. Fazla
soru sormuştu. Onu şüphelendirmeden yerine geçti.
Soğumaya yüz tutmuş kahvesinden büyük bir yudum alıp kitabına
döndü. Okumaya başlamadan önce bildiklerini toparlamaya çalıştı.
Adını sormamıştı ama Selin olduğunu biliyordu. İki ay önce
buraya geldiğini söylemişti ama otel yeniden faaliyete başlayalı bir ay
olmuştu. O bir aylık dönemde ne yapmıştı? Belki oteli açana kadar elden
geçirmişti. Tabi tabi, zaten tüm suç işleyecek kişiler önce tadilat falan
yapardı. Yine aklama çabasına girdiğini düşünüp kitabına gömülmeye uğraştı. Miras kaldı dediği yerin eski sahibinin hiç
akrabasının olmadığını sanılıyordu. Bu konuda da mı yalan söylüyordu? Belki de
sahte evraklarla gelip otele konmuştu. Bunları araştıran el altından bilgileri
satan bir sürü üç kuruşluk insan olduğunu bilmeyen var mıydı?
Sahtekarlıkla buraya gelmesi, adamların o geldikten sonra
sıklıkla bu oteli talep etmesi…
Zanlı artık daha da fazla zanlıydı.
Selin, kağıda yeni bir şeyler yazmaya başlamadan önce az
önceki tuhaf konuşmayı aklından geçirdi. Kimdi bu adam? Niye bu kadar çok soru
sormuştu? Önce basit bir tanışma konuşması sanmıştı ama adam başından
ayrılmamıştı. Üstelik anladığı kadarıyla şu an gözünü dikmiş yine kendisine
bakıyordu. Maliyeden birileri miydi acaba? Kitapları satmıyordu. Sadece
isteyene okuyacağı bir alan yaratmıştı. En büyük hayali buydu ve nihayet yerine
getirmişti. Geçici bir işti ama en azından bu sezon sonuna kadar açık
tutacaktı. Belki de uzun yıllar açık kalırdı. Diğer işini buradan yürütebilecek
miydi? Diğer iş mi? Geri dönecek miydi o işe? Bunu anlaması için biraz zamana
ihtiyaç vardı.
Adamın kafasını eğdiğini anlayınca başını kaldırıp ona baktı.
Yakışıklıydı. Uzun boyluydu. Kilo sorunu yoktu. Hatta omuzları biraz fazla
gelişmiş durduğuna göre gayet de iyi bir fiziği vardı. Gözleri yeşil miydi?
Işık oyunu da olabilirdi. Ela ya da yeşil hiç önemli değildi. Güzel gözleri,
güzel fiziği vardı. Ama çok meraklıydı. Adını sormamıştı. O zaman kendi adını
da söylemesi gerekecekti. İsteyen kolayca öğrenirdi ama o kadar çok soru soran
birinin adını öğrenmesi yeni sorulara zemin hazırlardı.
Yeni yalanlara gerek yok diye düşünüp başını işine eğdi.
Bir saat boyunca kitap okudu. Gelen gidenleri kontrol etti.
İlk geldiğinde oturanlar çoktan gitmiş, yeni birileri gelmişti. Bembeyaz saçlı,
tombul bir teyze elinde koca bir kutu ile gelip çay makinesinin yanındaki üç
katlı servis tabağına içindekiler dizmeye başladı. Biraz börek ve kurabiye…
Aynı zamanda Selin ile kısık sesle konuşuyor hatta gülüşüyorlardı. Ne
konuştuklarını duyamıyordu. Dedikodu yaptıkları kesindi. Sonra teyze bir kitabı
aldı, önünden geçerken Ünal’a başı ile selam verip gülümsedi ve kendini bir
başka rahat görünümlü koltuğa attı.
Kitap sarmıştı. Bitirene kadar oturamayacağı için masadaki
ayraçlardan birini kullanıp kitabı aldığı yere bıraktı. Konuşmak için bir
fırsat daha yarattığını anlayıp masaya gitti.
“Yarın geldiğimde kitabımı kaldığım yerden okuyabilir miyim?”
“Eğer bir başka okuyucu almamışsa elbette.”
“Ya almışsa? Elinden kapmam mı gerekecek?”
“Kavgaları ayırmıyorum. O nedenle oturup beklemenizi tavsiye
edebilirim.”
“Kavgadan kaçacağımı sanmıyorum.”
“Ortalığı yıkı dökmek ve kitaplarıma zarar vermek bedava
değil.”
“O zaman kitabı beklemek cebimi sarsmaz deyip akıllı uslu
otururum. Hatta belki biraz da muhabbet ederiz.”
“Olabilir.”
“O zaman kitabımı birilerinin okuyor olmasını dileyerek
geleceğim yarın. Görüşmek üzere.”
Selin konuşmaların gittiği yönün keyfini çıkartarak baktı
arkasından. Tatil için gelmiş birisinin kısa süreli flörtü olmaya niyeti yoktu
ama yine de bu adamla konuşmak hoşuna gidecekti. Hangi kadın yakışıklı birinin
ilgisinden rahatsız olurdu?
Ünal, dükkandan henüz çıkmıştı ki iki Arap’ın kapıya doğru
yürüdüğünü gördü. Bunlar bahsi geçen kişiler değildi. İki yeni adam daha.
Kütüphane kısmına değil de otele girince kayıtları takip etmek
kolay olacağından önemsemedi. Hem zaten ekipten biri çoktan dükkanda yerini
almıştı. Nöbet değişimi tamamdı.
Düşünmek yetmiyordu bazen. Bir de ayaklara söz geçirebilmek
gerekiyordu. Yeniden dükkandan içeri girerken yerine gelmiş olan elemanın
şaşkın yüzünü görmezden geldi.
Selin yerinde yoktu!
Ortamın kameralarla izleniyor olma ihtimaline karşı kendi elemanına
değil de kitap okumak yerine sevgilisinin saçlarını okşayan birine sormayı
tercih etti. Otel kısmına girdiğini söylemesinden sonra o da o tarafa yürüdü.
Bunu zaten tahmin etmişti sadece oyunu kuralına göre oynuyordu.
Selin danışmada oturan genç erkeğin yanında ayakta durmuş
konukların sorularını akıcı bir Arapça ile yanıtlıyordu. Adamlardan olumlu
yanıt almış olmalı ki iki adam da pasaportlarını çıkartıp bankonun üzerine
koydular. Selin, başını kaldırıp az önce konuştuğu genç adamı görünce gülümsedi.
“Otele mi yerleşmeye karar verdiniz?”
“Boş oda varsa düşünebilirim.”
“Evet var. Ciddi iseniz size bir oda ayarlayalım.”
Kısa bir an düşündü. Otelde kalmak daha rahat takip etmesini
sağlardı ama diğer işlerini buradan yapamazdı. Cazip teklifi geri çevirmek
zorundaydı.
“Peşin ödememiş olsaydım sanırım bu teklifi değerlendirirdim.”
Selin bir yanıt veremeden konuklardan biri soru sorunca o
tarafa dönmesi gerekti. Yeniden genç adama döndüğünde yüzünde gülümseme vardı.
“Madem kalmayı düşünmüyorsunuz, neden geri döndüğünüzü sizden
öğreneyim.”
“Bedava kahve içmek güzeldi ama buradan çıkınca kendimi borçlu
hissettim. Acaba ben de size bir şeyler ısmarlayabilir miyim, diye sormaya
geldim.” Güzel bir bahaneydi. Kendini kutlarken yanıtı da merakla beklediğini
kabullendi.
“Hiç gerek yok.” Yanıtı hoşuna gitmedi.
“Gerek olduğu için sormadım ki. Sadece biraz daha vakit
geçirebilmek için sormuştum. Hayat kısa!”
“O halde… nerede, ne zaman ve ne?”
“Güzel bir balıkçıda, akşam sekizde ve beyaz şarapla balık!”
“Teklif çok cazip, hayır demek zorlaştı.”
“O halde akşama görüşürüz.” Arkasını dönüp çıkmak üzereyken
“Pardon!” diyen sesi ile genç kadına döndü.
“Efendim?”
“Ben Selin. Yemeğe çıkacaksak en azından adımı bilmelisiniz.”
“Ünal. Çok memnun oldum Selin. Selin dememde sakınca yok
umarım.”
“Yok.” Ve Ünal gülümseyerek çıkıp gitti otelden. Aklında yeni
gelenlerin doldurduğu giriş kartının üzerine yazılmış 12 numarası ile…
Aynı günün akşamı sanki tatil aşkı yaşayan ikili gibi uzun
uzun konuşarak şaraplarını yudumlayarak, nefis deniz mahsulü mezelerini
atıştırarak vakit geçirdiler.
Ünal, kadının söylediği yalanları yakalamaya uğraşıyordu.
Arada ipin ucunu kaçırıyordu. Dalıp gidiyordu ve bundan hiç de hoşnut değildi.
Zanlı ile bir arada olup onun masum olduğunu düşünmek kendine karşı gelmek
gibiydi. En iyisi onun suçlu olma ihtimalini aklından çıkartmamak ve güzelliği
ile büyülenmemekti. Bunun için de daha fazla içmeyecekti. Aklının net olması
gerekiyordu.
Gece ilerledikçe daha fazla etki altına girdiğini hisseden
Selin, genç adamın kendisinden bir şeyler gizlediğini düşünüyordu. Sorular
soruyor ama kendisi sorulanları yanıtlamıyordu. Kısa yanıtlar vererek
geçiştiriyordu. Bu da yaz aşkı peşinde koşan, üç beş gün sonra adını bile
anımsamayacağı bir ilişki arayan çapkınlardan olduğunun kanıtıydı. Geceyi
uzatmanın manası yoktu! Hem zaten kendisinin de daha derin sorulara verecek
dürüst yanıtları yoktu.
“Artık kalkmam lazım. Sabah erken kalkacağım.”
“Kusura bakma senin tatilde olmadığını unuttum. Kalkalım.”
Hesabı ödedikten sonra yavaş adımlarla otele doğru yürümeye başladılar.
Sessiz birkaç adımdan sonra Ünal, “Arapçayı nerede öğrendin,
okulda mı?”
“Farsça. Evet okulda öğrendim. Arapça da biliyorum elbette ama
bugün geldiğinde konuştuğum dil Farsça idi.”
“Turizm işinde yabancı dilin önemi büyük. Ama en çok İngilizce
tercih edilirken neden Arapça-Farsça?”
“Özel nedeni yok. Arapça ve kökeni olan dilleri seviyordum.
Önce Arapçayı öğrendim. Sonra Farsça kolay geldi zaten. Birkaç harf farkı var.”
Elbette bunlar gerçek değildi. Ama nasıl öğrendiğini anlatacak da değildi.
Ünal daha derin sorular sormadan yol bitti.
“Kütüphaneni kaçta açıyorsun?”
“Hiç kapanmıyor.”
“Nöbetçi kitapçı mı yani?”
“Evet, uykun kaçarsa gel oku.”
“Sen orada olmayacaksan gerek yok.”
“Bunu bilemem. Gecenin bir vakti benim de uykum kaçabiliyor. O
zaman aşağı iniyor ve biraz çalışıyorum.”
“Ne? Çalışıyor musun? Kitap falan mı diziyorsun? Yoksa yazıyor
musun?”
“Hat yapıyorum.”
“Ah şimdi anladım. Sabah yazdığın da hattı değil mi? Ne
yazmıştın?”
“Anımsamıyorum. Bir şeyler aklıma gelmişse hemen bir şekil
bulmaya uğraşıyorum. Sonra üzerinde çalışıyorum.”
“Not tutmak gibi!”
“Evet. Senin böyle bir merakın var mı?”
“Ne yazık ki yok. Düz çizgi çizemem.”
“Herkes öyle sanır ama aslında bir şeylere mutlaka yatkındır.”
“Şu an yapmak istediğim ama yapmaya çekindiğim tek şey var.
Onun için de henüz çok erken.”
“Emekli olunca mı yapmaya niyetlisin?”
O kadar içten bir kahkaha atmıştı ki Selin ne söyleyip de bu
kadar güldürdüğünü anlayamadı.
“Bu kadar komik olan ne?”
“İnan yarına kadar bile beklemeyi uzak bir zaman olarak
düşünüyorum. Emeklilik gerçekten çok çok uzak bir zaman dilimi.”
“Anlamadım ama neyse. Seni güldürebildim hiç olmazsa!”
“Gülmeme kızmış gibisin.”
“Kızmadım ama şaşırdım. Ben iyi niyetliydim.”
“Seni bu akşam daha fazla kızdırmak istemiyorum. Yarın umarım
ne istediğimi anlatırım. Sabah görüşmek üzere, diyelim.”
“Sabaha görüşürüz. Ünal… Kahvaltıya gelir misin?”
“Gelirim. Ama ben çok erkenciyim. Sekizde burada olsam
uyandırmış olmam umarım seni.”
“Hayır, o saatte ayakta olurum.”
Ünal dokuzda gireceği toplantıyı söyleyemezdi. O yüzden
erkenden gelip genç kadını biraz daha yakından tanımak istiyordu. Şu ana kadar
yakaladığı birkaç yalandan başka olumsuz bir şeye şahit olmamıştı. Birlikteyken
cebi çalmamış, tuhaf insanlar selam vermemiş, etraflarında onları izleyen kimse
olmamıştı. Ekipten birileri de lokantada çevrelerini sarmıştı. Onların da
olumsuz bir şey görmediklerinden emin olmalıydı. Dönüp evine doğru yürümeden
önce genç kadının arkasından baktı. Şu an izleniyorlardı ve emrindekilerin
önünde aklından geçenleri yapamayacağı için sakin ama huzursuz adımlarla evine
doğru yürüdü.
Köşeyi döndükten sonra ekipten birisi yanında durdu ve arabaya
binip ofis olarak kullandıkları eve geçtiler. Yol boyu geceyi konuştular.
Yakaladığı üç noktayı söylemişti. Okulu, mirası ve eski işi… bunları araştırmak
kolaydı artık.
Toplantı sonucunda herkes şüphenin devam ettiğini ama elle
tutulur bir kanıta sahip olamadıklarını söyleyip masadan kalkmıştı. Neyse ki
ekibin diğer kısmı da kesin suçludur demiyordu Selin için.
İkinci günleri kahvaltı ile başladı. Selin’in akşamki
kızgınlığından eser kalmamıştı. Biraz düşünmüş ve aralarında olanlara anlam
yüklemeden iki üç gün flört etmeye karar vermişti.
Otelin restoran kısmında mükellef bir kahvaltı hazırlatmıştı.
Garsonlar ikiliye hizmet ederken diğer konuklardan da inenler oldu. Selin’ i
tanıyan yoktu içlerinde. Bir saat süren kahvaltıdan kalkarken Ünal toplantıyı
iptal edebilmek için neler yapması gerektiğini düşünüyordu. Her aklına gelenin
karşı fikri olunca bir iki saatini işiyle ilgilenerek geçirmesi gerektiğine
karar verdi.
Toplantıdan çıktığında ekibinin yeni görevleri dağıtılmış,
kendisine de en güzel görev verilmişti. Selin’e yakın olmak.
Öğleden sonra yeniden kütüphanede aldı soluğu. Hem kitabını
okuyacak hem de Selin’i gözlemlemeye devam edecekti.
Şüpheli iki adam bir daha Selin ile irtibat kurmamıştı. Genç
kadının ara sıra telefonu çalıyordu. Kısık sesle ve neşeli konuşmalar
yapıyordu. Sadece bir keresinde konuşurken sesi değişmiş hatta gözlerinde
yaşlar parıldamıştı. Kendisini tuttuğunu anlamak zor değildi. Kim aramıştı?
Aşık olduğu biri mi? Ayrıldığı bir sevgili mi? Merakla izlediği genç kadın
telefonu kapattıktan sonra masadan kalkmış ve arka tarafa geçmişti. Onu ilk kez
bu kadar moralsiz görmüştü. Oysa hep gülümsüyordu. Yine gülmesini istediğini
fark etti. Şu iş bir an önce bitmeli ve o buradan hemen gitmeliydi. Suçlu ya da
masum her durumda uzak durması gerekiyordu. Riskli meslekleri olan insanların
kendilerinden önce karşı tarafı düşünmesi gerekiyordu. Üstelik zaaflar her
zaman düşmanın eline koz vermek demekti. Kaç meslektaşının sevdikleri ile
kullanıldığını, üzüldüğünü gözleri ile görmüştü.
Telefonu titremeye başladığında düşüncelerinden sıyrıldı.
Kısık sesle yanıtladığında hemen ofiste olmasını isteyen tembel elemanı ile
karşılaştı. Kütüphaneyi gözlem altına alacaklardı. Ünal’ın orada olmaması
gerekiyordu. Büyük hareketlenme başlamıştı.
“Gitmem lazım. Arkadaşlar gelmiş, beni bekliyorlarmış.
Birlikte akşam yemeği yeriz, böylece günü bedavaya getirmiş olurum diyordum ama
olmadı.” derken tek istediği gerçekten orada olmak ve onu güldürmekti. Kalamasa
da güldürmeyi başarmıştı.
“Alacağın olsun o zaman.” diyen Selin az önceki ruh halinden sıyrılmıştı.
Arkasından bakarken gelen arkadaşlarının kadın mı erkek mi olduğunu düşünürken
yakaladı kendisini.
Saat gecenin üçüydü. Açıkta demirlemiş teknede hiç ışık yoktu.
Kendilerine doğru gelen on kadar balıkçı teknesi vardı. İçlerinden iki tanesinin
önceliği balık yakalamak değildi. Güvertede gezinen balıkçılardan başka alt
kısımda toplamda kırk kişi vardı. Diğer tekneye geçecek olan adamlar
Yunanistan’a kaçacaktı. Afgan ve Suriye kökenli kırk kişinin o tekneye sığması
pek mümkün gözükmüyordu. Kimsenin bunu önemsediği de söylenemezdi. Türk
karasularından çıktıktan sonra rahatlayacaklarını düşünüyorlardı.
Tüm tekneler uzaklaşırken onlar yavaşlamış ve kendilerini
bekleyen tekneye yanaştılar. Nihayet yarım saatten kısa sürede yük
boşaltılmıştı.
Aynı dakikalarda, Ünal da olayları takip ediyordu. Balıkçı
teknelerinin hareketleri baştan sona izlenmişti. Kaçakçıların yakalanması için
onların tamamen diğer tekneye aktarılmalarını beklemişlerdi. İki tekne
arasındaki iskele de son iki kişi yürüyordu.
Ünal, eşzamanlı baskın emrini verdi.
Kendisi ve yanındaki iki kişi ile jandarma erleri kaçakları
taşıyan şoförleri yakalayacaktı. İki elemanı ile on kadar er otele baskın
düzenleyecek ve zanlıları tutuklayacaktı. Sahil güvenlik ile yine kendi
elemanlarından iki kişi de ayrı ayrı hem yata hem balıkçı teknelerine baskın
düzenlediler. Kimse diğer elemanları uyarıp kaçmalarını sağlayamadı
Selin’in otelinde kalmakta olan adamların odalarını arama izni
alınmıştı. Ünal orada olmayacaktı. Genç kadının yüzüne bakarak onu kandırdığını
söylemek istemiyordu. Kendi kandırılmışlığını da yaşamak istemiyordu. O yüzden
diğer çete üyelerinin saklandığı yere baskın yapacak ekibin başındaydı.
Hiçbir yere kayıt yaptırmamış olan adamların hangi deliğe
girdiğini son iki saattir hepsi biliyordu. Tüm çeteyi yakalamak için sessizce
beklemişlerdi. Tüm çete olduğundan emin olmalıydılar. Onlarla aynı saatte
Adana’da da baskın düzenlenmişti.
Nihayet tüm çeteyi ele geçirmişlerdi.
Selin de yakalananların içindeydi. Ünal, onun gecenin
ikisinden beri kütüphane kısmında iki Suriyeli ile konuşurken yakalandığını
öğrenmişti. Korktuğu başına gelmişti. Masasının üzerinde duran bir sürü yazıya
da el konmuştu. Bunların Farsça çalışmalar olduğunu düşünse de arada bu
kaçakçılık ile ilgili notlar da olabileceğini düşünüp hemen tercüme edecek
birilerini aramaya başladı.
Kaçaklar, kaçakçılar muayeneden geldikten sonra sorguya
alınmışlardı. Sorgu sonrası yine muayene edileceklerdi. Kaçakların arasında üç
tane hasta vardı. Onların sorgusu hastanede yapılmalıydı. Sevkleri yapılırken
Ünal da o ekiple gitmeyi düşündü. Sonra vazgeçip, Selin’in sorgusunu izlemeye
karar verdi. Acaba suçunu itiraf edecek miydi?
Jandarma bölgesiydi ve tabii karakolda tek taraflı aynası olan
bir sorgu odası yoktu. Bu ortak çalışmada artık ekibin geri çekilme zamanı
geliyordu. Son işleri sorgu kısmıydı. Raporlarını da yazıp tutukluları
jandarmaya teslim edeceklerdi.
Yan odada Selin’in sorgusu yapılacaktı. Onun odaya
getirilişini izlerken saklanacağı bir dolap arkası bulmuştu. Genç kadın biraz
bitkin ama başı dik yürüyordu.
Sanki yaptığı işten gurur duyar gibiydi. Ünal’ın canı iyice
sıkılmıştı. En azından pişman bir ifade görmeyi istiyordu.
Yanına gelen elemanlarından biri Farsça bilen birini
bulamadıklarını, Arapçanın yakın olduğunu yardımcı olmak istediğini söyleyen
bir cami imamını getirdiklerini söylüyordu. Bu da olabilir diye düşünüp, “Sen ilgilen, ben
sorguyu dinleyeceğim.” dedi.
Selin’in üzerinde ince bir kot pantolon vardı. Ayaklarında
mantar topuklu terlikler üzerinde ise gecenin ayazı için giydiği montu vardı.
Saçı açıktı ve omuzlarına dağılmıştı. Ünal, onun yine çok güzel gözüktüğünü
düşündü. Bu sorguda olamadığı onu rahatlatamadığı için rahatsızdı. Ama asıl
suçlu birisine bu kadar kapıldığını hissetmekten rahatsızdı.
Dinlemek için iki oda arasındaki evrak penceresinin olduğu
yere gitti. Kendisini göstermeden oturup tüm sorguyu dinledi. Duydukları
elbette suçsuz olduğunu söyleyen yanıtlardı. Sorguyu yapan elemanının ses
tonunun değişmeye başladığını fark edebiliyordu. Etkisine girdiğini anlamak
için yüzünü görmeye gerek yoktu. Selin’in cazibesini özellikle mi kullandığı
yoksa adamın mı o etkiye kapıldığını anlayamamıştı. Hareketlerini izleyemiyor
sadece dinliyordu.
“Bakın, size son kez söylüyorum. Benim olanlarla ilgim yok.
Adamların otelimde kalması benim suçum değil. Arapça Farsça konuşan herkesi
tutuklayacak mısınız? O zaman işiniz çok. Benimle uğraşmak yerine gerçek
suçluları tutuklayın.”
En başından beri, benzer cümleler söylüyor ve kesinlikle suçu
kabul etmiyordu. Diğer adamlara sorgu sırasında Selin hakkında sorular sorulmuş
ve şu ana kadar onlar da genç kadının işin içinde olduğuna dair bir şey
söylememişti. Tek ihtimal kalmıştı; el konulan belgelerdeki notlarda suçlu
olduğunu ispatlayacak deliller…
Elemanının “Bakın Selin Hanım, sizin otelinizi haftalardır
izliyoruz. Ne hikmetse siz oraya gelmeden önce hiç Arap kökenli turist yoktu.
Ama son iki aydır hemen her gün yeni birileri geliyor. Kaçakçılık ile ilgisi
olan iki kişi otelinizde kalıyordu. Bu gece o adamlarla konuşurken yakalandınız.
Artık inkar etmeyin. İtiraf ederseniz cezanız daha az olur. Güzel bir
kadınsınız, hapiste çürümeniz kimseyi mutlu etmez.”
Ünal sorgu bitince tembelliğinden şikayetçi olduğu adamının
çapkınlığını cezalandırmayı düşündü. Çenesine bir yumruk indirmek çok cazipti. Ses
tonundan zerre kadar hoşlanmamıştı. Kıskançlık diyeceği tepkilerle boğuşurken
Selin’in yumuşak sesiyle verdiği yanıtı kaçıracaktı.
“Çok Amerikan dizisi izlemişsin. Bizde itirafçılara indirim
yok. Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar, diye bir sözümüz var. O yüzden
karşılıklı doğruları konuşalım. Yine de teklifin için teşekkürler ama benim
hiçbir suçum yok. Zaten iki saate kadar beni serbest bırakacaksınız.”
Bu özgüvenin ardında mutlaka sağlam bir torpil yatıyordu. Ama
bu kez o torpil bile kurtaramayacaktı. Ünal kendini zorlayıp gerçekleri
kabullenmişti. O başı dik giriş, bu umarsız yanıtlar ve iki saate kadar oradan
çıkacağına olan inanç…
Bulunduğu odanın kapısı açılınca o tarafa döndü. Arapça bilen
hoca ile evrakları okuyan elemanını görünce parmağını dudağına götürüp sus
işareti yaptı. Hemen yanına gidip fısıltıyla sordu. “Buldunuz mu bir şey?”
“Amirim, o yazıların hiç biri insan kaçakçılığı ile ilgili
değil. Mevlana’dan, Şems’ten, Yunus’tan sözler var. Bir de not var ama o da biraz
özel galiba.”
“Nasıl özel?”
“Masasının üstündeki notların içindeydi. Çok yakışıklı ama ben
yaz aşkı aramıyorum, yazmış.”
Ünal neye uğradığını şaşırmıştı. Bu not kendisi ile mi
ilgiliydi? İyi ama not yazmayı gerektirecek ne olmuştu? Belki de eski bir nottu.
Bunu düşünmek yine sinirini bozmuştu. Eski notun masasında işi neydi? Hem niye
kimden bahsettiğini anlaşılacak şekilde yazmamıştı ki?
Yazsaydı ne olacaktı? Çeteyi yakalamışlardı. En fazla üç beş
gün sonra ayrılacaktı buradan. Selin ise büyük ihtimalle suçlu olduğu için
tutuklanacaktı. Mantıklı düşündüğü an her şeyi sıraya koyabiliyordu. Mantığı
devre dışı kaldığında ise çıkar yollar arıyordu.
“Tek satır mı yazı?”
“Evet amirim. Hoca efendi diğer yazılara da bakayım, aralara
başka bir şey yazmış mı diye yine inceliyor.”
“Ne yani ilk baktığında dikkat etmemiş mi?”
“Sözlerin kimlere ait olduğunu anlayıp belki bitirmeden
bıraktı. Şimdi de korktu.”
“Olabilir. Sen yanına dön. Yeni bir şey olursa haber
verirsin.”
Tüm evraklar okunuyordu ama bilgisayarlarda gizli bilgiler
olabilirdi ve onları hızlı okumak mümkün değildi. Tutukluluk süresince
bitirmeye uğraşacak bir ekibi vardı. Selin’in suçlu olduğunu ispatlamak için
çalışacaktı hepsi. Ne büyük kara mizah anlayışı vardı evrenin.
Kadın memurlardan biri odaya girince yine sessiz olması için
uyardı. Elemanı yanına gelip durumu açıklayınca odadan çıkmak zorunda kaldı. Bilgisayardaki
dosyalardan biri Arap harfleri ile tutulmuştu.
Caminin hocası ile çalışmalar daha uzun sürecekti. Rahatını
düşünmek ve yardım için ikna etmek gerekiyordu.
Bir saat sonra yaşlı adam tüm kağıt dökümleri bir kez daha
elden geçirmiş ve başka not olmadığından emin olmuştu. Bu süre içinde Selin’in
sorgusunu bitirmişler ve kadından hiçbir bilgi alamamışlardı. Hocanın
bilgisayardaki yazıları okuyabilmesi için kağıda dökmeleri gerekmişti. Saatleri
harcamışlar, okuduklarının bir kitap olduğunu anlayana kadar epey vakit
geçirmişlerdi. Kitap olması tamamının okunacağı gerçeğini değiştirmiyordu.
Aralara şifreler gizlenmiş olabilir diye her satır tek tek Türkçe olarak
yazılıyordu. Bu iş günlerini alacaktı.
Ünal, nezarete kapatılmış olan genç kadını uzaktan izlemeye
başladı. Korkmuyordu. Bunu gözlerinden anlayabiliyordu. Ama sinirliydi. Neden?
Yakalandığı için mi? Para kaybettiği ve hapse gireceği için mi?
Her ne olursa olsun sinirli olduğu ve birilerini eline
geçirirse çok fena yapacağını anlamak zor değildi. Ünal, kızdığı kişinin
kendisi olmadığını biliyordu. Çünkü en son aklına gelecek kişi Ünal olacaktı
Yanındaki ere telefon hakkını kullanıp kullanmadığını
sormuştu. Sabah kullanmak istediğini söylemişti. Sabaha kadar nezarette kalmayı
kabullenmek! Az önce sorguda iki saate çıkacağını söylememiş miydi? Neden o
havayı yaratmıştı? Sanki bir telefonla birilerini bu ortamdan kurtulmak için
kullanacak gibi bir tavır almıştı. Sonra ise sabahı beklemeye karar vermişti.
İlginç biri dedi. Çok masum görünüyorken zanlı olmuş, zanlıyken kurtulmak
yerine içeride kalmayı kabullenmişti.
Saat dokuz olduğunda Selin telefon hakkını kullandı. Aradığı
kişi ile sadece on beş saniye konuştu ve kapattı. Konuşmasını bekleyen er
şaşırmış olarak kadını tekrar nezarete götürüp üstüne kilit vurdu. Diğer odada
ise Ünal eldeki verileri kontrol ediyor ve Selin’in suçlu olduğuna dair tek bir
kanıt bulamıyordu. Buna bu kadar sevinmesi ise mesleğinin ne kadar tehlikeli
bir yola girdiğini gösteriyordu. Bu iş bitince bir süre izin yapmalı ve kendini
toparlamalıydı.
Daha önce de güzel zanlılarla bir arada olmuştu. Mesleği bunu
gerektiriyordu ama ilk kez kendisinden ve kararlarından korkuyordu. Çünkü ilk
kez söz dinlemeyen bir kalbi olduğunu anlıyordu.
Hocanın iki yüz sayfalık kitabın üçte birini okuduğunu
söyleyen kadın memur kitabın daha önceki çevirileri ile hiç farkı olmadığını
söylemiş ve çıkmıştı Ünal’ın yanından. Kapısı yeniden çalınınca öfleyip başını
kaldırdı. Jandarma erinin şaşkın yüzüne bakıp konuşmasını bekledi.
“Komutanım, zanlı telefon konuşmasını yaptı.”
“Neler konuştuğunu dinledin mi?”
“Komutanım, dinlemedim.”
“Ne kadar sürdü ve nasıl konuştu? Yani kızgın mı? Ağlıyor muydu?
Yalvarıyor muydu?”
“Komutamın, sadece on beş saniye konuştu. Bir cümle söyleyecek
kadardı bu süre ve kapattı telefonu.”
“Anladım.” Dedi. Bu tarz konuşmaların kimlerle yapılacağını az
çok tahmin ediyordu. Bu rahatlığın ardından kim çıkacak bakalım, diye düşündü.
Kesinlikle büyük bir torpil işleyecek ve bir zanlı daha elini kolunu sallayarak
dolanacaktı.
Jandarma karakolunun komutanı cep telefonu elinde Ünal’ın
olduğu odaya girip gülümsedi.
“Sana” derken gülümseme daha da yayıldı yüzüne.
Ünal, beklediği telefonun geldiğinden emindi. Niye kendisini
aramamışlardı?
“Efendim.”
Ünal duydukları ile renk değiştirdiğinden emindi. İşte bunu
beklemiyordu.
Telefonu kapattıktan sonra başını ellerinin arasına alıp
söylenmeye başladı. “Hata, çok büyük hata.” Ama bu hatanın nedeni kendisi
değildi. İstihbarat hatasıydı ve neyse ki büyük bir sorun olmadan çözülmüştü.
Küfürleri sıralarken kapının önündeki eri çağırıp talimatı verdi.
Selin, karakolun kapısından çıkarken tanıdık birileri olabilir
diye düşünüp yüzüne üzgün, kızgın ve korkmuş bir ifade yerleştirdi. Otele
gidene kadar olayı bilen kimseyle karşılaşmaması şanstı. Kütüphane kısmında
birçok konuk olduğunu görmek şaşırttı. Acaba geceki olay için gelmiş meraklılar
mıydı?
Dükkanın önündeki
bisikletleri görünce bir grup tarafından dükkanın istila edildiğini anladı.
Hepsi kahveleri, çayları ellerinde oturmuş konuşuyorlardı. Kitap okuyan sadece
iki kişi vardı. Tabii bu kadar konuşmanın arasında gerçekten okuyabiliyorlarsa!
Kibarca yanlarına gidip biraz sessiz olmalarını rica ettikten
sonra masasına döndü. Sabah kahvaltı planları geceki olaylar yüzünden iptal
olmuştu. Ünal’ın gelip gittiğinden emindi. Odasına çıkmadan danışmaya uğrayıp
not bırakıp bırakmadığını soracaktı.
Gelmemişti.
İşte bunu beklemiyordu. Niye gelmemişti? Belki de yaz aşkı
olarak kalmak istemediğini anlamıştı. Dün de öyle yazmamış mıydı kağıda?
İstemeden bu dökülmemiş miydi kalemden?
Odasına çıkıp nezaretin üstündeki ağır etkisini atmak için
duşa girdi. Gökkuşağı renklerinin geçiş yaptığı bir elbise alıp giydi. Saçları
henüz kurumamıştı. Açık bıraktı. Ayağına topuklu sandaletleri giyip otel
müdürünün odasına girdi.
“Sorun var mı? İptal olan rezervasyon falan?”
“Henüz yok. Adımızı çok fazla haber içinde kullanmazlarsa
belki iki üç iptal ile kapatırız konuyu.”
“Personelin bu konu hakkında konuşmasını istemiyorum. Soru
soran olursa bizim ilgimiz olmadığını, suçluların yakalandığını söyleyecekler.
Başka bir açıklama yapmayacaklar.”
“Uyardım ama yine söylerim.”
“Ben kütüphanedeyim. Çok kalabalık orası. Biraz çalışacağım.
Bir de bugün malzemeler gelecekti. Kargo gelir gelmez bana ulaştırsınlar. Son
olarak da restoran kısmına söyleyin büyük sandviçlerden hazırlasınlar ve
kahvaltıdaki kuru yemişlerden getirsinler.”
“Size güzel bir kahvaltı hazırlatayım.”
“Bana değil, konuklar için. Bisikletli bir grup var. Eminim
açlar.”
Biraz daha rahatlamış olarak kütüphane kısmına geçti.
Kağıtlarını ve kalemlerini masaya dizdi. Polisin el koyduklarının ne zaman geri
geleceğini bilmiyor, umursamıyordu da. Onları kullanabileceğini sanmıyordu.
Saçma bir şekilde tümünün kirlendiğini düşünüyordu. O kadar el değmiş, o kadar
kişi anlamadan bakmıştı tüm çizdiklerine.
İşine dalmıştı bile. En güzel kafa boşaltma yöntemiydi bu.
Yıllar önce öğrenmiş ama çok uzun zamandır yapamamıştı. Bu ortamı fırsat kabul
etmişti.
Masasındaki gölgeyi görünce umutla başını kaldırdı. Ama
karşısında az önceki bisikletlilerden biri vardı.
“Garsonlarınız yiyecekleri sizin sayenizde getirdiğini
söyledi. Teşekkür etmek istedik. Küçük bir şey ama kabul edersiniz umarım.”
Elinde üç tane örgü bileklik vardı. Genç kadın beğeni ile
bakınca delikanlı bilekleri takmak için hamle yaptı. Elbisesinin rengarenk
görüntüsüne uyan güzellikte üç bileklik kolundaki yerini almıştı. Az sonra kalabalık
vedalaşarak ve Selin’in ısrarlarına karşı koyamayıp kalan sandviçleri de alarak
ayrıldı mekandan.
“Çok yakışmış.”
Ünal’ın sesini duyup başını kaldırdı. Soğuk bir sesle
yanıtladı. “Teşekkür ederim.”
Ünal, karşısındaki kadının yorgun olduğunu gözlerinden
anlıyordu. Ayrıca kendisine karşı özel bir nefreti de yoktu. O halde hala bir
umut vardı.
“Kahvaltıyı kaçırdığım için mi kızgınsın?” Onun da o saatlerde
henüz karakolda olduğunu bildiği için alttan alıp konuşmasını sağlamak
istiyordu.
“Kahvaltı edecek bir sürü arkadaşın vardır. Ben de meşguldüm
biraz.”
“Öyle mi? Yani beni beklemiyordun zaten. Öyle olsun. Ben de
öğle yemeğini birlikte yiyelim mi demem.”
“Deme.”
“Sen bir şeye mi kızdın?”
“Hayır, uykusuz bir gece geçirdim. O yüzden çok keyifli
değilim.”
Anlatmayacağını tahmin ettiği için zorlamadı. Çünkü ne kadar
çok soru sorarsa o kadar yalan söylemesi gereken konuma kendi düşecekti.
“Kendine izin versen? Belki denize gireriz? Ya da daha iyisi
küçük bir kayık ile biraz açılırız.”
“Kürek çekmeyi biliyor musun?”
“Güzel kızları kandırmak için öğrenmiştim.”
“O zaman bir saat kadar açılalım. Belki deniz havası daha iyi
gelir.”
“Dönüşte de yemek yeriz. Hatta istersen balık tutalım.”
“Bu daha iyi fikir. Tutarsak onları yeriz.”
“Tutarsak mı? İnanmıyor musun tutacağımıza?”
“Rast gelirse tutarız. Ben haber vereyim geliyorum.”
“Bekliyorum.”
İskeleye doğru yürüyüp bir kayık kiraladılar. İki tane de olta
ve bir miktar yem alınca her şey tamamlanmıştı.
Bir saat boyunca güle eğlene balık tuttular. Artık kovadaki balıkların
ikisine yeteceğine karar verip dönelim dediler. Ünal küreklere asılmak için
hamle yaparken fazlaca yakınlaşmışlardı. Küçük bir kayıkta ayakta durup yer
değiştirmeye çalışmak güçtü. En iyisi birbirlerinin belinden tutmak ve yavaşça
yer değiştirmekti. Plan buydu ama uygulamada ayakta durup birbirinin belinden
tutarken öpüşmeye başlamış bir çift vardı. Uzun süren öpüşme tehlikeli
boyutlara ulaşmıştı. Tekne fena sallanıyordu.
Kendini geri çeken Ünal oldu. “Neyse ki emekli olmadan yerine
getirebildim isteğimi.”
“Beni öpmeyi mi istiyordun?”
“Sen istemiyor muydun?”
“İstemiyordum desem inanır mısın?”
“İnanmam ama niye böyle dediğini öğrenmek isterim.”
“Kendimi naza çekiyorum sadece.”
“Hiç gerek yok. Aksine bir kez daha öpecek ve öpmeseydin neler
kaçıracağını ispatlayacağım.”
“İspatla”
Balıklarını pişerin lokanta masayı çok güzel hazırlamıştı. Selin
bir önceki günün akşamından beri bir şey yememişti. Salatalara ve mezelere öyle
bir saldırdı ki sanki tek derdi açlığı idi. Ünal onun nihayet biraz rahatladığını
görüp mutlu oldu.
“Kahvaltı etmemiştin değil mi?”
“Çok mu belli oluyor?”
“Evet. Ben de etmedim ama bunu sana söyleyemedim. Üzgünüm bir
işim vardı. O yüzden gelemedim.”
“Üzülme benim de bir işim vardı, gelsen de beni bulamazdın.”
“Yani tüm bu özür çabalarım aslında olmayan hatam için miydi?
Vayyy sen ne çakalmışsın! Cezalısın, akşama da sen ısmarlayacaksın!”
“Olmaz.”
“Neden? Başka bir randevun mu var?”
Niye randevusu olduğunu düşünmüştü ki? İşi olabilirdi ama illa
randevusu olduğun sanması ne anlama geliyordu? Selin onun yüzündeki soru dolu
bakışlara gülümseyerek baktı. Kıskançlık tınılarının gerçek olmasını istiyordu.
Bunun tüm planlarını alt üst edeceğini bilse de böyle bir ilişkiyi yaşamak
istiyordu. Üç gün için olsa bile…
“Randevum yok. Sen bu yemeği neredeyse bedavaya getirdin. Hem
de tartıya konulsa daha ağır basacak bir kabahat için. Ben niye sana pahalı bir
yemek ısmarlıyorum? Olmaz.”
“Peki, bana bir bardak su bile versen yine de seninle birlikte
olmak için buna razı olurum desem.”
“Niye? Çok mu susarsın?”
“Susamak ve susamamak… işte bütün mesele bu”
Selin bir an ne diyor diye düşündü. Sonra anladı genç adamın
duygularını itiraf eder şekilde konuştuğu için kendine kızdığını.
“Bazen hayatın susmayacak kadar kısa olduğunu düşünmez misin?”
“Her an düşünürüm. Çünkü genç kayıplarım oldu. Onların
planlarını ertelediklerini bilerek ölümlerini kabullenmek hiç hoş değil.
Elimden geldiğince anı yaşamaya bakıyorum.”
“Güzel. Ama bazen anı yaşamak yarının hayalini kurmamak ya da
kuramamak karşındakine zor geliyor olabilir.”
“Sadece karşımdakine zor gelmiyor bazı durumlar. Bana da zor
geliyor ama daha fazlası elimden gelmiyor.”
İkisi de bir şeyleri ima ederken başka şeyleri gizliyordu.
İkisi de bir sonraki adımı atmak istiyor ama sonrasının olmadığını düşünüp vazgeçiyordu.
İkisi de içlerindeki değişimi kabullenip yola devam etmeyi doğru bulmuyordu.
Selin tüm aklından geçenleri bir kenara koyup konuyu
değiştirdi.
“Shakespeare sever misin?”
“Evet, kelimeleri kullanışı hep hayrete düşürür beni.”
“Ben de severim.”
Sevmediğin yazar var mı? Kitaplarla çok iç içesin!”
“Var ama isim vermem. Belki seviyorsun ve ben kavga edemeyecek
kadar yorgunum.”
“Balık tutmaya alışkın değil misin?”
“Gece uyumadım, yoksa balık tutmadaki maharetlerimi anlatmama
gerek yok. Gözünle gördün.”
“Evet seninle bu konuda yarışamam. Seninle vakit geçirdikçe
insan kendini aciz hissediyor.” Sesi çok ciddiydi. Selin bu kelimelerin
ardındaki anlamı çözmeye çalıştı. Sabahtan beri değişiklik vardı ama bunu bir
şeyler hissetmesine bağlamıştı. Şimdi ise uygun olmadıklarını ima ediyordu.
Önceki sevgilisi de kendine yeten bir kadınla daha fazla bir arada olmak
istemediğini söylemiş, elini tutmadan karşıdan karşıya geçemeyen biri ile
gitmişti. Cümle ve anılar aynı anda beynine hücum edince sinirlerinin gerilmesi
kaçınılmazdı.
“Tatilin ne zaman bitiyor?” Soruyu gayet ciddi sordu.
“Üç gün sonra.”
“Bugün dahil mi?”
“Evet.”
“Yani aslında iki buçuk gün. Toplanmak falan derken biraz daha
eksilir… O zaman ben seni çok meşgul etmeyeyim. Tatilin tadını çıkart. Ben de
işime döneyim. Bugün gelecek olan kolilerim vardı. Onları yerleştirmem lazım.”
Dili bunu diyordu ama iç sesi ‘Şimdi
araya mesafe koymazsam o öpücüklerden birkaç milyon isteyeceğim. O mesafeyi
sağlayamazsam kalbimdeki hareketlilik dört nala koşuya dönüşecek ve ben bir
hayal kırıklığı ile daha sonuçlanacak ilişki yaşayacağım. Bu süreyi benimle
geçirirsen gitmemen için saçmalayacağım. Ve sonra…’ Ne sonrası? Kalp zaten devreye çoktan
girmiş, aklını bulandırıp saçmalamasını sağlamıştı. Zamansızdı üstelik.
Ünal, genç kızın yüzündeki ifadeden bir şey anlamamıştı ama
uzaklaştığını hissetmişti. “Teşekkür ederim. Beni düşünmene gerek yok. Halimden
memnundum.” Diyebilmişti. Gerçekten de devamı gelmeyecek, hatta hiç
başlanmaması gereken bir ilişki için üzülmenin gereği yoktu. Bunlar ikisinin
arasındaki uçurumun ve yalanların ortaya çıkması ile zaten yerle bir olacaktı.
Sesindeki kırgınlık mıydı? Galiba. Çünkü artık gözleri
gülmüyordu. Yemeğinin son bir iki parçasını konuşmadan bitirdi. O andan beri ne
mezelere ne de içeceğine elini uzatmamıştı.
“Doyduysan kalkalım.” derken de sesi soğuktu.
Selin az önce söylediklerini geri almayı düşünse de bu
hallerinin daha iyi olduğuna karar verdi. İki gün daha görse ne değişecekti? Belki
iki üç ay sonra o bir tarafa savrulacak, Ünal bir başka tarafa gidecekti.
Üstelik ilişki denilen şey geçici olduğu sürece kendisi için geçerliydi. Kalıcı
olmayacak bir şey için kendini de karşısındakini de üzmeye gerek yoktu. Kalıcı
olmaya çabaladığı ilişkiden ağzının payını aldığı için verdiği kararın
arkasında duracaktı.
Selin ayağa kalkarken küçük heybe çantasını da aldı.
“Benim bankalarda işim var. Buradan ayrılıyorum. Gitmeden
uğrarsan vedalaşırız.” diyebildi.
Hızlı adımlarla uzaklaştı. Ne yanıtı beklemiş, ne telefon
numarası, ne soyad sormuştu.Uğramazsa o günden sonra onu görmeyeceğini bilerek
uzaklaşıyordu lokantadan.
Küçük dükkanların ve diğer lokantaların cıvıltısını duymuyor,
kalabalığın neşesine ortak olmuyordu. Şu an yapmak istediği tek şey
uzaklaşmaktı.
Selin geri dönüş yapamayacak kadar farklı bir dünyanın
insanıydı. Gece yaşadıkları, sabah kısa bir telefon konuşmasının açtığı kapılar
hep o farklı dünyanın eseriydi. Bugün biri karakola gitse Selin hakkında tek
bir satır bilgiye ulaşamazdı. Hepsinin yok edildiğinden emindi. Zaten Selin
diye biri de yoktu.
Ünal, genç kadının arkasından bakarken böylesinin çok daha iyi
olduğuna karar verdi. Mantıklı düşününce bu sonuca varmak kolaydı. Ama duygusal
olarak olaya bakmaya başladığında koşarak arkasından gitmek, yetiştiğinde ise
sıkıca sarılmak istiyordu.
“Uğrarsan vedalaşırız.”
Veda cümlelerinin bu olmasına katlamayacağını hisseden Ünal,
iki gün sonra kütüphanenin kapısından girdi.
Tüm işleri bitmiş, lanet valizi toplanmış, ekibindeki
elemanların çoğu dönüş yapmıştı. Kendisi de ertesi sabah uçakla dönmek için
İzmir’e geçecekti. Son gecesiydi ve selin ile konuşmaya, üzerindeki etkisini
anlamaya ihtiyaç duyuyordu.
Genç kadın, ilk sabahki gibi saçlarını bir kalemle topuz
yapmış, gözlüğünü takmış bir şeyler yazıyordu. Ama bu kez elindekiler gerçek
hat sanatında kullanılan kalemlerdi. Dikkatini dağıtmamak, hata yapmasına neden
olmamak için onun hareketlerini izledi. Nihayet kalemi uzaklaştırdığı an
kendini belli etti.
“Kolay gelsin, çok güzel olmuş.”
“Henüz bitmedi.”
“Şimdi bitirmek zorunda mısın?”
“Aralıksız çalışsam bile en iyi ihtimal bir hafta sürer.”
“O halde bu akşam birlikte yemek yemeye vakit ayırabilirsin.
“Seni meşgul etmeyeyim.”
“Beni zaten meşgul ediyorsun Selin. İki gündür buradan uzak
durmak için kendimle savaş halindeydim. O nedenle, artık inatlaşma ve benimle
yemeğe gel.”
Selin duyduklarından memnundu. İnat etmeyi istese de o da iki
gündür Ünal ile doluydu. İnat yerine birkaç saati daha onunla geçirmeyi ve
doğru düzgün vedalaşmayı tercih etti.
Selin ona gülümsedikten sonra genç adamın üstündeki kıyafete
bakıp kendi kıyafetin de uygun olduğunu anlayınca yazdığı hattı çekmeceye
koydu.
“Bu senin için.” Ünal’ın elinde on santime on santimlik bir
kutu vardı. . “Dönüşte açarsın. Küçük bir şey.” diye önemsiz bir hava da yarattı.
Oysa açıp tepki vermesini izlemek daha akıllıca değil miydi? Sözün anlamına bir
tepki verebilirdi. İşte tam da bundan korkuyordu. Ya tepkisi beklediğinden
farklı olursa?
Selin, elindeki kutuya bir süre baktı ve sonra çekmeceye,
kendi yazdığı yazının yanına koyup kilitledi.
“Kitapların ulu orta duruyor, çekmeceni kilitliyorsun.”
“Maddi değeri çok fazla olan hiç kitap yok. Birileri kitabı
niye çalar? Okumak için. Ben burayı niye açtım? Kitaplar okunsun diye. Eh o
halde, çalınabilir. Ama hatlarımın hepsinin maddi olmasa da manevi değeri çok
yüksek. Onların hiç birine kıyamam.”
“Tamam, anladım,” derken ellerini de teslim olmuş gibi
kaldırmıştı.
Çantasını aldı, çay makinesine su koyan elemanına çıktığını
haber verip Ünal ile yürümeye başladı.
Bu kez daha rahatsız bir yemek ortamı vardı. İkisi de son kez
görüştüklerini bilerek yediklerinin tadını alamıyordu. Havadan sudan muhabbet
de bitince suskunluk çöktü masaya. Ünal, ondan telefonunu istemek ve izin alır
almaz geri döneceğini söylemek istiyordu. Aslında gitmeden de uzatabilirdi
tatilini ama Selin hakkında farklı nedenlerle araştırma yapmaya ihtiyaç
duymuştu. Bunu da oradan yapması mümkün değildi.
O torpil ile bağlantı neydi?
Neden bir konuşmada ağlamıştı?
Gerçekten adı Selin miydi?
Kendisinden hoşlandığını düşünmesi bir aldatmaca mıydı?
Tüm bu soruları orada yanıtlayamazdı. En iyisi uzaklaşmak, bir
hafta sonra geri dönmekti. Bunu ona söylemeden gidişinin tepkisini ölçecekti. Çok
rahatlıkla ona veda etmeden kalkıp gitmişti. İki gün sonra karşısında görünce
de büyük bir tepki vermemişti. Bu tepkisizlik kendisine karşı bir şey
hissetmediği için miydi? Tüm sorularına aynı anda yanıt bulamazdı.
Meyveleri gelince gecenin sonu da gelmişti. Ünal, Selin’in
rahat tavırlarına bakıp bir şey söylememeyi tercih etti. Genç kadın, izin
isteyip tuvalete gitmek için yerinden kalktı. Henüz tuvalete girmemişti ki
telefonunu masada bıraktığını anımsadı. Telefonu çalabilirdi. Ünal açmazdı ama
gereksiz merak uyandırmanın yeri ve zamanı değildi. Beş metre kadar önünde
yürüyen adam kendi masalarına yaklaşıyordu. Lokantanın tüm ön cephesi sokağa
baktığı için bunun önemli olmadığını düşünen beyni, adamın el hareketini
görünce olaya uyanabilmişti.
Ünal, can acısı ile masaya doğru düşerden ona saldıran adam da
bir şey olmamış gibi yürüyüşüne devam ediyordu. Selin, yakındaki garsona
“Ambulans çağır” diyerek saldırganın peşinden gitti. Koşmaması için kendisi de
koşmuyor, peşinde olduğunu anlamasını istemiyordu. Adam elindeki sivri cismi
bir ağaç altına atarken çok hafif arkasına dönmüştü.
Selin’in ilk yumruğu kulağının alt kısmına denk geldi. Adam
daha havada baygınlık geçirirken ikinci hareket hayalarına bir diz çıkartmak
olmuştu. Lanet telefon hala masadaydı.
Onun adamı dövmesini izleyen turistler şaşkınlık konuşuyordu.
“Biriniz jandarmayı aramayı akıl edebildi mi?” diye bağırdı. Nihayet halk hareketlenmiş
bir genç aradığını söylemişti. Genç kadın saldırganı yerde sürükleyerek az önce
çıktığı restorana soktu. Aklı zaten Ünal’da olduğu için baygın adamı yere atıp
Ünal’ın yanına gitti. Kendindeydi genç adam.
“İyi misin?”
“Daha iyi olmuştum.”
“Şaka yapabildiğine göre sus ve ambulansı bekle. Adam kim?
Tanıyor musun?”
“Tanışacağımızdan eminim. Nasıl oldu da yakaladın onu?”
“Geri dönerken sana saldırdığını gördüm. Peşinden gittim.”
“Ve?”
“Kafasına vurdum bayılttım işte.”
“Bana…” derken ambulansın sirenlerini duydular. Ünal bu
konuşmaya sonra devam edeceklerini belli eden bir yüzle “Şimdilik hastaneye
gitmeliyim. Sonra görüşürüz.”
Ünal, ambulansla hastaneye götürülürken Selin’de baygın adamın
yanına gidip jandarmayı bekledi. Nihayet onlara teslim edip olanları
anlattığında aradan yarım saat geçmişti. Jandarma ifade vermesi gerektiğini
karakola beklediklerini söylemişti.
Küçük hastaneye girdiğinden beri ameliyatın bitmesini
bekliyordu. İlk bakışta büyük bir zarar vermediği söylenmişti saplanan şişin.
Yine de iç organlardaki hasarı tespit etmek için ameliyata alınmıştı. Hemşire
başka bir şey bilmiyordu. O da bekleme odasında sabırla sonucu bekliyordu.
Ünal’ın tanıdıklarına haber vermeyi düşünmüş sonra vazgeçmişti. Kendisini ve
olayı anlatamayacağı için Ünal’ın ameliyattan çıkmasını bekledi.
Artık bazı sorulara yanıt vermesi gerekecekti. Daha fazla
saklamak istemiyordu. Korkusu ve kavuşma isteği sırların üzerinde bir önem
taşıyordu. Hastaneye getirilmeden önce bilincinin açık olduğunu bilmese daha da
büyük bir panik yaşardı. Bunu anlayacak kadar kendisini tanıyordu. Ünal onun
için önemliydi.
Bir saat sonra yatırıldığı odada ziyaret etti. Yoğun bakıma
alınmasına bile gerek görülmemişti. Dayanıklı bir yapısı vardı. Serum bağlı
olmasa ve bel bölgesindeki sargılar gözükmese yatmış uyuyor demek mümkündü.
Henüz tam olarak narkozun etkisinden çıkamamıştı. Ara sıra tek
kelimelik sayıklamalar ile ayılmaya başladı.
“Selin?” dediğinde genç kadın mutlu oldu. Kendisini
sayıklaması aklında yer ettiği anlamına mı geliyordu? Yoksa yaralandığı zaman
birlikte olduklarını mı anımsamıştı?
“Buradayım.”
“Sana dokunabilir miyim?”
Selin, yerinden kalkıp yatağa oturdu. “Bak işte buradayım.
Kimseye haber veremedim. Aramamı istediğin kimse var mı?”
“Sus.”
“Tamam, sustum.”
“İyi, şimdi de öp.”
“Yaralısın ve ameliyattan çıktın.”
“O yüzden bana iyi bakmalısın. İstemiyorsan bir hemşire yolla
ve git.”
“Tamam, sen de onu öp.”
“Sen benim yaralanmama hiç üzülmedin mi?”
“Sen hemşireyi öpmeyi düşündüğünü anlayınca üzülmeyeceğimi
sanmadın mı?”
“Çok uzun cümle. Sus ve öp beni.”
Sustu ve öptü, sonra bir kez daha ve bir kez daha. Küçük
öpüşmenin artık büyük ve ihtiraslı öpücüklere yerini bıraktığı an geri çekildi.
“Ne oldu?”
“Biraz daha öpersem, yanına kıvrılıp yatacağım ve canın
yanacak. O yüzden ara verelim ve konuşalım.”
“Ne konuşacağız?”
“Neden seni öldürmek istediklerinden başlayalım mesela?”
“Seni kıskanmıştır.”
“Ciddi ol.”
Ünal, kısa bir an yalanlara devam etmeyi istedi. Ama
karşısındaki kadının kaynakları yalanlarını yakalayacak kadar büyüktü. Dürüst
olacak, onun ne yapacağına bakacaktı. Belki son kez öpmüştü.
“Dinlediklerin bana kızmana neden olursa?”
“O zaman karar veririm.”
Derin bir nefes aldı. Tam ağzını açmıştı ki anlatamadan doping
ihtiyacı olduğunu anladı. O yastığından kalkamıyorsa Selin ona yaklaşmalıydı.
Serumsuz kolunu uzatıp genç kadını kendine çekti. Uzun uzun öptükten sonra
kaçış yolu kalmadığını anlayıp anlatmaya başladı.
“Ben sivil polisim. Organize suçlar ve kaçakçılık masası için
çalışıyorum. İnsan kaçakçılığı ile ilgili ihbarlar ve hareketlilik yüzünden
buraya gönderildim.”
“Ve beni takip edip tutuklattın.”
“Evet, üzgünüm.”
İşte şimdi dananın kuyruğu kopacaktı. Selin’in yüzündeki
sinirli ve üzgün ifadeye alışkın değildi. Selin yatağın kenarında oturup bu
konuşmayı tamamlayamayacağını biliyordu. Pencereye gidip bahçedeki ağaçlara
bakmaya başladı. Ünal ise onun tepkisi beklediğinden sakin olduğunu, belki bir
şekilde gönlünü alabileceğini düşünüyordu.
Selin sakinleştiğini hissettikten sonra geri döndü. Yatağa
yaklaştı ama bu kez oturmadı. Kollarını kavuşturdu ve bir öğretmenin
öğrencisini sözlüye kaldırdığı tavır ile konuşmanın devamını bekledi.
“Anlat!”
“Neyi?”
“Tüm operasyonu. Başından sonuna kadar. Neden benim otelime,
kütüphaneme geldiğini bilmek istiyorum ama en başından başla.”
Anlattı. Hem de satır satır anlattı. Onu ilk gördüğünden beri
nasıl etkilendiğinden bahsetti. Duygularını saklamaya gerek yoktu. Otelin
bilgilerindeki yalanları söylerken Selin gülümsedi ama açıklama yapmadı. Sorgu
ve nezarette geçen saatler boyunca nasıl onun masum olması için dua ettiğini de
söylemekten çekinmedi. Belki de yumuşamasını bekledi ama kaşları çatılan
Selin’i beklemediğinden emindi.
“Duyguların işinin önüne mi geçti?”
“Geçseydi seni tutuklatmazdım. Sadece masum olmanı istedim.”
“Devam et. Çetenin tamamını yakaladın mı?”
“Yakalamış olsam burada olacağıma seninle güzel vakit geçirmek
için planlar yapıyor olurdum.”
“Adam böbreğini hedeflemiş. Elindeki şiş sağdan girip soldan
çıkacak kadar sivri ve uzunmuş ama şanslısın ki belindeki silahına denk gelmiş.
Hızı yavaşladığı için çok daha az kısmı iç organlarına zarar vermemiş. Sadece
deldiği bölgeye müdahale etmişler. Ya da bana öyle dediler.”
“Yarın hastaneden çıkacağıma göre doğru söylediklerini
umuyorum.”
“Buradan çıkınca sana kim bakacak?”
“Bir hemşire isterim. Olmazsa birisini ayarlarım. Tatilinde
bile benim gibi birine bakıp para kazanmaya niyetli birileri vardır sahilde.”
“Horoz ölür, gözü çöplükte kalır. Tamam benim otele
geliyorsun.”
“Sen mi bakacaksın? İşte buna hayır demem.”
“Ben niye bakayım? İşim gücüm var. Otelde bir sürü görevli
var. Onlar dönüşümlü bakar sana.”
“Beni başkalarına mı emanet edeceksin? Ama onlar hem güzel
değildir hem de beni seveceklerini sanmam. Ne de olsa otellerine baskın
düzenletmiş biriyim.”
“İyi işte hepsine intikam alacak fırsatı veriyorum.”
“Selin…”
“Efendim?”
“Otel senin değil biliyorum ama işler aksadı mı? Sorun çıktı
mı gerçekten?”
“Hayır çıkmadı ama otel benim.”
“Nasıl? Ölen adamın hiç akrabası yokmuş. Satın alman için
henüz erken. Davaların o kadar kısa süreceğini sanmam.”
“O aksi adam benim dedemdi. Gerçek babamın babası. Babam ile
annem hiç evlenmemiş ama benim DNA testim yapılmış ve babamın kim olduğu
belgelenmiş.”
“İstihbaratın noksanlarını gözüme sokma sinirim oynuyor.”
“Bunları benden başka kimseden alamazsın boşa kızma.”
“Gizemli kadın! Nezarette telefon hakkını sabah kullandın ve
çok kısa konuştun. Sonra da seni serbest bırakmamı emreden bir telefon aldım.”
“Evet, çok sağlam tanıdıklarım var. Adam öldürsem, banka
soysam, hatta bir yerleri havaya uçursam da beni kimse hapse atamaz.”
“Tabi tabi. Eminim öyledir. O tanıdığın kişinin görev süresi
bitmeyecek mi? Kimse uzun süreli korunma alamaz.”
“O gider, başkası gelir ama ben aynı hakları kullanırım.”
“Bilmece gibi konuşma. Güçlü tanıdıkların olması bu saydığın
suçları affettirmez. Başka bir şey olmalı ve sen bunu bana anlatmıyorsun.”
“Bilmen gerekeni söyleyeyim. Sen sivil polissin, ben gizli.
Ama inan çokkkkk gizli.”
Bunu tahmin etmişti ama onun söyleyeceğini hiç düşünmemişti.
Yeni yalanlar beklemişti. Oysa Selin gayet rahat anlatmıştı her şeyi. “Gizli
polis mi? Otelin, adın, bir sürü izin var artık birilerinin izleyeceği.”
“Sen de dahil herkes Selin’i tanıyor. Soyadımı öğrendin mi?
Hayır ama söyleyeyim. Şu an Selin Deniz’im. Soyadımı özellikle böyle seçtim.
Deniz kenarındayım ya, sevimli olsun diye.”
“Gerçek adını bana söyleyecek misin?”
“Sen beni hep Selin Deniz olarak anımsarsın. Sakın uğraşma,
başka bilgi alman imkansız. Ve şunu da bil gerçek adımı kullanmayalı en az on
yıl oldu.”
Ünal, diğer söylediklerini duymazdan geldi. Onun için önemli
olan tek kelime vardı.
“Anımsamak? Anlıyorum. Senin işin bitince, beni unutacağın bir
yere koyacaksın. Kim bilir daha önceki kaç kişiyi oraya koyduğun gibi.”
“Beni anlayabilecek bir iş yapıyorsun. Sana bunları anlatmamın
nedeni de bu. Artık biraz dinlen.”
“Neden buradasın?”
“Senin için.”
“Onu biliyorum, neden otele geldin? Neden iki aydır buradasın?
Yaralandın mı? Dinleniyor musun?”
Onun algılarını küçümsememeliydi.
“Hayır yaralanmadım. Aslında buraya gelmem gerekmiyordu ama
senin şu çökerttiğin çeteyi ele geçirmek için bana pasif bir görev verdiler.
Edindiğiniz tüm bilgileri ben sağladım diyebilirim. Otelin ilanlarına
Arapça-Farsça ekler yapmak ve yeni müşterileri beklemek, biraz tuzaktı
diyebilirim. Neyse ki erken davranmadınız da adamların çoğunu yakaladık. Yine
de benim buraya gelme nedenimin asıl nedeni bu değildi. Başkası da gelebilirdi.
Fakat üç ay kadar önce ortağımı kaybettim.” Yine gözleri dolmuştu. Onu
anımsadığında ağlamadığı gün artık iş başı yapacağına inanıyordu. “şu an
çalışamayacak kadar üzgünüm. O işleri yaparken güveneceğim tek kişiyi
kaybetmişken yeni bir ortak edinmem zor. O yüzden bir süre uzaklaştım.”
“Ona aşık mıydın?” bu kadar üzüntü ve hala her andığında
gözlerinin dolması içini acıtmıştı. O kayıp kadar değerli olamayacağını
biliyordu. Belki onu unutmak için kendisine yakın davranıyordu. Yarasının acısı
düşündüklerinin acısından hafifti.
“Hayır tabi ki. Ben erkeklerden hoşlanırım. Sanırım kardeşten
öte denilen bir arkadaş olması etkendi bunda. Dünyanın en tatlı kızı değildi
ama en güveniliriydi.”
Rahatlamıştı. Evet rahatlamıştı. Artık neden bu tepkileri
verdiğini sorgulamıyordu. Çünkü biliyordu. “Ağladığın telefon konuşmasında
kimle konuşuyordun? Onun akrabalarının seni tanıdığını sanmam.”
“Bizlerin akrabası yok. O yüzden bu kadar rahatız. O bizim
ekip liderimizdi. Benim ağlamadığım gün geri dön diyecektir.”
“Ve o zaman benim sana ulaşabilme ihtimalim kalmayacak öyle
mi?”
“Evet.”
“Anladım. Sanırım seni bir süre daha ağlatabilmem lazım. Henüz
senden uzak kalmaya hazır değilim.”
“Ama bugün gitmiş olacaktın! Demek ki hazırmışsın.”
“Hayır, gidecek, evrak işlerimi tamamlayacak yıllık iznimi
alacak ve geri dönecektim. Sanırım en çok üç gün sonra burada olurdum. Daha
fazlası şu an tahammül sınırlarımı zorlardı.”
“Doktorlar sana rapor yazacak. Bu süreyi burada mı
geçireceksin?”
“Gitmemi mi istiyorsun? Ağır yaralıyım.”
“Yalancı.”
“Yalan konusunda yarışırız gibime geliyor.”
“O zaman yalan söylemek zorunda kalmayacağımız şeyleri
konuşalım.”
Öyle de yaptılar.
Ertesi gün hastaneden çıkıp otele yerleşti. Selin,
söylediğinin aksine görevlilerinden daha çok başında duruyordu. Ara sıra işleri
hakkında isim vermeden konuşuyor, yaşadıkları ilginç olayları anlatıyorlardı.
Elbette Selin çok daha az konuşuyordu.
Raporun sonuna kadar otelde kaldı. On gün boyunca ikilinin
ilişkisi ilerlemiş sevgi sözcükleri rahatlıkla kullanılır olsa da iki taraf da
duygularını açıkça ifade etmiyordu. Birbirinden hoşlanan iki yetişkinin
ellerindeki fırsatı değerlendirmesi gibiydi. Geceyi birlikte geçiriyor,
yemekleri birlikte yiyorlardı. Tüm güzelliklerin olduğu gibi bu günlerin de
sonu geldi. Artık dönmesi gerekiyordu. Son sabah uzun uzun sevişerek kalktılar
yataktan.
“Olur da iznimi kopartabilirsem seni burada bulur muyum?”
“Bir ay kadar daha burada olurum sanırım. Yazı bitireceğim.”
“Gelmemi ister misin?”
“Gelirsen tatil bittiğinde yine vedalaşacağız. Bunu düşününce
gelme diyorum. Ama şu güzel günleri biraz daha yaşayacağımızı düşününce de
mutlaka gel diyorum. Sanırım kararı sana bırakacağım. Gelmek ister misin?
Fırsat bulur musun? Hepsi sana kalacak ve ben bu bir ayın sonunda belki de bir
daha buralara hiç uğramayacak, seni bir daha hiç görmeyeceğim.”
“Topu bana atmandan hiç hoşlanmadım.”
“Üzgünüm. Benim işim biraz bunu gerektiriyor. Zaten sonrası
yok. O yüzden iyice düşünüp karar vermesi gereken de, kısa bir ilişkiye tamam
diyecek olan da sensin.”
“Anlıyorum ama kızıyorum da.”
“Üzgünüm.”
“İlişkileri hakkındaki son konuşmaları bu oldu. Kahvaltıda bir
şey yiyemediler. Sonra Ünal’ın valizleri odadan getirildi ve arabaya yüklendi.
Havaalanına gitmek üzere yola çıkmadan önce Selin kütüphaneye geçti. Onun için
hazırladığı çerçeveyi hediye paketi ile kaplamıştı. Ona uzatırken aklına günler
önce kendisine verdiği hediye geldi. Nereye koymuştu? Çekmeceye attığını
anımsıyordu. Tamamen unutmuştu onu. O kadar çok şey yaşanmıştı ki aklına
gelmemişti.
Ünal gittikten sonra arayacaktı paketi. Şu an onu bekletmenin
gereği yok diye düşündü ve hediyesini uzattı.
“Umarım beğenirsin. Şems sever misin?”
“Severim.”
“Kendine iyi bak. Her şey için teşekkür ederim.”
“Asıl ben teşekkür ederim.”
Ve arabanın kapısı kapanıp tekerlekler sıcak asfaltta dönmeye
başladı.
Çok üzgündü. Masasına oturmaya bile dayanamayacaktı. Eline bir
kitap alıp odasına çıktı. Sözde okuyacaktı ama tek yapabildiği ağlamak oldu.
İki saat sonra gözünü açtığında ağlarken uyuduğunu anladı. Aklına ilk gelen
Ünal olmuştu. Hediyesi! Yine unutmuştu. Ondan kalan tek hatıra o hediyeydi.
Hemen aşağı inip çekmecesini açtı. Oraya attığı bir sürü ıvır
zıvır kutuyu en dibe itmiş o da bu nedenle görememişti. Paketi göğsüne bastırıp
yeniden odasına çıktı. Her ne varsa başkalarının önünde açamayacaktı onu.
Paketi açtığında içinden kristal bir masa süsü çıktı. Bir
yelkenli vardı süste. Bir de yazı.
“Sen ne
kadar kalsan da geliyorsun benimle, ben ne kadar gitsem de kalıyorum seninle.”
Shakespeare
Ve yeniden ağlamaya başladı. Bu cümleyi daha yaralanıp orada
kalması gerekmeden önce kurmuştu. O halde kendisine karşı duyguları vardı ve
aklı onda kalacaktı. Aynı şekilde Selin’in de aklı Ünal’da kalmamış mıydı? İşi
ve geleceği hakkında kafası karışık olmasa, kurulu bir düzen istemez miydi?
Hatta otelde kalıp bu işi devam ettirmeyi tercih etmez miydi? Ünal buralara bir
yere tayin isteyemez miydi? Bir gün ikisi arasında güzel şeyler olma ihtimali
ile daha mutlu ve umutlu uyanmaz mıydı?
Hepsi olabilirdi. Ama biliyordu ki bunca yıllık eğitim ve
tecrübe bir kalemde silinip atılmayacak kadar önemliydi. Ayrıca artık ortağının
ölümüne de alışmış gibiydi. İki kez Ünal’a onunla ilgili bir şeyler anlatmış ve
bunu yaparken ağlamamıştı.
Ruh sağlığı iyiye giderken kalp acısı çekmeye başlaması hiç
iyi olmamıştı. Ünal gideli bir hafta olmuştu. Bu süre içinde istediği tek şeyin
o olması gerçeğini kabullenmiş, aşık olduğunu kabul etmişti. Yeni hatlar
yazıyor, güzel sözler arıyordu. Bu sözlerin hemen hepsi aşk üzerineydi. Hem
üzgündü hem de mutlu. Seviyor ve bir ihtimal seviliyordu. Bunu düşününce mutlu
oluyordu. Aşkı daha önce tatmadığını anlıyordu. Yine aynı nedenle üzgündü.
Aşkına kavuşması o kadar zordu ki. Bunu kabullenmeliydi ve artık üzülmek yerine
kendini üç hafta sonraki iş başı programına hazırlamalıydı. Hamlayan vücudunu
yeniden çalıştırmalıydı. Odasındaki spor aletlerinin hakkını ödeyemezdi ama
biraz atış da yapmalıydı.
Otelin
kapısından giren adam yüzü asık bir şekilde ortalığa baktı. Az önce ele
geçirdiği oda kapılarının hepsini açabilen kartı sıkı sıkı tuttu elinde. Sonra
kimseye bir şey söylemeden merdivenlere yöneldi. Aradığı odayı bulduğunda
etrafa son kez baktı. Kimse gözükmüyordu. Yavaşça kapının kart yuvasından
elindeki kartı geçirdi. İşte oradaydı. Yatağın ortasında cenin pozisyonunda
uyuyordu. Nihayet…
Ünal, yaşadıklarına inanamıyordu. Döneli bir hafta olmuş, iş
başı yapmış ama kendini işlere çok fazla verememişti. Zaten biraz daha düzelene
kadar masa başı işi yapmasını istemişlerdi. O da bu süreyi düşünerek
geçirmişti. Selin tuhaf bir hayat yaşıyordu. İzi olmayan bir hayat. Böyle bir
birim olduğunu bile bilmiyordu. Oysa çok küçük sayılmayacak bir ekipten
bahsetmişti Selin. Sivil olmak farklıydı. Üniforma giymiyordu ama kimliğini
gösterip her ortama girebiliyordu. Gizli olunca kimliğin olması bir yana,
kimseye yaptığı iş hakkında bir şey soramıyor, yardımı anında alamıyordu. Ancak
bir şekilde ekibine ulaşacak ve derdini aktarabilirse yardım gelmesini
sağlayacaktı. Bu kadar güç bir ortamı ister miydi? Evet isterdi. Eğer oluru
varsa niye istemesin? Düşüncelerini paylaşmak için ağabeyini ve yengesini
yemeğe çağırdı.
Kendisi de bir şeyler pişirebiliyordu ama böyle zamanlarda
evini temizleyen yardımcısına rica ediyor, güzel bir masa hazırlanmasını
sağlıyordu.
Yemek bitip koltuklara geçerlerken yengesinin Selin’in
hediyesini görmesi ile gözleri açıldı. “Muhteşem bir şey bu. Senin hat
sevdiğini bilmezdim.”
“Yapanı daha çok seviyorum.”
“Bu Farsça. Aaa Şems’ten bir cümle. Vayyyy Ünal? Anlat bakalım
bu hat kim tarafından yazıldı ve sen bizden neler saklıyorsun?”
Ünal, şaşkınlıkla bakıyordu yengesine. Kadınsal içgüdü mü?
Yoksa o yazıda bir anlam mı vardı? Şekline uzun uzun bakmıştı. İki satırdan
oluşan yazıda şekil olarak bir mesaj yoktu. Şems’in hangi sözü diye okutmak
aklına gelmemişti. Zaten aklında Selin’den başka bir şey yoktu ki.
“Sen Farsça biliyor musun?”
“Evet, tabi ki biliyorum.”
“Bunu bana Selin adında bir melek verdi. Sizinle de bunu
konuşacağım.”
Abisi karısı ile kardeşinin arasındaki konuşmayı ilgiyle
izlerken nihayet kardeşinin karnındaki erik kurusunun ortaya çıkacağını anladı.
Bir sıkıntısı vardı ve kardeşi kolay kolay sıkılmazdı.
“Adı Selin dedim ama aslında Selin değil. Ve komik ama ben
onun adının ne olduğunu bile bilmiyorum. Öğrenmemin tek yolu var. Umarım
başarırım.”
“Bilmece gibi konuşacağına bize neler olduğunu düzgün anlat.”
Diye ağabeyinin sesindeki sabırsızlığı fark edip gülümsedi. Kimseyi kırmak istemiyordu
ama belki de bu gece birileri kırılacaktı.
“Bunu anlatmak zor. Umuyorum ki beni anlayacaksınız.” Dedi ve
tüm yaşanılanları anlattı. Aklındakileri de söyleyip bitirdi konuşmasını.
Ağabeyi ve yengesi önce birbirlerine sonra Ünal’a baktılar. Yengesinin
ağabeyinin elini sıkması ve gülümsemesi çok da kızmadıkları anlamı taşıyor
olmalıydı.
“Yani sen şimdi iş değiştirmeyi, bizlerden tamamen kopmayı ve
yeni işinde sevdiğin kadın ile birlikte çalışmayı mı planlıyorsun? Ya o seni
istemezse?”
“İster, istiyor.” Diyen yengesiydi. Şaşkınlıkla baktı Ünal
genç kadına.
“Nereden biliyorsun, yenge?”
“Aşık bir kadın yazar bunu ancak.” Yerinden kalkıp hattın
yanına gitti.
“Az önce de dedim, bu Şems’ten güzel bir cümle. Ve bir aşıktan
bir başka aşığa yazılmış olmalı.”
“Yenge çatlatma beni, ne yazıyor orada?”
“Bir yürek ancak bir yürek ile takas edilir; Yüregini almadıgım
kisiye vermem yüregimi. “
“Yani ben doğru mu anladım? Selin, yüreğini bana verdiğini ve
benimkini de aldığını mı söylüyor?”
“Artık neler yaşanmışsa o bunu düşünmüş olmalı.”
“Bu durumda ona gidersem, bir ilişki başlarsa ve ben işimi
değiştirirsem sizleri belki yıllarca göremeyeceğim. Belki benim geçmişimi yok
etmek için ölmüş gibi bile gösterilmem gerekecek. Bunu düşünmelisiniz. Sizlerin
ne hissedeceği de benim için önemli.”
“Senin mutluluğun da bizim için önemli. Konuşmandan anladığım
kadarıyla seni zaten kaybetmişiz. Aşık olmuş benim küçük kardeşim. O zaman biz
de buna seviniriz ve senden kurtuluyoruz diye de keyifleniriz.”
Ağabeyinin takılmasına aldırmadı bile. Onları çok özleyecekti.
Aynı şey onlar için de geçerliydi.
Onu
uyandırmadan yatağın yanına gitti. Bağırmasını engelleyecek şekilde elini
ağzına kapatmaya hazırdı. Ama tam o sırada yataktaki genç kadın sanki uykusunun
arasında dönmüş ve elindeki silahı burnuna dayamıştı.
Ünal, onun uykuda yakalayabileceğini sanmakla ne büyük bir
hata yaptığını biliyordu. Yine de sürpriz olması için çabalamıştı. Genç kadının
şaşkın yüzünü görmek o silahın burnuna dayanmasına değerdi.
“Sen?” Odasına girilmesine değil bunun Ünal olmasına
şaşırmıştı. Tam umudunu yitirdiği bir zamanda karşısında görmüştü. Gelmişti!
“Başkasını bekliyordum deyip yüreğime indirmezsin değil mi?”
diyen adamın yüzünde mutluluk ifadesi vardı. Burnundaki silahı hafifçe yana
iterek genç kadının yüzünü ellerinin arasına alıp özlediği gözlerine bakmaya
başladı.
Selin, onun bakışlarından taşan sevgiyi görebiliyordu. Biraz
kızdırmanın zararı olmaz, bir haftadır bekletiyor beni, diye düşünerek, “Seni
de beklemiyordum ama. Aslında bekliyordum da gece vakti, böyle gizlice değil.”
yanıtladı genç adamı.
“Haklısın. Gizlice gelmemeliydim ama akşam ağabeyim ve
yengemle konuştum. Onlara bazı kararlarımı açıkladım. Daha fazla geç
kalamazdım. Gece yola çıktım ve gördüğün gibi buradayım. Şimdi sıra kararlarımı
sana açıklamakta.”
“Kararların canı cehenneme, önce bana burada olduğunu ispatla
sonra ne açıklayacaksan açıklarsın.”
“Hayır, önce… Seni seviyorum. Yüreğimin doğru kişide
olduğundan emin olmak ve bendeki emaneti ölene kadar saklayacağımı söylemek
istiyorum.” Kelimeleri ile Şems’in cümlesini anımsattı. Sonra da “Ya sen?” diye
sordu.
Selin de kendisine verilen hediyedeki cümleyle yanıtladı onu.
“Giderken götürdüğün beni geri getirdin mi? Çünkü sen gittiğinden beri ben, ben
değilim. Seni seviyorum.”
“O halde, bana adını söyle.”
“Sadece kulağına”
Son…..mu?
Bu kısa bir hikaye ama olursa, başarırsam, toparlarsam, diğer
kısa hikayeler ile bir araya gelip uzun bir hikayenin kahramanlarından ikisine
ait giriş gibi olacak. O yüzden Selin ve Ünal’ı aklınızın bir köşesinde tutun.
Onlara yeni arkadaşlar eklenebilir. işte o yüzden bu hikaye düzenlenmedi, kontrol edilmedi... yeni hikayelerle birlikte biraz elden geçip kendine gelecektir.
Bu harika bir hikaye ve inanılmaz keyifle okudum ... Şubat ayı ben oldukça hasta ve kötü hissediyorum ama elimde bitki çayımla battaniye altında çok keyifli sanki vitamin takviyesi yapılmış gibi hissediyorum :)) lütfen bir an önce devamını okuyalım :))) ellerine sağlık .
YanıtlaSil