14 Şubat 2016 Pazar

Bana Adını Söyle


Kısa hikayelerim genelde kısa olur. 15-20 sayfa gibi. Bu 40 sayfa ile kısa hikaye rekorumu kırdı.
Kısa hikayelerim aslında bir kelimeden, bir olaydan ortaya çıkar. Mesela bir şarkı içinde geçer tek kelimeden hikaye yazmışlığım var. Taşınırken aklıma gelen bir hikayem var. Uçağa binmem gerekirken oluşan bir başka hikayem var.
Bu kez öyle değil.
Bu kez benim hayalim var hikayede… hep bir okuma evim olsun istedim. Ücretsiz bir yer. İsteyen gelsin kitap okusun, ders çalışsın, çayını, kahvesini yudumlasın ve ertesi gün yine gelmek istesin.
Kim bilir belki bir gün böyle bir yer açarım… şimdilik sadece hikayede bir mekan olarak kullanılıyor.

Keyifli okumalar dilerim.

Not: tadı kaçmasın hazır ilham gelmişken uzaklaşmasın diye üstünden geçmedim. Hatalı cümleler affınıza sığınır. (Hala düzenlenmedi. Çünkü... çünküsü hikayenin sonunda )





Bana Adını Söyle

-Ne var?
-Hiç.
-Hiç ne demek? Kimse mi gelmedi? Sadece beklenen mi?
-Beklenen gelmedi, amirim.
-O zaman ‘hiç’ demeyeceksin. Beklenen şahıs henüz gelmedi demek zor mu?
-Zor değil de uzun.
-Senin tembelliğin bir gün başına iş açacak.
-Biliyorum.


Ünal, elemanının kısa yanıtına gülümseyip telefonu kapattı.
Elindeki evrakları okuyup dosyasına, dosyayı da kendisine tutulmuş villanın yatak odasındaki gizli kasaya yerleştirip şifreyi kurduktan sonra üstünü değiştirmek için dolabın kapağını açtı.

Arabasını bırakıp bisikletini alacak, tatilde birini canlandıracaktı. Bermuda şort üstüne tişört giymiş ayağına da keten ayakkabılarını geçirmişti. Bu kılıkla kovalamaca yaşamamayı tercih edecekti.

Silahını beline yerleştirdikten sonra telefonu da şortunun cebine attı. Polis kimliği yerine ehliyetini cebine attı. Astarsız incecik montu da silahını saklaması için giydi.
Tembel elemanının tembel yanıtları yeterli gelmiyordu. Olayı kendi takip edecekti. Elbette elemanı tembel değildi. Yıllardır birlikte çalıştıkları için herkes kimin ne yaptığını, neyi neden dediğini biliyordu. Çetelerle savaşan çete gibiydiler.

Uzun zamandır peşinde oldukları bir insan kaçakçısının izi küçük bir kitapçı dükkanına kadar takip edilmişti. Foça’ya sırf bu iş için gönderilmişti. İnsan kaçakçılığı ile ilgili önceki işlerindeki başarısı bir çeşit ödül kazandırmıştı. Elbette bu ödül yoğun çalışmayı da beraberinde getirmişti.

Yine de villa da kalmak, havuzda yüzüp, bol bol güneşlenmek işin keyifli yanıydı. Ne de olsa o polis değil tatil yapan biriydi.

Kısa yolculuk eski Rum evlerinin arasında devam etmiş, yayalara çarpmamak için azami dikkat göstermişti. Sokağın başında bir direğe zincirledi bisikletini. Aylak aylak yürürken yazın ilk günlerini değerlendiren yerli halkı izledi. Şimdiden yabancı turistler de doldurmuştu güzel kasabayı. Herkes rahat ve mutlu gözüküyordu. Henüz yazın en sıcak günleri kadar kalabalık olmamış kasabanın tadını çıkartmayı isterdi ama iki dakika önce tembel adamından ihbar gelmişti. Artık gerçek iş başı zamanıydı.  

Genç bir kadının bir ay önce otelin mirasçısı olarak gelmiş, hem otele hem dükkan açtığı kısma sahip çıkmıştı. Eski çalışanların durumdan haberdar olmadığını ama gerçekten sahibinin iki üç ay önce öldüğünü, hiç mirasçısı olmadığı için bir süre kapalı kalıp bu kadın gelince açıldığı öğrenmişlerdi. Kadının uzaktan çekilmiş bir resmini görmüştü. Ama anlatılanlardın çok güzel ve yirmili yaşların sonunda biri olduğunu öğrenmişti. Gerçekten zanlı olup olmadığı bile bilinmiyordu. Sadece takip ettikleri adamlar o otele kayıt yaptırmıştı.

Satıştan daha çok kütüphane gibi kullanılan bir yer açmış olması ve gelen gidenin kadınla uzun süreli muhabbet etmeleri dikkat çekmişti. İnsanlar kitaplarını alıp bir köşeye çekilmiyor aksine öncelikle uzun uzun konuşuyorlardı. Bu kadının bu kadar farklı ülkelerden gelen insanlarla neler konuştuğu meçhuldü.  Dillerini biliyor muydu? Herkes İngilizce mi konuşuyordu? Ya o Asya ve Arap kökenliler ile ne konuşuyordu?
Kendisi henüz bu kadını canlı görmemişti. Ekibindekilerin yakın takibindeydi ve her hareketini bildiriyorlardı. Bir iki tane de konuşmalar anında resmini çekmişlerdi. Kimse iki gün üst üste gitmiyordu dükkana. Dikkat çekmemek örgüt elemanlarını uyandırmamak için tedbir alınıyordu.

Canı Foça’nın meşhur dondurmasını çekse de dükkanın önünden ağır adımlarla yürümeye devam etti. Kuyrukta bekleyecek vakti yoktu. Nihayet kitapçıyı görmüştü. Üst katları otel olan bir binanın hemen girişinde, kaldırıma kadar uzayan oturma alanları oluşturulmuştu. Yerlere saçılmış büyük minderler çok çekiciydi. Uzanmış, kitap okuyan iki genç kız ve sevgilisi ile sırt sırta dayanıp oturmuş hem kahvesini içen hem kulaklıktan müzik dinleyen hem de kitap okuyan bir erkek gördü. Sevgilisinin yüzü gözükmüyordu ama oturuşlarından dalıp gittikleri belliydi.

Evlerinin rahatlığında okuyor gibi gözüken dört kişinin keyfini bozmadan yavaş adımlarla içeriye doğru yürüdü. Bahsi geçen adamları göremiyordu. Zaten onun işi şu an kütüphaneyi işleten kadını izlemekti. Adamları odalarında takip edebilecek durumda değillerdi. Hangi odayı tuttuklarını anlayıp birisini o odayı çevre dinleme ile dinleyecek şekilde ayarlayacaklardı. Ekip çalışmasının en iyi tarafı buydu. Birazdan kadın personelden birinin otele elinde valizle giriş yaptığını gördü. Ekip toparlanıyordu.
Okuyacak bir şeyler bulacağından emin, raflar arasında dolaşmaya başladı. Kitapların olduğu raflarda belirli aralıklarla nasıl bir sıralama izledikleri yazılıydı. Çok güzel bir yazı ile üstelik.

Önce tarzlara, sonra yazar isimlerine ve sonra da kitapların çıkış tarihlerine göre sıralanmıştı. Farklı yayın evlerinin küçüklü büyüklü basımları raflarda simetriyi bozsa da aradığını bulma konusunda kolaylık sağlıyordu.

Ünal, evindeki küçük kitaplığını düşündü. Tüm kitapları yayın evi ve boy sırasındaydı. Simetri hastası mıydı acaba? Önemli olan hangi kitabın nerede olduğunu bilmek değil miydi? Hepsinin yerini biliyordu ama bu kadar çok kitapta bu yöntemi de sevmişti.
Dükkanın sahibi ortalıkta gözükmüyordu. O da nihayet bir kitap seçip bahsedilen kadını ortaya çıkmasını beklemeye karar verdi.

Oturmak için uygun bir köşe bakınırken duvarlardaki yazıları gördü. ‘Çay-Kahve bedava. Masada yiyecek varsa o da bedava!’ yazıyordu. Yine çok güzel bir el yazısı ile yazılmıştı. Tüm yazıların elle yazıldığı belli oluyordu. Kim bu kadar uğraşmış olabilirdi?
Asıl noktayı atlamıştı. Bedava!

İyi ama bu saatte bile dört hatta kendisiyle beş kişi varken bedavacılık masraflı değil mi? Bu da mı paravan bir hareketti acaba? Aklındaki düşünceleri bir yana bırakıp uzun saatler geçireceği uygun bir yer aradı. Hem dükkana girecek olanları, hem de işleten kadının masasını göreceği bir koltuğa oturdu. Ayaklarını uzatabileceği bir sehpa vardı ama bunu yapmak için izin olduğunu sanmıyordu. Kilimin üzerinde uzatıp pozisyonunu ayarladı.

Çok hafif bir sesle müzik yayını da vardı. Klasik bir kütüphane değilse bu kadar gürültü normaldi belki de?

Oturduğu sarı koltuk iki kişilikti ve insan içine gömülüyordu. Uyumak için çok cazip bir yerdi. Yerinden kalktı ve az önce gördüğü makinelerin yanına gidip kendine kahve hazırladı. Uyumamak için buna ihtiyaç duyacak gibiydi. Gece dosya üzerinde çalışmıştı. Uyku tutmamıştı. Sabah içtiği üç bardak çay da uyandıramıyordu.

Polisiye bir kitap almıştı. Mesleki merak mıydı acaba? Kitabın ilk sayfaları heyecan yaratmıştı. Kısa süre sonra kendini kaptırmış hızlı hızlı okuyordu. İyi bir kalemi her zaman sevmişti. Güneşten neredeyse sarıya dönmüş kumral saçlarını eliyle düzeltip gözlerini ovalamaya başladı. Okumak iyice uykusunu getirince de yerinden kalktı. Yeni bir kah…

Makinenin başındaki kadını görünce ne için ayağa kalktığını bile unutmuştu. Kot şorttan gördüğü uzun bacaklara bir süre bakıp gözlerini doyurduktan sonra başını kaldırıp kalan kısmı da inceledi. Derin yaka dekoltesi olan askılı basit bir penye vardı üstünde. Yine de çok hoş bir görüntüsü vardı. Koyu kumral saçlarını bir kalemle topuz yapmıştı. Bunu nasıl yapabiliyorlar diye yine düşündü? Bir kalemle yapılmış topuzun bir çok saç modelinden daha seksi gözüktüğü gerçeğini inkar edemezdi. Yüzünü henüz görememişti ama gördükleri bile güzel bir şeyler beklemesine yetmişti.

Kahve olan genç kadın hafifçe başını çevirip kimlerin olduğuna baktı. Kendisine bakan genç adamı fark etmemesi mümkün değildi. Ama bakmış ve geçmişti. Sonra elindeki kahve ile masaya yürüdü ve oturdu.

Oydu! Dükkanın sahibi bu kadındı. Yani o çok beğendiği kadın takip ettiği zanlı mıydı? Eh bu ilk olmayacaktı. Suç güzel kadınları mıknatıs gibi çekiyor muydu? Şansına lanet ederek kendi kahvesini yeniledi. Sonra masasında oturup yakın gözlüklerini takmış kadına baktı. Yüzündeki hatlar yumuşaktı. Burnu küçük ve düz, dudakları ise biraz dolgundu. Öpüles…

Bir şeyler konuşmalıydı. En azından merhaba demeliydi. Yoksa aklı iyice karışacaktı.
Masasına doğru yürürken kadının bir kağıda bir şeyler çizdiğini fark etti. Çizmiyor yazıyordu. Yazdıklarını anlaması imkansızdı. Arap harfleri ile bir şeyler yazan kadın ise sanki bir an önce aklındakileri kağıda dökmeliymiş gibi hızlı hareket ediyordu.
Şimdi anlaşılmıştı. O Arap ülkelerinden gelenlerle konuşabilecek kadar bu dili biliyor olmalıydı. Acaba kendisi de oralı mı diye düşünürken rengindeki koyuluğun güneş yanığı olduğunu anlayıp dili bir şekilde öğrenmiş diye düşündü. Bir şeyi daha fark etti. Duvarlardaki yazılar bu elden çıkmıştı.

O hala düşünedursun masasına gölge ettiği kadın başını kaldırıp, “Merhaba, bir şey mi istemiştiniz? Bulamadığınız bir kitap mı var?” diye sordu.

Sesi de güzeldi. İnsanda rahatlık hissi uyandıran melodik bir ses. Acaba…Acabalara yer yoktu. Neredeyse kafasına vurup aklını başına toplayacaktı. Güzel, uzun bacaklı, gözlüğünün altında kaybolan burunlu bir kumral yüzünden işini aksatacak değildi.

“Merhaba, ikinci kahveler de bedava mı diye soracaktım.”
“Kavanozu bile bedava.”
“Siz nasıl para kazanacaksınız? Yiyecek bir şey yok ama varsa o da bedavaymış.”
“Aç mısınız? Hemen bir şeyler getirtebilirim.”
“Nereden? Pastane size mi çalışıyor?”
“Sorguda mıyım?” derken gülümsemese polis olduğunu anladığını düşünecekti.
“Elbette değilsiniz ama bu kadar şirin bir ortamda bu kadar bedava fazla değil mi? Amaç para kazanmak değilse nedir?” Dikkatli olmalıydı. Suçluların polisleri tanıma kabiliyeti yüksekti.

“Üst katlar bana çalışıyor. Üstelik çok da iyi çalışıyor, burası da benim oturma odam. İsteyen buraya gelir, biraz muhabbet eder, biraz kitap okur, hatta gelirken yiyecek bir şeyler de getirir ve o masaya bırakır. İsteyen yer, isteyen içer. Yani benim komşularım bu insanlar.”

O kadar doğal anlatıyordu ki zanlı kelimesi kadına hiç yakışmıyordu. Otel onundu. Elbette konukları ile konuşacaktı. Burada bir çeşit amme hizmeti yapıyordu. O zaman bir sürü insanla dost olması da normaldi. Turistik yerdeydi. O zaman bir sürü yabancı ile konuşuyor olması da gelen gidenin çok olması da normal değil miydi?

Bir an önce kendini silkelemeli kendine gelmeliydi. Kadını aklamaya çalışıyordu resmen. İstihbaratçıların dedikleri anımsadı. Bu ötele daha önce hiç bu kadar Asya ve Arap kökenli turist gelmemişti. Son bir ayda ise büyük bir artış vardı. Sırf bu bile kadının niye buraya geldiğini açıklar gibiydi. Şu miras olayının araştırılması henüz bitmemişti. İhbarları alalı daha beş gün olmuş bu sürede araştırmaların bazıları sekteye uğramıştı. Önüne çıkan engellerin aşacak yeni kapılar arıyordu. Bu engellerin ardında güçlü birilerinin olduğunu anlamak zor değildi. Kimin arı kovanını çomak soktuklarını yakında anlarlardı.

“Size yiyecek bir şeyler getirteyim mi? Sandviç ister misiniz?”
Hala kızın başında dikildiğini soru ikinci kez tekrarlanınca anladı. Gözünü dikip bakıyordu. Aptal, dedi kendine ve gülümseyerek, “Aç değilim teşekkür ederim. Sadece bu durum tuhaf geldi. Büyük şehirlerde selamlarını bile bedava vermeyen insanlarla çalışınca şaşırdım sadece.” diye durumu kurtarmaya çalıştı.
“İki ay öncesine kadar onlardan biriydim. Yani selamımı parayla vermiyordum elbette ama büyük şehirdeydim. O yüzden sizi anlıyorum.”
“Ne oldu da iki ay önce buraya geldiniz?”
“Otel miras kaldı.” Neden bu kadar çok soru soruyorsun der gibi bakmaya başlamıştı genç kadın.
“Anladım. Neyse sizi daha fazla işinizden alıkoymayayım. Kitabıma döneyim.”
“Keyifli okumalar.”

Konuşmanın bitmesinden hoşnut gözüküyordu genç kadın. Fazla soru sormuştu. Onu şüphelendirmeden yerine geçti.  

Soğumaya yüz tutmuş kahvesinden büyük bir yudum alıp kitabına döndü. Okumaya başlamadan önce bildiklerini toparlamaya çalıştı.

Adını sormamıştı ama Selin olduğunu biliyordu. İki ay önce buraya geldiğini söylemişti ama otel yeniden faaliyete başlayalı bir ay olmuştu. O bir aylık dönemde ne yapmıştı? Belki oteli açana kadar elden geçirmişti. Tabi tabi, zaten tüm suç işleyecek kişiler önce tadilat falan yapardı. Yine aklama çabasına girdiğini düşünüp kitabına gömülmeye uğraştı.  Miras kaldı dediği yerin eski sahibinin hiç akrabasının olmadığını sanılıyordu. Bu konuda da mı yalan söylüyordu? Belki de sahte evraklarla gelip otele konmuştu. Bunları araştıran el altından bilgileri satan bir sürü üç kuruşluk insan olduğunu bilmeyen var mıydı?

Sahtekarlıkla buraya gelmesi, adamların o geldikten sonra sıklıkla bu oteli talep etmesi…
Zanlı artık daha da fazla zanlıydı.

Selin, kağıda yeni bir şeyler yazmaya başlamadan önce az önceki tuhaf konuşmayı aklından geçirdi. Kimdi bu adam? Niye bu kadar çok soru sormuştu? Önce basit bir tanışma konuşması sanmıştı ama adam başından ayrılmamıştı. Üstelik anladığı kadarıyla şu an gözünü dikmiş yine kendisine bakıyordu. Maliyeden birileri miydi acaba? Kitapları satmıyordu. Sadece isteyene okuyacağı bir alan yaratmıştı. En büyük hayali buydu ve nihayet yerine getirmişti. Geçici bir işti ama en azından bu sezon sonuna kadar açık tutacaktı. Belki de uzun yıllar açık kalırdı. Diğer işini buradan yürütebilecek miydi? Diğer iş mi? Geri dönecek miydi o işe? Bunu anlaması için biraz zamana ihtiyaç vardı.
Adamın kafasını eğdiğini anlayınca başını kaldırıp ona baktı. Yakışıklıydı. Uzun boyluydu. Kilo sorunu yoktu. Hatta omuzları biraz fazla gelişmiş durduğuna göre gayet de iyi bir fiziği vardı. Gözleri yeşil miydi? Işık oyunu da olabilirdi. Ela ya da yeşil hiç önemli değildi. Güzel gözleri, güzel fiziği vardı. Ama çok meraklıydı. Adını sormamıştı. O zaman kendi adını da söylemesi gerekecekti. İsteyen kolayca öğrenirdi ama o kadar çok soru soran birinin adını öğrenmesi yeni sorulara zemin hazırlardı.
Yeni yalanlara gerek yok diye düşünüp başını işine eğdi.

Bir saat boyunca kitap okudu. Gelen gidenleri kontrol etti. İlk geldiğinde oturanlar çoktan gitmiş, yeni birileri gelmişti. Bembeyaz saçlı, tombul bir teyze elinde koca bir kutu ile gelip çay makinesinin yanındaki üç katlı servis tabağına içindekiler dizmeye başladı. Biraz börek ve kurabiye… Aynı zamanda Selin ile kısık sesle konuşuyor hatta gülüşüyorlardı. Ne konuştuklarını duyamıyordu. Dedikodu yaptıkları kesindi. Sonra teyze bir kitabı aldı, önünden geçerken Ünal’a başı ile selam verip gülümsedi ve kendini bir başka rahat görünümlü koltuğa attı.  

Kitap sarmıştı. Bitirene kadar oturamayacağı için masadaki ayraçlardan birini kullanıp kitabı aldığı yere bıraktı. Konuşmak için bir fırsat daha yarattığını anlayıp masaya gitti.
“Yarın geldiğimde kitabımı kaldığım yerden okuyabilir miyim?”
“Eğer bir başka okuyucu almamışsa elbette.”
“Ya almışsa? Elinden kapmam mı gerekecek?”
“Kavgaları ayırmıyorum. O nedenle oturup beklemenizi tavsiye edebilirim.”
“Kavgadan kaçacağımı sanmıyorum.”
“Ortalığı yıkı dökmek ve kitaplarıma zarar vermek bedava değil.”
“O zaman kitabı beklemek cebimi sarsmaz deyip akıllı uslu otururum. Hatta belki biraz da muhabbet ederiz.”
“Olabilir.”
“O zaman kitabımı birilerinin okuyor olmasını dileyerek geleceğim yarın. Görüşmek üzere.”

Selin konuşmaların gittiği yönün keyfini çıkartarak baktı arkasından. Tatil için gelmiş birisinin kısa süreli flörtü olmaya niyeti yoktu ama yine de bu adamla konuşmak hoşuna gidecekti. Hangi kadın yakışıklı birinin ilgisinden rahatsız olurdu?

Ünal, dükkandan henüz çıkmıştı ki iki Arap’ın kapıya doğru yürüdüğünü gördü. Bunlar bahsi geçen kişiler değildi. İki yeni adam daha.

Kütüphane kısmına değil de otele girince kayıtları takip etmek kolay olacağından önemsemedi. Hem zaten ekipten biri çoktan dükkanda yerini almıştı. Nöbet değişimi tamamdı.

Düşünmek yetmiyordu bazen. Bir de ayaklara söz geçirebilmek gerekiyordu. Yeniden dükkandan içeri girerken yerine gelmiş olan elemanın şaşkın yüzünü görmezden geldi.
Selin yerinde yoktu!

Ortamın kameralarla izleniyor olma ihtimaline karşı kendi elemanına değil de kitap okumak yerine sevgilisinin saçlarını okşayan birine sormayı tercih etti. Otel kısmına girdiğini söylemesinden sonra o da o tarafa yürüdü. Bunu zaten tahmin etmişti sadece oyunu kuralına göre oynuyordu.

Selin danışmada oturan genç erkeğin yanında ayakta durmuş konukların sorularını akıcı bir Arapça ile yanıtlıyordu. Adamlardan olumlu yanıt almış olmalı ki iki adam da pasaportlarını çıkartıp bankonun üzerine koydular. Selin, başını kaldırıp az önce konuştuğu genç adamı görünce gülümsedi.

“Otele mi yerleşmeye karar verdiniz?”
“Boş oda varsa düşünebilirim.”
“Evet var. Ciddi iseniz size bir oda ayarlayalım.”
Kısa bir an düşündü. Otelde kalmak daha rahat takip etmesini sağlardı ama diğer işlerini buradan yapamazdı. Cazip teklifi geri çevirmek zorundaydı.
“Peşin ödememiş olsaydım sanırım bu teklifi değerlendirirdim.”
Selin bir yanıt veremeden konuklardan biri soru sorunca o tarafa dönmesi gerekti. Yeniden genç adama döndüğünde yüzünde gülümseme vardı.
“Madem kalmayı düşünmüyorsunuz, neden geri döndüğünüzü sizden öğreneyim.”
“Bedava kahve içmek güzeldi ama buradan çıkınca kendimi borçlu hissettim. Acaba ben de size bir şeyler ısmarlayabilir miyim, diye sormaya geldim.” Güzel bir bahaneydi. Kendini kutlarken yanıtı da merakla beklediğini kabullendi.
“Hiç gerek yok.” Yanıtı hoşuna gitmedi.
“Gerek olduğu için sormadım ki. Sadece biraz daha vakit geçirebilmek için sormuştum. Hayat kısa!”
“O halde… nerede, ne zaman ve ne?”
“Güzel bir balıkçıda, akşam sekizde ve beyaz şarapla balık!”
“Teklif çok cazip, hayır demek zorlaştı.”
“O halde akşama görüşürüz.” Arkasını dönüp çıkmak üzereyken “Pardon!” diyen sesi ile genç kadına döndü.
“Efendim?”
“Ben Selin. Yemeğe çıkacaksak en azından adımı bilmelisiniz.”
“Ünal. Çok memnun oldum Selin. Selin dememde sakınca yok umarım.”
“Yok.” Ve Ünal gülümseyerek çıkıp gitti otelden. Aklında yeni gelenlerin doldurduğu giriş kartının üzerine yazılmış 12 numarası ile…

Aynı günün akşamı sanki tatil aşkı yaşayan ikili gibi uzun uzun konuşarak şaraplarını yudumlayarak, nefis deniz mahsulü mezelerini atıştırarak vakit geçirdiler.
Ünal, kadının söylediği yalanları yakalamaya uğraşıyordu. Arada ipin ucunu kaçırıyordu. Dalıp gidiyordu ve bundan hiç de hoşnut değildi. Zanlı ile bir arada olup onun masum olduğunu düşünmek kendine karşı gelmek gibiydi. En iyisi onun suçlu olma ihtimalini aklından çıkartmamak ve güzelliği ile büyülenmemekti. Bunun için de daha fazla içmeyecekti. Aklının net olması gerekiyordu.

Gece ilerledikçe daha fazla etki altına girdiğini hisseden Selin, genç adamın kendisinden bir şeyler gizlediğini düşünüyordu. Sorular soruyor ama kendisi sorulanları yanıtlamıyordu. Kısa yanıtlar vererek geçiştiriyordu. Bu da yaz aşkı peşinde koşan, üç beş gün sonra adını bile anımsamayacağı bir ilişki arayan çapkınlardan olduğunun kanıtıydı. Geceyi uzatmanın manası yoktu! Hem zaten kendisinin de daha derin sorulara verecek dürüst yanıtları yoktu.

“Artık kalkmam lazım. Sabah erken kalkacağım.”
“Kusura bakma senin tatilde olmadığını unuttum. Kalkalım.” Hesabı ödedikten sonra yavaş adımlarla otele doğru yürümeye başladılar.
Sessiz birkaç adımdan sonra Ünal, “Arapçayı nerede öğrendin, okulda mı?”
“Farsça. Evet okulda öğrendim. Arapça da biliyorum elbette ama bugün geldiğinde konuştuğum dil Farsça idi.”
“Turizm işinde yabancı dilin önemi büyük. Ama en çok İngilizce tercih edilirken neden Arapça-Farsça?”
“Özel nedeni yok. Arapça ve kökeni olan dilleri seviyordum. Önce Arapçayı öğrendim. Sonra Farsça kolay geldi zaten. Birkaç harf farkı var.” Elbette bunlar gerçek değildi. Ama nasıl öğrendiğini anlatacak da değildi.
Ünal daha derin sorular sormadan yol bitti.
“Kütüphaneni kaçta açıyorsun?”
“Hiç kapanmıyor.”
“Nöbetçi kitapçı mı yani?”
“Evet, uykun kaçarsa gel oku.”
“Sen orada olmayacaksan gerek yok.”
“Bunu bilemem. Gecenin bir vakti benim de uykum kaçabiliyor. O zaman aşağı iniyor ve biraz çalışıyorum.”
“Ne? Çalışıyor musun? Kitap falan mı diziyorsun? Yoksa yazıyor musun?”
“Hat yapıyorum.”
“Ah şimdi anladım. Sabah yazdığın da hattı değil mi? Ne yazmıştın?”
“Anımsamıyorum. Bir şeyler aklıma gelmişse hemen bir şekil bulmaya uğraşıyorum. Sonra üzerinde çalışıyorum.”
“Not tutmak gibi!”
“Evet. Senin böyle bir merakın var mı?”
“Ne yazık ki yok. Düz çizgi çizemem.”
“Herkes öyle sanır ama aslında bir şeylere mutlaka yatkındır.”
“Şu an yapmak istediğim ama yapmaya çekindiğim tek şey var. Onun için de henüz çok erken.”
“Emekli olunca mı yapmaya niyetlisin?”
O kadar içten bir kahkaha atmıştı ki Selin ne söyleyip de bu kadar güldürdüğünü anlayamadı.
“Bu kadar komik olan ne?”
“İnan yarına kadar bile beklemeyi uzak bir zaman olarak düşünüyorum. Emeklilik gerçekten çok çok uzak bir zaman dilimi.”
“Anlamadım ama neyse. Seni güldürebildim hiç olmazsa!”
“Gülmeme kızmış gibisin.”
“Kızmadım ama şaşırdım. Ben iyi niyetliydim.”
“Seni bu akşam daha fazla kızdırmak istemiyorum. Yarın umarım ne istediğimi anlatırım. Sabah görüşmek üzere, diyelim.”
“Sabaha görüşürüz. Ünal… Kahvaltıya gelir misin?”
“Gelirim. Ama ben çok erkenciyim. Sekizde burada olsam uyandırmış olmam umarım seni.”
“Hayır, o saatte ayakta olurum.”

Ünal dokuzda gireceği toplantıyı söyleyemezdi. O yüzden erkenden gelip genç kadını biraz daha yakından tanımak istiyordu. Şu ana kadar yakaladığı birkaç yalandan başka olumsuz bir şeye şahit olmamıştı. Birlikteyken cebi çalmamış, tuhaf insanlar selam vermemiş, etraflarında onları izleyen kimse olmamıştı. Ekipten birileri de lokantada çevrelerini sarmıştı. Onların da olumsuz bir şey görmediklerinden emin olmalıydı. Dönüp evine doğru yürümeden önce genç kadının arkasından baktı. Şu an izleniyorlardı ve emrindekilerin önünde aklından geçenleri yapamayacağı için sakin ama huzursuz adımlarla evine doğru yürüdü.

Köşeyi döndükten sonra ekipten birisi yanında durdu ve arabaya binip ofis olarak kullandıkları eve geçtiler. Yol boyu geceyi konuştular. Yakaladığı üç noktayı söylemişti. Okulu, mirası ve eski işi… bunları araştırmak kolaydı artık.


Toplantı sonucunda herkes şüphenin devam ettiğini ama elle tutulur bir kanıta sahip olamadıklarını söyleyip masadan kalkmıştı. Neyse ki ekibin diğer kısmı da kesin suçludur demiyordu Selin için.


İkinci günleri kahvaltı ile başladı. Selin’in akşamki kızgınlığından eser kalmamıştı. Biraz düşünmüş ve aralarında olanlara anlam yüklemeden iki üç gün flört etmeye karar vermişti.

Otelin restoran kısmında mükellef bir kahvaltı hazırlatmıştı. Garsonlar ikiliye hizmet ederken diğer konuklardan da inenler oldu. Selin’ i tanıyan yoktu içlerinde. Bir saat süren kahvaltıdan kalkarken Ünal toplantıyı iptal edebilmek için neler yapması gerektiğini düşünüyordu. Her aklına gelenin karşı fikri olunca bir iki saatini işiyle ilgilenerek geçirmesi gerektiğine karar verdi.

Toplantıdan çıktığında ekibinin yeni görevleri dağıtılmış, kendisine de en güzel görev verilmişti. Selin’e yakın olmak.

Öğleden sonra yeniden kütüphanede aldı soluğu. Hem kitabını okuyacak hem de Selin’i gözlemlemeye devam edecekti.

Şüpheli iki adam bir daha Selin ile irtibat kurmamıştı. Genç kadının ara sıra telefonu çalıyordu. Kısık sesle ve neşeli konuşmalar yapıyordu. Sadece bir keresinde konuşurken sesi değişmiş hatta gözlerinde yaşlar parıldamıştı. Kendisini tuttuğunu anlamak zor değildi. Kim aramıştı? Aşık olduğu biri mi? Ayrıldığı bir sevgili mi? Merakla izlediği genç kadın telefonu kapattıktan sonra masadan kalkmış ve arka tarafa geçmişti. Onu ilk kez bu kadar moralsiz görmüştü. Oysa hep gülümsüyordu. Yine gülmesini istediğini fark etti. Şu iş bir an önce bitmeli ve o buradan hemen gitmeliydi. Suçlu ya da masum her durumda uzak durması gerekiyordu. Riskli meslekleri olan insanların kendilerinden önce karşı tarafı düşünmesi gerekiyordu. Üstelik zaaflar her zaman düşmanın eline koz vermek demekti. Kaç meslektaşının sevdikleri ile kullanıldığını, üzüldüğünü gözleri ile görmüştü.

Telefonu titremeye başladığında düşüncelerinden sıyrıldı. Kısık sesle yanıtladığında hemen ofiste olmasını isteyen tembel elemanı ile karşılaştı. Kütüphaneyi gözlem altına alacaklardı. Ünal’ın orada olmaması gerekiyordu. Büyük hareketlenme başlamıştı.
“Gitmem lazım. Arkadaşlar gelmiş, beni bekliyorlarmış. Birlikte akşam yemeği yeriz, böylece günü bedavaya getirmiş olurum diyordum ama olmadı.” derken tek istediği gerçekten orada olmak ve onu güldürmekti. Kalamasa da güldürmeyi başarmıştı.
“Alacağın olsun o zaman.” diyen Selin az önceki ruh halinden sıyrılmıştı. Arkasından bakarken gelen arkadaşlarının kadın mı erkek mi olduğunu düşünürken yakaladı kendisini.

Saat gecenin üçüydü. Açıkta demirlemiş teknede hiç ışık yoktu. Kendilerine doğru gelen on kadar balıkçı teknesi vardı. İçlerinden iki tanesinin önceliği balık yakalamak değildi. Güvertede gezinen balıkçılardan başka alt kısımda toplamda kırk kişi vardı. Diğer tekneye geçecek olan adamlar Yunanistan’a kaçacaktı. Afgan ve Suriye kökenli kırk kişinin o tekneye sığması pek mümkün gözükmüyordu. Kimsenin bunu önemsediği de söylenemezdi. Türk karasularından çıktıktan sonra rahatlayacaklarını düşünüyorlardı.
Tüm tekneler uzaklaşırken onlar yavaşlamış ve kendilerini bekleyen tekneye yanaştılar. Nihayet yarım saatten kısa sürede yük boşaltılmıştı.

Aynı dakikalarda, Ünal da olayları takip ediyordu. Balıkçı teknelerinin hareketleri baştan sona izlenmişti. Kaçakçıların yakalanması için onların tamamen diğer tekneye aktarılmalarını beklemişlerdi. İki tekne arasındaki iskele de son iki kişi yürüyordu.  
Ünal, eşzamanlı baskın emrini verdi.

Kendisi ve yanındaki iki kişi ile jandarma erleri kaçakları taşıyan şoförleri yakalayacaktı. İki elemanı ile on kadar er otele baskın düzenleyecek ve zanlıları tutuklayacaktı. Sahil güvenlik ile yine kendi elemanlarından iki kişi de ayrı ayrı hem yata hem balıkçı teknelerine baskın düzenlediler. Kimse diğer elemanları uyarıp kaçmalarını sağlayamadı

Selin’in otelinde kalmakta olan adamların odalarını arama izni alınmıştı. Ünal orada olmayacaktı. Genç kadının yüzüne bakarak onu kandırdığını söylemek istemiyordu. Kendi kandırılmışlığını da yaşamak istemiyordu. O yüzden diğer çete üyelerinin saklandığı yere baskın yapacak ekibin başındaydı.

Hiçbir yere kayıt yaptırmamış olan adamların hangi deliğe girdiğini son iki saattir hepsi biliyordu. Tüm çeteyi yakalamak için sessizce beklemişlerdi. Tüm çete olduğundan emin olmalıydılar. Onlarla aynı saatte Adana’da da baskın düzenlenmişti.

Nihayet tüm çeteyi ele geçirmişlerdi.

Selin de yakalananların içindeydi. Ünal, onun gecenin ikisinden beri kütüphane kısmında iki Suriyeli ile konuşurken yakalandığını öğrenmişti. Korktuğu başına gelmişti. Masasının üzerinde duran bir sürü yazıya da el konmuştu. Bunların Farsça çalışmalar olduğunu düşünse de arada bu kaçakçılık ile ilgili notlar da olabileceğini düşünüp hemen tercüme edecek birilerini aramaya başladı.

Kaçaklar, kaçakçılar muayeneden geldikten sonra sorguya alınmışlardı. Sorgu sonrası yine muayene edileceklerdi. Kaçakların arasında üç tane hasta vardı. Onların sorgusu hastanede yapılmalıydı. Sevkleri yapılırken Ünal da o ekiple gitmeyi düşündü. Sonra vazgeçip, Selin’in sorgusunu izlemeye karar verdi. Acaba suçunu itiraf edecek miydi?
Jandarma bölgesiydi ve tabii karakolda tek taraflı aynası olan bir sorgu odası yoktu. Bu ortak çalışmada artık ekibin geri çekilme zamanı geliyordu. Son işleri sorgu kısmıydı. Raporlarını da yazıp tutukluları jandarmaya teslim edeceklerdi.  

Yan odada Selin’in sorgusu yapılacaktı. Onun odaya getirilişini izlerken saklanacağı bir dolap arkası bulmuştu. Genç kadın biraz bitkin ama başı dik yürüyordu.
Sanki yaptığı işten gurur duyar gibiydi. Ünal’ın canı iyice sıkılmıştı. En azından pişman bir ifade görmeyi istiyordu.

Yanına gelen elemanlarından biri Farsça bilen birini bulamadıklarını, Arapçanın yakın olduğunu yardımcı olmak istediğini söyleyen bir cami imamını getirdiklerini söylüyordu.  Bu da olabilir diye düşünüp, “Sen ilgilen, ben sorguyu dinleyeceğim.” dedi.

Selin’in üzerinde ince bir kot pantolon vardı. Ayaklarında mantar topuklu terlikler üzerinde ise gecenin ayazı için giydiği montu vardı. Saçı açıktı ve omuzlarına dağılmıştı. Ünal, onun yine çok güzel gözüktüğünü düşündü. Bu sorguda olamadığı onu rahatlatamadığı için rahatsızdı. Ama asıl suçlu birisine bu kadar kapıldığını hissetmekten rahatsızdı.

Dinlemek için iki oda arasındaki evrak penceresinin olduğu yere gitti. Kendisini göstermeden oturup tüm sorguyu dinledi. Duydukları elbette suçsuz olduğunu söyleyen yanıtlardı. Sorguyu yapan elemanının ses tonunun değişmeye başladığını fark edebiliyordu. Etkisine girdiğini anlamak için yüzünü görmeye gerek yoktu. Selin’in cazibesini özellikle mi kullandığı yoksa adamın mı o etkiye kapıldığını anlayamamıştı. Hareketlerini izleyemiyor sadece dinliyordu.

“Bakın, size son kez söylüyorum. Benim olanlarla ilgim yok. Adamların otelimde kalması benim suçum değil. Arapça Farsça konuşan herkesi tutuklayacak mısınız? O zaman işiniz çok. Benimle uğraşmak yerine gerçek suçluları tutuklayın.”

En başından beri, benzer cümleler söylüyor ve kesinlikle suçu kabul etmiyordu. Diğer adamlara sorgu sırasında Selin hakkında sorular sorulmuş ve şu ana kadar onlar da genç kadının işin içinde olduğuna dair bir şey söylememişti. Tek ihtimal kalmıştı; el konulan belgelerdeki notlarda suçlu olduğunu ispatlayacak deliller…

Elemanının “Bakın Selin Hanım, sizin otelinizi haftalardır izliyoruz. Ne hikmetse siz oraya gelmeden önce hiç Arap kökenli turist yoktu. Ama son iki aydır hemen her gün yeni birileri geliyor. Kaçakçılık ile ilgisi olan iki kişi otelinizde kalıyordu. Bu gece o adamlarla konuşurken yakalandınız. Artık inkar etmeyin. İtiraf ederseniz cezanız daha az olur. Güzel bir kadınsınız, hapiste çürümeniz kimseyi mutlu etmez.”

Ünal sorgu bitince tembelliğinden şikayetçi olduğu adamının çapkınlığını cezalandırmayı düşündü. Çenesine bir yumruk indirmek çok cazipti. Ses tonundan zerre kadar hoşlanmamıştı. Kıskançlık diyeceği tepkilerle boğuşurken Selin’in yumuşak sesiyle verdiği yanıtı kaçıracaktı.

“Çok Amerikan dizisi izlemişsin. Bizde itirafçılara indirim yok. Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar, diye bir sözümüz var. O yüzden karşılıklı doğruları konuşalım. Yine de teklifin için teşekkürler ama benim hiçbir suçum yok. Zaten iki saate kadar beni serbest bırakacaksınız.”

Bu özgüvenin ardında mutlaka sağlam bir torpil yatıyordu. Ama bu kez o torpil bile kurtaramayacaktı. Ünal kendini zorlayıp gerçekleri kabullenmişti. O başı dik giriş, bu umarsız yanıtlar ve iki saate kadar oradan çıkacağına olan inanç…

Bulunduğu odanın kapısı açılınca o tarafa döndü. Arapça bilen hoca ile evrakları okuyan elemanını görünce parmağını dudağına götürüp sus işareti yaptı. Hemen yanına gidip fısıltıyla sordu. “Buldunuz mu bir şey?”

“Amirim, o yazıların hiç biri insan kaçakçılığı ile ilgili değil. Mevlana’dan, Şems’ten, Yunus’tan sözler var. Bir de not var ama o da biraz özel galiba.”
“Nasıl özel?”
“Masasının üstündeki notların içindeydi. Çok yakışıklı ama ben yaz aşkı aramıyorum, yazmış.”
Ünal neye uğradığını şaşırmıştı. Bu not kendisi ile mi ilgiliydi? İyi ama not yazmayı gerektirecek ne olmuştu? Belki de eski bir nottu. Bunu düşünmek yine sinirini bozmuştu. Eski notun masasında işi neydi? Hem niye kimden bahsettiğini anlaşılacak şekilde yazmamıştı ki?
Yazsaydı ne olacaktı? Çeteyi yakalamışlardı. En fazla üç beş gün sonra ayrılacaktı buradan. Selin ise büyük ihtimalle suçlu olduğu için tutuklanacaktı. Mantıklı düşündüğü an her şeyi sıraya koyabiliyordu. Mantığı devre dışı kaldığında ise çıkar yollar arıyordu.
“Tek satır mı yazı?”
“Evet amirim. Hoca efendi diğer yazılara da bakayım, aralara başka bir şey yazmış mı diye yine inceliyor.”
“Ne yani ilk baktığında dikkat etmemiş mi?”
“Sözlerin kimlere ait olduğunu anlayıp belki bitirmeden bıraktı. Şimdi de korktu.”
“Olabilir. Sen yanına dön. Yeni bir şey olursa haber verirsin.”

Tüm evraklar okunuyordu ama bilgisayarlarda gizli bilgiler olabilirdi ve onları hızlı okumak mümkün değildi. Tutukluluk süresince bitirmeye uğraşacak bir ekibi vardı. Selin’in suçlu olduğunu ispatlamak için çalışacaktı hepsi. Ne büyük kara mizah anlayışı vardı evrenin.

Kadın memurlardan biri odaya girince yine sessiz olması için uyardı. Elemanı yanına gelip durumu açıklayınca odadan çıkmak zorunda kaldı. Bilgisayardaki dosyalardan biri Arap harfleri ile tutulmuştu.

Caminin hocası ile çalışmalar daha uzun sürecekti. Rahatını düşünmek ve yardım için ikna etmek gerekiyordu.

Bir saat sonra yaşlı adam tüm kağıt dökümleri bir kez daha elden geçirmiş ve başka not olmadığından emin olmuştu. Bu süre içinde Selin’in sorgusunu bitirmişler ve kadından hiçbir bilgi alamamışlardı. Hocanın bilgisayardaki yazıları okuyabilmesi için kağıda dökmeleri gerekmişti. Saatleri harcamışlar, okuduklarının bir kitap olduğunu anlayana kadar epey vakit geçirmişlerdi. Kitap olması tamamının okunacağı gerçeğini değiştirmiyordu. Aralara şifreler gizlenmiş olabilir diye her satır tek tek Türkçe olarak yazılıyordu. Bu iş günlerini alacaktı.

Ünal, nezarete kapatılmış olan genç kadını uzaktan izlemeye başladı. Korkmuyordu. Bunu gözlerinden anlayabiliyordu. Ama sinirliydi. Neden? Yakalandığı için mi? Para kaybettiği ve hapse gireceği için mi?

Her ne olursa olsun sinirli olduğu ve birilerini eline geçirirse çok fena yapacağını anlamak zor değildi. Ünal, kızdığı kişinin kendisi olmadığını biliyordu. Çünkü en son aklına gelecek kişi Ünal olacaktı

Yanındaki ere telefon hakkını kullanıp kullanmadığını sormuştu. Sabah kullanmak istediğini söylemişti. Sabaha kadar nezarette kalmayı kabullenmek! Az önce sorguda iki saate çıkacağını söylememiş miydi? Neden o havayı yaratmıştı? Sanki bir telefonla birilerini bu ortamdan kurtulmak için kullanacak gibi bir tavır almıştı. Sonra ise sabahı beklemeye karar vermişti. İlginç biri dedi. Çok masum görünüyorken zanlı olmuş, zanlıyken kurtulmak yerine içeride kalmayı kabullenmişti.

Saat dokuz olduğunda Selin telefon hakkını kullandı. Aradığı kişi ile sadece on beş saniye konuştu ve kapattı. Konuşmasını bekleyen er şaşırmış olarak kadını tekrar nezarete götürüp üstüne kilit vurdu. Diğer odada ise Ünal eldeki verileri kontrol ediyor ve Selin’in suçlu olduğuna dair tek bir kanıt bulamıyordu. Buna bu kadar sevinmesi ise mesleğinin ne kadar tehlikeli bir yola girdiğini gösteriyordu. Bu iş bitince bir süre izin yapmalı ve kendini toparlamalıydı.

Daha önce de güzel zanlılarla bir arada olmuştu. Mesleği bunu gerektiriyordu ama ilk kez kendisinden ve kararlarından korkuyordu. Çünkü ilk kez söz dinlemeyen bir kalbi olduğunu anlıyordu.

Hocanın iki yüz sayfalık kitabın üçte birini okuduğunu söyleyen kadın memur kitabın daha önceki çevirileri ile hiç farkı olmadığını söylemiş ve çıkmıştı Ünal’ın yanından. Kapısı yeniden çalınınca öfleyip başını kaldırdı. Jandarma erinin şaşkın yüzüne bakıp konuşmasını bekledi.

“Komutanım, zanlı telefon konuşmasını yaptı.”
“Neler konuştuğunu dinledin mi?”
“Komutanım, dinlemedim.”
“Ne kadar sürdü ve nasıl konuştu? Yani kızgın mı? Ağlıyor muydu? Yalvarıyor muydu?”
“Komutamın, sadece on beş saniye konuştu. Bir cümle söyleyecek kadardı bu süre ve kapattı telefonu.”
“Anladım.” Dedi. Bu tarz konuşmaların kimlerle yapılacağını az çok tahmin ediyordu. Bu rahatlığın ardından kim çıkacak bakalım, diye düşündü. Kesinlikle büyük bir torpil işleyecek ve bir zanlı daha elini kolunu sallayarak dolanacaktı.
Jandarma karakolunun komutanı cep telefonu elinde Ünal’ın olduğu odaya girip gülümsedi.
“Sana” derken gülümseme daha da yayıldı yüzüne.
Ünal, beklediği telefonun geldiğinden emindi. Niye kendisini aramamışlardı?
“Efendim.”
Ünal duydukları ile renk değiştirdiğinden emindi. İşte bunu beklemiyordu.

Telefonu kapattıktan sonra başını ellerinin arasına alıp söylenmeye başladı. “Hata, çok büyük hata.” Ama bu hatanın nedeni kendisi değildi. İstihbarat hatasıydı ve neyse ki büyük bir sorun olmadan çözülmüştü. Küfürleri sıralarken kapının önündeki eri çağırıp talimatı verdi.

Selin, karakolun kapısından çıkarken tanıdık birileri olabilir diye düşünüp yüzüne üzgün, kızgın ve korkmuş bir ifade yerleştirdi. Otele gidene kadar olayı bilen kimseyle karşılaşmaması şanstı. Kütüphane kısmında birçok konuk olduğunu görmek şaşırttı. Acaba geceki olay için gelmiş meraklılar mıydı?

 Dükkanın önündeki bisikletleri görünce bir grup tarafından dükkanın istila edildiğini anladı. Hepsi kahveleri, çayları ellerinde oturmuş konuşuyorlardı. Kitap okuyan sadece iki kişi vardı. Tabii bu kadar konuşmanın arasında gerçekten okuyabiliyorlarsa!
Kibarca yanlarına gidip biraz sessiz olmalarını rica ettikten sonra masasına döndü. Sabah kahvaltı planları geceki olaylar yüzünden iptal olmuştu. Ünal’ın gelip gittiğinden emindi. Odasına çıkmadan danışmaya uğrayıp not bırakıp bırakmadığını soracaktı.
Gelmemişti.

İşte bunu beklemiyordu. Niye gelmemişti? Belki de yaz aşkı olarak kalmak istemediğini anlamıştı. Dün de öyle yazmamış mıydı kağıda? İstemeden bu dökülmemiş miydi kalemden?

Odasına çıkıp nezaretin üstündeki ağır etkisini atmak için duşa girdi. Gökkuşağı renklerinin geçiş yaptığı bir elbise alıp giydi. Saçları henüz kurumamıştı. Açık bıraktı. Ayağına topuklu sandaletleri giyip otel müdürünün odasına girdi.

“Sorun var mı? İptal olan rezervasyon falan?”
“Henüz yok. Adımızı çok fazla haber içinde kullanmazlarsa belki iki üç iptal ile kapatırız konuyu.”
“Personelin bu konu hakkında konuşmasını istemiyorum. Soru soran olursa bizim ilgimiz olmadığını, suçluların yakalandığını söyleyecekler. Başka bir açıklama yapmayacaklar.”
“Uyardım ama yine söylerim.”
“Ben kütüphanedeyim. Çok kalabalık orası. Biraz çalışacağım. Bir de bugün malzemeler gelecekti. Kargo gelir gelmez bana ulaştırsınlar. Son olarak da restoran kısmına söyleyin büyük sandviçlerden hazırlasınlar ve kahvaltıdaki kuru yemişlerden getirsinler.”
“Size güzel bir kahvaltı hazırlatayım.”
“Bana değil, konuklar için. Bisikletli bir grup var. Eminim açlar.”

Biraz daha rahatlamış olarak kütüphane kısmına geçti. Kağıtlarını ve kalemlerini masaya dizdi. Polisin el koyduklarının ne zaman geri geleceğini bilmiyor, umursamıyordu da. Onları kullanabileceğini sanmıyordu. Saçma bir şekilde tümünün kirlendiğini düşünüyordu. O kadar el değmiş, o kadar kişi anlamadan bakmıştı tüm çizdiklerine.

İşine dalmıştı bile. En güzel kafa boşaltma yöntemiydi bu. Yıllar önce öğrenmiş ama çok uzun zamandır yapamamıştı. Bu ortamı fırsat kabul etmişti.

Masasındaki gölgeyi görünce umutla başını kaldırdı. Ama karşısında az önceki bisikletlilerden biri vardı.

“Garsonlarınız yiyecekleri sizin sayenizde getirdiğini söyledi. Teşekkür etmek istedik. Küçük bir şey ama kabul edersiniz umarım.”
Elinde üç tane örgü bileklik vardı. Genç kadın beğeni ile bakınca delikanlı bilekleri takmak için hamle yaptı. Elbisesinin rengarenk görüntüsüne uyan güzellikte üç bileklik kolundaki yerini almıştı. Az sonra kalabalık vedalaşarak ve Selin’in ısrarlarına karşı koyamayıp kalan sandviçleri de alarak ayrıldı mekandan.

“Çok yakışmış.”
Ünal’ın sesini duyup başını kaldırdı. Soğuk bir sesle yanıtladı. “Teşekkür ederim.”
Ünal, karşısındaki kadının yorgun olduğunu gözlerinden anlıyordu. Ayrıca kendisine karşı özel bir nefreti de yoktu. O halde hala bir umut vardı.
“Kahvaltıyı kaçırdığım için mi kızgınsın?” Onun da o saatlerde henüz karakolda olduğunu bildiği için alttan alıp konuşmasını sağlamak istiyordu.
“Kahvaltı edecek bir sürü arkadaşın vardır. Ben de meşguldüm biraz.”
“Öyle mi? Yani beni beklemiyordun zaten. Öyle olsun. Ben de öğle yemeğini birlikte yiyelim mi demem.”
“Deme.”
“Sen bir şeye mi kızdın?”
“Hayır, uykusuz bir gece geçirdim. O yüzden çok keyifli değilim.”
Anlatmayacağını tahmin ettiği için zorlamadı. Çünkü ne kadar çok soru sorarsa o kadar yalan söylemesi gereken konuma kendi düşecekti.
“Kendine izin versen? Belki denize gireriz? Ya da daha iyisi küçük bir kayık ile biraz açılırız.”
“Kürek çekmeyi biliyor musun?”
“Güzel kızları kandırmak için öğrenmiştim.”
“O zaman bir saat kadar açılalım. Belki deniz havası daha iyi gelir.”
“Dönüşte de yemek yeriz. Hatta istersen balık tutalım.”
“Bu daha iyi fikir. Tutarsak onları yeriz.”
“Tutarsak mı? İnanmıyor musun tutacağımıza?”
“Rast gelirse tutarız. Ben haber vereyim geliyorum.”
“Bekliyorum.”

İskeleye doğru yürüyüp bir kayık kiraladılar. İki tane de olta ve bir miktar yem alınca her şey tamamlanmıştı.

Bir saat boyunca güle eğlene balık tuttular. Artık kovadaki balıkların ikisine yeteceğine karar verip dönelim dediler. Ünal küreklere asılmak için hamle yaparken fazlaca yakınlaşmışlardı. Küçük bir kayıkta ayakta durup yer değiştirmeye çalışmak güçtü. En iyisi birbirlerinin belinden tutmak ve yavaşça yer değiştirmekti. Plan buydu ama uygulamada ayakta durup birbirinin belinden tutarken öpüşmeye başlamış bir çift vardı. Uzun süren öpüşme tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Tekne fena sallanıyordu.

Kendini geri çeken Ünal oldu. “Neyse ki emekli olmadan yerine getirebildim isteğimi.”
“Beni öpmeyi mi istiyordun?”
“Sen istemiyor muydun?”
“İstemiyordum desem inanır mısın?”
“İnanmam ama niye böyle dediğini öğrenmek isterim.”
“Kendimi naza çekiyorum sadece.”
“Hiç gerek yok. Aksine bir kez daha öpecek ve öpmeseydin neler kaçıracağını ispatlayacağım.”
“İspatla”
  
Balıklarını pişerin lokanta masayı çok güzel hazırlamıştı. Selin bir önceki günün akşamından beri bir şey yememişti. Salatalara ve mezelere öyle bir saldırdı ki sanki tek derdi açlığı idi. Ünal onun nihayet biraz rahatladığını görüp mutlu oldu.

“Kahvaltı etmemiştin değil mi?”
“Çok mu belli oluyor?”
“Evet. Ben de etmedim ama bunu sana söyleyemedim. Üzgünüm bir işim vardı. O yüzden gelemedim.”
“Üzülme benim de bir işim vardı, gelsen de beni bulamazdın.”
“Yani tüm bu özür çabalarım aslında olmayan hatam için miydi? Vayyy sen ne çakalmışsın! Cezalısın, akşama da sen ısmarlayacaksın!”
“Olmaz.”
“Neden? Başka bir randevun mu var?”

Niye randevusu olduğunu düşünmüştü ki? İşi olabilirdi ama illa randevusu olduğun sanması ne anlama geliyordu? Selin onun yüzündeki soru dolu bakışlara gülümseyerek baktı. Kıskançlık tınılarının gerçek olmasını istiyordu. Bunun tüm planlarını alt üst edeceğini bilse de böyle bir ilişkiyi yaşamak istiyordu. Üç gün için olsa bile…

“Randevum yok. Sen bu yemeği neredeyse bedavaya getirdin. Hem de tartıya konulsa daha ağır basacak bir kabahat için. Ben niye sana pahalı bir yemek ısmarlıyorum? Olmaz.”
“Peki, bana bir bardak su bile versen yine de seninle birlikte olmak için buna razı olurum desem.”
“Niye? Çok mu susarsın?”
“Susamak ve susamamak… işte bütün mesele bu”
Selin bir an ne diyor diye düşündü. Sonra anladı genç adamın duygularını itiraf eder şekilde konuştuğu için kendine kızdığını.
“Bazen hayatın susmayacak kadar kısa olduğunu düşünmez misin?”
“Her an düşünürüm. Çünkü genç kayıplarım oldu. Onların planlarını ertelediklerini bilerek ölümlerini kabullenmek hiç hoş değil. Elimden geldiğince anı yaşamaya bakıyorum.”
“Güzel. Ama bazen anı yaşamak yarının hayalini kurmamak ya da kuramamak karşındakine zor geliyor olabilir.”
“Sadece karşımdakine zor gelmiyor bazı durumlar. Bana da zor geliyor ama daha fazlası elimden gelmiyor.”

İkisi de bir şeyleri ima ederken başka şeyleri gizliyordu. İkisi de bir sonraki adımı atmak istiyor ama sonrasının olmadığını düşünüp vazgeçiyordu. İkisi de içlerindeki değişimi kabullenip yola devam etmeyi doğru bulmuyordu.
Selin tüm aklından geçenleri bir kenara koyup konuyu değiştirdi.

“Shakespeare sever misin?”
“Evet, kelimeleri kullanışı hep hayrete düşürür beni.”
“Ben de severim.”
Sevmediğin yazar var mı? Kitaplarla çok iç içesin!”
“Var ama isim vermem. Belki seviyorsun ve ben kavga edemeyecek kadar yorgunum.”
“Balık tutmaya alışkın değil misin?”
“Gece uyumadım, yoksa balık tutmadaki maharetlerimi anlatmama gerek yok. Gözünle gördün.”
“Evet seninle bu konuda yarışamam. Seninle vakit geçirdikçe insan kendini aciz hissediyor.” Sesi çok ciddiydi. Selin bu kelimelerin ardındaki anlamı çözmeye çalıştı. Sabahtan beri değişiklik vardı ama bunu bir şeyler hissetmesine bağlamıştı. Şimdi ise uygun olmadıklarını ima ediyordu. Önceki sevgilisi de kendine yeten bir kadınla daha fazla bir arada olmak istemediğini söylemiş, elini tutmadan karşıdan karşıya geçemeyen biri ile gitmişti. Cümle ve anılar aynı anda beynine hücum edince sinirlerinin gerilmesi kaçınılmazdı. 
“Tatilin ne zaman bitiyor?” Soruyu gayet ciddi sordu.
“Üç gün sonra.”
“Bugün dahil mi?”
“Evet.”
“Yani aslında iki buçuk gün. Toplanmak falan derken biraz daha eksilir… O zaman ben seni çok meşgul etmeyeyim. Tatilin tadını çıkart. Ben de işime döneyim. Bugün gelecek olan kolilerim vardı. Onları yerleştirmem lazım.” Dili bunu diyordu ama iç sesi ‘Şimdi araya mesafe koymazsam o öpücüklerden birkaç milyon isteyeceğim. O mesafeyi sağlayamazsam kalbimdeki hareketlilik dört nala koşuya dönüşecek ve ben bir hayal kırıklığı ile daha sonuçlanacak ilişki yaşayacağım. Bu süreyi benimle geçirirsen gitmemen için saçmalayacağım. Ve sonra…’  Ne sonrası? Kalp zaten devreye çoktan girmiş, aklını bulandırıp saçmalamasını sağlamıştı. Zamansızdı üstelik.

Ünal, genç kızın yüzündeki ifadeden bir şey anlamamıştı ama uzaklaştığını hissetmişti. “Teşekkür ederim. Beni düşünmene gerek yok. Halimden memnundum.” Diyebilmişti. Gerçekten de devamı gelmeyecek, hatta hiç başlanmaması gereken bir ilişki için üzülmenin gereği yoktu. Bunlar ikisinin arasındaki uçurumun ve yalanların ortaya çıkması ile zaten yerle bir olacaktı.

Sesindeki kırgınlık mıydı? Galiba. Çünkü artık gözleri gülmüyordu. Yemeğinin son bir iki parçasını konuşmadan bitirdi. O andan beri ne mezelere ne de içeceğine elini uzatmamıştı.

“Doyduysan kalkalım.” derken de sesi soğuktu.

Selin az önce söylediklerini geri almayı düşünse de bu hallerinin daha iyi olduğuna karar verdi. İki gün daha görse ne değişecekti? Belki iki üç ay sonra o bir tarafa savrulacak, Ünal bir başka tarafa gidecekti. Üstelik ilişki denilen şey geçici olduğu sürece kendisi için geçerliydi. Kalıcı olmayacak bir şey için kendini de karşısındakini de üzmeye gerek yoktu. Kalıcı olmaya çabaladığı ilişkiden ağzının payını aldığı için verdiği kararın arkasında duracaktı.

Selin ayağa kalkarken küçük heybe çantasını da aldı.
“Benim bankalarda işim var. Buradan ayrılıyorum. Gitmeden uğrarsan vedalaşırız.” diyebildi.
Hızlı adımlarla uzaklaştı. Ne yanıtı beklemiş, ne telefon numarası, ne soyad sormuştu.Uğramazsa o günden sonra onu görmeyeceğini bilerek uzaklaşıyordu lokantadan.

Küçük dükkanların ve diğer lokantaların cıvıltısını duymuyor, kalabalığın neşesine ortak olmuyordu. Şu an yapmak istediği tek şey uzaklaşmaktı.
Selin geri dönüş yapamayacak kadar farklı bir dünyanın insanıydı. Gece yaşadıkları, sabah kısa bir telefon konuşmasının açtığı kapılar hep o farklı dünyanın eseriydi. Bugün biri karakola gitse Selin hakkında tek bir satır bilgiye ulaşamazdı. Hepsinin yok edildiğinden emindi. Zaten Selin diye biri de yoktu.

Ünal, genç kadının arkasından bakarken böylesinin çok daha iyi olduğuna karar verdi. Mantıklı düşününce bu sonuca varmak kolaydı. Ama duygusal olarak olaya bakmaya başladığında koşarak arkasından gitmek, yetiştiğinde ise sıkıca sarılmak istiyordu.

“Uğrarsan vedalaşırız.”
Veda cümlelerinin bu olmasına katlamayacağını hisseden Ünal, iki gün sonra kütüphanenin kapısından girdi.
Tüm işleri bitmiş, lanet valizi toplanmış, ekibindeki elemanların çoğu dönüş yapmıştı. Kendisi de ertesi sabah uçakla dönmek için İzmir’e geçecekti. Son gecesiydi ve selin ile konuşmaya, üzerindeki etkisini anlamaya ihtiyaç duyuyordu.
Genç kadın, ilk sabahki gibi saçlarını bir kalemle topuz yapmış, gözlüğünü takmış bir şeyler yazıyordu. Ama bu kez elindekiler gerçek hat sanatında kullanılan kalemlerdi. Dikkatini dağıtmamak, hata yapmasına neden olmamak için onun hareketlerini izledi. Nihayet kalemi uzaklaştırdığı an kendini belli etti.
“Kolay gelsin, çok güzel olmuş.”
“Henüz bitmedi.”
“Şimdi bitirmek zorunda mısın?”
“Aralıksız çalışsam bile en iyi ihtimal bir hafta sürer.”
“O halde bu akşam birlikte yemek yemeye vakit ayırabilirsin.  
“Seni meşgul etmeyeyim.”
“Beni zaten meşgul ediyorsun Selin. İki gündür buradan uzak durmak için kendimle savaş halindeydim. O nedenle, artık inatlaşma ve benimle yemeğe gel.”

Selin duyduklarından memnundu. İnat etmeyi istese de o da iki gündür Ünal ile doluydu. İnat yerine birkaç saati daha onunla geçirmeyi ve doğru düzgün vedalaşmayı tercih etti.
Selin ona gülümsedikten sonra genç adamın üstündeki kıyafete bakıp kendi kıyafetin de uygun olduğunu anlayınca yazdığı hattı çekmeceye koydu.

“Bu senin için.” Ünal’ın elinde on santime on santimlik bir kutu vardı. . “Dönüşte açarsın. Küçük bir şey.” diye önemsiz bir hava da yarattı. Oysa açıp tepki vermesini izlemek daha akıllıca değil miydi? Sözün anlamına bir tepki verebilirdi. İşte tam da bundan korkuyordu. Ya tepkisi beklediğinden farklı olursa?

Selin, elindeki kutuya bir süre baktı ve sonra çekmeceye, kendi yazdığı yazının yanına koyup kilitledi.

“Kitapların ulu orta duruyor, çekmeceni kilitliyorsun.”
“Maddi değeri çok fazla olan hiç kitap yok. Birileri kitabı niye çalar? Okumak için. Ben burayı niye açtım? Kitaplar okunsun diye. Eh o halde, çalınabilir. Ama hatlarımın hepsinin maddi olmasa da manevi değeri çok yüksek. Onların hiç birine kıyamam.”
“Tamam, anladım,” derken ellerini de teslim olmuş gibi kaldırmıştı. 
Çantasını aldı, çay makinesine su koyan elemanına çıktığını haber verip Ünal ile yürümeye başladı.

Bu kez daha rahatsız bir yemek ortamı vardı. İkisi de son kez görüştüklerini bilerek yediklerinin tadını alamıyordu. Havadan sudan muhabbet de bitince suskunluk çöktü masaya. Ünal, ondan telefonunu istemek ve izin alır almaz geri döneceğini söylemek istiyordu. Aslında gitmeden de uzatabilirdi tatilini ama Selin hakkında farklı nedenlerle araştırma yapmaya ihtiyaç duymuştu. Bunu da oradan yapması mümkün değildi.

O torpil ile bağlantı neydi?
Neden bir konuşmada ağlamıştı?
Gerçekten adı Selin miydi?
Kendisinden hoşlandığını düşünmesi bir aldatmaca mıydı?

Tüm bu soruları orada yanıtlayamazdı. En iyisi uzaklaşmak, bir hafta sonra geri dönmekti. Bunu ona söylemeden gidişinin tepkisini ölçecekti. Çok rahatlıkla ona veda etmeden kalkıp gitmişti. İki gün sonra karşısında görünce de büyük bir tepki vermemişti. Bu tepkisizlik kendisine karşı bir şey hissetmediği için miydi? Tüm sorularına aynı anda yanıt bulamazdı.

Meyveleri gelince gecenin sonu da gelmişti. Ünal, Selin’in rahat tavırlarına bakıp bir şey söylememeyi tercih etti. Genç kadın, izin isteyip tuvalete gitmek için yerinden kalktı. Henüz tuvalete girmemişti ki telefonunu masada bıraktığını anımsadı. Telefonu çalabilirdi. Ünal açmazdı ama gereksiz merak uyandırmanın yeri ve zamanı değildi. Beş metre kadar önünde yürüyen adam kendi masalarına yaklaşıyordu. Lokantanın tüm ön cephesi sokağa baktığı için bunun önemli olmadığını düşünen beyni, adamın el hareketini görünce olaya uyanabilmişti.

Ünal, can acısı ile masaya doğru düşerden ona saldıran adam da bir şey olmamış gibi yürüyüşüne devam ediyordu. Selin, yakındaki garsona “Ambulans çağır” diyerek saldırganın peşinden gitti. Koşmaması için kendisi de koşmuyor, peşinde olduğunu anlamasını istemiyordu. Adam elindeki sivri cismi bir ağaç altına atarken çok hafif arkasına dönmüştü.

Selin’in ilk yumruğu kulağının alt kısmına denk geldi. Adam daha havada baygınlık geçirirken ikinci hareket hayalarına bir diz çıkartmak olmuştu. Lanet telefon hala masadaydı.

Onun adamı dövmesini izleyen turistler şaşkınlık konuşuyordu. “Biriniz jandarmayı aramayı akıl edebildi mi?” diye bağırdı. Nihayet halk hareketlenmiş bir genç aradığını söylemişti. Genç kadın saldırganı yerde sürükleyerek az önce çıktığı restorana soktu. Aklı zaten Ünal’da olduğu için baygın adamı yere atıp Ünal’ın yanına gitti. Kendindeydi genç adam.

“İyi misin?”
“Daha iyi olmuştum.”
“Şaka yapabildiğine göre sus ve ambulansı bekle. Adam kim? Tanıyor musun?”
“Tanışacağımızdan eminim. Nasıl oldu da yakaladın onu?”
“Geri dönerken sana saldırdığını gördüm. Peşinden gittim.”
“Ve?”
“Kafasına vurdum bayılttım işte.”
“Bana…” derken ambulansın sirenlerini duydular. Ünal bu konuşmaya sonra devam edeceklerini belli eden bir yüzle “Şimdilik hastaneye gitmeliyim. Sonra görüşürüz.”

Ünal, ambulansla hastaneye götürülürken Selin’de baygın adamın yanına gidip jandarmayı bekledi. Nihayet onlara teslim edip olanları anlattığında aradan yarım saat geçmişti. Jandarma ifade vermesi gerektiğini karakola beklediklerini söylemişti.

Küçük hastaneye girdiğinden beri ameliyatın bitmesini bekliyordu. İlk bakışta büyük bir zarar vermediği söylenmişti saplanan şişin. Yine de iç organlardaki hasarı tespit etmek için ameliyata alınmıştı. Hemşire başka bir şey bilmiyordu. O da bekleme odasında sabırla sonucu bekliyordu. Ünal’ın tanıdıklarına haber vermeyi düşünmüş sonra vazgeçmişti. Kendisini ve olayı anlatamayacağı için Ünal’ın ameliyattan çıkmasını bekledi.
Artık bazı sorulara yanıt vermesi gerekecekti. Daha fazla saklamak istemiyordu. Korkusu ve kavuşma isteği sırların üzerinde bir önem taşıyordu. Hastaneye getirilmeden önce bilincinin açık olduğunu bilmese daha da büyük bir panik yaşardı. Bunu anlayacak kadar kendisini tanıyordu. Ünal onun için önemliydi.

Bir saat sonra yatırıldığı odada ziyaret etti. Yoğun bakıma alınmasına bile gerek görülmemişti. Dayanıklı bir yapısı vardı. Serum bağlı olmasa ve bel bölgesindeki sargılar gözükmese yatmış uyuyor demek mümkündü.

Henüz tam olarak narkozun etkisinden çıkamamıştı. Ara sıra tek kelimelik sayıklamalar ile ayılmaya başladı.

“Selin?” dediğinde genç kadın mutlu oldu. Kendisini sayıklaması aklında yer ettiği anlamına mı geliyordu? Yoksa yaralandığı zaman birlikte olduklarını mı anımsamıştı?
“Buradayım.”
“Sana dokunabilir miyim?”
Selin, yerinden kalkıp yatağa oturdu. “Bak işte buradayım. Kimseye haber veremedim. Aramamı istediğin kimse var mı?”
“Sus.”
“Tamam, sustum.”
“İyi, şimdi de öp.”
“Yaralısın ve ameliyattan çıktın.”
“O yüzden bana iyi bakmalısın. İstemiyorsan bir hemşire yolla ve git.”
“Tamam, sen de onu öp.”
“Sen benim yaralanmama hiç üzülmedin mi?”
“Sen hemşireyi öpmeyi düşündüğünü anlayınca üzülmeyeceğimi sanmadın mı?”
“Çok uzun cümle. Sus ve öp beni.”
Sustu ve öptü, sonra bir kez daha ve bir kez daha. Küçük öpüşmenin artık büyük ve ihtiraslı öpücüklere yerini bıraktığı an geri çekildi.
“Ne oldu?”
“Biraz daha öpersem, yanına kıvrılıp yatacağım ve canın yanacak. O yüzden ara verelim ve konuşalım.”
“Ne konuşacağız?”
“Neden seni öldürmek istediklerinden başlayalım mesela?”
“Seni kıskanmıştır.”
“Ciddi ol.”
Ünal, kısa bir an yalanlara devam etmeyi istedi. Ama karşısındaki kadının kaynakları yalanlarını yakalayacak kadar büyüktü. Dürüst olacak, onun ne yapacağına bakacaktı. Belki son kez öpmüştü.
“Dinlediklerin bana kızmana neden olursa?”
“O zaman karar veririm.”

Derin bir nefes aldı. Tam ağzını açmıştı ki anlatamadan doping ihtiyacı olduğunu anladı. O yastığından kalkamıyorsa Selin ona yaklaşmalıydı. Serumsuz kolunu uzatıp genç kadını kendine çekti. Uzun uzun öptükten sonra kaçış yolu kalmadığını anlayıp anlatmaya başladı.

“Ben sivil polisim. Organize suçlar ve kaçakçılık masası için çalışıyorum. İnsan kaçakçılığı ile ilgili ihbarlar ve hareketlilik yüzünden buraya gönderildim.”
“Ve beni takip edip tutuklattın.”
“Evet, üzgünüm.”

İşte şimdi dananın kuyruğu kopacaktı. Selin’in yüzündeki sinirli ve üzgün ifadeye alışkın değildi. Selin yatağın kenarında oturup bu konuşmayı tamamlayamayacağını biliyordu. Pencereye gidip bahçedeki ağaçlara bakmaya başladı. Ünal ise onun tepkisi beklediğinden sakin olduğunu, belki bir şekilde gönlünü alabileceğini düşünüyordu.
Selin sakinleştiğini hissettikten sonra geri döndü. Yatağa yaklaştı ama bu kez oturmadı. Kollarını kavuşturdu ve bir öğretmenin öğrencisini sözlüye kaldırdığı tavır ile konuşmanın devamını bekledi.

“Anlat!”
“Neyi?”
“Tüm operasyonu. Başından sonuna kadar. Neden benim otelime, kütüphaneme geldiğini bilmek istiyorum ama en başından başla.”

Anlattı. Hem de satır satır anlattı. Onu ilk gördüğünden beri nasıl etkilendiğinden bahsetti. Duygularını saklamaya gerek yoktu. Otelin bilgilerindeki yalanları söylerken Selin gülümsedi ama açıklama yapmadı. Sorgu ve nezarette geçen saatler boyunca nasıl onun masum olması için dua ettiğini de söylemekten çekinmedi. Belki de yumuşamasını bekledi ama kaşları çatılan Selin’i beklemediğinden emindi.

“Duyguların işinin önüne mi geçti?”
“Geçseydi seni tutuklatmazdım. Sadece masum olmanı istedim.”
“Devam et. Çetenin tamamını yakaladın mı?”
“Yakalamış olsam burada olacağıma seninle güzel vakit geçirmek için planlar yapıyor olurdum.”
“Adam böbreğini hedeflemiş. Elindeki şiş sağdan girip soldan çıkacak kadar sivri ve uzunmuş ama şanslısın ki belindeki silahına denk gelmiş. Hızı yavaşladığı için çok daha az kısmı iç organlarına zarar vermemiş. Sadece deldiği bölgeye müdahale etmişler. Ya da bana öyle dediler.”
“Yarın hastaneden çıkacağıma göre doğru söylediklerini umuyorum.”
“Buradan çıkınca sana kim bakacak?”
“Bir hemşire isterim. Olmazsa birisini ayarlarım. Tatilinde bile benim gibi birine bakıp para kazanmaya niyetli birileri vardır sahilde.”
“Horoz ölür, gözü çöplükte kalır. Tamam benim otele geliyorsun.”
“Sen mi bakacaksın? İşte buna hayır demem.”
“Ben niye bakayım? İşim gücüm var. Otelde bir sürü görevli var. Onlar dönüşümlü bakar sana.”
“Beni başkalarına mı emanet edeceksin? Ama onlar hem güzel değildir hem de beni seveceklerini sanmam. Ne de olsa otellerine baskın düzenletmiş biriyim.”
“İyi işte hepsine intikam alacak fırsatı veriyorum.”
“Selin…”
“Efendim?”
“Otel senin değil biliyorum ama işler aksadı mı? Sorun çıktı mı gerçekten?”
“Hayır çıkmadı ama otel benim.”
“Nasıl? Ölen adamın hiç akrabası yokmuş. Satın alman için henüz erken. Davaların o kadar kısa süreceğini sanmam.”
“O aksi adam benim dedemdi. Gerçek babamın babası. Babam ile annem hiç evlenmemiş ama benim DNA testim yapılmış ve babamın kim olduğu belgelenmiş.”
“İstihbaratın noksanlarını gözüme sokma sinirim oynuyor.”
“Bunları benden başka kimseden alamazsın boşa kızma.”
“Gizemli kadın! Nezarette telefon hakkını sabah kullandın ve çok kısa konuştun. Sonra da seni serbest bırakmamı emreden bir telefon aldım.”
“Evet, çok sağlam tanıdıklarım var. Adam öldürsem, banka soysam, hatta bir yerleri havaya uçursam da beni kimse hapse atamaz.”
“Tabi tabi. Eminim öyledir. O tanıdığın kişinin görev süresi bitmeyecek mi? Kimse uzun süreli korunma alamaz.”
“O gider, başkası gelir ama ben aynı hakları kullanırım.”
“Bilmece gibi konuşma. Güçlü tanıdıkların olması bu saydığın suçları affettirmez. Başka bir şey olmalı ve sen bunu bana anlatmıyorsun.”
“Bilmen gerekeni söyleyeyim. Sen sivil polissin, ben gizli. Ama inan çokkkkk gizli.”
Bunu tahmin etmişti ama onun söyleyeceğini hiç düşünmemişti. Yeni yalanlar beklemişti. Oysa Selin gayet rahat anlatmıştı her şeyi. “Gizli polis mi? Otelin, adın, bir sürü izin var artık birilerinin izleyeceği.”
“Sen de dahil herkes Selin’i tanıyor. Soyadımı öğrendin mi? Hayır ama söyleyeyim. Şu an Selin Deniz’im. Soyadımı özellikle böyle seçtim. Deniz kenarındayım ya, sevimli olsun diye.”
“Gerçek adını bana söyleyecek misin?”
“Sen beni hep Selin Deniz olarak anımsarsın. Sakın uğraşma, başka bilgi alman imkansız. Ve şunu da bil gerçek adımı kullanmayalı en az on yıl oldu.”
Ünal, diğer söylediklerini duymazdan geldi. Onun için önemli olan tek kelime vardı.
“Anımsamak? Anlıyorum. Senin işin bitince, beni unutacağın bir yere koyacaksın. Kim bilir daha önceki kaç kişiyi oraya koyduğun gibi.”
“Beni anlayabilecek bir iş yapıyorsun. Sana bunları anlatmamın nedeni de bu. Artık biraz dinlen.”
“Neden buradasın?”
“Senin için.”
“Onu biliyorum, neden otele geldin? Neden iki aydır buradasın? Yaralandın mı? Dinleniyor musun?”

Onun algılarını küçümsememeliydi.
“Hayır yaralanmadım. Aslında buraya gelmem gerekmiyordu ama senin şu çökerttiğin çeteyi ele geçirmek için bana pasif bir görev verdiler. Edindiğiniz tüm bilgileri ben sağladım diyebilirim. Otelin ilanlarına Arapça-Farsça ekler yapmak ve yeni müşterileri beklemek, biraz tuzaktı diyebilirim. Neyse ki erken davranmadınız da adamların çoğunu yakaladık. Yine de benim buraya gelme nedenimin asıl nedeni bu değildi. Başkası da gelebilirdi. Fakat üç ay kadar önce ortağımı kaybettim.” Yine gözleri dolmuştu. Onu anımsadığında ağlamadığı gün artık iş başı yapacağına inanıyordu. “şu an çalışamayacak kadar üzgünüm. O işleri yaparken güveneceğim tek kişiyi kaybetmişken yeni bir ortak edinmem zor. O yüzden bir süre uzaklaştım.”

“Ona aşık mıydın?” bu kadar üzüntü ve hala her andığında gözlerinin dolması içini acıtmıştı. O kayıp kadar değerli olamayacağını biliyordu. Belki onu unutmak için kendisine yakın davranıyordu. Yarasının acısı düşündüklerinin acısından hafifti.

“Hayır tabi ki. Ben erkeklerden hoşlanırım. Sanırım kardeşten öte denilen bir arkadaş olması etkendi bunda. Dünyanın en tatlı kızı değildi ama en güveniliriydi.”

Rahatlamıştı. Evet rahatlamıştı. Artık neden bu tepkileri verdiğini sorgulamıyordu. Çünkü biliyordu. “Ağladığın telefon konuşmasında kimle konuşuyordun? Onun akrabalarının seni tanıdığını sanmam.”

“Bizlerin akrabası yok. O yüzden bu kadar rahatız. O bizim ekip liderimizdi. Benim ağlamadığım gün geri dön diyecektir.”
“Ve o zaman benim sana ulaşabilme ihtimalim kalmayacak öyle mi?”
“Evet.”
“Anladım. Sanırım seni bir süre daha ağlatabilmem lazım. Henüz senden uzak kalmaya hazır değilim.”
“Ama bugün gitmiş olacaktın! Demek ki hazırmışsın.”
“Hayır, gidecek, evrak işlerimi tamamlayacak yıllık iznimi alacak ve geri dönecektim. Sanırım en çok üç gün sonra burada olurdum. Daha fazlası şu an tahammül sınırlarımı zorlardı.”
“Doktorlar sana rapor yazacak. Bu süreyi burada mı geçireceksin?”
“Gitmemi mi istiyorsun? Ağır yaralıyım.”
“Yalancı.”
“Yalan konusunda yarışırız gibime geliyor.”
“O zaman yalan söylemek zorunda kalmayacağımız şeyleri konuşalım.”

Öyle de yaptılar.

Ertesi gün hastaneden çıkıp otele yerleşti. Selin, söylediğinin aksine görevlilerinden daha çok başında duruyordu. Ara sıra işleri hakkında isim vermeden konuşuyor, yaşadıkları ilginç olayları anlatıyorlardı. Elbette Selin çok daha az konuşuyordu.
Raporun sonuna kadar otelde kaldı. On gün boyunca ikilinin ilişkisi ilerlemiş sevgi sözcükleri rahatlıkla kullanılır olsa da iki taraf da duygularını açıkça ifade etmiyordu. Birbirinden hoşlanan iki yetişkinin ellerindeki fırsatı değerlendirmesi gibiydi. Geceyi birlikte geçiriyor, yemekleri birlikte yiyorlardı. Tüm güzelliklerin olduğu gibi bu günlerin de sonu geldi. Artık dönmesi gerekiyordu. Son sabah uzun uzun sevişerek kalktılar yataktan.

“Olur da iznimi kopartabilirsem seni burada bulur muyum?”
“Bir ay kadar daha burada olurum sanırım. Yazı bitireceğim.”
“Gelmemi ister misin?”
“Gelirsen tatil bittiğinde yine vedalaşacağız. Bunu düşününce gelme diyorum. Ama şu güzel günleri biraz daha yaşayacağımızı düşününce de mutlaka gel diyorum. Sanırım kararı sana bırakacağım. Gelmek ister misin? Fırsat bulur musun? Hepsi sana kalacak ve ben bu bir ayın sonunda belki de bir daha buralara hiç uğramayacak, seni bir daha hiç görmeyeceğim.”
“Topu bana atmandan hiç hoşlanmadım.”
“Üzgünüm. Benim işim biraz bunu gerektiriyor. Zaten sonrası yok. O yüzden iyice düşünüp karar vermesi gereken de, kısa bir ilişkiye tamam diyecek olan da sensin.”
“Anlıyorum ama kızıyorum da.”
“Üzgünüm.”
“İlişkileri hakkındaki son konuşmaları bu oldu. Kahvaltıda bir şey yiyemediler. Sonra Ünal’ın valizleri odadan getirildi ve arabaya yüklendi. Havaalanına gitmek üzere yola çıkmadan önce Selin kütüphaneye geçti. Onun için hazırladığı çerçeveyi hediye paketi ile kaplamıştı. Ona uzatırken aklına günler önce kendisine verdiği hediye geldi. Nereye koymuştu? Çekmeceye attığını anımsıyordu. Tamamen unutmuştu onu. O kadar çok şey yaşanmıştı ki aklına gelmemişti.
Ünal gittikten sonra arayacaktı paketi. Şu an onu bekletmenin gereği yok diye düşündü ve hediyesini uzattı.
“Umarım beğenirsin. Şems sever misin?”
“Severim.”
“Kendine iyi bak. Her şey için teşekkür ederim.”
“Asıl ben teşekkür ederim.”
Ve arabanın kapısı kapanıp tekerlekler sıcak asfaltta dönmeye başladı.

Çok üzgündü. Masasına oturmaya bile dayanamayacaktı. Eline bir kitap alıp odasına çıktı. Sözde okuyacaktı ama tek yapabildiği ağlamak oldu. İki saat sonra gözünü açtığında ağlarken uyuduğunu anladı. Aklına ilk gelen Ünal olmuştu. Hediyesi! Yine unutmuştu. Ondan kalan tek hatıra o hediyeydi.

Hemen aşağı inip çekmecesini açtı. Oraya attığı bir sürü ıvır zıvır kutuyu en dibe itmiş o da bu nedenle görememişti. Paketi göğsüne bastırıp yeniden odasına çıktı. Her ne varsa başkalarının önünde açamayacaktı onu.

Paketi açtığında içinden kristal bir masa süsü çıktı. Bir yelkenli vardı süste. Bir de yazı.
“Sen ne kadar kalsan da geliyorsun benimle, ben ne kadar gitsem de kalıyorum seninle.”
Shakespeare

Ve yeniden ağlamaya başladı. Bu cümleyi daha yaralanıp orada kalması gerekmeden önce kurmuştu. O halde kendisine karşı duyguları vardı ve aklı onda kalacaktı. Aynı şekilde Selin’in de aklı Ünal’da kalmamış mıydı? İşi ve geleceği hakkında kafası karışık olmasa, kurulu bir düzen istemez miydi? Hatta otelde kalıp bu işi devam ettirmeyi tercih etmez miydi? Ünal buralara bir yere tayin isteyemez miydi? Bir gün ikisi arasında güzel şeyler olma ihtimali ile daha mutlu ve umutlu uyanmaz mıydı?

Hepsi olabilirdi. Ama biliyordu ki bunca yıllık eğitim ve tecrübe bir kalemde silinip atılmayacak kadar önemliydi. Ayrıca artık ortağının ölümüne de alışmış gibiydi. İki kez Ünal’a onunla ilgili bir şeyler anlatmış ve bunu yaparken ağlamamıştı.

Ruh sağlığı iyiye giderken kalp acısı çekmeye başlaması hiç iyi olmamıştı. Ünal gideli bir hafta olmuştu. Bu süre içinde istediği tek şeyin o olması gerçeğini kabullenmiş, aşık olduğunu kabul etmişti. Yeni hatlar yazıyor, güzel sözler arıyordu. Bu sözlerin hemen hepsi aşk üzerineydi. Hem üzgündü hem de mutlu. Seviyor ve bir ihtimal seviliyordu. Bunu düşününce mutlu oluyordu. Aşkı daha önce tatmadığını anlıyordu. Yine aynı nedenle üzgündü. Aşkına kavuşması o kadar zordu ki. Bunu kabullenmeliydi ve artık üzülmek yerine kendini üç hafta sonraki iş başı programına hazırlamalıydı. Hamlayan vücudunu yeniden çalıştırmalıydı. Odasındaki spor aletlerinin hakkını ödeyemezdi ama biraz atış da yapmalıydı.

Otelin kapısından giren adam yüzü asık bir şekilde ortalığa baktı. Az önce ele geçirdiği oda kapılarının hepsini açabilen kartı sıkı sıkı tuttu elinde. Sonra kimseye bir şey söylemeden merdivenlere yöneldi. Aradığı odayı bulduğunda etrafa son kez baktı. Kimse gözükmüyordu. Yavaşça kapının kart yuvasından elindeki kartı geçirdi. İşte oradaydı. Yatağın ortasında cenin pozisyonunda uyuyordu. Nihayet…

Ünal, yaşadıklarına inanamıyordu. Döneli bir hafta olmuş, iş başı yapmış ama kendini işlere çok fazla verememişti. Zaten biraz daha düzelene kadar masa başı işi yapmasını istemişlerdi. O da bu süreyi düşünerek geçirmişti. Selin tuhaf bir hayat yaşıyordu. İzi olmayan bir hayat. Böyle bir birim olduğunu bile bilmiyordu. Oysa çok küçük sayılmayacak bir ekipten bahsetmişti Selin. Sivil olmak farklıydı. Üniforma giymiyordu ama kimliğini gösterip her ortama girebiliyordu. Gizli olunca kimliğin olması bir yana, kimseye yaptığı iş hakkında bir şey soramıyor, yardımı anında alamıyordu. Ancak bir şekilde ekibine ulaşacak ve derdini aktarabilirse yardım gelmesini sağlayacaktı. Bu kadar güç bir ortamı ister miydi? Evet isterdi. Eğer oluru varsa niye istemesin? Düşüncelerini paylaşmak için ağabeyini ve yengesini yemeğe çağırdı.

Kendisi de bir şeyler pişirebiliyordu ama böyle zamanlarda evini temizleyen yardımcısına rica ediyor, güzel bir masa hazırlanmasını sağlıyordu.

Yemek bitip koltuklara geçerlerken yengesinin Selin’in hediyesini görmesi ile gözleri açıldı. “Muhteşem bir şey bu. Senin hat sevdiğini bilmezdim.”
“Yapanı daha çok seviyorum.”
“Bu Farsça. Aaa Şems’ten bir cümle. Vayyyy Ünal? Anlat bakalım bu hat kim tarafından yazıldı ve sen bizden neler saklıyorsun?”
Ünal, şaşkınlıkla bakıyordu yengesine. Kadınsal içgüdü mü? Yoksa o yazıda bir anlam mı vardı? Şekline uzun uzun bakmıştı. İki satırdan oluşan yazıda şekil olarak bir mesaj yoktu. Şems’in hangi sözü diye okutmak aklına gelmemişti. Zaten aklında Selin’den başka bir şey yoktu ki.
“Sen Farsça biliyor musun?”
“Evet, tabi ki biliyorum.”
“Bunu bana Selin adında bir melek verdi. Sizinle de bunu konuşacağım.”
Abisi karısı ile kardeşinin arasındaki konuşmayı ilgiyle izlerken nihayet kardeşinin karnındaki erik kurusunun ortaya çıkacağını anladı. Bir sıkıntısı vardı ve kardeşi kolay kolay sıkılmazdı.
“Adı Selin dedim ama aslında Selin değil. Ve komik ama ben onun adının ne olduğunu bile bilmiyorum. Öğrenmemin tek yolu var. Umarım başarırım.”
“Bilmece gibi konuşacağına bize neler olduğunu düzgün anlat.” Diye ağabeyinin sesindeki sabırsızlığı fark edip gülümsedi. Kimseyi kırmak istemiyordu ama belki de bu gece birileri kırılacaktı.
“Bunu anlatmak zor. Umuyorum ki beni anlayacaksınız.” Dedi ve tüm yaşanılanları anlattı. Aklındakileri de söyleyip bitirdi konuşmasını. Ağabeyi ve yengesi önce birbirlerine sonra Ünal’a baktılar. Yengesinin ağabeyinin elini sıkması ve gülümsemesi çok da kızmadıkları anlamı taşıyor olmalıydı.
“Yani sen şimdi iş değiştirmeyi, bizlerden tamamen kopmayı ve yeni işinde sevdiğin kadın ile birlikte çalışmayı mı planlıyorsun? Ya o seni istemezse?”
“İster, istiyor.” Diyen yengesiydi. Şaşkınlıkla baktı Ünal genç kadına.
“Nereden biliyorsun, yenge?”
“Aşık bir kadın yazar bunu ancak.” Yerinden kalkıp hattın yanına gitti.
“Az önce de dedim, bu Şems’ten güzel bir cümle. Ve bir aşıktan bir başka aşığa yazılmış olmalı.”
“Yenge çatlatma beni, ne yazıyor orada?”

Bir yürek ancak bir yürek ile takas edilir; Yüregini almadıgım kisiye vermem yüregimi. “

“Yani ben doğru mu anladım? Selin, yüreğini bana verdiğini ve benimkini de aldığını mı söylüyor?”
“Artık neler yaşanmışsa o bunu düşünmüş olmalı.”
“Bu durumda ona gidersem, bir ilişki başlarsa ve ben işimi değiştirirsem sizleri belki yıllarca göremeyeceğim. Belki benim geçmişimi yok etmek için ölmüş gibi bile gösterilmem gerekecek. Bunu düşünmelisiniz. Sizlerin ne hissedeceği de benim için önemli.”
“Senin mutluluğun da bizim için önemli. Konuşmandan anladığım kadarıyla seni zaten kaybetmişiz. Aşık olmuş benim küçük kardeşim. O zaman biz de buna seviniriz ve senden kurtuluyoruz diye de keyifleniriz.”
Ağabeyinin takılmasına aldırmadı bile. Onları çok özleyecekti. Aynı şey onlar için de geçerliydi.

Onu uyandırmadan yatağın yanına gitti. Bağırmasını engelleyecek şekilde elini ağzına kapatmaya hazırdı. Ama tam o sırada yataktaki genç kadın sanki uykusunun arasında dönmüş ve elindeki silahı burnuna dayamıştı.

Ünal, onun uykuda yakalayabileceğini sanmakla ne büyük bir hata yaptığını biliyordu. Yine de sürpriz olması için çabalamıştı. Genç kadının şaşkın yüzünü görmek o silahın burnuna dayanmasına değerdi.

“Sen?” Odasına girilmesine değil bunun Ünal olmasına şaşırmıştı. Tam umudunu yitirdiği bir zamanda karşısında görmüştü. Gelmişti!

“Başkasını bekliyordum deyip yüreğime indirmezsin değil mi?” diyen adamın yüzünde mutluluk ifadesi vardı. Burnundaki silahı hafifçe yana iterek genç kadının yüzünü ellerinin arasına alıp özlediği gözlerine bakmaya başladı.

Selin, onun bakışlarından taşan sevgiyi görebiliyordu. Biraz kızdırmanın zararı olmaz, bir haftadır bekletiyor beni, diye düşünerek, “Seni de beklemiyordum ama. Aslında bekliyordum da gece vakti, böyle gizlice değil.” yanıtladı genç adamı.

“Haklısın. Gizlice gelmemeliydim ama akşam ağabeyim ve yengemle konuştum. Onlara bazı kararlarımı açıkladım. Daha fazla geç kalamazdım. Gece yola çıktım ve gördüğün gibi buradayım. Şimdi sıra kararlarımı sana açıklamakta.”

“Kararların canı cehenneme, önce bana burada olduğunu ispatla sonra ne açıklayacaksan açıklarsın.”

“Hayır, önce… Seni seviyorum. Yüreğimin doğru kişide olduğundan emin olmak ve bendeki emaneti ölene kadar saklayacağımı söylemek istiyorum.” Kelimeleri ile Şems’in cümlesini anımsattı. Sonra da “Ya sen?” diye sordu.

Selin de kendisine verilen hediyedeki cümleyle yanıtladı onu. “Giderken götürdüğün beni geri getirdin mi? Çünkü sen gittiğinden beri ben, ben değilim. Seni seviyorum.”
“O halde, bana adını söyle.”
“Sadece kulağına”


Son…..mu?



Bu kısa bir hikaye ama olursa, başarırsam, toparlarsam, diğer kısa hikayeler ile bir araya gelip uzun bir hikayenin kahramanlarından ikisine ait giriş gibi olacak. O yüzden Selin ve Ünal’ı aklınızın bir köşesinde tutun. Onlara yeni arkadaşlar eklenebilir. işte o yüzden bu hikaye düzenlenmedi, kontrol edilmedi... yeni hikayelerle birlikte biraz elden geçip kendine gelecektir. 


1 yorum:

  1. Bu harika bir hikaye ve inanılmaz keyifle okudum ... Şubat ayı ben oldukça hasta ve kötü hissediyorum ama elimde bitki çayımla battaniye altında çok keyifli sanki vitamin takviyesi yapılmış gibi hissediyorum :)) lütfen bir an önce devamını okuyalım :))) ellerine sağlık .

    YanıtlaSil