7 Kasım 2015 Cumartesi

YAKIŞIKLI 35. Bölüm

 Toprak, misafirlerin gitmek üzere olduğunu görünce kendisi de eve girmek yerine yengesinin yanına dönmeyi tercih etti. Giderken de hepsi ile vedalaşmış, Ece ile yüz yüze bakarak ama aralarındaki mesafeyi kapatmadan “İşin bittiğinde bekliyorum, senin fikirlerine ihtiyacım var.” demişti. Bu bile aralarındaki yakınlığı başkalarına ima eden bir tavırdı.
Ece bir iki saat sonra yeniden göreceğini bilmenin rahatlığı ile misafirlerini uğurladı. Asude ve İlkay’ın sıkıştırmalarını işlerini öne sürerek savuşturup evden ayrıldı. İşçilerin yanına gidip bir süre onlara yardım etti. Saatine baktığında üç saattir çalıştığını görüp artık bırakması gerektiğine karar verdi. Ahırlara yakındı. Adımlarını sıklaştırıp içeri girdiğinde Gümüş Kanat’ın başını boxtan uzattığını gördü. “Merhaba oğlum, biraz yürüyüş iyi gelir değil mi?” Eğerini takıp üstüne atladığında yorgunluğunu daha iyi fark etti. Aklında olan dörtnala gitmekken yapabildiği tırıs gitmekti. Yorgunlukla düşmekten korkmuştu. Yine de kısa sürede inşaat alanına ulaştı. Toprak’ın yeni arabasını görünce yüzüne gülümseme yerleşti. Bir önceki gelişinde kiralamak yerine kendi arabasını değiştirmenin daha mantıklı olduğunu söylemişti. Cip alması akıllıcaydı.

Atının dizginlerini bir bağ çubuğuna dolayıp inşaat malzemelerinin arasından geçti. İki tane konteynır vardı alanda. İşçiler onlarda kalıyordu. Toprak elinde fotoğraf makinesi ile ortalıkta dolaşıyor, hafriyatın ve atılmış betonun resimlerini çekiyordu.
“Daha ortada bir şey yokken ne buldun bu kadar çekecek?”
Ona dönen Toprak, biraz sitemkârdı. “Nihayet gelebildin. Kaç saattir seni bekliyorum biliyor musun? Hava kararacak neredeyse.”
“Bu kadar azarlanacağımı bilseydim gelmezdim. Bir ton laf işittim.”
“Evet, çünkü benim yanımda olacağına o işçilerin yanında olmayı tercih ettin. Ben de burada neye benzeyeceğini zerrece anlamadığım betonların resimlerini çekip durdum.”
“Üç saattir çalışıyorum. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım. Çok yorgunum seninle uğraşamayacağım. Şarabımı içip evime döneceğim.” Sesindeki yorgunluğu fark eden Toprak, iki üç saat önceki canlı Ece’nin yerinde yeller estiğini görüp üzüldü. “Yani sadece şaraba ortak olmak için geldin öyle mi?”
“Tabii, hadi aç da dinlendirsin beni.”
“Ortalıkta kimse yokken gel sen kollarıma da ben seni hemen dinlendireyim.”
“O konteynırlarda birileri yok mu?”
“Şu an yoklar. Gece geleceklermiş.”
Ece, olmadıklarını öğrendiğinde kendisini bekleyen kolların arasına girmişti bile.
Dakikalar sonra şarabı şişesinden yudumlarken günü ve yaşananları konuşuyorlardı. “İlkay’ın bana hala tavırlı olmasına inanamıyorum. Bunca yıl sonra bile senin hayatına karışması tuhaf değil mi?”
“Benim hayatıma karışabildiğini kim söyledi?”
“Seni, bana karşı uyarmadığını söylemeyeceksin değil mi?”
“Uyarabilir ki ihtiyacım yok ama o da ağabeylik yapıyor işte… Üstelik uyarmasının işe yaradığı da söylenemez değil mi?”
“Doğru… Ece, bir şey sormam lazım. Aklımı kurcalayıp duruyor. İsmail bugün buraya gelme hakkını nasıl buldu kendinde? Ona ümit vermiş olamazsın. Öyle olsa beni davet etmezdin diye düşünüyorum ama işin içinden de çıkamıyorum. ” Her ne kadar kahvaltı ve sonrasındaki davranışlarını görse de bunları aklından çıkartamamıştı.
Ece, yanında oturan adama dönüp ellerinin arasına aldığı yakışıklı yüze bakarak, gözünü bile kırpmadan “Hayır, ümit falan vermedim. Dünden beri bunu ben de düşünüyorum. Ama farklı düşünmesini gerektirecek bir konuşmam ya da hareketim olmadı. Sanırım adamın yanılgısının sebebi ağabeyimin tavırları. Neyse ki daha kötü şeyler olmadı. Bundan sonra olacak en kötü şey görümcelik yapacak olmam. İlkay neyse de Asude bunu bana nasıl söylemez? Uzun bir süre hesap verecek bana. Hatta başladı bile.”
Toprak yavaş hareketlerle, yanaklarındaki ellerden kurtulmadan başını eğip öpülesi dudakların yeniden tadına baktı. “Sen de ona hesap verecek misin?”
“Ben niye veriyorum?”
“Benden bahsettin mi Asude’ye?”
“Yoo”
“Yoo öyle mi? Yani ben önemsizim, anlatmaya değmem öyle mi?”
“Allahım, onun gibi konuşmaya başladın. O da bana aynı şeyleri söyledi.”
“Haksız mı? Bilseydi engel olmaz mıydı? Neden saklıyorsun beni?”
“Seni saklamıyorum. Aksine bugün herkesin gözüne soktum farkındaysan! Ayrıca artık biliyor da.”
“Evet, beni gözlerine soktun… Onlara bir ders vermek için!”
“Evet, biraz öyle ama asıl amacımı da yerine getirdim. Artık seninle yakınlaştığımızı bilmeyen kalmadı.”
“Umarım başka dünür falan gelmez. Bu kez sakin davranacağımı sanmam.”
“İlgili ve kıskançsın. Aman kafan karışmasın bu halin çok iyi.” Ece, Toprak’a takılmaktan keyif aldığını ve onun da böyle konuşmalara kızmadığını, aksine eğlendiğini biliyordu.
Toprak, inşaat alanına bakıp “Burada neler oluyor anlayabiliyor musun? Benim kafamı asıl karıştıran burası. Yoksa sen ve sana hissettiklerim kafamı hiç karıştırmıyor.”
Ece gülmeye başladı. “Sen beni mimar mı sandın? Benim inşaat ile ilgim ev yapılırken kardeşlerimle ikinci kattan kuma atlamaktan ibaretti. Ve elbette benimkileri delirtmem cabasıydı. Kötü örnek oluyormuşum. Zamanında İlkay ile Eray da bana örnek olmuştu.” Burnunu havaya dikişi ile yine sevimli ve seksi kıza dönüşmüştü. Toprak burnunun ucuna küçük bir öpücük kondurup, “Desene, ben ne desem inanmak durumundasın. Ben de kendimi yiyor, o biliyor ama ben bilmiyorsam nasıl açıklarım diyordum.”
“Dalga geçmesene. Ben kış ortasında damın bir kısmını aktarttım. Ona bile bakamadım. O yükseklikte nasıl çalışır insanlar diye aklım çıktı. Hem anlamam hem de korkarım inşaat işlerinden.”
“Korkulacak bir şey yok daha. Ben de anlamam ama bildiklerimi söyleyeyim sana. Bu ev üç katlı olacakmış. İlk katında çok geniş bir alan kullanılacak, diğer katları da sanırım sizin ev gibi daha küçük bir alanı kaplayacak. Sahibi evinizi görüp beğenmiş bile olabilir. Alt katında büyük bir mutfak var. Neredeyse benim lokantadaki mutfak kadar bir alana yapılıyor. Annenin masasını görünce neden bu kadar büyük mutfak istediklerini anladım. Bizim evdeki de büyüktür ama sizinkinin yanında şu kahve masaları kadar kalır.”
“Kahve masası da ne?”
“Dedikodu masası mı ne diyorsunuz? Hani şöyle yuvarlak oluyor.” Toprak, aklı karışmış vaziyette adını bulamadığı masayı eli ile tarif etmeye çalışıyordu.
“Haa fiskos sanırım. Bizde bulunmaz öyle şeyler. Kahve de yemek de çay da aynı masada yenir içilir.”
“Evet, fiskos. Devam edeyim; büyük bir oturma alanı olacakmış. Üst katlarda da yatak odası, misafirler için odalar ve çocuk odaları yer alacakmış.”
“Gerçekten kalabalık bir aile desene!”
“Sanırım öyle. Gerçi biz alışkınız kalabalıklara ama bu kadar büyük evlerde yaşamadık. Benim şansım tek erkek olmaktı. Kızlar aynı odada ben ayrı odada kaldım hep.”
“Bizim eski ev de küçüktü biliyorsun. Babam benden sonrakiler doğunca bahçe tarafına ek bir oda yapmıştı. O odayı ne çok istemiştim küçükken. Ama iki canavar kaptı tabii.”
“İlkay hiç değişmemiş. Yakında baba olacak ama hala çocuk gibi. Yine beni yanından uzaklaştırmaya çalışacak diye bekledim.”
“Benden çekinmese yapardı.”
“Yapamazdı. O eskidendi. O zaman çocuktuk, artık değiliz.”  
“Biliyor musun, İlkay senin beni öptüğünü biliyor.”
“Tahmin ediyordur. Bu saatten sonra uzaktan bakışacağımızı mı düşünecekti?”
“Ah deli, on yedi yaşındayken beni öptüğünü biliyor demek istedim.”
“Ne? Ah anladım. Evet, biliyorum gördüklerini. Ama ona öpücük denmezdi ki. Dudaklarına bile ulaşamamıştım.”
“Yeni ön dört yaşına girmiş biri için o heyecandan ölünecek kadar önemli bir öpücüktü.” Daha fazla bir şey söyleyemedi. O zaman yaşadıkları ile şimdi yaşadıkları arasında çok da büyük fark yoktu aslında. O susunca Toprak başka şeyler düşünmüştü. “Sana bir şey yaptı mı?”
“Ne gibi?”
“Kızdı mı, dövdü mü?”
“Hop hop hoppp ne dövmesi? Sebebi her ne olursa olsun bana el kaldıranın karşısında babamı bulacağını bilir herkes. Tabii o zamanlar için. Şimdi ben yeterim öyle bir durumda.” Toprak rahatlamış gülümsüyordu. “İlkay’ın İsmail’e spor odasından bahsettiğini duydum. Asude de kum torbasını kızdıklarının yerine yumrukladığını anlatıyordu. Hiç beni yumrukladın mı?”
“Hayır, şimdilik sana kıyamıyorum. Ama beni üzersen, kızdırırsan her yumruğum çenen ile burnun arasında gezinecektir haberin olsun.” Bir taraftan da küçük yumruğunu gözünün önünde sallıyordu. Toprak, kahkahalarla gülerek tuttu elini ve yumruğunu öptü. “Spor yapmaya nasıl vakit buluyorsun?”
“Bulamıyorum. Bazı sabahlar çok erken uyanırsam yarım saat kadar yapıyorum ama son iki ayda galiba iki kere yapabildim.”
“Bu evde de olacak galiba öyle bir oda.”
“Temele bakarsak zaten çok büyük bir ilk kat olacak. Başka neler yapacaklar biliyor musun?” İlk kat gerçekten çok büyüktü. Diğer iki katın tamamını alacak kadar büyük olan katın nasıl doldurulacağını merak ediyordu. Spor odasının da yeri belki bu kattı.
Toprak onun meraklı gözlerle etrafa bakmasını izlerken yanıtladı. “Hiç fikrim yok. Murat geldiğinde sorarız. Belki sen de fikir verirsin. Sizin evin düzeni çok güzel gerçekten.”
“O evi herkesin fikrine göre çizdiler. Kot farkı arkadaki spor bölümünü oluşturdu. Havuz zaten erkeklerin isteği ile hep planda vardı.”
“Sen yüzüyor musun?”
“E tabii, işi gücü bırakıyor bikinilerle atıyorum kendimi suya. İşçiler de bayram ediyor.”
“Saçmalama. Sakın öyle bir şey yapayım deme.”
“Asıl sen saçmalama. Olur mu öyle şey? Birincisi o havuzun etrafı üçer metrelik çitlerle çevrili. Yani dışarıdan kimse göremez. İkincisi benim gündüz yüzmeye hiç vaktim olmuyor. O yüzden bazen gece dalıyorum havuza. Aydınlatması o yüzden yapıldı. İkinci kez ışıklandırma yaparken ısıtma da yaptırdık ama kışın yine de kimse girmeye cesaret edemiyor. Üstünün kapanması gerekiyor sanırım. Ona da para ve zaman ayıramam şu aralar.”
“Para sıkıntın mı var?”
Ah Ece, öyle cümle kurarsan adam da borç vermeye kalkışır tabii. Hemen bu düşünceyi silmeliydi kafasından. “Hayır, nakitim iyi. Bağlardan alınacak üzümlerin büyük kısmı satılacak. Bir kısmı çalıştığımız firma için fıçılanacak. Bir kısmı da kendi şarabım için işleme tutulacak. Atlarımın yarış paraları da var. Onların haricinde geçen senelerden payıma ve evin payına düşen para var. Yani ben rahatım. O yüzden sakın borç vermeye falan kalkma.”
“Bu kadar gelir kalemi saydıktan sonra ben borç isteyeceğim sanırım. Borç için sormadım zaten tatlım. Atların satışı ile ilgili bir sorun yaşamıştın. O aklıma geldi. Satmayacağım diyorsun. Sıkıntı yaratır mı satmamak diye merak ettim.”  
“Hayır, sıkıntı yaratmaz. Onları yarışa hazırlıyoruz. Sabah izlersin. Bu akşam bir jokey gelecek yarınki antrenmanı izlemeye. Onun da fikrini alacağım.”
“Gümüş Kanat ne durumda? Sabah göreceğim ama senin düşüncen ne?”
“O çok değerli bir at. Çok hızlı ve çevik. Büyük bir başarı kaynağı olacak. Adını herkes bilecek. İşte o zaman bu atın gerçek değeri çıkacak ortaya. Üç büyük yarışı kazanmak için çalıştıracağım onu.”
“Üç büyük yarış kazanacak atın isim babası da benim yani öyle mi?”
“Evet, zamanı geldiğinde bununla övünebilirsin.”
Toprak, onun hayallerini yıkacak tek bir kelime bile etmemek için kendini zorladı. Böyle şeylere bel bağlamak çok mantıklı değildi. O atın başına gelebilecek küçük bir şey bile tüm hayallerini yıkacaktı. “O zaman geldiğinde övüneceğim canım, sen hiç merak etme.”
Ece, ev inşaatına bakıp, “Böyle bir yerin olsaydı ne yapardın? Nasıl bir ev yaptırırdın?” diye sordu.
Toprak, eve bakıp,“Bilmem. Sanırım küçük bir evi tercih ederdim. Ailem gibi çok çocuklu bir aile ortamı düşünmüyorum. İki çocuk yeter bence. Dört kişilik bir ailenin yaşayacağı bir ev isterdim. Taş ve ahşap isterdim. Doğa ile iç içe olsun derdim. Sonra yanında güzel bir bahçe de isterdim. Annenin bahçesi gibi. İçinde yürürken kokularla başının döneceği bir bahçe. Ya sen?” dedi. Ece, soru karşısında bir an durdu. Onunla istekleri uyuşmuyordu. Çünkü kendi ailesi gibi kalabalık bir aile istiyordu. Bir an iki çocuklu bir aile demeyi düşündü ama sonra vazgeçti. Kendi isteklerini bilmesinde fayda vardı. “Ben mi? Ben büyük bir ev isterdim. Çok çocuklu bir aile için büyük bir ev. Ben içinde olmasam da tüm ailemin besleneceği kadar büyük bir mutfak ve her odası kullanılan bir ev isterdim. Güzel bir şömine de hayal edebilir miyim?”
“Hayal kuruyoruz hayatım, ne istersen söyle.”
“Bak o zaman ne istediğimi söyleyeyim. Bizim evin aynısını isterdim. Ama… Orada olmayan iki şeyi de isterdim. Birincisi güzel bir şömine, ikincisi de büyük bir kütüphane… Yıllar önce Fransa da gittiğim şarap evinde gördüğüm ilginç bir bölüm vardı. Büyük bir alanı  kütüphane yapmışlar; el yazması eski eserler de vardı, günümüzün yazarlarının romanları da. Üstelik insanlar istediği yerde oturup şarap içip kitap okuyor, bırakamadıkları kitapları da satın alıyorlardı. Elbette eskileri değil. Onlar için şart konmuştu. Kütüphane dışına çıkartmak yasaktı. Okumak isteyen yine gelecek ve orada vakit geçirecekti. İşte böyle bir köşe düşlüyorum ama evimin içinde değil. Ayrı bir bölümde. Sanırım bunu şaraphanenin yakınlarında bir iki sene sonra yaptıracağım.”
“Çok güzel bir düşünce, umarım istediğin gibi olur her şey.” Toprak düşünceliydi konuşurken. Ece de onu duyduktan sonra düşüncelere daldı. İkisi de birbirleri hakkında neler düşündüğünü dillendirmeden sessizce kadehlerindeki şarabı yudumladı. Ece, Toprak ile bir gelecek düşünmek istediğinde az önceki cümle ona bir duvar gibi engel oluşturmuştu. “Umarım olur.” remişti Toprak. Umarım olur… O hayalin içinde Toprak yoktu o zaman! ‘yaparız’ dememişti… ‘umarım olur’ demişti. Toprak ne istiyordu? Emin değil miydi? Ece, soruların arasında boğulduğunu hissediyordu. Yorgunluğunda verdiği sıkıntı ile iyi düşünemiyordu.
Ece büyük bir yudumla bitirdi kadehindeki şarabı. Canı sıkılmıştı. Yerinden kalkıp ata doğru yürümeye başladı. Toprak onu izliyor ve sessizliğinin içindeki cümleleri duymaya çalışıyordu. Ne olmuştu da gidiyordu şimdi? Kadehi bırakıp kalktı soğuk betondan. Hızlı adımlarla onu ulaştığında yüzünün de asık olduğunu gördü. “Neyin var? Neden böyle davranıyorsun?”
“Bir şeyim yok, hazır hayallerimi kurmuşken o hayalleri gerçekleştirebileceğim yere doğru gitmek istedim.”
“Ece, seni anlamakta güçlük çekiyorum. Açık olsana!”
“Çok açık değil mi? Hayal kurdum… Ben hayal kurdum… Tek başıma… Hadi görüşürüz. Yarın sabah geleceksen uyandırayım seni.” Son cümlesinin aslında ne yeri ne de zamanıydı ama öyle bitmesine razı değildi. Eğer görüşmeyeceğini söylerse bazı şeyleri uzatmanın gereği yoktu. Umutların içinde kendini tüketmekten öteye gidemezdi.
Toprak, onun yorgun ve üzgün yüzüne baktı. Neler olduğunu anlamasa da tahmin yürütmeye başlamıştı. Neyse ki sabaha görüşeceklerdi. Şu an ne dese onun düşüncelerini düzeltmesi mümkün gözükmüyordu. Madem kötü düşünmeyi seçmiş ve bunu sormak yerine kaçmaya karar vermişti, o zaman sabaha kadar bu sıkıntı ile yaşamasında bir sakınca yoktu. “Geleceğim tabii. Altıda görüşürüz.”

“Görüşürüz.”  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder