Toprak, misafirlerin gitmek üzere olduğunu
görünce kendisi de eve girmek yerine yengesinin yanına dönmeyi tercih etti.
Giderken de hepsi ile vedalaşmış, Ece ile yüz yüze bakarak ama aralarındaki
mesafeyi kapatmadan “İşin bittiğinde bekliyorum, senin fikirlerine ihtiyacım
var.” demişti. Bu bile aralarındaki yakınlığı başkalarına ima eden bir tavırdı.
Ece
bir iki saat sonra yeniden göreceğini bilmenin rahatlığı ile misafirlerini
uğurladı. Asude ve İlkay’ın sıkıştırmalarını işlerini öne sürerek savuşturup evden
ayrıldı. İşçilerin yanına gidip bir süre onlara yardım etti. Saatine baktığında
üç saattir çalıştığını görüp artık bırakması gerektiğine karar verdi. Ahırlara
yakındı. Adımlarını sıklaştırıp içeri girdiğinde Gümüş Kanat’ın başını boxtan
uzattığını gördü. “Merhaba oğlum, biraz yürüyüş iyi gelir değil mi?” Eğerini
takıp üstüne atladığında yorgunluğunu daha iyi fark etti. Aklında olan dörtnala
gitmekken yapabildiği tırıs gitmekti. Yorgunlukla düşmekten korkmuştu. Yine de
kısa sürede inşaat alanına ulaştı. Toprak’ın yeni arabasını görünce yüzüne
gülümseme yerleşti. Bir önceki gelişinde kiralamak yerine kendi arabasını
değiştirmenin daha mantıklı olduğunu söylemişti. Cip alması akıllıcaydı.
Atının
dizginlerini bir bağ çubuğuna dolayıp inşaat malzemelerinin arasından geçti.
İki tane konteynır vardı alanda. İşçiler onlarda kalıyordu. Toprak elinde
fotoğraf makinesi ile ortalıkta dolaşıyor, hafriyatın ve atılmış betonun
resimlerini çekiyordu.
“Daha
ortada bir şey yokken ne buldun bu kadar çekecek?”
Ona
dönen Toprak, biraz sitemkârdı. “Nihayet gelebildin. Kaç saattir seni bekliyorum
biliyor musun? Hava kararacak neredeyse.”
“Bu
kadar azarlanacağımı bilseydim gelmezdim. Bir ton laf işittim.”
“Evet,
çünkü benim yanımda olacağına o işçilerin yanında olmayı tercih ettin. Ben de
burada neye benzeyeceğini zerrece anlamadığım betonların resimlerini çekip
durdum.”
“Üç
saattir çalışıyorum. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım. Çok yorgunum seninle
uğraşamayacağım. Şarabımı içip evime döneceğim.” Sesindeki yorgunluğu fark eden
Toprak, iki üç saat önceki canlı Ece’nin yerinde yeller estiğini görüp üzüldü. “Yani
sadece şaraba ortak olmak için geldin öyle mi?”
“Tabii,
hadi aç da dinlendirsin beni.”
“Ortalıkta
kimse yokken gel sen kollarıma da ben seni hemen dinlendireyim.”
“O
konteynırlarda birileri yok mu?”
“Şu
an yoklar. Gece geleceklermiş.”
Ece,
olmadıklarını öğrendiğinde kendisini bekleyen kolların arasına girmişti bile.
Dakikalar
sonra şarabı şişesinden yudumlarken günü ve yaşananları konuşuyorlardı.
“İlkay’ın bana hala tavırlı olmasına inanamıyorum. Bunca yıl sonra bile senin
hayatına karışması tuhaf değil mi?”
“Benim
hayatıma karışabildiğini kim söyledi?”
“Seni,
bana karşı uyarmadığını söylemeyeceksin değil mi?”
“Uyarabilir
ki ihtiyacım yok ama o da ağabeylik yapıyor işte… Üstelik uyarmasının işe
yaradığı da söylenemez değil mi?”
“Doğru…
Ece, bir şey sormam lazım. Aklımı kurcalayıp duruyor. İsmail bugün buraya gelme
hakkını nasıl buldu kendinde? Ona ümit vermiş olamazsın. Öyle olsa beni davet
etmezdin diye düşünüyorum ama işin içinden de çıkamıyorum. ” Her ne kadar
kahvaltı ve sonrasındaki davranışlarını görse de bunları aklından çıkartamamıştı.
Ece,
yanında oturan adama dönüp ellerinin arasına aldığı yakışıklı yüze bakarak,
gözünü bile kırpmadan “Hayır, ümit falan vermedim. Dünden beri bunu ben de
düşünüyorum. Ama farklı düşünmesini gerektirecek bir konuşmam ya da hareketim
olmadı. Sanırım adamın yanılgısının sebebi ağabeyimin tavırları. Neyse ki daha
kötü şeyler olmadı. Bundan sonra olacak en kötü şey görümcelik yapacak olmam.
İlkay neyse de Asude bunu bana nasıl söylemez? Uzun bir süre hesap verecek
bana. Hatta başladı bile.”
Toprak
yavaş hareketlerle, yanaklarındaki ellerden kurtulmadan başını eğip öpülesi
dudakların yeniden tadına baktı. “Sen de ona hesap verecek misin?”
“Ben
niye veriyorum?”
“Benden
bahsettin mi Asude’ye?”
“Yoo”
“Yoo
öyle mi? Yani ben önemsizim, anlatmaya değmem öyle mi?”
“Allahım,
onun gibi konuşmaya başladın. O da bana aynı şeyleri söyledi.”
“Haksız
mı? Bilseydi engel olmaz mıydı? Neden saklıyorsun beni?”
“Seni
saklamıyorum. Aksine bugün herkesin gözüne soktum farkındaysan! Ayrıca artık
biliyor da.”
“Evet,
beni gözlerine soktun… Onlara bir ders vermek için!”
“Evet,
biraz öyle ama asıl amacımı da yerine getirdim. Artık seninle yakınlaştığımızı
bilmeyen kalmadı.”
“Umarım
başka dünür falan gelmez. Bu kez sakin davranacağımı sanmam.”
“İlgili
ve kıskançsın. Aman kafan karışmasın bu halin çok iyi.” Ece, Toprak’a
takılmaktan keyif aldığını ve onun da böyle konuşmalara kızmadığını, aksine
eğlendiğini biliyordu.
Toprak,
inşaat alanına bakıp “Burada neler oluyor anlayabiliyor musun? Benim kafamı
asıl karıştıran burası. Yoksa sen ve sana hissettiklerim kafamı hiç
karıştırmıyor.”
Ece
gülmeye başladı. “Sen beni mimar mı sandın? Benim inşaat ile ilgim ev
yapılırken kardeşlerimle ikinci kattan kuma atlamaktan ibaretti. Ve elbette
benimkileri delirtmem cabasıydı. Kötü örnek oluyormuşum. Zamanında İlkay ile
Eray da bana örnek olmuştu.” Burnunu havaya dikişi ile yine sevimli ve seksi
kıza dönüşmüştü. Toprak burnunun ucuna küçük bir öpücük kondurup, “Desene, ben
ne desem inanmak durumundasın. Ben de kendimi yiyor, o biliyor ama ben
bilmiyorsam nasıl açıklarım diyordum.”
“Dalga
geçmesene. Ben kış ortasında damın bir kısmını aktarttım. Ona bile bakamadım. O
yükseklikte nasıl çalışır insanlar diye aklım çıktı. Hem anlamam hem de
korkarım inşaat işlerinden.”
“Korkulacak
bir şey yok daha. Ben de anlamam ama bildiklerimi söyleyeyim sana. Bu ev üç
katlı olacakmış. İlk katında çok geniş bir alan kullanılacak, diğer katları da
sanırım sizin ev gibi daha küçük bir alanı kaplayacak. Sahibi evinizi görüp
beğenmiş bile olabilir. Alt katında büyük bir mutfak var. Neredeyse benim
lokantadaki mutfak kadar bir alana yapılıyor. Annenin masasını görünce neden bu
kadar büyük mutfak istediklerini anladım. Bizim evdeki de büyüktür ama
sizinkinin yanında şu kahve masaları kadar kalır.”
“Kahve
masası da ne?”
“Dedikodu
masası mı ne diyorsunuz? Hani şöyle yuvarlak oluyor.” Toprak, aklı karışmış
vaziyette adını bulamadığı masayı eli ile tarif etmeye çalışıyordu.
“Haa
fiskos sanırım. Bizde bulunmaz öyle şeyler. Kahve de yemek de çay da aynı
masada yenir içilir.”
“Evet,
fiskos. Devam edeyim; büyük bir oturma alanı olacakmış. Üst katlarda da yatak
odası, misafirler için odalar ve çocuk odaları yer alacakmış.”
“Gerçekten
kalabalık bir aile desene!”
“Sanırım
öyle. Gerçi biz alışkınız kalabalıklara ama bu kadar büyük evlerde yaşamadık.
Benim şansım tek erkek olmaktı. Kızlar aynı odada ben ayrı odada kaldım hep.”
“Bizim
eski ev de küçüktü biliyorsun. Babam benden sonrakiler doğunca bahçe tarafına
ek bir oda yapmıştı. O odayı ne çok istemiştim küçükken. Ama iki canavar kaptı
tabii.”
“İlkay
hiç değişmemiş. Yakında baba olacak ama hala çocuk gibi. Yine beni yanından
uzaklaştırmaya çalışacak diye bekledim.”
“Benden
çekinmese yapardı.”
“Yapamazdı.
O eskidendi. O zaman çocuktuk, artık değiliz.”
“Biliyor
musun, İlkay senin beni öptüğünü biliyor.”
“Tahmin
ediyordur. Bu saatten sonra uzaktan bakışacağımızı mı düşünecekti?”
“Ah
deli, on yedi yaşındayken beni öptüğünü biliyor demek istedim.”
“Ne?
Ah anladım. Evet, biliyorum gördüklerini. Ama ona öpücük denmezdi ki.
Dudaklarına bile ulaşamamıştım.”
“Yeni
ön dört yaşına girmiş biri için o heyecandan ölünecek kadar önemli bir
öpücüktü.” Daha fazla bir şey söyleyemedi. O zaman yaşadıkları ile şimdi
yaşadıkları arasında çok da büyük fark yoktu aslında. O susunca Toprak başka
şeyler düşünmüştü. “Sana bir şey yaptı mı?”
“Ne
gibi?”
“Kızdı
mı, dövdü mü?”
“Hop
hop hoppp ne dövmesi? Sebebi her ne olursa olsun bana el kaldıranın karşısında
babamı bulacağını bilir herkes. Tabii o zamanlar için. Şimdi ben yeterim öyle
bir durumda.” Toprak rahatlamış gülümsüyordu. “İlkay’ın İsmail’e spor odasından
bahsettiğini duydum. Asude de kum torbasını kızdıklarının yerine yumrukladığını
anlatıyordu. Hiç beni yumrukladın mı?”
“Hayır,
şimdilik sana kıyamıyorum. Ama beni üzersen, kızdırırsan her yumruğum çenen ile
burnun arasında gezinecektir haberin olsun.” Bir taraftan da küçük yumruğunu
gözünün önünde sallıyordu. Toprak, kahkahalarla gülerek tuttu elini ve
yumruğunu öptü. “Spor yapmaya nasıl vakit buluyorsun?”
“Bulamıyorum.
Bazı sabahlar çok erken uyanırsam yarım saat kadar yapıyorum ama son iki ayda
galiba iki kere yapabildim.”
“Bu
evde de olacak galiba öyle bir oda.”
“Temele
bakarsak zaten çok büyük bir ilk kat olacak. Başka neler yapacaklar biliyor
musun?” İlk kat gerçekten çok büyüktü. Diğer iki katın tamamını alacak kadar
büyük olan katın nasıl doldurulacağını merak ediyordu. Spor odasının da yeri
belki bu kattı.
Toprak
onun meraklı gözlerle etrafa bakmasını izlerken yanıtladı. “Hiç fikrim yok.
Murat geldiğinde sorarız. Belki sen de fikir verirsin. Sizin evin düzeni çok
güzel gerçekten.”
“O
evi herkesin fikrine göre çizdiler. Kot farkı arkadaki spor bölümünü oluşturdu.
Havuz zaten erkeklerin isteği ile hep planda vardı.”
“Sen
yüzüyor musun?”
“E
tabii, işi gücü bırakıyor bikinilerle atıyorum kendimi suya. İşçiler de bayram
ediyor.”
“Saçmalama.
Sakın öyle bir şey yapayım deme.”
“Asıl
sen saçmalama. Olur mu öyle şey? Birincisi o havuzun etrafı üçer metrelik
çitlerle çevrili. Yani dışarıdan kimse göremez. İkincisi benim gündüz yüzmeye
hiç vaktim olmuyor. O yüzden bazen gece dalıyorum havuza. Aydınlatması o yüzden
yapıldı. İkinci kez ışıklandırma yaparken ısıtma da yaptırdık ama kışın yine de
kimse girmeye cesaret edemiyor. Üstünün kapanması gerekiyor sanırım. Ona da
para ve zaman ayıramam şu aralar.”
“Para
sıkıntın mı var?”
Ah
Ece, öyle cümle kurarsan adam da borç vermeye kalkışır tabii. Hemen bu
düşünceyi silmeliydi kafasından. “Hayır, nakitim iyi. Bağlardan alınacak
üzümlerin büyük kısmı satılacak. Bir kısmı çalıştığımız firma için fıçılanacak.
Bir kısmı da kendi şarabım için işleme tutulacak. Atlarımın yarış paraları da
var. Onların haricinde geçen senelerden payıma ve evin payına düşen para var.
Yani ben rahatım. O yüzden sakın borç vermeye falan kalkma.”
“Bu
kadar gelir kalemi saydıktan sonra ben borç isteyeceğim sanırım. Borç için
sormadım zaten tatlım. Atların satışı ile ilgili bir sorun yaşamıştın. O aklıma
geldi. Satmayacağım diyorsun. Sıkıntı yaratır mı satmamak diye merak ettim.”
“Hayır,
sıkıntı yaratmaz. Onları yarışa hazırlıyoruz. Sabah izlersin. Bu akşam bir
jokey gelecek yarınki antrenmanı izlemeye. Onun da fikrini alacağım.”
“Gümüş
Kanat ne durumda? Sabah göreceğim ama senin düşüncen ne?”
“O
çok değerli bir at. Çok hızlı ve çevik. Büyük bir başarı kaynağı olacak. Adını
herkes bilecek. İşte o zaman bu atın gerçek değeri çıkacak ortaya. Üç büyük
yarışı kazanmak için çalıştıracağım onu.”
“Üç
büyük yarış kazanacak atın isim babası da benim yani öyle mi?”
“Evet,
zamanı geldiğinde bununla övünebilirsin.”
Toprak,
onun hayallerini yıkacak tek bir kelime bile etmemek için kendini zorladı.
Böyle şeylere bel bağlamak çok mantıklı değildi. O atın başına gelebilecek
küçük bir şey bile tüm hayallerini yıkacaktı. “O zaman geldiğinde övüneceğim
canım, sen hiç merak etme.”
Ece,
ev inşaatına bakıp, “Böyle bir yerin olsaydı ne yapardın? Nasıl bir ev
yaptırırdın?” diye sordu.
Toprak,
eve bakıp,“Bilmem. Sanırım küçük bir evi tercih ederdim. Ailem gibi çok çocuklu
bir aile ortamı düşünmüyorum. İki çocuk yeter bence. Dört kişilik bir ailenin
yaşayacağı bir ev isterdim. Taş ve ahşap isterdim. Doğa ile iç içe olsun
derdim. Sonra yanında güzel bir bahçe de isterdim. Annenin bahçesi gibi. İçinde
yürürken kokularla başının döneceği bir bahçe. Ya sen?” dedi. Ece, soru
karşısında bir an durdu. Onunla istekleri uyuşmuyordu. Çünkü kendi ailesi gibi
kalabalık bir aile istiyordu. Bir an iki çocuklu bir aile demeyi düşündü ama
sonra vazgeçti. Kendi isteklerini bilmesinde fayda vardı. “Ben mi? Ben büyük
bir ev isterdim. Çok çocuklu bir aile için büyük bir ev. Ben içinde olmasam da
tüm ailemin besleneceği kadar büyük bir mutfak ve her odası kullanılan bir ev
isterdim. Güzel bir şömine de hayal edebilir miyim?”
“Hayal
kuruyoruz hayatım, ne istersen söyle.”
“Bak
o zaman ne istediğimi söyleyeyim. Bizim evin aynısını isterdim. Ama… Orada
olmayan iki şeyi de isterdim. Birincisi güzel bir şömine, ikincisi de büyük bir
kütüphane… Yıllar önce Fransa da gittiğim şarap evinde gördüğüm ilginç bir
bölüm vardı. Büyük bir alanı kütüphane
yapmışlar; el yazması eski eserler de vardı, günümüzün yazarlarının romanları
da. Üstelik insanlar istediği yerde oturup şarap içip kitap okuyor,
bırakamadıkları kitapları da satın alıyorlardı. Elbette eskileri değil. Onlar
için şart konmuştu. Kütüphane dışına çıkartmak yasaktı. Okumak isteyen yine
gelecek ve orada vakit geçirecekti. İşte böyle bir köşe düşlüyorum ama evimin
içinde değil. Ayrı bir bölümde. Sanırım bunu şaraphanenin yakınlarında bir iki
sene sonra yaptıracağım.”
“Çok
güzel bir düşünce, umarım istediğin gibi olur her şey.” Toprak düşünceliydi
konuşurken. Ece de onu duyduktan sonra düşüncelere daldı. İkisi de birbirleri
hakkında neler düşündüğünü dillendirmeden sessizce kadehlerindeki şarabı
yudumladı. Ece, Toprak ile bir gelecek düşünmek istediğinde az önceki cümle ona
bir duvar gibi engel oluşturmuştu. “Umarım olur.” remişti Toprak. Umarım
olur… O hayalin içinde Toprak yoktu o zaman! ‘yaparız’ dememişti… ‘umarım
olur’ demişti. Toprak ne istiyordu? Emin değil miydi? Ece, soruların arasında
boğulduğunu hissediyordu. Yorgunluğunda verdiği sıkıntı ile iyi düşünemiyordu.
Ece
büyük bir yudumla bitirdi kadehindeki şarabı. Canı sıkılmıştı. Yerinden kalkıp
ata doğru yürümeye başladı. Toprak onu izliyor ve sessizliğinin içindeki
cümleleri duymaya çalışıyordu. Ne olmuştu da gidiyordu şimdi? Kadehi bırakıp
kalktı soğuk betondan. Hızlı adımlarla onu ulaştığında yüzünün de asık olduğunu
gördü. “Neyin var? Neden böyle davranıyorsun?”
“Bir
şeyim yok, hazır hayallerimi kurmuşken o hayalleri gerçekleştirebileceğim yere
doğru gitmek istedim.”
“Ece,
seni anlamakta güçlük çekiyorum. Açık olsana!”
“Çok
açık değil mi? Hayal kurdum… Ben hayal kurdum… Tek başıma… Hadi görüşürüz.
Yarın sabah geleceksen uyandırayım seni.” Son cümlesinin aslında ne yeri ne de
zamanıydı ama öyle bitmesine razı değildi. Eğer görüşmeyeceğini söylerse bazı
şeyleri uzatmanın gereği yoktu. Umutların içinde kendini tüketmekten öteye gidemezdi.
Toprak,
onun yorgun ve üzgün yüzüne baktı. Neler olduğunu anlamasa da tahmin yürütmeye
başlamıştı. Neyse ki sabaha görüşeceklerdi. Şu an ne dese onun düşüncelerini
düzeltmesi mümkün gözükmüyordu. Madem kötü düşünmeyi seçmiş ve bunu sormak
yerine kaçmaya karar vermişti, o zaman sabaha kadar bu sıkıntı ile yaşamasında
bir sakınca yoktu. “Geleceğim tabii. Altıda görüşürüz.”
“Görüşürüz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder