5 Kasım 2015 Perşembe

YAKIŞIKLI 33. Bölüm

Bir saat kadar vakit geçirmişlerdi. Kâh öpüşerek kâh konuşarak geçen zaman ikisine de yetmiyordu. Ece’nin cep telefonu çaldığında saat beşi geçiyordu. Artık günler uzadığı için hava hala aydınlıktı.
Telefonunun ekranında İlkay’ın adını görünce yüzünü buruşturdu. Ertesi gün geleceklerdi ve Asude’nin annesi sayesinde haberdar olduğu misafirleri de yanlarında getireceklerdi. Keşke Ebru’ya aşık olduğunu itiraf ettiğinde Asude’ye de haber verseydi şimdi bu saçma durumu yaşamak zorunda kalmazdı. Oysa o zaman en doğru şeyin saklamak olduğunu düşünmüş ve Ebru’ya da sırrını saklaması için baskı yapmıştı. Bir saniye içinde aklından geçenleri bir tarafa bırakıp sinir bir telefon konuşması yapmak için tuşa bastı.
“Merhaba ağabey, nasılsın?”
“…”
“Yarın mı? Evdeyim. Kahvaltıya bir misafirim var. Siz de gelecek misiniz?” dediğinde aklından geçenlerin çok da mantıklı şeyler olmadığını biliyordu. Yine de az önce yaşadığı gibi soğukluğun aralarına girmesini istemediği için tedbir alıyordu. Hem bakalım kıskanacak mıydı?
“Tamam o zaman yarın görüşürüz. Asude’yi öp benim için ve yarın onu dört gözle beklediğimi söyle.”

Telefonu kapattığında Toprak merakla bekliyordu. Kahvaltıya kimi davet etti acaba diye düşünürken kaşları çatılmış, ortasında derin bir iz oluşmuştu. Ece elini uzatıp o izi düzelttikten sonra “Sabah bize kahvaltıya geleceğini az önce öğrendin sanırım.” dedi. Toprak şaşkınlıkla bakıyordu. “Ben mi geliyorum kahvaltıya? Gelirim elbette ama neden böyle bir davet aldığımı bilmek istiyorum.”
“Onları ele vermeden bunu açıklamam mümkün değil. Daha önce de söylemiştim ağabeylerim bu aralar bana birilerini tanıştırıp duruyor. Yarın da birisi gelecek. Kahvaltıda seni görürlerse artık bu saçmalıktan vazgeçerler.”
“Beni paravan olarak kullanacaksın sanırım. Güzelmiş. Gelirim, böylece bana rakip olmayı düşünen zavallıya da senden uzak durması gerektiğini anlatırım. İyi ama ailen ne diyecek buna?” Sakin konuşuyor ama içindeki fırtınayı bastırmaya uğraşıyordu. Ece’nin kendisinde olmadığını söylediği kıskançlık şu an tüm damarlarında alev alev akıyordu.
Ece yüzüne bakıyor ve oradaki iç savaşı görüyordu. Biliyordu ki şu an kıskanıyordu onu. İlk zamanlar daha açıktı duyguları. Saklama ihtiyacı hissetmiyordu. Şimdi ise kendisini dizginlemeye uğraştığını anlıyordu. Bazı konularda kendisinden daha inatçı oluyordu ve bunu kesinlikle kabul etmiyordu.
Yüzüne bakmaktan vazgeçip koluna girdi. Daha küçük ve sakin adımlarla yürürken “Ne diyecekler? Sen bizim köylümüzsün. Komşumuzsun ve benim arkadaşımsın. Ailem bundan mutlu olacak. Zaten ben yıllardır yengelerin evine gidip geliyor onların sofrasına oturuyorum. Bir kere de sen gel bize.” dedi. İçindeki inatçı kız iş başı yapmış, onu konuşturma çabasından vazgeçmiyordu.
Elbette bu davetin ardında başka şeyler de vardı. Birincisi, Toprak bu davete ne diyecekti? İkincisi de, kabul ettiği takdirde ailesinin Toprak ile yakınlaştıklarını öğrenmesiydi. Elbette bunu Toprak’a söylemedi. Az önceki saçma duruma bir daha düşmek istemiyordu. Zamana bırakacaktı her şeyi… Şu an aşık olmanın ve sevilmenin tadını çıkartıyordu. 
“Benim bildiğim Ece, sadece ödeşmek için çağırmaz beni. Sen artık beni saklamak istemiyorsun sanırım!”

*****

Nihayet başarmıştı. Atların duruşundan hastalandığını anlıyordu. Diğerleri fark etmezse iki atın ölümü yakındı. Arpalama denen hastalık birkaç şekilde görülüyordu. Yanlış beslenme, zehirlenme ve yanlış bakım arpalık hastalığının nedenlerinden sayılıyordu. Yemdeki zehirden sonra yeniden zehirlemeyi göze alamamıştı. Ama yeterince kötü beslemiş ve çalışmalar sonrasında soğuma çalışmasını yaptırmadan atları bokslarına sokmuştu. Eninde sonunda olacağını biliyordu.
İki at da arka bacaklarının üstünde duruyor, yürüyüşleri ise ne kadar zorlandıklarını belli ediyordu. İki dişinin sonu yakındı. Elbette atların ölümünden sonra Ece’nin atlar ile arası bozulacaktı. Bu güne kadar hiç at kaybetmemiş birisinin iki atını birden kaybetmesi büyük bir travma yaratacaktı.
Sadece iki gün daha fark edilmediği takdirde kesin başaracaktı bu kez.

*****

Akşam eve geldiğinde annesine ‘yarın Toprak kahvaltıya gelecek’ dedi. Ayşe abla da annesi de tuhaf bir bakışla kendisine bakmaya başlayınca “Ne oldu? Davet etmese miydim? Yengeyi de çağırdım, iyi olursa o da gelecek ama biraz rahatsızmış.”
“Sen Toprak ile nerde karşılaştın?”
“Bağların orda karşılaştım. Biraz atla gezdik. Ben de yarın için davet ettim. Sakıncası mı var?” Annesinin soruş şekli canını sıkmıştı.
“Burası köy yeri, ne işi var onun bizde kahvaltıda?”
“Anne, bir sürü kişi bu evde kahvaltıya, yemeğe ve hatta bağları gezmeye geliyor sorun olmuyor, Toprak mı sorun? Üstelik o da bizim köyden.” Bu mantıklı bir açıklamaydı.
“Ama onun babası ile baban küs.” Bu mantıksız bir mazeretti. Babaların küs olması ne zamandan beri çocukların küs olmasını gerektiriyordu? “Ne olmuş? Ben onlarla küs değilim. Zaten artık tüm bağları satıldığına göre babamın küslüğü için neden de kalmadı. Böylece belki gereksiz küslük biter.”
“Yarın ağabeylerin gelecekti. Misafirleri de olacak yanlarında.”
“Buyursunlar gelsinler, ekmek mi yok, peynir zeytin mi? Yoksa ben gidip alırım hemen.”
“Şükür, her şeyimiz var da senin bu inadın neden anlamadım.”
“İnat etmiyorum, bir arkadaşımı çağırdım. Yaza az kaldı. Bir sürü insan gelecek buraya bağları gezmeye, bağbozumu yapmaya. Herkesi sorgulayacak mısınız böyle? Yoksa bu Toprak için özel mi?” Annesine ikidir ‘Toprak’ diyordu, ondan bir tepki bekliyordu. Beklediği ‘Neden ağabey demiyorsun?’ tepkisi gelmeyince biraz bozuldu.
Annesi la havle çekerek dik dik bakmaya başladı. “Ece, bir zamanlar bu çocuk senin peşinde koşmuyor muydu? Şimdi sen nasıl onu çağırırsın?”
“Anne, o çocuk koca adam oldu. Ve hala benim peşimde koşuyor olabilir. O zaman ne olacak?” Artık içinde tutamayacağını hissediyordu. Annesi biraz daha baskı yaparsa her şeyi anlatacaktı.
Hülya Hanımın bakışları bir anda değişti. Sinirli ifadenin yerini hüzün aldı. Sesindeki tonlama değişmese de aralarda korkunun tınısı eklendi. “Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Ne işin var senin onunla? O artık şehirde yaşıyor. Ne yani onunla evlenip gidecek misin? Bizi bırakacak mısın?” Ece bu sözlerin ardındaki korkuyu hissetmişti. Başka zaman olsa belki biraz kıvrandırırdı ama şimdi annesinin Toprak’a karşı önyargılarından arınmasını istiyordu.
İki adımda annesinin yanına gitti. Tombul kadına sarılıp “Hülya Hanım, dilinizin altındaki bakla bu muydu? Olur da Toprak ile evlenip şehirde yaşamaya kalkarsam diye mi korkuyorsunuz? O zaman, İlkay beye söyleyiniz o şehirli arkadaşını hiç boşa dünür getirmesin.” Sesi arkasından çevrilen dolaplardan hoşlanmadığını çok açık anlatıyordu.
Annesinin tedirginlikle dolan sesi “Ben de sana ondan bahsedecektim. İsmail Beyi tanıyormuşsun zaten. Annesine de söylemiş, tanışmaya geliyorlar aslında. Seni bekliyordum anlatmak için.” dedi.
Ece, bu kez gerçekten içten gülümsedi. “Ne zaman? Misafirler gelip kahve zamanı geldiğinde mi? Anne, hiç niyetim yok o dünürlere kahve yapmaya… Ben duş yapıp geliyorum. Ayrıca, benim umut vermediğim birinin hangi akla hizmet dünür olarak geldiğini hiç anlamadım. İlkay ağabeyimin de canına okuyacağım, bilmiş ol.” Tam kapıdan çıkacakken durdu “Anne, merak etme ben bir yere gitmiyorum. Köyümden, atlarımdan, bağımdan ve ailemden uzakta yaşamaya hiç niyetim yok.”

*****

Toprak, evden çıktığında huzursuzdu. Ece ile birlikte olmak güzeldi ama ailesinin kendisine nasıl davranacağını bilmemek sinir bozucuydu. Osman amcanın da kendisini hiç hoş karşılamayacağını biliyordu. Bir de kızı ile ilgili planlarını bilse…
Evlerine yaklaştığında bahçenin güzelliği karşısında dili tutuldu. Güller açmış ve tüm kokularını yollara dökmüştü. Çiçeklerin arkasındaki çitte hanımeli çiçeğini gördü. Daha çiçekleri açmamıştı. O da açtığında müthiş bir fon oluşturacağını görebiliyordu. Araba yolundan sonra evin kapısına kadar olan çim alanda rahat yürümeyi sağlayacak taş bir yol vardı. Evin ön cephesini daha önce hiç görmemişti. Evin en altı taştı. Diğer katların dışı ahşaptı. Yeni yapıldığı için o ahşapların süs olduğunu tahmin etse de görüntüsünün güzelliği ile büyülenmişti. Uzaktan da güzel görünüyordu ama yakından muhteşem bir yapıydı. Kapıyı çalıp açılmasını beklerken hâlâ hayran gözlerle evi inceliyordu.
Kapıyı Ece açtı. Toprak, ona sarılma isteğini engelleyip yüzüne yerleşmiş gülümseme ile içeri adımını attı. Akıllıca davrandığını arkada dizilmiş olan iki genç kızla boyu onlara çoktan yetişmiş erkek kardeşi görünce anladı. Kızlar da ablalarına benziyordu. Biraz daha uzun olacakları belliydi. Onları en son gördüğünde kızlar küçücüktü. Erkek kardeşini hiç anımsamıyordu.
Ece onlarla tanıştırınca hepsinin elini sıkıp kısaca hatırlarını sordu. Sonra da Ece’yi takip edip mutfağa geçti. Kahvaltının mutfaktaki büyük masada yapılacağını anlamıştı. Ayşe Hanım ocağın başındaydı, Hülya Hanım ise onun yanında duruyor, masanın üstündekileri gözleri ile tarıyordu. Noksan arar gibiydi. Kapıdan girenleri görünce onlara doğru yürüdü. Toprak daha hızlı davranıp kadına yaklaşıp hemen elini öptü.
“Hülya Teyze, nasılsın?”
“İyiyim oğlum, sen nasılsın? Annen, baban nasıllar? Yenge gelemedi mi?”
“Çok öksürüyor. Gelip de Osman amcaya bulaştırmayı göze alamadı. Annem ile babam çok iyiler. Sizi de çok iyi gördüm.” Tahmininden sıcak bir karşılamaydı. Acaba Ece bir şeyler anlatmış mıydı?
“Allaha şükür oğlum, buyur geç otur. İlkayları bekliyoruz. Çok açsan sana bir şeyler verelim mi?” Annesi çok daha farklıydı. Ece şehre gitmeye niyetinin olmadığını söylediği için kadının rahatladığını anlamıştı. Toprak da biraz rahatlamış gözüküyordu.
“Açım ama bekleyelim onları, uzun zamandır kalabalık kahvaltıya hasretim, tadı çıksın bari. Osman amcayı görebilir miyim?”
“Tabii, Ece seni götürsün.”
Mutfaktan çıktıklarında Toprak tuttuğu nefesini verdi. Fısıltıyla, “Allahım ne kadar zor geldi konuşmak.” dedi.
“Hiç belli etmedin canım. Gel, babam burada.” Koridorun ucundaki odaya geldiklerinde Ece kapıyı açıp önden girdi. Arkasından gelen Toprak, makinelere bağlı adamı gördüğünde ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırdı. Böyle bir görüntüye hazırlıklı değildi. Özel bir yatakta yatıyordu. Hastane yatakları gibi ayak ve baş kısmı hareketli bir yataktı. Yanındaki cihazlarla nefes alabiliyordu. Rengi gri gibi gözüküyordu. Ece kendisini söylediğinde babasının gözlerinde önce kızgınlık sonra da merak gördü.
“Osman Amca, merhaba. Çok geçmiş olsun.” diyebildi. Elini öpmek için yatağın üstündeki ele uzandığında yaşlı adamın çekmek istediğini ama son anda öpmesine izin verdiğini anladı.
“Nasılsın, Toprak?” diye sorduğunda sesinin kısıklığı ile bir kez daha şoke oldu. Ece’nin sigaraya düşmanlığını anlamak için babasını bir kez görmek yeterliydi. Kendisi de bırakmış olduğu için mutluydu. İnsanın gözünün önünde böyle bir örnek olması, tüm dünyaya sigarayı bıraktırma isteği uyandırırdı. Kendi kendini zehirlemek buydu işte! Yatağa ve cihazlara bağlı olarak ölümü beklemek…
Boğazını temizleyerek, “İyiyim Osman amca. Köye gelince daha iyi oluyorum. Buranın havası iyi geliyor insana.” dedi.
“Bağları satmışsınız. İyi gelse satmazdınız.” Osman bey, babasına olan kızgınlığını oğlundan çıkartmaya çalışıyordu. Onun kabahati olmadığını bildiği halde zamanında yaşadıklarını şu an ona yansıtıyordu. Toprak bunun farkında onu üzmemek için sakince yanıtladı. “Hepsini satmadık. Kopamayız köyümüzden. Yengem de burada. Halam burada. Köylümüz var, insan kopamıyor toprağından.”
“Toprak değerlidir. Ecem bırakmıyor topraklarımızı. Gözümü kapatsam biliyorum ki o sahip çıkacak her karışına.”
“Ece, bizim bağlara…” dediğinde Ece’nin karşısında kaşlarını kaldırdığını görüp lafı çevirdi “…keşke talip olsaydı. Ona satar biz de gözümüz arkada kalmadan yaşardık.”  dedi.
“İstemeyiz. Bizim yeterince bağımız var.” O an kapı zilini duyup Ece’ye döndü. “İlkaylar mı geldi? Kapı çaldı.”
Ece kapıdan başını uzatıp gelenleri görünce babasına “Evet, seni kaldırayım mı artık?” diye sordu. Osman Bey’in kafası ile onaylamasından sonra, yatağın yanına gelip zayıflamış, küçük bir çocuk gibi kalmış adamı yerinden kaldırdı. Toprak da yardım etmek için diğer yanında duruyordu. Ece alışkın hareketlerle babasını kaldırdı. Küçük oksijen cihazını diğer eline aldı. Ani sıkıştırmalar için ya da uzun oturuşları için tedbir alıyorlardı.
“Ece bana bırak babanı, sen önden git.” Kuvvetli kolları ile rahatlıkla destek oldu yaşlı adama. Ece iki adım önlerinde mutfağa doğru gidiyordu. Misafirleri çoktan girmişti mutfağa.
İlkay, İsmail ile annesini evdekilere tanıştırıyordu. Toprak ile göz göze geldiğinde bir an durmuş, sonra Ece’ye bakmış ve kendini toparlayıp onu da tanıştırmıştı. Ece İsmail ile selamlaşıp annesine hoş geldiniz diyerek masaya buyur etmişti. İkisine de özel bir ilgi göstermemişti.
Uzun bir kahvaltı olacaktı.
İsmail ile Toprak tam karşısında yan yana oturmuştu. Ece onların hallerine gülecekti neredeyse. Tüm ilgisini Toprak’a yöneltmişti. Ara sıra İsmail ile de konuşuyor yine de yakınlık göstermemeye çalışıyordu. İlkay ve babası neler olduğunu anlamaya çalışırken, Asude soru dolu bakışlarını Ece’den ayırmıyordu. Ece ise tüm bunlardan habersizmiş gibi bağlardan, atlardan ve annesinin yaptığı reçellerden bahsediyordu. Yine laf arasında değil reçel yapmayı, reçel kavanozlarının kapağını bile açmaktan aciz olduğunu söylemişti.  
Toprak da içinde kabaran kıskançlığı bir yana bırakmış Ece’nin tüm ailenin önünde sergilediği oyunu keyifle izliyordu. Yengesi haklıydı, bu kız istemediği dünürleri defetmeyi biliyordu.

Uzun zamandır aklını kurcalayan İsmail’in yakışıklı ve efendi biri olduğunu anlamak biraz canını sıkmıştı. Onun bakışlarının Ece ile kendi üstünde gezinmesi ise o sıkıntıyı yok ediyordu. O da anlamıştı aralarında bir şeyler olduğunu. Zaten kendisi saklamaya çalışmıyordu. Boş bulunup canım dememek için kendisini zorlamasından başka bir sorunu yoktu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder