Bir saat
kadar vakit geçirmişlerdi. Kâh öpüşerek kâh konuşarak geçen zaman ikisine de
yetmiyordu. Ece’nin cep telefonu çaldığında saat beşi geçiyordu. Artık günler
uzadığı için hava hala aydınlıktı.
Telefonunun
ekranında İlkay’ın adını görünce yüzünü buruşturdu. Ertesi gün geleceklerdi ve
Asude’nin annesi sayesinde haberdar olduğu misafirleri de yanlarında
getireceklerdi. Keşke Ebru’ya aşık olduğunu itiraf ettiğinde Asude’ye de haber
verseydi şimdi bu saçma durumu yaşamak zorunda kalmazdı. Oysa o zaman en doğru
şeyin saklamak olduğunu düşünmüş ve Ebru’ya da sırrını saklaması için baskı
yapmıştı. Bir saniye içinde aklından geçenleri bir tarafa bırakıp sinir bir
telefon konuşması yapmak için tuşa bastı.
“Merhaba
ağabey, nasılsın?”
“…”
“Yarın mı?
Evdeyim. Kahvaltıya bir misafirim var. Siz de gelecek misiniz?” dediğinde
aklından geçenlerin çok da mantıklı şeyler olmadığını biliyordu. Yine de az
önce yaşadığı gibi soğukluğun aralarına girmesini istemediği için tedbir
alıyordu. Hem bakalım kıskanacak mıydı?
“Tamam o
zaman yarın görüşürüz. Asude’yi öp benim için ve yarın onu dört gözle
beklediğimi söyle.”
Telefonu
kapattığında Toprak merakla bekliyordu. Kahvaltıya kimi davet etti acaba diye
düşünürken kaşları çatılmış, ortasında derin bir iz oluşmuştu. Ece elini uzatıp
o izi düzelttikten sonra “Sabah bize kahvaltıya geleceğini az önce öğrendin
sanırım.” dedi. Toprak şaşkınlıkla bakıyordu. “Ben mi geliyorum kahvaltıya?
Gelirim elbette ama neden böyle bir davet aldığımı bilmek istiyorum.”
“Onları
ele vermeden bunu açıklamam mümkün değil. Daha önce de söylemiştim ağabeylerim
bu aralar bana birilerini tanıştırıp duruyor. Yarın da birisi gelecek. Kahvaltıda
seni görürlerse artık bu saçmalıktan vazgeçerler.”
“Beni
paravan olarak kullanacaksın sanırım. Güzelmiş. Gelirim, böylece bana rakip
olmayı düşünen zavallıya da senden uzak durması gerektiğini anlatırım. İyi ama
ailen ne diyecek buna?” Sakin konuşuyor ama içindeki fırtınayı bastırmaya
uğraşıyordu. Ece’nin kendisinde olmadığını söylediği kıskançlık şu an tüm
damarlarında alev alev akıyordu.
Ece
yüzüne bakıyor ve oradaki iç savaşı görüyordu. Biliyordu ki şu an kıskanıyordu
onu. İlk zamanlar daha açıktı duyguları. Saklama ihtiyacı hissetmiyordu. Şimdi
ise kendisini dizginlemeye uğraştığını anlıyordu. Bazı konularda kendisinden
daha inatçı oluyordu ve bunu kesinlikle kabul etmiyordu.
Yüzüne
bakmaktan vazgeçip koluna girdi. Daha küçük ve sakin adımlarla yürürken “Ne
diyecekler? Sen bizim köylümüzsün. Komşumuzsun ve benim arkadaşımsın. Ailem
bundan mutlu olacak. Zaten ben yıllardır yengelerin evine gidip geliyor onların
sofrasına oturuyorum. Bir kere de sen gel bize.” dedi. İçindeki inatçı kız iş
başı yapmış, onu konuşturma çabasından vazgeçmiyordu.
Elbette
bu davetin ardında başka şeyler de vardı. Birincisi, Toprak bu davete ne
diyecekti? İkincisi de, kabul ettiği takdirde ailesinin Toprak ile
yakınlaştıklarını öğrenmesiydi. Elbette bunu Toprak’a söylemedi. Az önceki
saçma duruma bir daha düşmek istemiyordu. Zamana bırakacaktı her şeyi… Şu an
aşık olmanın ve sevilmenin tadını çıkartıyordu.
“Benim
bildiğim Ece, sadece ödeşmek için çağırmaz beni. Sen artık beni saklamak
istemiyorsun sanırım!”
*****
Nihayet başarmıştı. Atların duruşundan
hastalandığını anlıyordu. Diğerleri fark etmezse iki atın ölümü yakındı.
Arpalama denen hastalık birkaç şekilde görülüyordu. Yanlış beslenme, zehirlenme
ve yanlış bakım arpalık hastalığının nedenlerinden sayılıyordu. Yemdeki
zehirden sonra yeniden zehirlemeyi göze alamamıştı. Ama yeterince kötü beslemiş
ve çalışmalar sonrasında soğuma çalışmasını yaptırmadan atları bokslarına
sokmuştu. Eninde sonunda olacağını biliyordu.
İki at da arka bacaklarının üstünde duruyor,
yürüyüşleri ise ne kadar zorlandıklarını belli ediyordu. İki dişinin sonu
yakındı. Elbette atların ölümünden sonra Ece’nin atlar ile arası bozulacaktı.
Bu güne kadar hiç at kaybetmemiş birisinin iki atını birden kaybetmesi büyük
bir travma yaratacaktı.
Sadece iki gün daha fark edilmediği takdirde kesin
başaracaktı bu kez.
*****
Akşam
eve geldiğinde annesine ‘yarın Toprak kahvaltıya gelecek’ dedi. Ayşe abla da
annesi de tuhaf bir bakışla kendisine bakmaya başlayınca “Ne oldu? Davet etmese
miydim? Yengeyi de çağırdım, iyi olursa o da gelecek ama biraz rahatsızmış.”
“Sen
Toprak ile nerde karşılaştın?”
“Bağların
orda karşılaştım. Biraz atla gezdik. Ben de yarın için davet ettim. Sakıncası
mı var?” Annesinin soruş şekli canını sıkmıştı.
“Burası
köy yeri, ne işi var onun bizde kahvaltıda?”
“Anne,
bir sürü kişi bu evde kahvaltıya, yemeğe ve hatta bağları gezmeye geliyor sorun
olmuyor, Toprak mı sorun? Üstelik o da bizim köyden.” Bu mantıklı bir
açıklamaydı.
“Ama
onun babası ile baban küs.” Bu mantıksız bir mazeretti. Babaların küs olması ne
zamandan beri çocukların küs olmasını gerektiriyordu? “Ne olmuş? Ben onlarla
küs değilim. Zaten artık tüm bağları satıldığına göre babamın küslüğü için
neden de kalmadı. Böylece belki gereksiz küslük biter.”
“Yarın
ağabeylerin gelecekti. Misafirleri de olacak yanlarında.”
“Buyursunlar
gelsinler, ekmek mi yok, peynir zeytin mi? Yoksa ben gidip alırım hemen.”
“Şükür,
her şeyimiz var da senin bu inadın neden anlamadım.”
“İnat
etmiyorum, bir arkadaşımı çağırdım. Yaza az kaldı. Bir sürü insan gelecek
buraya bağları gezmeye, bağbozumu yapmaya. Herkesi sorgulayacak mısınız böyle?
Yoksa bu Toprak için özel mi?” Annesine ikidir ‘Toprak’ diyordu, ondan bir
tepki bekliyordu. Beklediği ‘Neden ağabey demiyorsun?’ tepkisi gelmeyince biraz
bozuldu.
Annesi
la havle çekerek dik dik bakmaya başladı. “Ece, bir zamanlar bu çocuk senin
peşinde koşmuyor muydu? Şimdi sen nasıl onu çağırırsın?”
“Anne,
o çocuk koca adam oldu. Ve hala benim peşimde koşuyor olabilir. O zaman ne
olacak?” Artık içinde tutamayacağını hissediyordu. Annesi biraz daha baskı
yaparsa her şeyi anlatacaktı.
Hülya
Hanımın bakışları bir anda değişti. Sinirli ifadenin yerini hüzün aldı.
Sesindeki tonlama değişmese de aralarda korkunun tınısı eklendi. “Senin
ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Ne işin var senin onunla? O artık şehirde
yaşıyor. Ne yani onunla evlenip gidecek misin? Bizi bırakacak mısın?” Ece bu
sözlerin ardındaki korkuyu hissetmişti. Başka zaman olsa belki biraz
kıvrandırırdı ama şimdi annesinin Toprak’a karşı önyargılarından arınmasını
istiyordu.
İki
adımda annesinin yanına gitti. Tombul kadına sarılıp “Hülya Hanım, dilinizin
altındaki bakla bu muydu? Olur da Toprak ile evlenip şehirde yaşamaya kalkarsam
diye mi korkuyorsunuz? O zaman, İlkay beye söyleyiniz o şehirli arkadaşını hiç
boşa dünür getirmesin.” Sesi arkasından çevrilen dolaplardan hoşlanmadığını çok
açık anlatıyordu.
Annesinin
tedirginlikle dolan sesi “Ben de sana ondan bahsedecektim. İsmail Beyi
tanıyormuşsun zaten. Annesine de söylemiş, tanışmaya geliyorlar aslında. Seni
bekliyordum anlatmak için.” dedi.
Ece,
bu kez gerçekten içten gülümsedi. “Ne zaman? Misafirler gelip kahve zamanı
geldiğinde mi? Anne, hiç niyetim yok o dünürlere kahve yapmaya… Ben duş yapıp
geliyorum. Ayrıca, benim umut vermediğim birinin hangi akla hizmet dünür olarak
geldiğini hiç anlamadım. İlkay ağabeyimin de canına okuyacağım, bilmiş ol.” Tam
kapıdan çıkacakken durdu “Anne, merak etme ben bir yere gitmiyorum. Köyümden,
atlarımdan, bağımdan ve ailemden uzakta yaşamaya hiç niyetim yok.”
*****
Toprak,
evden çıktığında huzursuzdu. Ece ile birlikte olmak güzeldi ama ailesinin
kendisine nasıl davranacağını bilmemek sinir bozucuydu. Osman amcanın da
kendisini hiç hoş karşılamayacağını biliyordu. Bir de kızı ile ilgili
planlarını bilse…
Evlerine
yaklaştığında bahçenin güzelliği karşısında dili tutuldu. Güller açmış ve tüm
kokularını yollara dökmüştü. Çiçeklerin arkasındaki çitte hanımeli çiçeğini
gördü. Daha çiçekleri açmamıştı. O da açtığında müthiş bir fon oluşturacağını
görebiliyordu. Araba yolundan sonra evin kapısına kadar olan çim alanda rahat
yürümeyi sağlayacak taş bir yol vardı. Evin ön cephesini daha önce hiç
görmemişti. Evin en altı taştı. Diğer katların dışı ahşaptı. Yeni yapıldığı
için o ahşapların süs olduğunu tahmin etse de görüntüsünün güzelliği ile
büyülenmişti. Uzaktan da güzel görünüyordu ama yakından muhteşem bir yapıydı.
Kapıyı çalıp açılmasını beklerken hâlâ hayran gözlerle evi inceliyordu.
Kapıyı
Ece açtı. Toprak, ona sarılma isteğini engelleyip yüzüne yerleşmiş gülümseme
ile içeri adımını attı. Akıllıca davrandığını arkada dizilmiş olan iki genç
kızla boyu onlara çoktan yetişmiş erkek kardeşi görünce anladı. Kızlar da
ablalarına benziyordu. Biraz daha uzun olacakları belliydi. Onları en son
gördüğünde kızlar küçücüktü. Erkek kardeşini hiç anımsamıyordu.
Ece
onlarla tanıştırınca hepsinin elini sıkıp kısaca hatırlarını sordu. Sonra da
Ece’yi takip edip mutfağa geçti. Kahvaltının mutfaktaki büyük masada
yapılacağını anlamıştı. Ayşe Hanım ocağın başındaydı, Hülya Hanım ise onun
yanında duruyor, masanın üstündekileri gözleri ile tarıyordu. Noksan arar
gibiydi. Kapıdan girenleri görünce onlara doğru yürüdü. Toprak daha hızlı
davranıp kadına yaklaşıp hemen elini öptü.
“Hülya
Teyze, nasılsın?”
“İyiyim
oğlum, sen nasılsın? Annen, baban nasıllar? Yenge gelemedi mi?”
“Çok
öksürüyor. Gelip de Osman amcaya bulaştırmayı göze alamadı. Annem ile babam çok
iyiler. Sizi de çok iyi gördüm.” Tahmininden sıcak bir karşılamaydı. Acaba Ece
bir şeyler anlatmış mıydı?
“Allaha
şükür oğlum, buyur geç otur. İlkayları bekliyoruz. Çok açsan sana bir şeyler
verelim mi?” Annesi çok daha farklıydı. Ece şehre gitmeye niyetinin olmadığını
söylediği için kadının rahatladığını anlamıştı. Toprak da biraz rahatlamış gözüküyordu.
“Açım
ama bekleyelim onları, uzun zamandır kalabalık kahvaltıya hasretim, tadı çıksın
bari. Osman amcayı görebilir miyim?”
“Tabii,
Ece seni götürsün.”
Mutfaktan
çıktıklarında Toprak tuttuğu nefesini verdi. Fısıltıyla, “Allahım ne kadar zor
geldi konuşmak.” dedi.
“Hiç
belli etmedin canım. Gel, babam burada.” Koridorun ucundaki odaya geldiklerinde
Ece kapıyı açıp önden girdi. Arkasından gelen Toprak, makinelere bağlı adamı
gördüğünde ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırdı. Böyle bir görüntüye hazırlıklı
değildi. Özel bir yatakta yatıyordu. Hastane yatakları gibi ayak ve baş kısmı
hareketli bir yataktı. Yanındaki cihazlarla nefes alabiliyordu. Rengi gri gibi
gözüküyordu. Ece kendisini söylediğinde babasının gözlerinde önce kızgınlık
sonra da merak gördü.
“Osman
Amca, merhaba. Çok geçmiş olsun.” diyebildi. Elini öpmek için yatağın üstündeki
ele uzandığında yaşlı adamın çekmek istediğini ama son anda öpmesine izin
verdiğini anladı.
“Nasılsın,
Toprak?” diye sorduğunda sesinin kısıklığı ile bir kez daha şoke oldu. Ece’nin
sigaraya düşmanlığını anlamak için babasını bir kez görmek yeterliydi. Kendisi
de bırakmış olduğu için mutluydu. İnsanın gözünün önünde böyle bir örnek
olması, tüm dünyaya sigarayı bıraktırma isteği uyandırırdı. Kendi kendini
zehirlemek buydu işte! Yatağa ve cihazlara bağlı olarak ölümü beklemek…
Boğazını
temizleyerek, “İyiyim Osman amca. Köye gelince daha iyi oluyorum. Buranın
havası iyi geliyor insana.” dedi.
“Bağları
satmışsınız. İyi gelse satmazdınız.” Osman bey, babasına olan kızgınlığını
oğlundan çıkartmaya çalışıyordu. Onun kabahati olmadığını bildiği halde
zamanında yaşadıklarını şu an ona yansıtıyordu. Toprak bunun farkında onu
üzmemek için sakince yanıtladı. “Hepsini satmadık. Kopamayız köyümüzden. Yengem
de burada. Halam burada. Köylümüz var, insan kopamıyor toprağından.”
“Toprak
değerlidir. Ecem bırakmıyor topraklarımızı. Gözümü kapatsam biliyorum ki o
sahip çıkacak her karışına.”
“Ece,
bizim bağlara…” dediğinde Ece’nin karşısında kaşlarını kaldırdığını görüp lafı
çevirdi “…keşke talip olsaydı. Ona satar biz de gözümüz arkada kalmadan
yaşardık.” dedi.
“İstemeyiz.
Bizim yeterince bağımız var.” O an kapı zilini duyup Ece’ye döndü. “İlkaylar mı
geldi? Kapı çaldı.”
Ece
kapıdan başını uzatıp gelenleri görünce babasına “Evet, seni kaldırayım mı
artık?” diye sordu. Osman Bey’in kafası ile onaylamasından sonra, yatağın
yanına gelip zayıflamış, küçük bir çocuk gibi kalmış adamı yerinden kaldırdı.
Toprak da yardım etmek için diğer yanında duruyordu. Ece alışkın hareketlerle
babasını kaldırdı. Küçük oksijen cihazını diğer eline aldı. Ani sıkıştırmalar
için ya da uzun oturuşları için tedbir alıyorlardı.
“Ece
bana bırak babanı, sen önden git.” Kuvvetli kolları ile rahatlıkla destek oldu
yaşlı adama. Ece iki adım önlerinde mutfağa doğru gidiyordu. Misafirleri çoktan
girmişti mutfağa.
İlkay,
İsmail ile annesini evdekilere tanıştırıyordu. Toprak ile göz göze geldiğinde
bir an durmuş, sonra Ece’ye bakmış ve kendini toparlayıp onu da tanıştırmıştı.
Ece İsmail ile selamlaşıp annesine hoş geldiniz diyerek masaya buyur etmişti. İkisine
de özel bir ilgi göstermemişti.
Uzun
bir kahvaltı olacaktı.
İsmail
ile Toprak tam karşısında yan yana oturmuştu. Ece onların hallerine gülecekti
neredeyse. Tüm ilgisini Toprak’a yöneltmişti. Ara sıra İsmail ile de konuşuyor yine
de yakınlık göstermemeye çalışıyordu. İlkay ve babası neler olduğunu anlamaya
çalışırken, Asude soru dolu bakışlarını Ece’den ayırmıyordu. Ece ise tüm
bunlardan habersizmiş gibi bağlardan, atlardan ve annesinin yaptığı reçellerden
bahsediyordu. Yine laf arasında değil reçel yapmayı, reçel kavanozlarının
kapağını bile açmaktan aciz olduğunu söylemişti.
Toprak da içinde kabaran kıskançlığı bir yana
bırakmış Ece’nin tüm ailenin önünde sergilediği oyunu keyifle izliyordu.
Yengesi haklıydı, bu kız istemediği dünürleri defetmeyi biliyordu.
Uzun zamandır aklını kurcalayan İsmail’in yakışıklı
ve efendi biri olduğunu anlamak biraz canını sıkmıştı. Onun bakışlarının Ece
ile kendi üstünde gezinmesi ise o sıkıntıyı yok ediyordu. O da anlamıştı
aralarında bir şeyler olduğunu. Zaten kendisi saklamaya çalışmıyordu. Boş
bulunup canım dememek için kendisini zorlamasından başka bir sorunu yoktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder