7 Ekim 2015 Çarşamba

YAKIŞIKLI 3. Bölüm

Ece, onları mutfakta bırakıp babasının odasına doğru yürüdü. Dış kapıdan girmeden üstündeki tozları silkelese de pis olduğunu biliyordu. O yüzden kapının ağzından seslendi babasına. “Baba, beni mi aradın? Nasılsın? Bir şey mi istiyorsun?” Onun odasında toza yer yoktu. O yüzden bu oda, evin diğer odaları gibi odun ya da kömür sobalarıyla değil elektrik ile ısıtılıyordu.
Babası eli ile hayır der gibi bir hareket yapmış ama bir şey dememişti. Ece o an konuşturamayacağını bildiği için kapıdan ayrıldı. Duş yapmak için en üst kata çıktı. Kalabalık ailenin büyük evinin en güzel tarafı buydu. Her katta ikişer banyo vardı. Kimse sıra kavgası yapmıyordu. İlk yapıldığında üç katlı evin üst katı erkeklerin orta katı kızlarındı. Üst katta sadece Ersin kalınca Ece de o kattaki büyük odaya taşınmıştı. Bu odanın manzarası çok güzeldi. Neredeyse tüm köyü görüyordu. Cami ve imamın evi ile köy kahvesi hemen ayırt ettiği yerlerdi.

Banyoya doğru yürürken yine gözüne çarpan tavanındaki lekeye baktı. Yazı beklemeden damın elden geçirilmesi gerekiyordu. Kar yağınca iyice büyümüştü leke. Bahar yağmurları gelmeden yapılması lazım, diye aklına not etti. Duşa girdiğinde düşünceleri yine babasının az önceki haline kaydı… Koah amfizem teşhisi koyulalı üç yıl olmuştu ama hala alışamamışlardı. Dönümlerce araziyi ve oradan elde edilen ürünleri, o ürünlerden elde edilen şarapları hep o idare ederdi. Tüm işleri artık Ece takip ediyordu. Aslında rahatsızlığı artmaya başladığı yıllarda durumun böyle olacağını tahmin etmiş ve Ece’yi daha da sıkı yetiştirmişti. Artık ilk zamanlardaki gibi tedirgin değildi, işleri rahatlıkla idare edebildiğini biliyordu.  
Babası, topraklara ağabeylerinin değil de Ece’nin sahip çıkacağını hep biliyordu.  Alışılagelmişin aksine iki oğlu da toprak ve çiftlik işlerinden uzaktı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın onları bağ ile bir araya getirememişti. Oysa Ece için hiç çaba sarf etmemişti. Ece, kendini bildi bileli her fırsatta bağlarda çalışmıştı. Ne Osman beyin, ne de Ece’nin küçükler hakkında bir yorumu yoktu. Onların zamanla ne yapacaklarına karar vereceklerini biliyordu. Belki bambaşka meslekler seçecekti üçü de.
Duşun altında kardeşlerinin karakterlerini düşünüyordu. Kendisi ilk bağ bozumunu beş yaşında yapmıştı. Oysa üç küçük kardeşi de daha geçen seneye kadar hiç bağbozumuna katılmamıştı. Onlar için üzümlerin toplanmasının önemi yoktu. Nasılsa toplanmak için yetiştiriliyorlardı. Önceki yaz, artık turizm işi yapan bir üniversite arkadaşı, bağ bozumunu merak eden şehirli bir grup genci köye getirdiği için katılmışlardı. Kız kardeşlerinin asıl katılma amacı gelen genç kızların kıyafetlerini, saçlarını ve bağbozumuna gelirken bile yaptıkları makyajlarını incelemekti. Ersin ise yaşı büyük genç kızların etrafında dolaşırken erkekliğe attığı ilk adımların etkisindeydi. Üzümler toplanırken şehirden gelenlerden daha acemi oldukları anlaşılmasın diye işçilere emir yağdırmaya kalkışmalarına Ece hala gülüyordu.
Duştan çıkıp havlusuna sarındı. Saçlarını da başka havlu ile toparlamaya uğraştı. Biraz uçlarından kestirsem mi diye düşündü. Beline kadar inmişti kahverengi saçları. Yaz geldiğinde aralarda sarı tutamlar oluşuyordu. Boya parası vermeden renk değiştirdiği için memnundu halinden.
Kahverengi saçlarını babasından, yeşil gözlerini annesinden almıştı. Boyunu da babasından alsa daha mutlu olacaktı. Oysa o da annesi gibi minyondu. Annesine benzemesini istemediği diğer bir nokta da kilosuydu. Oldukça kiloluydu Hülya Hanım. Ece şimdilik korkmuyordu bundan. Çünkü çalışma temposu zaten kilo almasını engelliyordu. Annesi gibi altı tane çocuk doğurmaya da hiç niyeti yoktu. Annesi son iki çocuğunu doğurduktan sonra doğum kilolarını verememişti. Arada bir babası “Ersin’in acaba ikizi içerde mi kaldı? Bir baktırsaydık!” derdi. Annesi ise bu şakaya kızacağına güler, ‘Onu saklıyorum ilerde bebek sevmek istersek torunları beklemeye gerek kalmaz’ diyordu.   
Giyinmek için dolabını açtığında kotlarından birini aldı. Sabah giydiği şalvarla üşümüştü. İçine yünlü iç çamaşırlarını giydi. Üstüne de yünlü gömleklerinden birini giyecekti. Kalın çorapları da çekmeceden çıkarttı. Kısa süre sonra bunlar da toz içinde kalacaktı. Günlerdir ne kar ne de yağmur yağmamış, toprak kurumuştu. Bağ çubuklarının dipleri kazıldıkça ortalık toz içinde kalıyordu. Eskiden babasının giydiği meşin yeleğini de kapının ardından aldı. Annesi görünce yine sinir olacaktı! Eski püskü şeyi neden giydiğini soruyordu her seferinde. Ece ise sadece omuz silkiyordu. Çünkü giyme nedeni rahat hareket etmesi ve sıcak tutmasıydı.
Şubat ayının sonunun gelmesine rağmen hava hala kırılmamıştı. Kar bekleniyordu. En sonunda yeni bir yazma çıkarttı çekmeceden. Saçlarını kurutup ördükten sonra yazmayı ensesinde gevşek bir düğümle bağladı. Sözde tozdan korumak için takıyordu ama o tozlar her yere girmeyi başarıyordu.
Mutfağa girdiğinde masa hazırdı. Kendisini beklerken konuşmaya devam eden üçlüye küçükler de katılmıştı. Hafta içi okul dönüşü saati akşamüstünü bulduğu için sadece hafta sonu hep birlikte öğlen yemeği yiyebiliyorlar, o zaman da tüm enerjilerini masada sergiliyorlardı.  Annesinin özellikle Ersin ile her yemek öncesi yaptığı el yıkama kavgası henüz sonuçlanmamıştı. Ersin inatla yıkadığını söylüyor ama annesi aksini iddia ediyordu. Sonunda kaybeden elbette Ersin oldu.
 Yoğun bir gün yaşıyordu. O nedenle hemen oturdu masaya. Ne kadar çabuk yerse o kadar çabuk işe dönecek ve erkenden de eve geri gelecekti. O yüzden kimseye çok takılmadan yemeğini yemeye başladı. Asude ile konuşmak hep hoşuna gitmişti. Annesi ile yengesinin ağırdan aldığını görüp “Oyalanmayın hadi, kahve içmeye vaktimiz olsun. Çok işim var.” dedi.
“Patron mu bekliyor?” Asude takılıyordu.
“Uğraşma benimle, patron da ben, işçi de ben. Ben çalışmazsam onlar hiç çalışmaz.”
“O yeleği mi giyeceksin yine?” Ve işte annesinden beklenen cümle duyulmuştu.
“Nesi varmış yeleğimin?”
“Asude sana diyorum işte, dört oğlum iki kızım var diye!”
“Anne, istersen Eray ağabeyimin düğününde giydiğim elbiseyi giyeyim traktöre binerken?”
“Sen zaten ya düğüne ya yemeğe süslenirsin. Bir de bizler için süslensen?”
“A anne yemek dedin de, üç hafta sonra benim atlardan biri koşacak. Az önce tarihi bildirdiler. İki tayı da satış için götürüyorum. İki gece üç gün kalacağım İzmir’de. Ali seyis önden gidecek. O atlarla kalacak, ben de bir gece kızlarla yemeğe gideceğim.”
“Aman iyi gidersin. Alıştık zaten yarışlarına senin. Yeni atı mı götüreceksin?”
“Yok, anne o daha koşamaz. Hem gücü yok, hem yaşı tutmuyor yarışmaya.”
“Tamam dedesinin torunu, ben anlamam. O zamana kadar bağların işlerini de kolaylamış olursunuz herhalde?”
“İşin çoğu biter! İşler bitmeden gidecek olsam bu hafta da giderdim. Tam bizim mesafeler var bu hafta ama iş çok, haftaya yağmurlar gelecek. O yüzden benim atlar gidemeyecek. Hadi beni oyalamayın siz de çabuk yiyin yemeğinizi. Kahve içmeden gitmek istemiyorum.”
Gelin kaynana bakışıp gülüştükten sonra biraz daha hızlı yediler yemeklerini. Çiftliğin işlerinin bitmediğini hepsi biliyordu. Sinem ile Ersin çoktan yiyip kalkmıştı masadan. Ayşe abla dördüne kahve yapıp geldi. Sibel’in kahve bekleyen ama bulamamış bakışları ile oflayarak kalkışı herkesi güldürdü. Annesinin inatlarından biri on sekiz yaşından önce kahve içirmemesiydi. Büyüdüğünüzü anlayın, derdi. Sibel belki yengesinin sayesinde bu kuralı deleceğini düşünmüştü ama Ayşe abla da annesinden geri kalmıyordu. Ece kahvesinden ilk yudumu alırken bir yandan da masanın üstündeki kirli tabakları üst üste yığıyordu. Ayşe ablanın en sevdiği şey tabaklar öyle dururken keyif yapmaktı. Tuhaf bir keyif anlayışı vardı. Eskiden kahvenin yanında mutlaka sigara da içilirdi ama babasının hastalığından sonra tamamen bırakmıştı tüm ev halkı sigarayı.
“Sen gitmeden atların yarışamıyor mu? Neden her seferinde sen de gidiyorsun?” Asude soruyu sorarken bıyık altından gülüyordu. Kahvesini yudumlarken aklına gelen bu noktayı açıklığa kavuşturmaya çalışıyordu. Bir yandan da kayınvalidesinin aklına bir şeyleri getirmekti amacı. Ece, onun ne yapmaya çalıştığının farkında gözlerini kısarak baktı. Dişlerinin arasından, “Ben atlarımı koşarken izleyemeyeceksem neden yetiştiriyorum yenge? Elbette bensiz koşamazlar.” Diye yanıtladı. Asude kahkaha atmamak için dudaklarını ısırıyordu. Olanlardan habersiz olan annesi ise “O ev işi yapmasın da ne olursa yapsın, Asude. At peşinde koşsun, bağlara koşsun, milletin bağlarının işine koşsun!”
“Annem, amca ile yenge Allah razı olsun diyor ya, bundan büyük kazanç mı var?” Annesine yanıtı verirken yerinden kalkmış, kızgın bakışları altında meşin yeleğini giyip kapıya ulaşmıştı bile.
Evin önündeki bahçe güller ve ağaçlarla süslüydü. Annesinin bağlar ile hiç ilgisi yoktu ama çiçeklere çok düşkündü. Oğullarının da kendisine benzediğini söylerdi. Yeşillikleri saksı boyutunda severdi ağabeyleri. İki aya kadar açacaktı güller. Ece o zaman bahçenin görüntüsüne bayılıyordu. Hızlı adımlarla bahçeyi ve ağaçlıklı yolu da yürüyüp küçük traktörün olduğu yere ulaştı.
 Krizma* yapacaktı. İşçiler de bağ köklerindeki piçleri** ve eski kökleri budayacaktı. Tepelerin üstündeki kekiklerin kendiliğinden büyümesi hep büyüleyici geliyordu. Doğanın kendisini yenilemesi yaratanın büyüklüğünü ispatlar gibiydi. Traktörün üstünde ayağa kalkıp çevreyi kolaçan etti. İleride adamları gördü. Çoğu çalışıyordu.
Yağmurlar başlamadan önce ilaçlamalar da yapılmalıydı. Aşılama için ayırdığı bir bölümü kimseye elletmiyordu. Yeni bir üzüm yetiştirmek istiyordu. Böylece kendi bağlarının özel bir üzümü olacaktı. Kim bilir belki o üzümden güzel de bir şarap üretebilirdi. Önceki sene denediği aşılardan elde ettiği üzümlerin ölçüleri ve tatları tam istediği gibi olmuştu. Onlardan alacağı üzümün şaraba vereceği tadı tahmin edebiliyordu. Daha büyük bir alanı aşılayacak ve yeni üzümden ilk hasat şarabını yapacaktı. Eğer yanılmıyorsa hayallerini gerçekleştirebilecekti. Kendi adını verdiği bir şarap üretmeyi hep hayal etmişti.
Traktörü çalıştırdı ve hayallerinden kopup gerçeklere döndü.
Çok işi vardı.

Krizma* toprağın bellenmesidir.
Piç** Bitkilerin dibinden çıkan yeni sürgünler. Bitkinin gücünü almaması için temizlenir.

*****

Telefonun ucunda beklerken sinirden saçlarını elleri ile geriye doğru tarayıp duruyordu. Adamlar sıkıştırıyordu ve o hâlâ bir arpa boyu yol alamamıştı. Kendisini belli etmeden istediğine ulaşması gerekiyordu. Aksi halde ne ailesine hesap verebilirdi ne de içinde bulunduğu durumdan kurtulabilirdi. Telefon beşinci çalışında açılınca dilinin ucundaki küfürleri yuttu.  
“Yeni haber var mı?”
“Yok patron. Bağların arasında dolanıp duruyor. İstediğin zaman bir kamyonla kaçırabilirim. Böylesi hem kolay hem de hızlı olur.”
“Saçmalama. Sana fikir üretmen için değil sonuç alman için para ödüyorum. Çalarsam satamam. Önemli olan onu satabilmem! Sen şimdi diğer tayların durumunu öğren. Satışa getirecekse kesinlikle haberim olsun.”
“Satış tarihleri belirlenince bize de haber verecektir. Bugün yarın belli olur. Belki adsızı da satar.”
“Yarış adını verdi mi?”
“Hayır, daha vermedi.”
“O zaman satacaktır. Yoksa adını koyardı. Sattığı atların hiç birine yarış adını vermedi o. İnşallah öyle olur da ben de başımı derde sokmadan hallederim işleri.” Bunu söylerken bile başının büyük dertte olduğunu düşünüyordu. Pahalı zevkleri vardı. İyi evler, iyi kadınlar ve gösterişli bir hayat… Ne yazık ki bunlardan aylardır uzaktı. Çevresi kendisinden uzaklaşıyordu. Aldığı borçların faizleri kabarıyordu. Kısa süre içinde tüm bunları çözüme kavuşturması gerekiyordu.
Telefondaki ses çok zeki olduğunu belli etmeye çalışarak konuşmaya devam ediyordu.“O zaman kendisini toparlamasını ve daha çok para etmesini bekliyordur.” ‘Ah zeki adam, nasıl da düşündü?’ Gülmemek için kendini tuttu. “Haklısın. Kesin öyle düşünüyor. Toparlıyor kendisini değil mi?”
“Evet, geldiğinden çok daha iyi! Çalışmalara başlamadı ama koştuğu zaman kanatlanıyor sanki.”
“Biliyorum. Ben burada olsaydım o atı asla alamazdı. Haberim olmadan satılması kötü oldu.”
“Sen halledersin patron.”
“Yağ yapma da işini yap. Kulaklarını da gözlerini de asla kapatma. Her şeyi bilmek istiyorum.”
“Emredersin patron. Sen merak etme.”

 Telefonu kapattığında ‘bu iş birkaç aya hallolmazsa sana emredecek bir patronun olmayacak’ diye düşündü. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder