“Halden dönmeniz
neden bu kadar uzun sürüyor? Sadece ikiniz gittiğinde işler yavaşlıyor. Bundan
sonra asla birlikte hale gitmeyeceksiniz. Servis saati geldi daha yemeklerin hazırlığı
bile başlamadı.” Mutfağın ortasında durmuş diğerlerinin izlemesine aldırmadan
on sekiz yaşındaki iki aşçı yamağına bağırıyordu. Bu kez sinirlerine hâkim
olamayacağını biliyor, sakinleşmek için kendini telkin etse de işe yaramadığını
da görüyordu.
Akşamdan beri
sinir krizinin eşiğindeydi. Geç vakitte yaptığı telefon konuşmasından sonra
biraz daha çalışmış ve hesaplarını kontrol etmişti. Atlanmış bir ödeme yüzünden
şimdi muhasebecisi ile kavga etmesi gerekecekti. Başını yok yere derde
sokmasının bedelini ödemesi gerekiyordu.
“Patron, inan
yükün boşaltılmasını bekledik. Akşamki yağmurdan köprü zarar görmüş, geç gelmiş
tüm kamyonlar. Kime istersen sor.” Gözünün içine bakarak yanıt verdiğini görüp
bu kez doğru söylediğini düşündü. Sesindeki sert ifadeyi bozmadan yanıtladı.
“Kimseye sormayacağım. Bu sonuncunun mazereti olsa bile öncekiler için mazeret
yok. Bundan sonra birlikte gitmeyeceksiniz. Hadi hemen boşaltın arabayı. Aşçı
sizi bekliyor.”
Kendileri sebze
haline gitmeye başlamadan önce, bir firma her günün siparişini sabahtan kapıya
teslim ediyordu. Gelen ürünün kalitesinin düşmesi, firelerin artması yüzünden
alışverişi kendileri yapmaya başlamışlardı. Bir önceki günden ertesi güne neler
alınacağını tespit ediyorlar, ertesi sabah erkenden sırası gelen iki kişi hale
giderek alışverişi yapıyordu. Sadece et ve balık alımlarında kendisi ya da baş aşçıları gidiyordu. İki
ürünün de alımında başkalarına güvenemezdi. Kalitesinden ödün veremezdi.
İzmir’in en büyük ve lüks lokantalarından birinin sahibiydi. Yıllarını
verdiği lokantası artık hak ettiği başarıya ulaşmıştı. Üniversitede okurken
çalıştığı köfteci ilk işiydi. Sonra babasını ikna etmiş ve tek katlı küçük bir
lokanta açmıştı. Ustasının izni ile köfteyi kendi lokantasının özel yemeği
yapmıştı. Zamanla yeni yemekler eklemiş ve mutfaktaki başarısını her geçen gün
katlamıştı. Anne ve babasının tüm şaşkın bakışlarına ve cılız itirazlarına
rağmen bunu yapmış ve başarmıştı. O lokantadan elde ettiği kazancı iyi
değerlendirmiş, çevresini kullanmış ve zenginlerin de uğrak yeri olan bir
lokantanın sahibi olmuştu.
İki yıl önce, bu üç katlı ve her katında farklı müşteri tiplerine
hizmet verilen yere taşınmıştı. Her katın aşçısı da, garsonu da, müşteri grubu
da ayrıydı. Kim nerede yemek istiyorsa, nerede rahat edeceğini hissediyorsa o
katta yemek yiyebiliyordu. Giriş katı, öğlen ve akşam yemeklerinde daha yöresel
tatları tercih edenlere hizmet ediyordu. Gelir düzeyi ne olursa olsun o katta
yemek yiyebilirdi müşterileri. Orta kat ise daha pahalı bir mutfak hizmeti veriyordu.
Haftanın belli günlerinde farklı ülkelerin yemeklerini, diğer zamanlarda ise
Türk mutfağının seçkin lezzetlerini müşterilerine sunuyorlardı. En üst kat
gündüz hafif yiyeceklerin eşliğinde çay-kahve içmek isteyenlerin, gece ise daha
çok alkol almak isteyenlerin ortak yeriydi. Bazı akşamlar canlı müzik vardı ve
her zaman loş olan ortam özellikle gençleri çekiyordu.
Toprak, her geçen gün büyüyen lokantasından aldığı keyfi başka hiçbir
şeyden alamıyordu. Bir aydır lokantası eğitim de vermeye başlamıştı. Aşçıları,
yeni aşçılar yetiştirmek için kurs veriyordu. Bunun aslında bir nedeni de yeni
bir lokanta daha açmak istemesiydi. O lokantasını da kendi yetiştirdiği
aşçılara emanet etmek istiyordu. Gerekli parayı bulduğu takdirde yeni lokantayı
da açacaktı. Önündeki birkaç ay yeni kararları hayata geçirmek için planlar ile
geçecekti.
Üçüncü kattaki büro olarak kullandığı küçük odaya girdiğinde aklında
ajandasındaki onlarca iş vardı. Sıra ile halletmeli ve çarşamba günü köyde
olmalıydı. Ne kadar zaman geçmişti? Galiba on yıl. Evet, okul ve iş kurma
derken on yıldır köye uğramamıştı. En son üniversitede okumak için İstanbul’a
yola çıkacakken gitmiş, halasının ve amcasının elini öpmüştü. O zamandan beri
de o tozlu yollara gitmek içinden gelmemişti. İşin gerçeği de buydu. Gitmek
istemiyordu. Telefon ile irtibat kurmak hep daha kolay gelmişti. Çocukça
düşünüyordu aslında. Kim bilir neler değişmişti köyde? Belki de eskileri
anımsayan kimse kalmamıştı… Ajandayı kapatıp koltuğunu cama çevirdi. Gökyüzüne
bakarak köyü ve son zamanlarda yaşanılanları düşünmeye başladı.
Annesi ile babası zaten İzmir’de yaşıyordu. Üç ablası da farklı
şehirlerdeydi. Sadece kendisinden bir buçuk yaş büyük olan Serap İzmir’de
yaşıyordu. Serap ile sık görüşse de diğer üç ablasını yılda bir ya da iki kez
bayramlarda görürdü. Köyde sadece amcası ile halası kalmıştı. Amcasının ve
halasının hiç çocuğu olmamıştı. Babasının ise iki kardeşinin aksine tam beş
çocuğu olmuştu.
Hasan amcasının ağırlaştığı haberi gelince, annesi ve babası hemen
gitmişti köye. Kendisi de işlerini ayarlamak için uğraşıyordu. Cumartesi
günleri en yoğun günüydü. Pazar günü de büyük bir yemek organizasyonu vardı.
Misafirlerin yurt dışından gelecek olması ertelemesini engelliyordu.
İşleri ayarlayıp bu haftada birkaç günü boşa çıkartmalıyım, diye düşündü.
Kendisi gitmeden amcasına bir şey olursa babası asla affetmezdi. Bu kez durum
gerçekten ciddiydi!
Amcası aslında son bir yılı hep ağır hasta olarak geçirmişti. Bir akşam
haber gelir, çok fena derdi yengesi. Ertesi sabah anneleri yola çıkmak
üzereyken arar, iyi iyi düzeldi, derdi. O yüzden bu sefer de aynısını
beklemişler ama sabah da ağır haberi gelince hemen yola çıkmışlardı. Amcası,
yıllardır hem kendi hem de babasının yerlerinin başındaydı. Babası, İzmir’e
gelirken miras kalan yerleri ve satın aldığı bağları kardeşine emanet etmişti.
Aslında ağabeyine devretmek istemiş ama amcası bunu kabul etmemişti. ‘Senin
çocukların zamanı gelecek dedelerinden kalma topraklarına geri dönecekler
belki. Sen nasıl onların mirasını bana devretmeye kalkarsın?’ diye çıkıştığında
babasının ‘Ama ben o toprakları süremem, bakamam, üzümleri toplamaya gelemem.
Hepsiyle sen uğraşacaksın bana da onlardan kazanılacak parayı mı vereceksin?
Bunu kabul edemem.’ dediğini anımsıyordu. İki kardeş sonra ortak bir yol
bulmuştu.
Babası, köydeki işlerle uğraşmıyor ama bağlardan alınan ürünlerin yaş
ve fıçılanmış olarak satışını organize ediyordu. Bunlardan gelen paranın
yatırıma dönmesi ile hep babası ilgileniyordu. Ürettikleri şaraplar kendi
adları ile değil, anlaştıkları firmaların adları ile şişeleniyordu. Bir bağın
şarabını ise kendileri için şişeliyor ve Toprak’ın lokantasında müşteriye
sunuyorlardı.
Son bir yıldır abisinin ağırlaşması ile babası da işi artık bırakmak
istediğini söylemeye başlamıştı. Toprak, babasının abisine bir şey olursa
bağları satmak istediğini biliyordu. Zaten uzun zamandır bundan bahsediyordu.
Amcasının hastalığı bunun için vesile oluyordu. Toprak, bir yandan tüm bağları
kopacağı, köyde yerleri kalmayacağı için üzülüyor olsa da diğer taraftan
bakılmayan toprağın değer kaybedeceğini biliyordu.
Kötü düşünmek istemiyordu ama engel de olamıyordu. Çünkü hâlâ
amcasından iyi bir haber gelmemişti. Bazı şeylerin sonuna geldiklerini
anlamanın üzüntüsü ile camdan bakmaya devam etti.
Bazen köye dönmek ve eski günlerdeki gibi amcasına yardım etmek istese
de lokantacılık kanına işlemişti. Eskiden olsa bağcılık yaparım derdi.
İlkokula başlarken İzmir’e yerleşmişler, ara ara köye ziyarete gelmişlerdi.
Toprak, bağların görüntüsünden, işçilerin çalışmasından ve dallardaki
üzümlerden çok etkilenmişti. On yaşından on yedi yaşına kadar tüm yaz
tatillerini amcasının yanında geçirmişti. Bunda başka etkiler de vardı. Son yaz
tek ilgilendiği bağlar değildi!
Ece’yi düşününce yüzünde gülümseme oluşuyordu. İnatçı ve sopalıktı.
Kendisi ile zıtlaşırdı hep. Acaba yine öyle miydi? Evlenmiş miydi? Öyle olsa
yengesi söylerdi. O kızı kim alırdı ki? Gözleri inatla kısıldığında koyu yeşil
oluyordu. Çok iyi anımsıyordu bunu. İki de ağabeyi vardı. Onları da çok iyi
anımsıyordu! Kendisini korkuttukları günü unutmayacaktı. Tam öperken
yakalanmıştı onlara! Ece bilmese de Toprak biliyordu yakalandıklarını. Görmüştü
ikisini de ama o sırada dudakları Ece’nin dudaklarına çok yakındı. Korku ile
çekilirken yanağının hemen dudakla birleştiği yere küçük bir öpücük
kondurabilmişti. O anki heyecanı öpmekten mi yakalanmaktan mı hâlâ bilemiyordu.
Gülümsedi o anları düşününce. Ne kadar masumlardı o zamanlar… Ya şimdi?
Son zamanlarda bağlarda işlerin nasıl yürüdüğünü sormamıştı kimseye.
Aklına bile gelmemişti. Yengesi de yaşlıydı ve bilirdi ki kadınları dinlemezdi
işçiler. Bağlar ne hale gelmişti acaba? Satılacak bile olsa iyi halde olmaları
önemliydi. Eğer ürünler kötü ise yeni işçiler tutup bir an önce bakıma
aldırmalıydı bağları. Ya da kötü yerleri düzelttirirdi. Tarih olarak uygun
muydu acaba? Biraz araştırması gerekecekti. Amcası ölmüş gibi düşünmek canını
acıtıyordu ama iyileşmeyeceğini biliyordu. Kanser tüm vücudunu sarmıştı. Son
kontrolden sonra doktorlar ‘bir-iki hafta daha belki’ demişlerdi. Bir ay
geçmişti üstünden. Artık umutların tükendiğini biliyordu herkes. O yüzden neler
yapılacağını birinin salim kafa ile düşünmesi gerekiyordu. Bunlara sonra karar
verilir diyerek işlerine dönmek için koltuğunda dikleşti. Ajandadaki işleri
kontrol ettiğinde tahmininden az işi kaldığını görüp sevindi.
Bir sonraki sayfada Feza’nın doğum günü not edilmişti. Neyse ki artık
onun doğum gününü kutlaması gerekmiyordu. Acaba kutlasa mıydı? “Oğlum, kendi
elinle boynuna ilmek mi geçireceksin? Kızı aptalca kıskançlıkları yüzünden terk
ettin. Yeniden o günlere mi döneceksin? Deli gibi para harcatıyordu.
Çalışmamış, para nasıl kazanılır bilmeyen birisi ile olursan cüzdanının
hafiflemesine de katlanırsın. Artık akıllan!”
Ajandadaki notun üstünü karaladı.
*****
İlkay Kılıç, akşam geç saatte köy evinin yoluna girdiğinde çok
yorgundu. Kız kardeşinin omzundaki işlerin bir kısmını almak istese de vakti
yoktu. Eray da diğer dükkânda kendisi gibi geç saatlere kadar çalışıyordu.
İşleri iyi olduğu için istedikleri zaman kapatıp çıkamıyorlardı. Ancak hafta
sonları köye gelip hal hatır soracak kadar vakit ayırabiliyorlardı. Her ne
kadar iki kardeş işletiyor olsa da dükkânların kazancı aile kazancıydı. Aynen
bağların kazancı gibi! İki iş de çok iyi gidiyordu. Köydeki yaşam zaten çok
daha ucuzdu. Bu sayede yeni yatırımlar için hareket etmek kolay oluyordu.
Ailesi ile konuşacağı yeni bir iş vardı. Bakalım ne karar çıkacak diye düşünüp
iyice yavaşlattı aracını. Kapıya yanaştığında küçüklerin evden fırlamasını
bekledi. İşte hepsi arabanın etrafına doluşmuştu bile. Sırada anası ve karısı
vardı. En son da Ece çıkacak ve sitem dolu bakışlarla süzecekti. Tam düşündüğü
gibi olmuştu!
“Dağılın bakalım veletler. Önce anam.” Hülya Hanım oğlunun önceliği
olmayı seviyordu. Gelinini sevse de ondan önce gelmek hoşuna gidiyordu. Asude
de bunu bildiği için hep bir adım arkada kalıyordu.
“Amanın a yavrum, nassın eyimin? Gözümün nuruuu”
“Eyyim anam eyim, sen nassın?”
Ana oğlun sarılıp konuşmasından sonra sıra kardeşlere geldi. En son Ece
ile kucaklaştılar.
“Nassın abim?”
“Kızım bari sen bozma şivemi. Düzeltene kadar akla karayı seçtik
zaten.”
“Düzelmezzzz. İki kişi bir araya geldik mi mutlaka bozuluyor. Yok ya ne
bozulması normale dönüyor.” İki kardeş gülüşerek içeri girdi.
Üçkardeş de okul zamanı mümkün olduğunca düzeltmişti şivelerini ama dedikleri
gibi bir araya geldikleri anda yine hem yöreye hem köye özel kelimeler uçuşmaya
başlıyordu. Elbette bundan kimsenin şikâyeti yoktu. Ama asıl sorun başkaları
ile bir araya geldiklerinde yaşanıyordu. Özellikle Ece sık sık İzmir’e gittiği
ve toplantılara katıldığı için çok dikkat ediyordu. Çünkü Denizli şivesinde
“e” ve “i” halleri başkalarının anlayamayacağı kadar karışıyordu.
Asude’yi yanağından öpüp, elini belli etmemeye çalışarak karnına koydu.
“Nasılsın canım?”
“İyiyim, hadi babana uğra da yemeği soğutmadan otur. Ayşe abla biraz
daha gelmeseydin seni aç bırakacaktı, haberin olsun.”
“En az yirmi yıldır öyle der ama kimseyi aç bıraktığı görülmedi daha.
Hele de torun gelirken kıyamaz bana.” Ayşe abla sözde kızgın gözlerle baktı ama
sonra dayanamayıp kendi çocuklarından ayırmadığı İlkay’a sarıldı. “İlk aç kalan
olmak istemiyorsan hemen git babanın yanına. Özledi seni.” deyip tekrar mutfağa
girdi.
Ellerini yıkayıp babasının yanına gittiğinde Osman Beyi kapıya bakarken
buldu. Oğlunu beklediği belliydi. İlkay kısa süre sarıldıktan sonra sanki hasta
değilmiş gibi normal konulardan, işten, futboldan konuştu bir süre. O konuşuyor
babası da gülen gözlerle dinliyordu onu. Biraz eski tanıdıklardan da söz
ettikten, selamlarını ilettikten sonra yemeğe gelip gelmeyeceğini sordu. Çoğu
akşam gibi yine katılmak istemediğini söylemişti Osman Bey. “Hadi sen mutfağa
geç, annene de söyle benim yemeğimi getirsin.” İlkay mutfağa geçmeden önce
tekrar banyoya giderek yüzünü yıkadı. Babasının durumu her geçen gün kötüye gidiyordu.
Üzülmemek mümkün değildi.
*****
Telefon konuşmasından sonra uzunca bir yol yürümüş ve şişeyi sakladığı
yere ulaşmıştı. Yeni plan hoşuna gitmese de itiraz edecek durumda değildi.
Elindeki küçük şişeyi cebine sokup yürümeye başladı. Dönüş yolu gözüne daha da
uzun gözüktü. Neler yapıyordu böyle? Para için yapıyordu ama ya yakalanırsa?
İşte o zaman biterdi… Yakalanmayacaktı.
“Bu gece bitecek bu iş. Kayıplara dayanamaz üzülür. Kadın haliyle
dayanacak değil ya? Diğerlerini de kaybetmeyi göze alamaz. Patronun istediğini
yapar. Benim de işim biter.”
Keyfi yerine gelmişti. Yürüyüşünü hızlandırdı. Ahırların oraya
geldiğinde etrafı kontrol etti. Seyis ile selamlaşıp iki satır muhabbet
ettikten sonra nöbeti devralmak için ahırdan içeri girdi. Atların kendisini
görüp hafif sesler ile selamlamalarını umursamadan yemlerin olduğu yere geçti.
Çuvalları kontrol etti. İşte aradığı çuvalı bulmuştu. Acele etmeyecekti. Olur
ya adam geri dönerse yakalanırdı.
Yarım saat kadar sonra işi bitmişti. Sabaha kadar nöbet tutacaktı.
Nöbet uykusuz geçmiyordu. Önce biraz telefonunun radyosundan şarkı dinledi.
Sonra da köşedeki yatağa kıvrılıp uyudu. Rüyasında atların çiftelerinden
kaçıyordu. Uyandığında saat dörttü. Birazdan antrenman başlayacaktı.
Rüyasındaki çiftelerin etkisinden bir süre kurtulamadan işleri yapmaya başladı.
Ahırdan çıkmadan önce şişeyi kontrol etti. Uzak bir yere atması
gerekiyordu. Kaldıkları eve gitmek yerine tepelere doğru yürümeye başladı. Yeni
bir sigara yaktı. Sigara içmek sözlü olarak yasaklanmamıştı ama kendisinden
başka için olduğunu sanmıyordu. Kendisi de kimseye göstermeden içiyordu. Göze
batmanın gereği yoktu. İşi bitmeden buradan kovulursa başına neler geleceğini
bilmiyordu. Şişeyi tepeye doğru atmayı düşündü. Sonra vazgeçti. Ece hanım
buralara kadar çıkıyordu. Görür ve neyin ne olduğunu anlar korkusu ile geri
döndü. Köye indiğinde birinin çöpüne atacaktı.
Eve yaklaşmadan önce bir sigara daha içip bitirdi. Bir iki gün sonra
yaşanacak büyük yıkıma kadar yeni bir şeyler yapmasına gerek yoktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder