8 Ekim 2015 Perşembe

YAKIŞIKLI 4. Bölüm

“Halden dönmeniz neden bu kadar uzun sürüyor? Sadece ikiniz gittiğinde işler yavaşlıyor. Bundan sonra asla birlikte hale gitmeyeceksiniz. Servis saati geldi daha yemeklerin hazırlığı bile başlamadı.” Mutfağın ortasında durmuş diğerlerinin izlemesine aldırmadan on sekiz yaşındaki iki aşçı yamağına bağırıyordu. Bu kez sinirlerine hâkim olamayacağını biliyor, sakinleşmek için kendini telkin etse de işe yaramadığını da görüyordu.
Akşamdan beri sinir krizinin eşiğindeydi. Geç vakitte yaptığı telefon konuşmasından sonra biraz daha çalışmış ve hesaplarını kontrol etmişti. Atlanmış bir ödeme yüzünden şimdi muhasebecisi ile kavga etmesi gerekecekti. Başını yok yere derde sokmasının bedelini ödemesi gerekiyordu.

“Patron, inan yükün boşaltılmasını bekledik. Akşamki yağmurdan köprü zarar görmüş, geç gelmiş tüm kamyonlar. Kime istersen sor.” Gözünün içine bakarak yanıt verdiğini görüp bu kez doğru söylediğini düşündü. Sesindeki sert ifadeyi bozmadan yanıtladı. “Kimseye sormayacağım. Bu sonuncunun mazereti olsa bile öncekiler için mazeret yok. Bundan sonra birlikte gitmeyeceksiniz. Hadi hemen boşaltın arabayı. Aşçı sizi bekliyor.”
Kendileri sebze haline gitmeye başlamadan önce, bir firma her günün siparişini sabahtan kapıya teslim ediyordu. Gelen ürünün kalitesinin düşmesi, firelerin artması yüzünden alışverişi kendileri yapmaya başlamışlardı. Bir önceki günden ertesi güne neler alınacağını tespit ediyorlar, ertesi sabah erkenden sırası gelen iki kişi hale giderek alışverişi yapıyordu. Sadece et ve balık alımlarında kendisi ya da baş aşçıları gidiyordu. İki ürünün de alımında başkalarına güvenemezdi. Kalitesinden ödün veremezdi.   
İzmir’in en büyük ve lüks lokantalarından birinin sahibiydi. Yıllarını verdiği lokantası artık hak ettiği başarıya ulaşmıştı. Üniversitede okurken çalıştığı köfteci ilk işiydi. Sonra babasını ikna etmiş ve tek katlı küçük bir lokanta açmıştı. Ustasının izni ile köfteyi kendi lokantasının özel yemeği yapmıştı. Zamanla yeni yemekler eklemiş ve mutfaktaki başarısını her geçen gün katlamıştı. Anne ve babasının tüm şaşkın bakışlarına ve cılız itirazlarına rağmen bunu yapmış ve başarmıştı. O lokantadan elde ettiği kazancı iyi değerlendirmiş, çevresini kullanmış ve zenginlerin de uğrak yeri olan bir lokantanın sahibi olmuştu.  
İki yıl önce, bu üç katlı ve her katında farklı müşteri tiplerine hizmet verilen yere taşınmıştı. Her katın aşçısı da, garsonu da, müşteri grubu da ayrıydı. Kim nerede yemek istiyorsa, nerede rahat edeceğini hissediyorsa o katta yemek yiyebiliyordu. Giriş katı, öğlen ve akşam yemeklerinde daha yöresel tatları tercih edenlere hizmet ediyordu. Gelir düzeyi ne olursa olsun o katta yemek yiyebilirdi müşterileri. Orta kat ise daha pahalı bir mutfak hizmeti veriyordu. Haftanın belli günlerinde farklı ülkelerin yemeklerini, diğer zamanlarda ise Türk mutfağının seçkin lezzetlerini müşterilerine sunuyorlardı. En üst kat gündüz hafif yiyeceklerin eşliğinde çay-kahve içmek isteyenlerin, gece ise daha çok alkol almak isteyenlerin ortak yeriydi. Bazı akşamlar canlı müzik vardı ve her zaman loş olan ortam özellikle gençleri çekiyordu.
Toprak, her geçen gün büyüyen lokantasından aldığı keyfi başka hiçbir şeyden alamıyordu. Bir aydır lokantası eğitim de vermeye başlamıştı. Aşçıları, yeni aşçılar yetiştirmek için kurs veriyordu. Bunun aslında bir nedeni de yeni bir lokanta daha açmak istemesiydi. O lokantasını da kendi yetiştirdiği aşçılara emanet etmek istiyordu. Gerekli parayı bulduğu takdirde yeni lokantayı da açacaktı. Önündeki birkaç ay yeni kararları hayata geçirmek için planlar ile geçecekti.  
Üçüncü kattaki büro olarak kullandığı küçük odaya girdiğinde aklında ajandasındaki onlarca iş vardı. Sıra ile halletmeli ve çarşamba günü köyde olmalıydı. Ne kadar zaman geçmişti? Galiba on yıl. Evet, okul ve iş kurma derken on yıldır köye uğramamıştı. En son üniversitede okumak için İstanbul’a yola çıkacakken gitmiş, halasının ve amcasının elini öpmüştü. O zamandan beri de o tozlu yollara gitmek içinden gelmemişti. İşin gerçeği de buydu. Gitmek istemiyordu. Telefon ile irtibat kurmak hep daha kolay gelmişti. Çocukça düşünüyordu aslında. Kim bilir neler değişmişti köyde? Belki de eskileri anımsayan kimse kalmamıştı… Ajandayı kapatıp koltuğunu cama çevirdi. Gökyüzüne bakarak köyü ve son zamanlarda yaşanılanları düşünmeye başladı.
Annesi ile babası zaten İzmir’de yaşıyordu. Üç ablası da farklı şehirlerdeydi. Sadece kendisinden bir buçuk yaş büyük olan Serap İzmir’de yaşıyordu. Serap ile sık görüşse de diğer üç ablasını yılda bir ya da iki kez bayramlarda görürdü. Köyde sadece amcası ile halası kalmıştı. Amcasının ve halasının hiç çocuğu olmamıştı. Babasının ise iki kardeşinin aksine tam beş çocuğu olmuştu.
Hasan amcasının ağırlaştığı haberi gelince, annesi ve babası hemen gitmişti köye. Kendisi de işlerini ayarlamak için uğraşıyordu. Cumartesi günleri en yoğun günüydü. Pazar günü de büyük bir yemek organizasyonu vardı. Misafirlerin yurt dışından gelecek olması ertelemesini engelliyordu.  İşleri ayarlayıp bu haftada birkaç günü boşa çıkartmalıyım, diye düşündü. Kendisi gitmeden amcasına bir şey olursa babası asla affetmezdi. Bu kez durum gerçekten ciddiydi!
Amcası aslında son bir yılı hep ağır hasta olarak geçirmişti. Bir akşam haber gelir, çok fena derdi yengesi. Ertesi sabah anneleri yola çıkmak üzereyken arar, iyi iyi düzeldi, derdi. O yüzden bu sefer de aynısını beklemişler ama sabah da ağır haberi gelince hemen yola çıkmışlardı. Amcası, yıllardır hem kendi hem de babasının yerlerinin başındaydı. Babası, İzmir’e gelirken miras kalan yerleri ve satın aldığı bağları kardeşine emanet etmişti. Aslında ağabeyine devretmek istemiş ama amcası bunu kabul etmemişti. ‘Senin çocukların zamanı gelecek dedelerinden kalma topraklarına geri dönecekler belki. Sen nasıl onların mirasını bana devretmeye kalkarsın?’ diye çıkıştığında babasının ‘Ama ben o toprakları süremem, bakamam, üzümleri toplamaya gelemem. Hepsiyle sen uğraşacaksın bana da onlardan kazanılacak parayı mı vereceksin? Bunu kabul edemem.’ dediğini anımsıyordu. İki kardeş sonra ortak bir yol bulmuştu.
Babası, köydeki işlerle uğraşmıyor ama bağlardan alınan ürünlerin yaş ve fıçılanmış olarak satışını organize ediyordu. Bunlardan gelen paranın yatırıma dönmesi ile hep babası ilgileniyordu. Ürettikleri şaraplar kendi adları ile değil, anlaştıkları firmaların adları ile şişeleniyordu. Bir bağın şarabını ise kendileri için şişeliyor ve Toprak’ın lokantasında müşteriye sunuyorlardı.
Son bir yıldır abisinin ağırlaşması ile babası da işi artık bırakmak istediğini söylemeye başlamıştı. Toprak, babasının abisine bir şey olursa bağları satmak istediğini biliyordu. Zaten uzun zamandır bundan bahsediyordu. Amcasının hastalığı bunun için vesile oluyordu. Toprak, bir yandan tüm bağları kopacağı, köyde yerleri kalmayacağı için üzülüyor olsa da diğer taraftan bakılmayan toprağın değer kaybedeceğini biliyordu.
Kötü düşünmek istemiyordu ama engel de olamıyordu. Çünkü hâlâ amcasından iyi bir haber gelmemişti. Bazı şeylerin sonuna geldiklerini anlamanın üzüntüsü ile camdan bakmaya devam etti.
Bazen köye dönmek ve eski günlerdeki gibi amcasına yardım etmek istese de lokantacılık kanına işlemişti.  Eskiden olsa bağcılık yaparım derdi. İlkokula başlarken İzmir’e yerleşmişler, ara ara köye ziyarete gelmişlerdi. Toprak, bağların görüntüsünden, işçilerin çalışmasından ve dallardaki üzümlerden çok etkilenmişti. On yaşından on yedi yaşına kadar tüm yaz tatillerini amcasının yanında geçirmişti. Bunda başka etkiler de vardı. Son yaz tek ilgilendiği bağlar değildi!
Ece’yi düşününce yüzünde gülümseme oluşuyordu. İnatçı ve sopalıktı. Kendisi ile zıtlaşırdı hep. Acaba yine öyle miydi? Evlenmiş miydi? Öyle olsa yengesi söylerdi. O kızı kim alırdı ki? Gözleri inatla kısıldığında koyu yeşil oluyordu. Çok iyi anımsıyordu bunu. İki de ağabeyi vardı. Onları da çok iyi anımsıyordu! Kendisini korkuttukları günü unutmayacaktı. Tam öperken yakalanmıştı onlara! Ece bilmese de Toprak biliyordu yakalandıklarını. Görmüştü ikisini de ama o sırada dudakları Ece’nin dudaklarına çok yakındı. Korku ile çekilirken yanağının hemen dudakla birleştiği yere küçük bir öpücük kondurabilmişti. O anki heyecanı öpmekten mi yakalanmaktan mı hâlâ bilemiyordu. Gülümsedi o anları düşününce. Ne kadar masumlardı o zamanlar… Ya şimdi?  
 Son zamanlarda bağlarda işlerin nasıl yürüdüğünü sormamıştı kimseye. Aklına bile gelmemişti. Yengesi de yaşlıydı ve bilirdi ki kadınları dinlemezdi işçiler. Bağlar ne hale gelmişti acaba? Satılacak bile olsa iyi halde olmaları önemliydi. Eğer ürünler kötü ise yeni işçiler tutup bir an önce bakıma aldırmalıydı bağları. Ya da kötü yerleri düzelttirirdi. Tarih olarak uygun muydu acaba? Biraz araştırması gerekecekti. Amcası ölmüş gibi düşünmek canını acıtıyordu ama iyileşmeyeceğini biliyordu. Kanser tüm vücudunu sarmıştı. Son kontrolden sonra doktorlar ‘bir-iki hafta daha belki’ demişlerdi. Bir ay geçmişti üstünden. Artık umutların tükendiğini biliyordu herkes. O yüzden neler yapılacağını birinin salim kafa ile düşünmesi gerekiyordu. Bunlara sonra karar verilir diyerek işlerine dönmek için koltuğunda dikleşti. Ajandadaki işleri kontrol ettiğinde tahmininden az işi kaldığını görüp sevindi.
Bir sonraki sayfada Feza’nın doğum günü not edilmişti. Neyse ki artık onun doğum gününü kutlaması gerekmiyordu. Acaba kutlasa mıydı? “Oğlum, kendi elinle boynuna ilmek mi geçireceksin? Kızı aptalca kıskançlıkları yüzünden terk ettin. Yeniden o günlere mi döneceksin? Deli gibi para harcatıyordu. Çalışmamış, para nasıl kazanılır bilmeyen birisi ile olursan cüzdanının hafiflemesine de katlanırsın. Artık akıllan!”
Ajandadaki notun üstünü karaladı.


*****


İlkay Kılıç, akşam geç saatte köy evinin yoluna girdiğinde çok yorgundu. Kız kardeşinin omzundaki işlerin bir kısmını almak istese de vakti yoktu. Eray da diğer dükkânda kendisi gibi geç saatlere kadar çalışıyordu. İşleri iyi olduğu için istedikleri zaman kapatıp çıkamıyorlardı. Ancak hafta sonları köye gelip hal hatır soracak kadar vakit ayırabiliyorlardı. Her ne kadar iki kardeş işletiyor olsa da dükkânların kazancı aile kazancıydı. Aynen bağların kazancı gibi! İki iş de çok iyi gidiyordu. Köydeki yaşam zaten çok daha ucuzdu. Bu sayede yeni yatırımlar için hareket etmek kolay oluyordu. Ailesi ile konuşacağı yeni bir iş vardı. Bakalım ne karar çıkacak diye düşünüp iyice yavaşlattı aracını. Kapıya yanaştığında küçüklerin evden fırlamasını bekledi. İşte hepsi arabanın etrafına doluşmuştu bile. Sırada anası ve karısı vardı. En son da Ece çıkacak ve sitem dolu bakışlarla süzecekti. Tam düşündüğü gibi olmuştu!
“Dağılın bakalım veletler. Önce anam.” Hülya Hanım oğlunun önceliği olmayı seviyordu. Gelinini sevse de ondan önce gelmek hoşuna gidiyordu. Asude de bunu bildiği için hep bir adım arkada kalıyordu.
“Amanın a yavrum, nassın eyimin? Gözümün nuruuu”
“Eyyim anam eyim, sen nassın?”
Ana oğlun sarılıp konuşmasından sonra sıra kardeşlere geldi. En son Ece ile kucaklaştılar.
“Nassın abim?”
“Kızım bari sen bozma şivemi. Düzeltene kadar akla karayı seçtik zaten.”
“Düzelmezzzz. İki kişi bir araya geldik mi mutlaka bozuluyor. Yok ya ne bozulması normale dönüyor.” İki kardeş gülüşerek içeri girdi.
Üçkardeş de okul zamanı mümkün olduğunca düzeltmişti şivelerini ama dedikleri gibi bir araya geldikleri anda yine hem yöreye hem köye özel kelimeler uçuşmaya başlıyordu. Elbette bundan kimsenin şikâyeti yoktu. Ama asıl sorun başkaları ile bir araya geldiklerinde yaşanıyordu. Özellikle Ece sık sık İzmir’e gittiği ve toplantılara katıldığı için çok dikkat ediyordu. Çünkü Denizli şivesinde  “e” ve “i” halleri başkalarının anlayamayacağı kadar karışıyordu.
Asude’yi yanağından öpüp, elini belli etmemeye çalışarak karnına koydu. “Nasılsın canım?”
“İyiyim, hadi babana uğra da yemeği soğutmadan otur. Ayşe abla biraz daha gelmeseydin seni aç bırakacaktı, haberin olsun.”
“En az yirmi yıldır öyle der ama kimseyi aç bıraktığı görülmedi daha. Hele de torun gelirken kıyamaz bana.” Ayşe abla sözde kızgın gözlerle baktı ama sonra dayanamayıp kendi çocuklarından ayırmadığı İlkay’a sarıldı. “İlk aç kalan olmak istemiyorsan hemen git babanın yanına. Özledi seni.” deyip tekrar mutfağa girdi. 
Ellerini yıkayıp babasının yanına gittiğinde Osman Beyi kapıya bakarken buldu. Oğlunu beklediği belliydi. İlkay kısa süre sarıldıktan sonra sanki hasta değilmiş gibi normal konulardan, işten, futboldan konuştu bir süre. O konuşuyor babası da gülen gözlerle dinliyordu onu. Biraz eski tanıdıklardan da söz ettikten, selamlarını ilettikten sonra yemeğe gelip gelmeyeceğini sordu. Çoğu akşam gibi yine katılmak istemediğini söylemişti Osman Bey. “Hadi sen mutfağa geç, annene de söyle benim yemeğimi getirsin.” İlkay mutfağa geçmeden önce tekrar banyoya giderek yüzünü yıkadı. Babasının durumu her geçen gün kötüye gidiyordu. Üzülmemek mümkün değildi.

*****

Telefon konuşmasından sonra uzunca bir yol yürümüş ve şişeyi sakladığı yere ulaşmıştı. Yeni plan hoşuna gitmese de itiraz edecek durumda değildi. Elindeki küçük şişeyi cebine sokup yürümeye başladı. Dönüş yolu gözüne daha da uzun gözüktü. Neler yapıyordu böyle? Para için yapıyordu ama ya yakalanırsa? İşte o zaman biterdi… Yakalanmayacaktı.  
“Bu gece bitecek bu iş. Kayıplara dayanamaz üzülür. Kadın haliyle dayanacak değil ya? Diğerlerini de kaybetmeyi göze alamaz. Patronun istediğini yapar. Benim de işim biter.”
Keyfi yerine gelmişti. Yürüyüşünü hızlandırdı. Ahırların oraya geldiğinde etrafı kontrol etti. Seyis ile selamlaşıp iki satır muhabbet ettikten sonra nöbeti devralmak için ahırdan içeri girdi. Atların kendisini görüp hafif sesler ile selamlamalarını umursamadan yemlerin olduğu yere geçti. Çuvalları kontrol etti. İşte aradığı çuvalı bulmuştu. Acele etmeyecekti. Olur ya adam geri dönerse yakalanırdı.
Yarım saat kadar sonra işi bitmişti. Sabaha kadar nöbet tutacaktı. Nöbet uykusuz geçmiyordu. Önce biraz telefonunun radyosundan şarkı dinledi. Sonra da köşedeki yatağa kıvrılıp uyudu. Rüyasında atların çiftelerinden kaçıyordu. Uyandığında saat dörttü. Birazdan antrenman başlayacaktı. Rüyasındaki çiftelerin etkisinden bir süre kurtulamadan işleri yapmaya başladı.
Ahırdan çıkmadan önce şişeyi kontrol etti. Uzak bir yere atması gerekiyordu. Kaldıkları eve gitmek yerine tepelere doğru yürümeye başladı. Yeni bir sigara yaktı. Sigara içmek sözlü olarak yasaklanmamıştı ama kendisinden başka için olduğunu sanmıyordu. Kendisi de kimseye göstermeden içiyordu. Göze batmanın gereği yoktu. İşi bitmeden buradan kovulursa başına neler geleceğini bilmiyordu. Şişeyi tepeye doğru atmayı düşündü. Sonra vazgeçti. Ece hanım buralara kadar çıkıyordu. Görür ve neyin ne olduğunu anlar korkusu ile geri döndü. Köye indiğinde birinin çöpüne atacaktı.

Eve yaklaşmadan önce bir sigara daha içip bitirdi. Bir iki gün sonra yaşanacak büyük yıkıma kadar yeni bir şeyler yapmasına gerek yoktu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder