6 Ekim 2015 Salı

YAKIŞIKLI 2. Bölüm

Zayıf, çelimsiz ve kimsenin ilgi göstermediği atı römorkuna doğru götürürken iki ayrı kişinin yanına gelip satın almak istemesi ilginçti. Ece ilk konuştuğu kişinin tanıdığı bir yetiştirici olduğunu görüp gülümseyerek teklifi reddetmişti. Onun kendisinin at seçme konusundaki bilgisine güvenip böyle bir talepte bulunduğunu tahmin ediyordu. İkinci adam ise ufak tefek biriydi. Ece tanımıyordu bu adamı. Yarış atı alacak birinden çok at arabasına çekmek için at arayan birine benziyordu. Sert bir sesle “Satılık değil.” demiş ve yine atın zayıf boynunu okşayarak kamyona doğru yürümüştü.

At merakı anne tarafından geçmişti genlerine. Annesinin büyükbabası uzun yıllar at yetiştirmiş ve satmıştı. O kendi oğluna bu sevgiyi aşılamıştı. Dedesi kendi çocuklarına değil ama torununa aktarmıştı at sevgisini. ‘Koşacak atı gözünden tanımalısın, ben de babam da tanırdı.” derdi Ece ile atlara bakarken. Genlerine güveniyor, dedesi ve büyük büyük babası gibi koşacak atı tanıdığını düşünüyordu.
Çiftliğe geleli bir ay olmuştu. Özel besinler ile besleniyor kaslarının yeniden şekillenmesi için tek başına çalıştırılıyordu. Şimdiden toparlanmış, koşarken iyi bir yarış atı olacağını belli etmeye başlamıştı. Henüz yarış amaçlı antrenmanda koşturmamıştı. Ara sıra bağlar arasında, köyün içinde geziniyordu. Yakında yarışlar için çalıştırmaya başlayacaktı. Biraz daha kuvvetlenmesini bekliyordu. Arap atlarının yarışmaya başlayacağı yaş üç yaştı. Yakışıklısının dört ayı vardı önünde. Satın aldığı çiftlikte ilk başlarda yarış için yetiştirilmiş, sonra ailenin maddi sıkıntıları baş gösterince düzgün beslenmemiş, at da gücünü kaybetmişti. Şimdi ise eski gücüne kavuşuyordu. Hareketlerinden de eğitimlerini anımsadığını anlıyordu. 
Ece yine düşüncelere daldığı için Asude’nin son söylediklerini duymamıştı ama en son kelime ‘annem’ olduğu için annesinin hastalığından bahsettiğini anladı. Kendine kızarak başı ile onu anladığını ifade etmeye çalıştı. Konu atları ve bağları olduğu zaman dünyadan kopuyordu. Asude bu huyunu bilse de kendi acısından bahsederken karşısındakinin daha içten bir tavır almasını tercih edeceği kesindi.
Aslında iki genç kızın benzer bir kaderi vardı. Birinin annesi, birinin babası bakıma muhtaçtı. Asude’nin annesi beş senedir yatalaktı. Tüm vücudu felçli olduğu için çok daha ağır bir bakım gerekiyordu. Asude’nin en büyük şansı kendinden büyük ablaları ve babasının annesinin bakımında ortaklaşa çalışıyor olmalarıydı.
Kendisinin de en büyük şansı annesinin sağlıklı oluşuydu. Kendini üzmemek için aklındaki konuları kovaladı. Sadece yengesine destek amaçlı son bir cümle kurdu… Hiç inanmasa bile dudaklarından dökülenlerin gerçek olmasını diledi. “İyi olacaklar, inan canım iyi olacaklar. Sen üzme kendini. Bebeğini düşün.”
“O olmasa bu günlere dayanmak daha da güç olacak zaten. Geçen hafta hastalandığımda soluğu doktorda aldım. Bir şey olacak diye çok korkuyorum.”
Ece, sesine güven duygusunu ekleyerek konuştu bu kez. “Olmaz. Senin bünyen sağlam. Sadece üşüttün. Doktor da farklı bir şey söylememiştir.”
“Yok söylemedi. Annemin durumunu kabullenmem gerektiğini, ara sıra böyle krizlerin olabileceğini söyledi. İlaçlara dikkat etmek gerekiyor o kadar. Her önüne geleni kullanamıyorsun.”
“Bundan doğal ne var? Zaten soğuk algınlığı ilaçla da ilaçsız da bir haftada geçiyor.” İkisi de gülüştü. Nihayet Asude’de az önceki ruh halinden sıyrılmıştı.
Yavaş adımlarla yürüdükleri için neredeyse yarım saatte gelmişlerde eve. Kışın boş olan havuzun yanından geçtiler. Ece havanın ısınmasını dört gözle bekliyordu. Özlemişti yüzmeyi. Güneşlenmek pek mümkün olmasa da geceleri yüzmek en büyük zevkiydi. Asude de bazen ona katılırdı. Hamileliğinin son aylarında belki yine yüzebilirdi. Kolay doğum için yüzmenin iyi olduğunu söylüyordu doktorlar. İçini çekerek düşündüklerini sesli dile getirdi. “Yaz gelse de yüzsek biraz. Sıcağı özledim.”
“Güldürme beni. Yaz gelince en az sen giriyorsun havuza.”
“Çocuklardan meydan kalmıyor.”
“Çocuklardan mı? Atma, koşturmaktan vakit kalmıyor de bari.”
“O da var tabii. Ama yine de istediğim an boş bulsam dalarım suya. Ama kızlar ve arkadaşlarından neredeyse hiç boş bulamıyorum.”
Ağabeyleri evlenip kendi evlerine yerleşince havuz da spor odası da gerideki kardeşlere kalmıştı. Ersin evin en küçük erkeği idi. Henüz on üç yaşındaydı. Spordan anladığı bisikleti ile köyün sokaklarında dolaşmak ve sokak aralarında maç yapmaktı. Ara sıra ablasının atlarına biniyordu. İçlerinde atlara ilgi gösteren bir o vardı. Sinem on beş, Sibel ise on yedi yaşında iki genç kızdı. Onlar yüzmeyi seviyordu. Yazın başında havuz dolduruluyor, okul kapanmadan kullanıma açılıyordu. Hafta sonu oldu mu kız arkadaşlarını da davet edip tadını çıkartıyorlardı. İki kız da ablalarının at merakını anlamıyordu. Onlara göre bir genç kızın uzak durması gereken canlıların başında atlar geliyordu. Ece ikisine de sosyete gülü diyordu. Kime benzedikleri bilinmeyen kızların iş yapmamak için atlardan uzak durduklarını tahmin ediyordu. Çünkü bir ata sahip olmak, sadece ara sıra binmek değildi. Ece, yeri geliyor boxları temizliyor, yeri geliyor tımarı kendisi yapıyordu. Atın sahibini tanıması ve aralarında duygusal bir bağ oluşturma çabasıydı bunlar. Çünkü bilinenin aksine atlar çok da sahip tanıyan hayvanlar değillerdi.
Tepedeki evin tipik Denizli mimarisi görenlerin çok hoşuna gidiyordu. Üç katlı evin en üst katı tüm köyü ve bağları rahatlıkla görebiliyordu. Alt katı, diğer katlara göre yayvan yapılarak kullanım alanı arttırılmıştı. Evin ön tarafı doğuya bakarken arka tarafında gün batımını izlemek mümkündü. İki tarafta da yerden birer metre yükseklikte alanlar hazırlanmış, veranda yapılmıştı. Üst katlara çıkan ahşap merdivenler ile balkonlara ulaşılabiliyordu. Babasının dışarıya hiç çıkamaması yüzünden kış bahçesi denilen tarzda tamamı camla kaplı bir alan, kış başında ilave edilmişti. Annesi, babasını sık sık yeni yapılan yere çıkartıyor, temiz hava almasını sağlıyordu.
Evin balkonlarında kış çiçekleri ile dolu saksılar göze çarpıyordu. Annesinin en büyük zevki çiçek yetiştirmekti. Asude de bakışını üst katların balkonlarından alamıyordu. Ece kolunu çekiştirince yürümeye devam etti. Alt kattaki spor odasının önünden geçerken “Bu aralar kimi yumrukluyorsun?”  
Ece, bazen sinirlendiği birini kum torbasının yerine koyar ve onu yumruklardı. Kendini rahatlatma yolu buydu. Boş bulunan Ece soruyu anlayamamıştı. Asude’nin yüzüne bakınca genç kız içini çekerek sorusunu yineledi.
“Bu aralar diyorum, kimi yumrukluyorsun, diyorum?”
“Özel kimse yok, o an aklıma kim gelirse onu yumrukluyorum. Ama sanırım bu aralar Cevat kalfa başı çekiyor.”  Gülümsüyordu. Canı sıkıldıkça onu yumruklamak çok iyi geliyordu. Hem sinir hem ter atıyordu.
“Cevat kalfa da kim?”
“Karayel’lerin yeni kalfası. Gerçi yeni de sayılmaz. İki yıldan fazla oldu ama adam hâlâ düzene alışamadı. Hasan Amca yerine benden emir almak dokunuyor paşama.”
“Senden mi emir alıyor? Ece hani onların işine karışmayacaktın?”
“Ah Asude, keşke dediğimi yapabilsem. Ama Hasan amca o kadar hasta yatarken, ne yengeye bırakırım o işleri ne de kalfaya! O sanıyor ki ben cahil bir köylü kızım. Ağzım var dilim yok. Bir bilse, hayatı ona zindan ederim!”
“Aman açma ağzını. Bunca zamanda öğrenmiştir.”
“Öğrendiyse bile hâlâ bir yerlerden zorlamayı istiyor. Ne isterse istesin ben boşuna okumadım. Ziraat fakültesinde kafanıza göre ekin dikin dersi yok. Her işin kuralı var.”
“Aman tamam sustum. Beni kum torbası yapmadan eve girelim.” Ece’nin az önceki sakinliği uçmuş yerini sinirli biri almıştı. Asude, siniri daha da artmasın diye susturmayı tercih etti.
Ece, çevresine baktığında artık Kasinler Köyünün çehresinin de çok değiştiğini görüyordu. Eski köy evleri neredeyse hiç kalmamıştı. Evler asıllarına uygun yenilenmişti.  Tabii imkânı olmayan köylüler hala eski evlerinde oturuyordu. Ece, kendi eski evlerinin yenilenmesini ve köyün misafirhanesi olmasını istemişti. Yıkılıp gitmesine içi elvermemişti. Yolları da yenileniyordu. Seçim zamanları köyleri unutulmuyordu! Artık modern ve güzel bir köydü yaşadıkları yer.
Uzun zamandır köyde şehir hayatı yaşıyordu ailesi. İlk başlarda köylüler yadırgasa da babası her yaptığını savunmuş, artık köylerde de yaşam kalitesinin yükselmesi gerektiğini söylemişti. Babası, sağlıklı olduğu zamanlarda sözü geçen köy büyüklerinden biriydi. Hâlâ sever sayarlardı.
Babasının böyle düşünmesinde en büyük etken üniversitede okuttuğu üç çocuğuydu. Çocukların isteklerini yerine getirecek maddi imkânı da olunca her istediklerini yapmıştı. Elbette üç çocuğu da kendileri için yapılanların farkında, babalarına destek olmuştu. İki ağabeyi İlkay ile Eren, babalarının babasından kalma kuyumcu dükkânını almış, büyütmüş ve ikinci dükkânı açmışlardı.
Ece, hem bağların hem atların başında ağır ama zevkli işlerin peşindeydi. Üç büyüğün aksine üç küçük kardeş ise her şeyin olduğu bir evde büyüyünce sanki bunlara sahip olmak çok normalmiş gibi davranıyordu. Kızların ne bağla bahçe ile ne de ev işleri ile ilgileri yoktu. Ece ev işlerinden anlamasa da bağların işlerini herkesten iyi yürütürdü.  Altı kardeş olmak çoğu zaman hoşuna gitse de iş zamanlarında küçükleri çalıştırmak zorluyordu. Bu işlerde en büyükleri olan İlkay çok başarılıydı.
İlkay, çiftlik işlerini sevmese de yöneticilik vasıfları sayesinde ne zaman bağların arasında dolaşsa işçilerin çalışması hızlanır, saygıları artardı. Eren de fena değildi ama yine de İlkay’ın gölgesinde kalırdı. Ece ise, kimse ortada yokken otoritesinin işçilerin üstünde etkili olduğunu ama kardeşleri köye adım attığı anda herkesin onlara daha büyük saygı gösterdiğini hissediyordu. İşlerin yoğun olduğu zamanlarda ‘Keşke dükkânlardan daha çok evde vakit geçirseler’ derdi. Sonra da onların tüm işleri sırtına yıkıp nasıl şehre gittiklerini anımsar ve işlere yeniden sarılırdı.
İşte yine evin önü süpürülmemişti. Güneş iyice yükseldiği için toprağın üstündeki nem de kurumuştu artık ıslatmadan süpürmek mümkün değildi. Halime evin içinde işleri ancak yapabiliyordu. Ayşe abla mutfaktaydı. O zaten akşama kadar ocağın başında yemek pişirip duruyor, annelerine arkadaşlık ediyordu. Evde daha fazla görevli istemedikleri için bazı işleri de kardeşlere bölüştürmüşlerdi.  
Bu hafta kimdeydi sıra?
Sibel!
“Asude, ben bu kızlarla ne yapacağım? Sibel ne iş versem yapmaz oldu.”
“Elinde telefonla küçük bağın o tarafa yürüyordu. Ama tabii yarım saat önceydi o. Artık kapatmıştır değil mi?” Küçük bağ, eve en yakın olan bağ idi. Oranın üzümlerini kendileri yemek için yetiştiriyorlardı.
“Hiç sanmıyorum. O telefon kulağına yapışacak. Üç kuruşluk beyni var onu da radyasyonla yok edecek.”
“Tatlım o genç daha. Sanırım bir erkek ile konuşuyor.”  Asude küçük görümcesini korumak ister gibiydi. Ece gülmeye başladı, “O aşamaya gelemedi daha. Bir kız ile konuşuyor ve bir erkeği tavlamak için nasıl yoluna çıkacağının planlarını yapıyor. Ama ne hikmetse hiçbir plan tutmuyor.” Okuldaki bir çocuğa kendisini göstermek istiyor ama bir türlü başaramıyordu. Ablasına danışma ihtiyacı hissetmemiş, arkadaşları ile konuşurken duymuştu Ece. Gerçi kendisine danışsa ne diyecekti? Ne bilirdi erkek tavlama konusunda? Yıllar önce küçük bir flört yaşamış, ağabeylerinin baskısı ile başlamadan biten ilişkisinden sonra üniversiteye kadar başka birisi olmamıştı. Üniversitedeyken çıktığı iki ayrı erkek için çaba harcamamış, onların tekliflerini kabul etmiş, onlarla vakit geçirmekten hoşlanmadığını anlayınca da ilişkileri bitirmişti. Sonra da kimse olmamıştı hayatında. Onun düşündüklerini bilirmiş gibi Asude gülerek konuşmaya başladı. “Desene senin gibi o da köyün evde kalmışı olacak!”
“Bana bak, yenge demem görümcelik yaparım. Kim demiş evde kaldığımı?” Yazmasının iki ucunu hırsla çekerek yürümeye devam etti. Asude adımlarını hızlandırarak yetişti Ece’ye, “Tüm köy diyor. Ece, hakikaten senin niyetin yok mu evlenmeye? Muhtarın da oğlunun yaşı küçük, alalım diyeceğim ama olmaz.” diye takılmaya devam etti.
“Aman tabi beni de muhtarın oğlundan başkası kurtarmaz. Kasinler Köyünün jet sosyetesi!” Gülüşerek eve yürümeye devam ettiler.
Asude, Ece’den bir yaş küçüktü. Ortaokul yıllarından beri İlkay’a âşıktı. Abisi de ona elbette. Neredeyse Asude yüzünden üniversiteyi okumayacaktı. O dönemlerde ikisi de çok ayrılık acısı çekmişti. Okulun ardından askerlik de gelince iyice uzamıştı ayrı kaldıkları süre. Abisinin her fırsatta kendisini arayıp Asude’yi sorması, biri var mı diye araştırmasına o zamanlar çok gülüyordu. Nihayet üç sene önce evlenmişlerdi. Asude o zaman yirmi, abisi İlkay ise yirmi beş yaşındaydı.
Annesi Hülya Hanım, büyük bir beceri ile ilk üç çocuğunu ikişer yaş ara ile doğurmuştu. Başka çocuk istemediklerine karar verdikten sonra bebeklere de ara vermişlerdi. Ama bir gün evde yine küçük ayakların koşuşmasını istediklerini fark edip Sibel’e hamile kalmıştı. Ve sonra iki tane daha! Üstelik yine ikişer yaş ara ile! Ece onların büyüdüğü zamanları çok iyi hatırlıyordu. Her yeni kardeş kendisine alınmış yeni bir oyuncak bebek gibiydi. Bir süre onlarla oynamış, ama bir gün kendisinin evcilik oynayacak çocuklardan olmadığını anlayarak babası ile bağlar arasında çalışmayı seçmişti.
“Şu İzmir’e inişler pek sıklaştı. Var mı orada birileri?”

Asude şaka yaparmış gibi konuşsa da Ece için üzülmeye başlamıştı. Ne kocası ne de kayınbiraderi bağ ve bahçe ile uğraşmıyordu. Diğer kardeşler küçüktü ve tüm işleri neredeyse Ece sırtlamıştı. Bir sürü yardımcısı vardı elbette. Ağır işleri o yapmıyordu ama onları planlamanın bile ne kadar zor olduğunu kendi babasından biliyordu. Ayrıca işçi çalıştırmak her zaman en güç işlerin başında geliyordu.  Böyle giderse gerçekten evlenmeye fırsat bulamayacaktı. Üniversiteye gidince ümitlenmiş, belki oralardan birini bulur diye sevinmişti. Oysa Ece, yine bekâr olarak dönmüştü evine. Şimdi ise tek fırsatın İzmir yarışlarına gittiği zaman geçirdiği süre olduğunu biliyordu. Ece köyden biri ile evlenmezdi. Ya da artık köyde olmayan biri ile evlenebilirdi…  
Ece soruyu düşündü. İzmir’de biri? Hem vardı hem yoktu! Artık eskisi kadar düşünmüyordu. Çok uzun zaman olmuştu. O zamanlar kendisi de çocuk sayılırdı. Yine de aklı karışmış, onu gördükçe kalbi başka şekilde atmıştı. O yaz her fırsatta görmek için uğraşmıştı. Oysa o kendisinden dört yaş büyüktü. Yani o yaşlar için oldukça büyük bir farktı. Kendisi çocukken o genç bir delikanlıydı. Yine de onunla görüşmek konuşmak, onun beğeni dolu bakışlarını yakalamak hoşuna gidiyordu. Hem zaten insan ilk öpüştüğü erkeği unutur muydu? Asla unutacağını sanmıyordu. Her ne kadar o öpücük sonradan yaşadığı öpüşmelerin yanında çocukça ve masum kalsa da… Eli istemsizce dudaklarına gitti. İzmir’e gittiğinde onu uzaktan izlediğini sadece Asude’ye anlatmıştı. Anlattıklarının üstünden de iki sene geçmişti. Son iki yıldır ise yeni lokantasını açtığı için göremiyordu. Onu görmek için yolunu epey değiştirmesi gerekeceğinden görme çabalarından vazgeçmişti. Zaten kendisini hatırlamadığından emin olduğu adamı düşünecek değildi ya. Artık düşünmüyordu… Bazen, ara sıra, nadiren aklına geliyordu! Kimi kandırıyordu? Sık sık anımsıyordu, çocukluk aşkını. Asude’nin yanıt beklediğini anımsayıp normal bir sesle konuşmaya çalıştı. “Yok be Asude, kim olacak? Biliyorsun yarışlar için gidiyorum İzmir’e. Kızlara uğruyorum, sonra da dönüyorum.”
“İstesen görünürsün birilerine ama inat ediyorsun!”
“Aman kalsın. Zaten o köprünün altından çok sular aktı. Kim bilir neler yaptı? Belki de evlendi. Hem yolu sapa artık. Dedim sana.” Asude onun bu konu konuşurken hala üzüldüğünü görünce işi şakaya vurdu. “O bilmeyecek ki. Sapa mapa, git bak işte. Hem evlenseydi haberimiz olurdu. A belki de sevgilisi vardır.” Dediğinde Ece’nin irkildiğini görüp hemen konuyu değiştirdi. “Kızım, İzmir’e yarışlar için gitmiyor musun? Hipodromlar erkek kaynıyor ayol, bir baksana etrafına.”
“Aman kalsın, onların çoğu gözü atlardan başka şey görmeyen kumarbazlar. Bir kısmı da ben gibi at delisi. İki at delisi bir yarışta oynamaz.”
“Bu kimin atasözü?”
“Benimmmm” Yine gülüyordu ikisi de…
“Mehmet Ali de at delisi ama seninle yarışlara gidiyormuş, öyle duydum.”
“Yine mi Mehmet Ali? O dedikoduyu yapanlar utansın. Mehmet Ali ile sadece komşuyuz.”
“Magazin programlarındaki ünlüler gibi konuştun. ‘Sadece arkadaşız’ Zaten sen bu köyden kimse ile evlenmezdin değil mi? Unuttum bir an.”
“Unutma!” Ece sertçe yanıtlayınca Asude gülmeye başladı… Ece evin basamaklarını çıkmadan önce bağların olduğu tarafa bakıp “Sibelllllllll, on dakika sonra evin önünü tertemiz göreceğim. Üstelik hiç toz kalkmayacak! Yoksa şehre zor inersinnnn!” diye bağırdı. Etkili olacağını biliyordu. Rica işe yaramadığında tehdit işe yarıyordu… Ece ayağındaki lastik botları kapının dışında çıkarttı. Üstünün biraz silkeledi. Toz içindeydi. Asude de ayağındaki topuksuz çizmeleri çıkartıp içeri girdi.
Annesi ocağın başında, evin emektarı Ayşe ablaya yemeğe ne koyacağını söylüyordu. Kendisinden çok daha iyi yemek yaptığını bilse de evdeki otoritenin elinde olduğunu gösterme çabasıydı bu. Hülya hanım, kocasının hastalanmasından sonra iki sene neredeyse yemeden içmeden kesilmiş bir şekilde dolaşmıştı. Nihayet bir sene önce Eray abisinin evlenmesi ile biraz kendine gelmişti. Hâlâ arada dalıp gitse de çok daha iyiydi. Aslında çok güçlü bir kadındı. Kocasına ne kadar bağlı olduğunu onun hastalanması ile anlamış ve yıkılmıştı. Neredeyse kocası ile o da yatağa bağlanmıştı.
Nihayet kendini toparlamış ve eski otoritesini geri kazanmıştı. Evi ve çocukları çekip çeviriyor, her bulduğu fırsatta kocasının yanında oluyor, onunla ya konuşuyor ya televizyon izliyor ya da kitap okuyordu. Ayşe zaten mutfağın tüm işini sırtlamıştı. Halime de evin temizliğini yapıyor, çamaşırın, ütünün peşinden koşturuyordu. 
Ece, Halime’ye şart koşmuştu. O ev işlerini yapacak, kardeşleri de genç kıza ders çalıştıracaktı. Durumları iyi olmadığı için ilköğretimden sonra okuyamamıştı. Yaşı daha gençken ve bilgileri tazeyken dışarıdan liseyi bitirmesi için çalıştıracaktı kızlar onu. Tabii kendi kardeşleri derslerini doğru düzgün yaparlarsa! Haklarını yemeyeyim, ikisi de iyi okuyor, diye düşündü. Ders notları hep iyiydi.
Babaları Osman Kılıç, evin alt katındaki kendisi için özel düzenlenmiş odasında kalıyordu. Mümkün oldukça herkes onun yanında vakit geçiriyordu. Koah amfizem hastası Osman Bey, oksijen makinesine bağlı yaşamak çok zor geldiği için konuşmamayı tercih ediyordu. Ara sıra Ece’ye bağlar hakkında bir iki soru sorup sonra yine susuyordu. En çok karısı ile konuşuyordu. Kendini iyi hissedip herkesle konuştuğu zamanlar ailenin keyfi yerine geliyordu.  
Mutfağa önce Asude girdi. Hemen kayınvalidesinin yanına gidip önce elini sonra yanakları öptü. Büyük gelin olan Asude, eltisi Ebru’dan çok daha sıcaktı aileye karşı. Ne de olsa o da köyün kızıydı. Ebru ise şehirde yetişmiş, abisi Eray ile de kuyumcu dükkânında tanışmıştı. Zaman zaman Asude’yi taklit etmeye çalışması onun da aslında aileye daha yakın olmak istediğini belli ediyordu. Yine de yetiştirilişler kolay kolay değişmiyordu. Hülya hanım iki gelinini de çok seviyordu. Kendi kayınvalidesi de dünya tatlısı bir kadındı. O yüzden gelinlerine kendisine davranıldığı gibi davranıyordu. Ece bazen annesine, “Keşke ben de senin gelinin olsaydım el üstünde tutardın beni”, diyerek takılıyordu.
Hülya Hanım, Ece’nin tozlu şalvarına ve üstündeki hırkaya ters bir bakış atıp, “At kokusu ile masaya oturamayacağına göre; fırla. A baban az önce sanki sana seslendi ama yanına gittiğimde bir şey demedi.”
“Önce ona bir uğrayayım.”
“Acele et. Yemek hazır ve biz çok açız. Değil mi gelinim?” Bunu derken bir eli ile karnını okşamıştı Asude’nin. Nihayet hamile kalmıştı büyük gelin. İlk yıllar bebek istememişler sonra da istedikleri halde olmayınca umutsuzluğu kapılmışlardı. Bir ay önce mutlu haber iki evi de çok mutlu etmişti. Asude artık üç aylık hamileydi. O da kaynanasının elinin üstüne elini koyup “Hem de nasıl anne.” dedi. Keyfi yerindeydi ikisinin de.
“Annenlere uğradın mı? Sonra bana kızıyor, seni alıkoyuyormuşum diye.”
“Uğradım, merak etme. Annemin gönlünü aldım.” Zaten yataktan çıkamayan kadının Osman Beyden farkı yoktu. O da çok az konuşabiliyordu.
“Gece kalacaksınız değil mi?”
“Evet, anne. Sabaha Ayşe abla bize darı ekmeği pişirir mi?”
Ayşe masayı hazırlarken durup geline baktı. “Ayşe ablan kurban olsun sana. Yapmaz mıyım? Hadi sen otur artık. Yemekleri koyuyorum.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder