Zayıf, çelimsiz ve
kimsenin ilgi göstermediği atı römorkuna doğru götürürken iki ayrı kişinin
yanına gelip satın almak istemesi ilginçti. Ece ilk konuştuğu kişinin tanıdığı
bir yetiştirici olduğunu görüp gülümseyerek teklifi reddetmişti. Onun
kendisinin at seçme konusundaki bilgisine güvenip böyle bir talepte bulunduğunu
tahmin ediyordu. İkinci adam ise ufak tefek biriydi. Ece tanımıyordu bu adamı.
Yarış atı alacak birinden çok at arabasına çekmek için at arayan birine
benziyordu. Sert bir sesle “Satılık değil.” demiş ve yine atın zayıf boynunu
okşayarak kamyona doğru yürümüştü.
At merakı anne
tarafından geçmişti genlerine. Annesinin büyükbabası uzun yıllar at yetiştirmiş
ve satmıştı. O kendi oğluna bu sevgiyi aşılamıştı. Dedesi kendi çocuklarına
değil ama torununa aktarmıştı at sevgisini. ‘Koşacak atı gözünden tanımalısın,
ben de babam da tanırdı.” derdi Ece ile atlara bakarken. Genlerine güveniyor,
dedesi ve büyük büyük babası gibi koşacak atı tanıdığını düşünüyordu.
Çiftliğe geleli
bir ay olmuştu. Özel besinler ile besleniyor kaslarının yeniden şekillenmesi
için tek başına çalıştırılıyordu. Şimdiden toparlanmış, koşarken iyi bir yarış
atı olacağını belli etmeye başlamıştı. Henüz yarış amaçlı antrenmanda
koşturmamıştı. Ara sıra bağlar arasında, köyün içinde geziniyordu. Yakında
yarışlar için çalıştırmaya başlayacaktı. Biraz daha kuvvetlenmesini bekliyordu.
Arap atlarının yarışmaya başlayacağı yaş üç yaştı. Yakışıklısının dört ayı
vardı önünde. Satın aldığı çiftlikte ilk başlarda yarış için yetiştirilmiş, sonra
ailenin maddi sıkıntıları baş gösterince düzgün beslenmemiş, at da gücünü
kaybetmişti. Şimdi ise eski gücüne kavuşuyordu. Hareketlerinden de eğitimlerini
anımsadığını anlıyordu.
Ece yine
düşüncelere daldığı için Asude’nin son söylediklerini duymamıştı ama en son
kelime ‘annem’ olduğu için annesinin hastalığından bahsettiğini anladı. Kendine
kızarak başı ile onu anladığını ifade etmeye çalıştı. Konu atları ve bağları
olduğu zaman dünyadan kopuyordu. Asude bu huyunu bilse de kendi acısından
bahsederken karşısındakinin daha içten bir tavır almasını tercih edeceği
kesindi.
Aslında iki genç
kızın benzer bir kaderi vardı. Birinin annesi, birinin babası bakıma muhtaçtı.
Asude’nin annesi beş senedir yatalaktı. Tüm vücudu felçli olduğu için çok daha
ağır bir bakım gerekiyordu. Asude’nin en büyük şansı kendinden büyük ablaları
ve babasının annesinin bakımında ortaklaşa çalışıyor olmalarıydı.
Kendisinin de en
büyük şansı annesinin sağlıklı oluşuydu. Kendini üzmemek için aklındaki
konuları kovaladı. Sadece yengesine destek amaçlı son bir cümle kurdu… Hiç
inanmasa bile dudaklarından dökülenlerin gerçek olmasını diledi. “İyi
olacaklar, inan canım iyi olacaklar. Sen üzme kendini. Bebeğini düşün.”
“O olmasa bu
günlere dayanmak daha da güç olacak zaten. Geçen hafta hastalandığımda soluğu
doktorda aldım. Bir şey olacak diye çok korkuyorum.”
Ece, sesine güven
duygusunu ekleyerek konuştu bu kez. “Olmaz. Senin bünyen sağlam. Sadece
üşüttün. Doktor da farklı bir şey söylememiştir.”
“Yok söylemedi.
Annemin durumunu kabullenmem gerektiğini, ara sıra böyle krizlerin
olabileceğini söyledi. İlaçlara dikkat etmek gerekiyor o kadar. Her önüne
geleni kullanamıyorsun.”
“Bundan doğal ne
var? Zaten soğuk algınlığı ilaçla da ilaçsız da bir haftada geçiyor.” İkisi de
gülüştü. Nihayet Asude’de az önceki ruh halinden sıyrılmıştı.
Yavaş adımlarla
yürüdükleri için neredeyse yarım saatte gelmişlerde eve. Kışın boş olan havuzun
yanından geçtiler. Ece havanın ısınmasını dört gözle bekliyordu. Özlemişti
yüzmeyi. Güneşlenmek pek mümkün olmasa da geceleri yüzmek en büyük zevkiydi.
Asude de bazen ona katılırdı. Hamileliğinin son aylarında belki yine
yüzebilirdi. Kolay doğum için yüzmenin iyi olduğunu söylüyordu doktorlar. İçini
çekerek düşündüklerini sesli dile getirdi. “Yaz gelse de yüzsek biraz. Sıcağı
özledim.”
“Güldürme beni.
Yaz gelince en az sen giriyorsun havuza.”
“Çocuklardan
meydan kalmıyor.”
“Çocuklardan mı?
Atma, koşturmaktan vakit kalmıyor de bari.”
“O da var tabii.
Ama yine de istediğim an boş bulsam dalarım suya. Ama kızlar ve arkadaşlarından
neredeyse hiç boş bulamıyorum.”
Ağabeyleri evlenip
kendi evlerine yerleşince havuz da spor odası da gerideki kardeşlere kalmıştı.
Ersin evin en küçük erkeği idi. Henüz on üç yaşındaydı. Spordan anladığı
bisikleti ile köyün sokaklarında dolaşmak ve sokak aralarında maç yapmaktı. Ara
sıra ablasının atlarına biniyordu. İçlerinde atlara ilgi gösteren bir o vardı.
Sinem on beş, Sibel ise on yedi yaşında iki genç kızdı. Onlar yüzmeyi
seviyordu. Yazın başında havuz dolduruluyor, okul kapanmadan kullanıma açılıyordu.
Hafta sonu oldu mu kız arkadaşlarını da davet edip tadını çıkartıyorlardı. İki
kız da ablalarının at merakını anlamıyordu. Onlara göre bir genç kızın uzak
durması gereken canlıların başında atlar geliyordu. Ece ikisine de sosyete gülü
diyordu. Kime benzedikleri bilinmeyen kızların iş yapmamak için atlardan uzak
durduklarını tahmin ediyordu. Çünkü bir ata sahip olmak, sadece ara sıra binmek
değildi. Ece, yeri geliyor boxları temizliyor, yeri geliyor tımarı kendisi
yapıyordu. Atın sahibini tanıması ve aralarında duygusal bir bağ oluşturma
çabasıydı bunlar. Çünkü bilinenin aksine atlar çok da sahip tanıyan hayvanlar
değillerdi.
Tepedeki evin
tipik Denizli mimarisi görenlerin çok hoşuna gidiyordu. Üç katlı evin en üst
katı tüm köyü ve bağları rahatlıkla görebiliyordu. Alt katı, diğer katlara göre
yayvan yapılarak kullanım alanı arttırılmıştı. Evin ön tarafı doğuya bakarken
arka tarafında gün batımını izlemek mümkündü. İki tarafta da yerden birer metre
yükseklikte alanlar hazırlanmış, veranda yapılmıştı. Üst katlara çıkan ahşap
merdivenler ile balkonlara ulaşılabiliyordu. Babasının dışarıya hiç çıkamaması
yüzünden kış bahçesi denilen tarzda tamamı camla kaplı bir alan, kış başında
ilave edilmişti. Annesi, babasını sık sık yeni yapılan yere çıkartıyor, temiz
hava almasını sağlıyordu.
Evin balkonlarında
kış çiçekleri ile dolu saksılar göze çarpıyordu. Annesinin en büyük zevki çiçek
yetiştirmekti. Asude de bakışını üst katların balkonlarından alamıyordu. Ece
kolunu çekiştirince yürümeye devam etti. Alt kattaki spor odasının önünden geçerken
“Bu aralar kimi yumrukluyorsun?”
Ece, bazen
sinirlendiği birini kum torbasının yerine koyar ve onu yumruklardı. Kendini
rahatlatma yolu buydu. Boş bulunan Ece soruyu anlayamamıştı. Asude’nin yüzüne bakınca
genç kız içini çekerek sorusunu yineledi.
“Bu aralar
diyorum, kimi yumrukluyorsun, diyorum?”
“Özel kimse yok, o
an aklıma kim gelirse onu yumrukluyorum. Ama sanırım bu aralar Cevat kalfa başı
çekiyor.” Gülümsüyordu. Canı sıkıldıkça onu yumruklamak çok iyi geliyordu.
Hem sinir hem ter atıyordu.
“Cevat kalfa da
kim?”
“Karayel’lerin
yeni kalfası. Gerçi yeni de sayılmaz. İki yıldan fazla oldu ama adam hâlâ
düzene alışamadı. Hasan Amca yerine benden emir almak dokunuyor paşama.”
“Senden mi emir
alıyor? Ece hani onların işine karışmayacaktın?”
“Ah Asude, keşke
dediğimi yapabilsem. Ama Hasan amca o kadar hasta yatarken, ne yengeye
bırakırım o işleri ne de kalfaya! O sanıyor ki ben cahil bir köylü kızım. Ağzım
var dilim yok. Bir bilse, hayatı ona zindan ederim!”
“Aman açma ağzını.
Bunca zamanda öğrenmiştir.”
“Öğrendiyse bile
hâlâ bir yerlerden zorlamayı istiyor. Ne isterse istesin ben boşuna okumadım.
Ziraat fakültesinde kafanıza göre ekin dikin dersi yok. Her işin kuralı var.”
“Aman tamam
sustum. Beni kum torbası yapmadan eve girelim.” Ece’nin az önceki sakinliği
uçmuş yerini sinirli biri almıştı. Asude, siniri daha da artmasın diye
susturmayı tercih etti.
Ece, çevresine
baktığında artık Kasinler Köyünün çehresinin de çok değiştiğini görüyordu. Eski
köy evleri neredeyse hiç kalmamıştı. Evler asıllarına uygun yenilenmişti.
Tabii imkânı olmayan köylüler hala eski evlerinde oturuyordu. Ece, kendi eski
evlerinin yenilenmesini ve köyün misafirhanesi olmasını istemişti. Yıkılıp
gitmesine içi elvermemişti. Yolları da yenileniyordu. Seçim zamanları köyleri
unutulmuyordu! Artık modern ve güzel bir köydü yaşadıkları yer.
Uzun zamandır
köyde şehir hayatı yaşıyordu ailesi. İlk başlarda köylüler yadırgasa da babası
her yaptığını savunmuş, artık köylerde de yaşam kalitesinin yükselmesi gerektiğini
söylemişti. Babası, sağlıklı olduğu zamanlarda sözü geçen köy büyüklerinden
biriydi. Hâlâ sever sayarlardı.
Babasının böyle
düşünmesinde en büyük etken üniversitede okuttuğu üç çocuğuydu. Çocukların
isteklerini yerine getirecek maddi imkânı da olunca her istediklerini yapmıştı.
Elbette üç çocuğu da kendileri için yapılanların farkında, babalarına destek
olmuştu. İki ağabeyi İlkay ile Eren, babalarının babasından kalma kuyumcu
dükkânını almış, büyütmüş ve ikinci dükkânı açmışlardı.
Ece, hem bağların
hem atların başında ağır ama zevkli işlerin peşindeydi. Üç büyüğün aksine üç
küçük kardeş ise her şeyin olduğu bir evde büyüyünce sanki bunlara sahip olmak
çok normalmiş gibi davranıyordu. Kızların ne bağla bahçe ile ne de ev işleri
ile ilgileri yoktu. Ece ev işlerinden anlamasa da bağların işlerini herkesten
iyi yürütürdü. Altı kardeş olmak çoğu zaman hoşuna gitse de iş
zamanlarında küçükleri çalıştırmak zorluyordu. Bu işlerde en büyükleri olan
İlkay çok başarılıydı.
İlkay, çiftlik
işlerini sevmese de yöneticilik vasıfları sayesinde ne zaman bağların arasında
dolaşsa işçilerin çalışması hızlanır, saygıları artardı. Eren de fena değildi
ama yine de İlkay’ın gölgesinde kalırdı. Ece ise, kimse ortada yokken
otoritesinin işçilerin üstünde etkili olduğunu ama kardeşleri köye adım attığı
anda herkesin onlara daha büyük saygı gösterdiğini hissediyordu. İşlerin yoğun
olduğu zamanlarda ‘Keşke dükkânlardan daha çok evde vakit geçirseler’ derdi.
Sonra da onların tüm işleri sırtına yıkıp nasıl şehre gittiklerini anımsar ve
işlere yeniden sarılırdı.
İşte yine evin önü
süpürülmemişti. Güneş iyice yükseldiği için toprağın üstündeki nem de kurumuştu
artık ıslatmadan süpürmek mümkün değildi. Halime evin içinde işleri ancak
yapabiliyordu. Ayşe abla mutfaktaydı. O zaten akşama kadar ocağın başında yemek
pişirip duruyor, annelerine arkadaşlık ediyordu. Evde daha fazla görevli
istemedikleri için bazı işleri de kardeşlere bölüştürmüşlerdi.
Bu hafta kimdeydi
sıra?
Sibel!
“Asude, ben bu
kızlarla ne yapacağım? Sibel ne iş versem yapmaz oldu.”
“Elinde telefonla
küçük bağın o tarafa yürüyordu. Ama tabii yarım saat önceydi o. Artık
kapatmıştır değil mi?” Küçük bağ, eve en yakın olan bağ idi. Oranın üzümlerini
kendileri yemek için yetiştiriyorlardı.
“Hiç sanmıyorum. O
telefon kulağına yapışacak. Üç kuruşluk beyni var onu da radyasyonla yok
edecek.”
“Tatlım o genç
daha. Sanırım bir erkek ile konuşuyor.” Asude küçük görümcesini korumak
ister gibiydi. Ece gülmeye başladı, “O aşamaya gelemedi daha. Bir kız ile konuşuyor
ve bir erkeği tavlamak için nasıl yoluna çıkacağının planlarını yapıyor. Ama ne
hikmetse hiçbir plan tutmuyor.” Okuldaki bir çocuğa kendisini göstermek istiyor
ama bir türlü başaramıyordu. Ablasına danışma ihtiyacı hissetmemiş, arkadaşları
ile konuşurken duymuştu Ece. Gerçi kendisine danışsa ne diyecekti? Ne bilirdi
erkek tavlama konusunda? Yıllar önce küçük bir flört yaşamış, ağabeylerinin
baskısı ile başlamadan biten ilişkisinden sonra üniversiteye kadar başka birisi
olmamıştı. Üniversitedeyken çıktığı iki ayrı erkek için çaba harcamamış,
onların tekliflerini kabul etmiş, onlarla vakit geçirmekten hoşlanmadığını
anlayınca da ilişkileri bitirmişti. Sonra da kimse olmamıştı hayatında. Onun
düşündüklerini bilirmiş gibi Asude gülerek konuşmaya başladı. “Desene senin
gibi o da köyün evde kalmışı olacak!”
“Bana bak, yenge
demem görümcelik yaparım. Kim demiş evde kaldığımı?” Yazmasının iki ucunu
hırsla çekerek yürümeye devam etti. Asude adımlarını hızlandırarak yetişti
Ece’ye, “Tüm köy diyor. Ece, hakikaten senin niyetin yok mu evlenmeye? Muhtarın
da oğlunun yaşı küçük, alalım diyeceğim ama olmaz.” diye takılmaya devam etti.
“Aman tabi beni de
muhtarın oğlundan başkası kurtarmaz. Kasinler Köyünün jet sosyetesi!” Gülüşerek
eve yürümeye devam ettiler.
Asude, Ece’den bir
yaş küçüktü. Ortaokul yıllarından beri İlkay’a âşıktı. Abisi de ona elbette.
Neredeyse Asude yüzünden üniversiteyi okumayacaktı. O dönemlerde ikisi de çok
ayrılık acısı çekmişti. Okulun ardından askerlik de gelince iyice uzamıştı ayrı
kaldıkları süre. Abisinin her fırsatta kendisini arayıp Asude’yi sorması, biri
var mı diye araştırmasına o zamanlar çok gülüyordu. Nihayet üç sene önce
evlenmişlerdi. Asude o zaman yirmi, abisi İlkay ise yirmi beş yaşındaydı.
Annesi Hülya
Hanım, büyük bir beceri ile ilk üç çocuğunu ikişer yaş ara ile doğurmuştu.
Başka çocuk istemediklerine karar verdikten sonra bebeklere de ara vermişlerdi.
Ama bir gün evde yine küçük ayakların koşuşmasını istediklerini fark edip
Sibel’e hamile kalmıştı. Ve sonra iki tane daha! Üstelik yine ikişer yaş ara
ile! Ece onların büyüdüğü zamanları çok iyi hatırlıyordu. Her yeni kardeş
kendisine alınmış yeni bir oyuncak bebek gibiydi. Bir süre onlarla oynamış, ama
bir gün kendisinin evcilik oynayacak çocuklardan olmadığını anlayarak babası
ile bağlar arasında çalışmayı seçmişti.
“Şu İzmir’e
inişler pek sıklaştı. Var mı orada birileri?”
Asude şaka
yaparmış gibi konuşsa da Ece için üzülmeye başlamıştı. Ne kocası ne de
kayınbiraderi bağ ve bahçe ile uğraşmıyordu. Diğer kardeşler küçüktü ve tüm
işleri neredeyse Ece sırtlamıştı. Bir sürü yardımcısı vardı elbette. Ağır
işleri o yapmıyordu ama onları planlamanın bile ne kadar zor olduğunu kendi
babasından biliyordu. Ayrıca işçi çalıştırmak her zaman en güç işlerin başında
geliyordu. Böyle giderse gerçekten evlenmeye fırsat bulamayacaktı.
Üniversiteye gidince ümitlenmiş, belki oralardan birini bulur diye sevinmişti.
Oysa Ece, yine bekâr olarak dönmüştü evine. Şimdi ise tek fırsatın İzmir
yarışlarına gittiği zaman geçirdiği süre olduğunu biliyordu. Ece köyden biri
ile evlenmezdi. Ya da artık köyde olmayan biri ile evlenebilirdi…
Ece soruyu
düşündü. İzmir’de biri? Hem vardı hem yoktu! Artık eskisi kadar düşünmüyordu.
Çok uzun zaman olmuştu. O zamanlar kendisi de çocuk sayılırdı. Yine de aklı
karışmış, onu gördükçe kalbi başka şekilde atmıştı. O yaz her fırsatta görmek
için uğraşmıştı. Oysa o kendisinden dört yaş büyüktü. Yani o yaşlar için
oldukça büyük bir farktı. Kendisi çocukken o genç bir delikanlıydı. Yine de
onunla görüşmek konuşmak, onun beğeni dolu bakışlarını yakalamak hoşuna
gidiyordu. Hem zaten insan ilk öpüştüğü erkeği unutur muydu? Asla unutacağını
sanmıyordu. Her ne kadar o öpücük sonradan yaşadığı öpüşmelerin yanında çocukça
ve masum kalsa da… Eli istemsizce dudaklarına gitti. İzmir’e gittiğinde onu uzaktan
izlediğini sadece Asude’ye anlatmıştı. Anlattıklarının üstünden de iki sene
geçmişti. Son iki yıldır ise yeni lokantasını açtığı için göremiyordu. Onu
görmek için yolunu epey değiştirmesi gerekeceğinden görme çabalarından
vazgeçmişti. Zaten kendisini hatırlamadığından emin olduğu adamı düşünecek
değildi ya. Artık düşünmüyordu… Bazen, ara sıra, nadiren aklına geliyordu! Kimi
kandırıyordu? Sık sık anımsıyordu, çocukluk aşkını. Asude’nin yanıt beklediğini
anımsayıp normal bir sesle konuşmaya çalıştı. “Yok be Asude, kim olacak?
Biliyorsun yarışlar için gidiyorum İzmir’e. Kızlara uğruyorum, sonra da
dönüyorum.”
“İstesen
görünürsün birilerine ama inat ediyorsun!”
“Aman kalsın.
Zaten o köprünün altından çok sular aktı. Kim bilir neler yaptı? Belki de
evlendi. Hem yolu sapa artık. Dedim sana.” Asude onun bu konu konuşurken hala
üzüldüğünü görünce işi şakaya vurdu. “O bilmeyecek ki. Sapa mapa, git bak işte.
Hem evlenseydi haberimiz olurdu. A belki de sevgilisi vardır.” Dediğinde
Ece’nin irkildiğini görüp hemen konuyu değiştirdi. “Kızım, İzmir’e yarışlar
için gitmiyor musun? Hipodromlar erkek kaynıyor ayol, bir baksana etrafına.”
“Aman kalsın,
onların çoğu gözü atlardan başka şey görmeyen kumarbazlar. Bir kısmı da ben
gibi at delisi. İki at delisi bir yarışta oynamaz.”
“Bu kimin
atasözü?”
“Benimmmm” Yine
gülüyordu ikisi de…
“Mehmet Ali de at
delisi ama seninle yarışlara gidiyormuş, öyle duydum.”
“Yine mi Mehmet
Ali? O dedikoduyu yapanlar utansın. Mehmet Ali ile sadece komşuyuz.”
“Magazin
programlarındaki ünlüler gibi konuştun. ‘Sadece arkadaşız’ Zaten sen bu köyden
kimse ile evlenmezdin değil mi? Unuttum bir an.”
“Unutma!” Ece
sertçe yanıtlayınca Asude gülmeye başladı… Ece evin basamaklarını çıkmadan önce
bağların olduğu tarafa bakıp “Sibelllllllll, on dakika sonra evin önünü tertemiz
göreceğim. Üstelik hiç toz kalkmayacak! Yoksa şehre zor inersinnnn!” diye bağırdı.
Etkili olacağını biliyordu. Rica işe yaramadığında tehdit işe yarıyordu… Ece
ayağındaki lastik botları kapının dışında çıkarttı. Üstünün biraz silkeledi.
Toz içindeydi. Asude de ayağındaki topuksuz çizmeleri çıkartıp içeri girdi.
Annesi ocağın
başında, evin emektarı Ayşe ablaya yemeğe ne koyacağını söylüyordu. Kendisinden
çok daha iyi yemek yaptığını bilse de evdeki otoritenin elinde olduğunu gösterme
çabasıydı bu. Hülya hanım, kocasının hastalanmasından sonra iki sene neredeyse
yemeden içmeden kesilmiş bir şekilde dolaşmıştı. Nihayet bir sene önce Eray abisinin
evlenmesi ile biraz kendine gelmişti. Hâlâ arada dalıp gitse de çok daha
iyiydi. Aslında çok güçlü bir kadındı. Kocasına ne kadar bağlı olduğunu onun
hastalanması ile anlamış ve yıkılmıştı. Neredeyse kocası ile o da yatağa
bağlanmıştı.
Nihayet kendini
toparlamış ve eski otoritesini geri kazanmıştı. Evi ve çocukları çekip
çeviriyor, her bulduğu fırsatta kocasının yanında oluyor, onunla ya konuşuyor
ya televizyon izliyor ya da kitap okuyordu. Ayşe zaten mutfağın tüm işini
sırtlamıştı. Halime de evin temizliğini yapıyor, çamaşırın, ütünün peşinden
koşturuyordu.
Ece, Halime’ye
şart koşmuştu. O ev işlerini yapacak, kardeşleri de genç kıza ders
çalıştıracaktı. Durumları iyi olmadığı için ilköğretimden sonra okuyamamıştı.
Yaşı daha gençken ve bilgileri tazeyken dışarıdan liseyi bitirmesi için
çalıştıracaktı kızlar onu. Tabii kendi kardeşleri derslerini doğru düzgün
yaparlarsa! Haklarını yemeyeyim, ikisi de iyi okuyor, diye düşündü. Ders
notları hep iyiydi.
Babaları Osman
Kılıç, evin alt katındaki kendisi için özel düzenlenmiş odasında kalıyordu.
Mümkün oldukça herkes onun yanında vakit geçiriyordu. Koah amfizem hastası
Osman Bey, oksijen makinesine bağlı yaşamak çok zor geldiği için konuşmamayı
tercih ediyordu. Ara sıra Ece’ye bağlar hakkında bir iki soru sorup sonra yine
susuyordu. En çok karısı ile konuşuyordu. Kendini iyi hissedip herkesle konuştuğu
zamanlar ailenin keyfi yerine geliyordu.
Mutfağa önce Asude
girdi. Hemen kayınvalidesinin yanına gidip önce elini sonra yanakları öptü.
Büyük gelin olan Asude, eltisi Ebru’dan çok daha sıcaktı aileye karşı. Ne de
olsa o da köyün kızıydı. Ebru ise şehirde yetişmiş, abisi Eray ile de kuyumcu
dükkânında tanışmıştı. Zaman zaman Asude’yi taklit etmeye çalışması onun da
aslında aileye daha yakın olmak istediğini belli ediyordu. Yine de
yetiştirilişler kolay kolay değişmiyordu. Hülya hanım iki gelinini de çok
seviyordu. Kendi kayınvalidesi de dünya tatlısı bir kadındı. O yüzden
gelinlerine kendisine davranıldığı gibi davranıyordu. Ece bazen annesine,
“Keşke ben de senin gelinin olsaydım el üstünde tutardın beni”, diyerek
takılıyordu.
Hülya Hanım,
Ece’nin tozlu şalvarına ve üstündeki hırkaya ters bir bakış atıp, “At kokusu
ile masaya oturamayacağına göre; fırla. A baban az önce sanki sana seslendi ama
yanına gittiğimde bir şey demedi.”
“Önce ona bir
uğrayayım.”
“Acele et. Yemek hazır ve biz çok açız. Değil mi gelinim?” Bunu derken
bir eli ile karnını okşamıştı Asude’nin. Nihayet hamile kalmıştı büyük gelin.
İlk yıllar bebek istememişler sonra da istedikleri halde olmayınca umutsuzluğu
kapılmışlardı. Bir ay önce mutlu haber iki evi de çok mutlu etmişti. Asude artık
üç aylık hamileydi. O da kaynanasının elinin üstüne elini koyup “Hem de nasıl
anne.” dedi. Keyfi yerindeydi ikisinin de.
“Annenlere uğradın mı? Sonra bana kızıyor, seni alıkoyuyormuşum diye.”
“Uğradım, merak
etme. Annemin gönlünü aldım.” Zaten yataktan çıkamayan kadının Osman Beyden
farkı yoktu. O da çok az konuşabiliyordu.
“Gece kalacaksınız
değil mi?”
“Evet, anne.
Sabaha Ayşe abla bize darı ekmeği pişirir mi?”
Ayşe masayı
hazırlarken durup geline baktı. “Ayşe ablan kurban olsun sana. Yapmaz mıyım?
Hadi sen otur artık. Yemekleri koyuyorum.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder