30 Ekim 2015 Cuma

YAKIŞIKLI 27. Bölüm

Toprak, yanında kendi boylarında bir erkek ile kızların oturduğu köşeye geldi. Sesinde ortamı rahatlatmaya çalışan bir tonlama vardı. “Kızlar, size arkadaşımı tanıtayım. Murat Avcı, benim eski mahallemden arkadaşımdır. Ece ve arkadaşı Didem. Ece’den bahsetmiştim. Bizim köyün en güzel kızıdır ve bağlarımız komşudur.”
“Merhaba, iyi akşamlar. Çok memnun oldum.”
Didem, erkeği hatırlamaya çalışıyordu. Nerede gördüğünü anımsayamadan yüzüne bakıyordu. Ece ise o sırada elini sıkmış ve yeniden minderlere gömülmüştü. Köyün en güzel kızı olarak tanımlanmak çok hoşuna gitmişti. Toprak kendisi ile ilgili güzel şeyler söyledikçe keyfi yerine geliyordu.
Murat, Didem’in kendisini tanımadığından emin olunca bozularak anımsatma gereği duydu. “Toprak’ın barında sizi rahatsız eden terbiyesiz benim. Böylece özür dileme fırsatı bulmuş oldum.”

“Ah tamam, ben de sizi nerede gördüğümü anımsamaya çalışıyordum. Şey, özür abartılı olmadı mı? Beni rahatsız etmemiştiniz.” Didem, o geceyi ve adamı sıkça düşünmüştü oysaki. Neden hemen anımsayamamıştı? Ah çünkü o gece gördüğü saçlar daha uzundu ve şimdi üstünde çok şık bir takım elbise vardı. 
Toprak gülümseyerek, “O bence yine de özür dilesin. Çünkü o geceden beri başımın etini yiyordu. Seninle tanışmak için bana teklif etmediği rüşvet kalmadı.”
“O rüşvetler, çeneni tutabilseydin geçerliydi. Madem sırrımı açığa çıkarttın hiç şansın kalmadı.” Yakın arkadaş oldukları belli olan iki erkek gülerek konuşuyor, kızlar da onların bu dürüst ama şakacı hallerinden aldıkları keyifle oturuyorlardı. Murat da Toprak kadar uzundu. Onun da vücudu yapılıydı. Sanki ikisi de aynı sporları yapıyormuş gibi gözüküyordu. Murat, ceketini çıkartıp yerine oturmadan önce cebinden telefonunu ve sigarasını almıştı.
Toprak, “Ece’nin yanında içemezsin. İlla içeceksen arkadaki balkona çıkman lazım.” dedi. Murat, ikisinin yakın oturuşuna bakarak başını salladı. “Anladım. Tamam öyle yaparım.”
Ece saatlerdir yanında olan Toprak’ın hiç sigara içmediğini ancak fark etmişti. “Sen ne zaman çıkıp içtin o balkonda sigaranı?”
“Sigarayı bıraktım ben.” Ece şaşkınlıkla baktı ona. Gerçekten sürpriz olmuştu bu. Şaşkınlıkla “Ne?” diye sorsa da tüm yüzü sevinçle aydınlanmıştı. Bir diğer şaşıran da Murat idi. “Nasıl?”
“Ece içmemi istemiyordu. Ben de bıraktım.”
“Bu kadar mı? O istemedi ve sen de bıraktın öyle mi? Kaç yıldır bırakmak istiyordun ama bir türlü başaramamıştın. Bu kadar basit miymiş bırakmak?”
“Bu akşam üzücü konuşmalar olsun istemem ama Ece’nin babası sigara yüzünden çok hasta. Koah amfizem hastası. Evde bakıma muhtaç. Oksijeni makinelerden almak zorunda.  Ece’nin hassasiyetini anlamak çok kolay. Üstelik çevremize verdiğimiz zararı öğrenince bırakmak daha da kolay. Ayrıca, onun istediği bir şey yapmak çok iyi hissettiriyor.” Toprak konuştukça Murat, Didem’e bakıyordu. Onun ikiliyi izlemesini fırsat bilip rahatlıkla seyretti genç kızı. Sonra onun da ilgisini çekecek şekilde “Anlaşıldı. Benim bırakmam için de birisinin benden istemesi gerekecek demek ki. Ne yemek yaptın bize, Toprak?” diye konuştu.
“Pizza yiyeceğiz. Kızlar pizza gecesi yapacakmış, bozmayalım planlarını.”
“Bana uyar ama onlar senin nefis yemeklerinden mahrum kaldıkları için üzülmeli.”
“Bir de sen yapsan da yesek?”
“Zehirlenmek mi istiyorsun?”
Didem dayanamayıp lafa daldı. “Ece gibisin desene. O da yemek bilmez. Geçen gelişinde salatayı yapmasını istediğime bile pişman oldum.” Ece’nin yarım saate yakın bir sürede hazırlamaya çabaladığı salatayı anımsayıp iki kız da güldü.
“Ben de köyde yetişmiş kızların her işi bildiğini sanırdım. Sen neden mahrum kaldın bu işlerden?” Murat merakla bakıyordu. Yanıtlar yine Toprak’tan geldi.“Çünkü bu çıtı pıtı kız, bağlar ve atlar ile meşgulken vakit bulamamıştır.” 
“Bağlar ve atlar mı? Ne güzel bir hayat. Hep hayalimde öyle bir ortamda yaşamak yatıyor.”
“Yap o zaman, elini tutan mı var?” dedi Ece.
“Önce o hayatı yaşayacak kadar birikim, sonra da o hayata evet diyecek birisi lazım.”
“İşin zormuş. Daha önce hiç öyle ortamlarda bulundun mu?”
“Hayır, sadece bir iki gecelik geziler yaptım.”
“Toprak köye gelirken seni de getirsin. Ama iş zamanı gel. Özellikle budama ya da bağ bozumu zamanı. Elle budama ve elle toplama yaptıralım sana. Bakalım sevecek misin?”
“Gel tabii. Bu yaz ben de orada olacağım.” Toprak arkadaşının gelmesini gerçekten istiyordu.
“Çok isterim.”
Pizzalarını beklerken, Murat, müteahhitlik yapan babasının işlerini kolaylaştırmak için mimar olduğunu ve kendi şirketini kurduğunu anlatmıştı. Didem de avukat olduğunu söylemiş ve bir iki ilginç davasından bahsetmiş ve ikisi de konuşmaya dalmıştı. Toprak, müzik setine bir CD takıp yine Ece’nin yanına oturdu. Kulağına eğilip “İyi anlaştılar.” dedi.
“Senin çöpçatanlık yapacağın aklıma gelmezdi.” diyen Ece başını Toprağın omzuna yasladı. Toprak sağ eli ile sol tarafında oturan genç kızın yüzünü okşuyordu. “İyisin değil mi? Ne zamandır öksürmüyorsun. Düzeldin sanırım.”
“İyiyim canım. İyi baktın bana.”
“Çorbanı ısıtıyorum. Sen pizzadan önce biraz içeceksin. Sonra pizzanı yiyebilirsin.”
“Teşekkür ederim. Sana çok zahmet verdim.”
“Hiç zahmet olmadı. Rahat mısın?” Lafı bitmeden Ece biraz daha yaklaştı, kolunun altına iyice yerleşti. Onun tarafından sarılmak, sarmalanmak alışkanlık yapacaktı.
“Evin çok güzel. Duvarların tuğla olmasına bayıldım. Murat’ın eli dokundu sanırım!”
“Evet, aslında burası da mutfağa aitti. Mutfağın yanında bir küçük tuvalet daha vardı. Onu mutfağa kattı, burayı tam da böyle bir ortam yaratması için oluşturdu. Bahsetmedi ama annesi iç mimardır. Sevil Abla da fikirleri ile oğluna yardımcı oldu. Yatak odasında yaptıklarını görmelisin. Yatak camın önünde. Tüm camlar ahşap jaluzi kaplı. İstediğin kadar ışık alıyor ve elbiselerin büyük kısmı duvardaki borulara asıldı. Önlerindeki tül perdeler onları kapatıyor ve yerden kazandırıyor.”
“Merak ettim şimdi. Ben o kitaplığın arkasında dolap var sanıyordum.”
“Sizin tuvalet masanızdan daha yüksek ve daha geniş bir dolap var. Askıya asılamayan her şey onun içinde. Hadi gel göstereyim.”
Ece oturduğu yerden kalkarken Toprak’tan destek aldı. Didem, nereye diye sorunca, ‘Evi gezeceğim, nihayet gözüm açıldı, bu güzel evi görmek istiyorum’, dedi.
Murat, “Benim eserimle övünüyor.” diyerek Toprak’a takıldı. “Sen mi çizdin evin bu halini?” Didem merakla sordu. Toprak, Ece’yi yatak odası olarak kullandığı kısma götürürken sesleniyordu “Annesinin yaptıklarını da sor. Çünkü anlatmıyor.”
Gerçekten çok güzeldi evin tamamı. Yatak odasındaki tuğla duvarın alt tarafında eski demir su borusundan yapılmış bir askı vardı. Tüm ceket ve gömlekler oraya çapraz olarak asılmış, omuz boyundan yer kaplaması önlenmişti. Önündeki perde, kızıl kahverengiydi. Perdenin üstünde doğal ahşabın cilalanarak oluşturulmuş bir raf vardı. O rafın üstünde bir aile fotoğrafı ve deniz kabukları yer alıyordu.
Dört ablası, Toprak ve anne ile babası vardı resimde. Ece, deniz kabuklarının parlak sırtlarında gezdirdi parmağını. Tuvalet masası olarak kullandığı dolabın üstünde de bir resim vardı. Bu kez yeğenleri ile Toprak birlikte yer almıştı. Ailesine düşkün olduğunu zaten biliyordu. Saati, parfümleri diğer eşyalardı. Tertipliydi. Az eşyası vardı. Yatak bile kapatılmıştı. Gerçi üstünde yatak örtüsü yoktu ama kendisi de kapatmazdı örtüyü.
“Çok düzenlisin.”
“Övünmeyeceğim, ben değil her gün gelen kadın toparlıyor. Sabah iki saat geliyor. Temizlik yapıyor, ortalığı topluyor ve gidiyor.”
“Mantıklı bir tercih! Evin gerçekten çok güzel.” Yatak odasını ayıran bölümden dışarı doğru adım atacakken kolundan tutulup geri çekildi. “Bir daha fırsat bulamayabilirim.” Toprak, beline sarılıp kendisine çekti. Yavaşça yaklaşıyordu dudaklarına. Sanki itiraz etmesi için fırsat veriyordu. Ece, ona uyum sağlayarak yavaşça uzattı başını. Dudakları birleştiğinde ikisi de daha öncekilerden farklı bir tat aldı. Uzun uzun öpüştüler. İçerden gelen ayak sesleri olmasa daha da devam edeceklerdi. Ayrılıp birbirlerine baktılar. İkisi de gülümsüyordu. Oturdukları bölüme doğru yürürken Toprak beline sarılmıştı. Ece, o gece Didem’in orada kalacak olmasından memnundu. Belki Toprak kendine hâkim olabilecekti ama Ece kendisinden şüpheliydi!
“Sen geç otur, ben çorbanı getiriyorum. Biraz iç ki kuvvetin artsın.”
“Bize yok mu çorba?”
“Getiririm. Ama pizzaya yer kalsın, sizlere yarım kase koyacağım.”
“Pintisin oğlum. Benimkini normal koy. Açım.”
“Ne zaman değilsin ki? Tamam, Didem ya sen? Yarım mı, tam mı?”
“Benimki de tam olsun. Lokantadaki yemeklerden tecrübeliyim, yarım desem tadı damağımda kalacak, utanıp ikinci kez isteyemeyeceğim.”
“Kendi evin gibi davran lütfen. Nasılsa bu gece misafirimsin. O yüzden canın ne istiyorsa dolaptan al.”
“Teşekkür ederim, misafirlerine kendilerini iyi hissettirmeyi biliyorsun.”
Murat, onların konuşmasından bir şey anlamamıştı. “Neden burada kalıyorsun? Evine bir şey mi oldu?”
“Hayır, Ece burada kalacak, ben de ona refakat edeceğim.”
Murat, arkadaşının yakından ilgilendiği genç kızla neden baş başa kalmak istemediğini anlamamış, düşüncelere dalmıştı. Hemen arkadaki mutfak kısmına geçip arkadaşına sormaya karar verdi.
Toprak kâseleri hazırlamış, büyük düz tabaklara koyuyordu. Servis çok iyi gözüküyordu. Murat yanına gelip kısık sesle “Hayırdır abi, Didem tampon görevi mi yapacak? Neden burada kalıyor?”
“Aynen öyle olacak. Ece başka kimseye benzemez.”
“Anladım sanırım. İnanılmaz.” Murat, kafasında soru işareti kalmamış bir şekilde gülümsedi.
“Benim için de inanması zor ama o bunu hak ediyor.”
İki düz tabağı, üstlerindeki çorba kâseleri ile Murat’ın eline tutuşturdu, kendisi de diğer ikisini alıp kızların yanına döndü.


*****


Saat dokuzu geçtiğinde Ece’nin cep telefonu çaldı. Ekranda Sibel’in adını görünce “Söyle ablam” diyerek açtı telefonu.
“Abla, sakın üzülme. Kimseye bir şey olmadı.” Sibel ağlamaklı konuşuyordu. Ece oturduğu yerde doğruldu. Heyecanla “Ne demek sakın üzülme? Ne oldu? Babam? O iyi mi?”
“Babam iyi. Bizim bir şeyimiz yok. Bak sakin ol. Kötü bir şey yok. Sadece boxların bir kısmı yandı. Ama atların hepsi iyi. Recep erken fark etmiş yangını. Hemen söndürmüşler. Aslında sen eve dönene kadar haber vermeyecektik ama hışmından korktuk.”
Üç kişi Ece’nin yüzündeki dehşet ifadesine korkuyla bakıyordu. Ece, onlara bakıp yok bir şey der gibi başını salladı.
“Yaralanan kimse var mı? Doğru söyle. Atların hepsi iyi mi?”
“Yok dedim ya abla, atların hiç birine bir şey olmamış. Sadece iki box bölümü tamamen yanmış. Yerdeki samanlar yanmış ama kapılardan dışarı çıkamamış alevler. Tahtaları sarana kadar söndürmüşler zaten.  Recep, yerdeki samanları yeni süpürdüğü için yangının büyümediğini söyledi. Sanırım elektrik kontağından çıkmış.”
“Tamam, sen söyle kimse bir şeye dokunmasın. Boxların etrafında su kovaları dolu dursun. Ben gelirken yeni yangın söndürücüler de alırım. Babam duydu mu?”
“Duydu ama bir şeyi yok. Sakin karşıladı. Daha önce de yanmıştı ya, o yüzden pek heyecanlanmadı sanırım.”
“Tamam canım. Anneme söyle yarın öğleden sonra gelmiş olurum. Kimse üzülmesin, zarar olmamış işte. Yarın görüşürüz. Selam söyle herkese.” Telefonu kapattıktan sonra merakla bekleyenlere durumu kısaca anlattı.
Toprak, “Atların hastalığı ile ilgili durumun ardından bu yangın sana normal geliyor mu?” diye sordu. Ece de onun gibi düşünse de söze dökmedi. “Daha önce de oldu. Yağmurlardan sonra olabiliyor. Hem atların zehirlenmesini haber veren köyden biri olabilir. Müfit amca kahvede konuşmuş, duyan biri birilerine söylemiş olabilir. Çok da önemli değil.”
“Neyse ki kimseye bir şey olmamış.” Didem daha sakindi. Önemli olan zararsız sayılacak şekilde atlatılmasıydı. “Çok şükür.”
Murat merakla “Atların hepsi senin mi? Yoksa pansiyonculuk gibi mi yaptığın iş?” diye sordu.
“Evet, hepsi benim olan dokuz tane atım var. Biri bugün yarıştı.”
“Yarıştı mı? Sen ne çok şey yapıyorsun. Sana köy kızlarının evde yemek, bağda bahçede çapa yaptığı söylenmedi mi? At yarıştırmak da ne oluyor?”
“Sana kısa bir özet geçeyim. Bağcılık dedelerden gelen bir gelenek. Ama bir dedem de kuyumcuydu. O yüzden ağabeylerim ona uydu ve kuyumcu oldu. Babam hastalanınca bağların başına ben geçtim. Atlar ise benim çocukluk hayalimdi. Büyük büyük babam çok severmiş atları ve çok da iyi anlarmış. Ben onu tanımadım ama genlerini almışım. Hem üretiyorum, hem yarışlara hazırlıyorum, hem de satıyorum. Bir de bu sene şarapçılığa geri döneceğim.”
“Vay vay vay. On parmağında on marifet desene?”
“Bu saydıklarımdan sonra öyle sanılabilir ama az önce Didem’in de dediği gibi hayatımda bir tencere yemek pişirmiş değilim. Geçtim onu yumurta yapamam desem yeri. Zaten, ütü temizlik falan benim kalemim hiç olmadı. Görücüler bunları duyunca kahveyi içmeden geri dönüyor.” Son cümlesinden sonra kendi haline kahkaha ile gülmeye başladı. Üçü de ona katılınca Ece daha da güldü. Murat merakla sormaya devam ediyordu.
“Şarap yapmak zahmetli iş değil mi? Onu başaran ev işlerini zaten başarır.”
“O bizim eski işimiz. Sıfırdan kurmak zahmetli olurdu ama bizim fabrikamız ve mahzenimiz var zaten. Biraz takviye malzeme ile yeni teknolojiye de uyum sağladık. Eski hali ile kendimiz için biraz üretiyorduk. Ama benim yapmak istediğim başka. Özel bir şarap üretmek istiyorum. Şarap işini başarırım ama ev işleri bana çok uzak.”
“Sizin evde hizmetliler yok mu? Bildiğim kadarıyla yıllardır bir kadın var yanınızda. Sen de öyle yaparsın olur biter.” Toprak mantıklı bir noktaya parmak basıyordu.  
“Evet var. Ama anneme kalsa ona iş yaptırmak için de iş bilmek lazımmış. Anlayacağın benden umudunu kesti annem.” Didem başı ile onaylıyordu. Ne de olsa yıllardır kendi evinin tüm işini yapıyordu.
Toprak gülerek “Anneler öyledir, her dediklerine kulak asmamak lazım.” Sonra Murat’a dönüp, “Ece’nin anlatmadığı bir şey daha var. Tüm bu işlerin arasında bir de bizim bağların işlerini denetliyor.”
Ece utanmaya başlamıştı. Murat şaşkın gözlerle bakarken Ece, “Ama siz satacaksınız! Keşke baban vazgeçse! Ben nasılsa köydeyim, ilgilenirim, hatta üzümünüzü satın alır şarap bile yaparım. Biz neden babanla konuşmuyoruz bunu?” diyerek aklındakileri sıraladı.
“Ablalarıma, satıştan haklarına düşeni ödeyeceğini söyledi bile. Hepsi planlarını yapmıştır. Artık dönüş olmaz.” Yine de teklifi hoşuna gitmişti.
“Babalarımız küs olmasa sizin bağların bir kısmını ben alırdım. Bize yakın olan yerdeki üzümleriniz çok kaliteli. Yapmak istediğim şarap için kullanabileceğim üzümler onlar. Böylece daha fazla üretim yapardım ama babam nuh diyor peygamber demiyor.”
“Babana rağmen almak istersen sana satış yaparız. Sadece senin adına olur.”
“Olmaz. Onu üzmek istemem. Duyar falan, küser bana.”
“Sen de haklısın. Zaten dünya kadar yer var, yeni yerler daha çok yorar seni. Biz satalım da azalsın dertlerin.”
“Oralar hiç dert olmadı bana. Zaten sizin işçiler yapıyor işleri. Ben sadece kontrol ediyordum. Baban, kardeşlerine düşecek parayı versin onlara yine. Zaten satmazsanız dört beş seneye kadar satıştan düşecek paraya yakın para hepinize verilmiş olacak. Ay ama ben neden karışıyorum ki? Sonuçta orası babanın ve amcanındı. Karar babanın artık. Yine de keşke satmasanız…”

Toprak da ‘keşke’ diyordu… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder