Toprak,
yanında kendi boylarında bir erkek ile kızların oturduğu köşeye geldi. Sesinde
ortamı rahatlatmaya çalışan bir tonlama vardı. “Kızlar, size arkadaşımı
tanıtayım. Murat Avcı, benim eski mahallemden arkadaşımdır. Ece ve arkadaşı
Didem. Ece’den bahsetmiştim. Bizim köyün en güzel kızıdır ve bağlarımız
komşudur.”
“Merhaba,
iyi akşamlar. Çok memnun oldum.”
Didem,
erkeği hatırlamaya çalışıyordu. Nerede gördüğünü anımsayamadan yüzüne
bakıyordu. Ece ise o sırada elini sıkmış ve yeniden minderlere gömülmüştü. Köyün
en güzel kızı olarak tanımlanmak çok hoşuna gitmişti. Toprak kendisi ile ilgili
güzel şeyler söyledikçe keyfi yerine geliyordu.
Murat, Didem’in
kendisini tanımadığından emin olunca bozularak anımsatma gereği duydu. “Toprak’ın
barında sizi rahatsız eden terbiyesiz benim. Böylece özür dileme fırsatı bulmuş
oldum.”
“Ah tamam,
ben de sizi nerede gördüğümü anımsamaya çalışıyordum. Şey, özür abartılı olmadı
mı? Beni rahatsız etmemiştiniz.” Didem, o geceyi ve adamı sıkça düşünmüştü
oysaki. Neden hemen anımsayamamıştı? Ah çünkü o gece gördüğü saçlar daha uzundu
ve şimdi üstünde çok şık bir takım elbise vardı.
Toprak
gülümseyerek, “O bence yine de özür dilesin. Çünkü o geceden beri başımın etini
yiyordu. Seninle tanışmak için bana teklif etmediği rüşvet kalmadı.”
“O
rüşvetler, çeneni tutabilseydin geçerliydi. Madem sırrımı açığa çıkarttın hiç
şansın kalmadı.” Yakın arkadaş oldukları belli olan iki erkek gülerek
konuşuyor, kızlar da onların bu dürüst ama şakacı hallerinden aldıkları keyifle
oturuyorlardı. Murat da Toprak kadar uzundu. Onun da vücudu yapılıydı. Sanki
ikisi de aynı sporları yapıyormuş gibi gözüküyordu. Murat, ceketini çıkartıp
yerine oturmadan önce cebinden telefonunu ve sigarasını almıştı.
Toprak,
“Ece’nin yanında içemezsin. İlla içeceksen arkadaki balkona çıkman lazım.”
dedi. Murat, ikisinin yakın oturuşuna bakarak başını salladı. “Anladım. Tamam
öyle yaparım.”
Ece
saatlerdir yanında olan Toprak’ın hiç sigara içmediğini ancak fark etmişti.
“Sen ne zaman çıkıp içtin o balkonda sigaranı?”
“Sigarayı
bıraktım ben.” Ece şaşkınlıkla baktı ona. Gerçekten sürpriz olmuştu bu.
Şaşkınlıkla “Ne?” diye sorsa da tüm yüzü sevinçle aydınlanmıştı. Bir diğer
şaşıran da Murat idi. “Nasıl?”
“Ece
içmemi istemiyordu. Ben de bıraktım.”
“Bu
kadar mı? O istemedi ve sen de bıraktın öyle mi? Kaç yıldır bırakmak istiyordun
ama bir türlü başaramamıştın. Bu kadar basit miymiş bırakmak?”
“Bu
akşam üzücü konuşmalar olsun istemem ama Ece’nin babası sigara yüzünden çok
hasta. Koah amfizem hastası. Evde bakıma muhtaç. Oksijeni makinelerden almak
zorunda. Ece’nin hassasiyetini anlamak
çok kolay. Üstelik çevremize verdiğimiz zararı öğrenince bırakmak daha da
kolay. Ayrıca, onun istediği bir şey yapmak çok iyi hissettiriyor.” Toprak
konuştukça Murat, Didem’e bakıyordu. Onun ikiliyi izlemesini fırsat bilip
rahatlıkla seyretti genç kızı. Sonra onun da ilgisini çekecek şekilde “Anlaşıldı.
Benim bırakmam için de birisinin benden istemesi gerekecek demek ki. Ne yemek
yaptın bize, Toprak?” diye konuştu.
“Pizza
yiyeceğiz. Kızlar pizza gecesi yapacakmış, bozmayalım planlarını.”
“Bana
uyar ama onlar senin nefis yemeklerinden mahrum kaldıkları için üzülmeli.”
“Bir
de sen yapsan da yesek?”
“Zehirlenmek
mi istiyorsun?”
Didem
dayanamayıp lafa daldı. “Ece gibisin desene. O da yemek bilmez. Geçen gelişinde
salatayı yapmasını istediğime bile pişman oldum.” Ece’nin yarım saate yakın bir
sürede hazırlamaya çabaladığı salatayı anımsayıp iki kız da güldü.
“Ben
de köyde yetişmiş kızların her işi bildiğini sanırdım. Sen neden mahrum kaldın
bu işlerden?” Murat merakla bakıyordu. Yanıtlar yine Toprak’tan geldi.“Çünkü bu
çıtı pıtı kız, bağlar ve atlar ile meşgulken vakit bulamamıştır.”
“Bağlar
ve atlar mı? Ne güzel bir hayat. Hep hayalimde öyle bir ortamda yaşamak
yatıyor.”
“Yap
o zaman, elini tutan mı var?” dedi Ece.
“Önce
o hayatı yaşayacak kadar birikim, sonra da o hayata evet diyecek birisi lazım.”
“İşin
zormuş. Daha önce hiç öyle ortamlarda bulundun mu?”
“Hayır,
sadece bir iki gecelik geziler yaptım.”
“Toprak
köye gelirken seni de getirsin. Ama iş zamanı gel. Özellikle budama ya da bağ
bozumu zamanı. Elle budama ve elle toplama yaptıralım sana. Bakalım sevecek
misin?”
“Gel
tabii. Bu yaz ben de orada olacağım.” Toprak arkadaşının gelmesini gerçekten
istiyordu.
“Çok
isterim.”
Pizzalarını
beklerken, Murat, müteahhitlik yapan babasının işlerini kolaylaştırmak için
mimar olduğunu ve kendi şirketini kurduğunu anlatmıştı. Didem de avukat
olduğunu söylemiş ve bir iki ilginç davasından bahsetmiş ve ikisi de konuşmaya
dalmıştı. Toprak, müzik setine bir CD takıp yine Ece’nin yanına oturdu.
Kulağına eğilip “İyi anlaştılar.” dedi.
“Senin
çöpçatanlık yapacağın aklıma gelmezdi.” diyen Ece başını Toprağın omzuna
yasladı. Toprak sağ eli ile sol tarafında oturan genç kızın yüzünü okşuyordu.
“İyisin değil mi? Ne zamandır öksürmüyorsun. Düzeldin sanırım.”
“İyiyim
canım. İyi baktın bana.”
“Çorbanı
ısıtıyorum. Sen pizzadan önce biraz içeceksin. Sonra pizzanı yiyebilirsin.”
“Teşekkür
ederim. Sana çok zahmet verdim.”
“Hiç
zahmet olmadı. Rahat mısın?” Lafı bitmeden Ece biraz daha yaklaştı, kolunun
altına iyice yerleşti. Onun tarafından sarılmak, sarmalanmak alışkanlık
yapacaktı.
“Evin
çok güzel. Duvarların tuğla olmasına bayıldım. Murat’ın eli dokundu sanırım!”
“Evet,
aslında burası da mutfağa aitti. Mutfağın yanında bir küçük tuvalet daha vardı.
Onu mutfağa kattı, burayı tam da böyle bir ortam yaratması için oluşturdu.
Bahsetmedi ama annesi iç mimardır. Sevil Abla da fikirleri ile oğluna yardımcı
oldu. Yatak odasında yaptıklarını görmelisin. Yatak camın önünde. Tüm camlar
ahşap jaluzi kaplı. İstediğin kadar ışık alıyor ve elbiselerin büyük kısmı
duvardaki borulara asıldı. Önlerindeki tül perdeler onları kapatıyor ve yerden
kazandırıyor.”
“Merak
ettim şimdi. Ben o kitaplığın arkasında dolap var sanıyordum.”
“Sizin
tuvalet masanızdan daha yüksek ve daha geniş bir dolap var. Askıya asılamayan
her şey onun içinde. Hadi gel göstereyim.”
Ece
oturduğu yerden kalkarken Toprak’tan destek aldı. Didem, nereye diye sorunca, ‘Evi
gezeceğim, nihayet gözüm açıldı, bu güzel evi görmek istiyorum’, dedi.
Murat,
“Benim eserimle övünüyor.” diyerek Toprak’a takıldı. “Sen mi çizdin evin bu
halini?” Didem merakla sordu. Toprak, Ece’yi yatak odası olarak kullandığı
kısma götürürken sesleniyordu “Annesinin yaptıklarını da sor. Çünkü
anlatmıyor.”
Gerçekten
çok güzeldi evin tamamı. Yatak odasındaki tuğla duvarın alt tarafında eski
demir su borusundan yapılmış bir askı vardı. Tüm ceket ve gömlekler oraya
çapraz olarak asılmış, omuz boyundan yer kaplaması önlenmişti. Önündeki perde,
kızıl kahverengiydi. Perdenin üstünde doğal ahşabın cilalanarak oluşturulmuş
bir raf vardı. O rafın üstünde bir aile fotoğrafı ve deniz kabukları yer alıyordu.
Dört
ablası, Toprak ve anne ile babası vardı resimde. Ece, deniz kabuklarının parlak
sırtlarında gezdirdi parmağını. Tuvalet masası olarak kullandığı dolabın
üstünde de bir resim vardı. Bu kez yeğenleri ile Toprak birlikte yer almıştı.
Ailesine düşkün olduğunu zaten biliyordu. Saati, parfümleri diğer eşyalardı.
Tertipliydi. Az eşyası vardı. Yatak bile kapatılmıştı. Gerçi üstünde yatak
örtüsü yoktu ama kendisi de kapatmazdı örtüyü.
“Çok
düzenlisin.”
“Övünmeyeceğim,
ben değil her gün gelen kadın toparlıyor. Sabah iki saat geliyor. Temizlik
yapıyor, ortalığı topluyor ve gidiyor.”
“Mantıklı
bir tercih! Evin gerçekten çok güzel.” Yatak odasını ayıran bölümden dışarı
doğru adım atacakken kolundan tutulup geri çekildi. “Bir daha fırsat
bulamayabilirim.” Toprak, beline sarılıp kendisine çekti. Yavaşça yaklaşıyordu
dudaklarına. Sanki itiraz etmesi için fırsat veriyordu. Ece, ona uyum
sağlayarak yavaşça uzattı başını. Dudakları birleştiğinde ikisi de daha
öncekilerden farklı bir tat aldı. Uzun uzun öpüştüler. İçerden gelen ayak
sesleri olmasa daha da devam edeceklerdi. Ayrılıp birbirlerine baktılar. İkisi
de gülümsüyordu. Oturdukları bölüme doğru yürürken Toprak beline sarılmıştı.
Ece, o gece Didem’in orada kalacak olmasından memnundu. Belki Toprak kendine hâkim
olabilecekti ama Ece kendisinden şüpheliydi!
“Sen
geç otur, ben çorbanı getiriyorum. Biraz iç ki kuvvetin artsın.”
“Bize
yok mu çorba?”
“Getiririm.
Ama pizzaya yer kalsın, sizlere yarım kase koyacağım.”
“Pintisin
oğlum. Benimkini normal koy. Açım.”
“Ne
zaman değilsin ki? Tamam, Didem ya sen? Yarım mı, tam mı?”
“Benimki
de tam olsun. Lokantadaki yemeklerden tecrübeliyim, yarım desem tadı damağımda
kalacak, utanıp ikinci kez isteyemeyeceğim.”
“Kendi
evin gibi davran lütfen. Nasılsa bu gece misafirimsin. O yüzden canın ne
istiyorsa dolaptan al.”
“Teşekkür
ederim, misafirlerine kendilerini iyi hissettirmeyi biliyorsun.”
Murat,
onların konuşmasından bir şey anlamamıştı. “Neden burada kalıyorsun? Evine bir
şey mi oldu?”
“Hayır,
Ece burada kalacak, ben de ona refakat edeceğim.”
Murat,
arkadaşının yakından ilgilendiği genç kızla neden baş başa kalmak istemediğini
anlamamış, düşüncelere dalmıştı. Hemen arkadaki mutfak kısmına geçip arkadaşına
sormaya karar verdi.
Toprak
kâseleri hazırlamış, büyük düz tabaklara koyuyordu. Servis çok iyi gözüküyordu.
Murat yanına gelip kısık sesle “Hayırdır abi, Didem tampon görevi mi yapacak?
Neden burada kalıyor?”
“Aynen
öyle olacak. Ece başka kimseye benzemez.”
“Anladım
sanırım. İnanılmaz.” Murat, kafasında soru işareti kalmamış bir şekilde
gülümsedi.
“Benim
için de inanması zor ama o bunu hak ediyor.”
İki
düz tabağı, üstlerindeki çorba kâseleri ile Murat’ın eline tutuşturdu, kendisi
de diğer ikisini alıp kızların yanına döndü.
*****
Saat
dokuzu geçtiğinde Ece’nin cep telefonu çaldı. Ekranda Sibel’in adını görünce
“Söyle ablam” diyerek açtı telefonu.
“Abla,
sakın üzülme. Kimseye bir şey olmadı.” Sibel ağlamaklı konuşuyordu. Ece
oturduğu yerde doğruldu. Heyecanla “Ne demek sakın üzülme? Ne oldu? Babam? O
iyi mi?”
“Babam
iyi. Bizim bir şeyimiz yok. Bak sakin ol. Kötü bir şey yok. Sadece boxların bir
kısmı yandı. Ama atların hepsi iyi. Recep erken fark etmiş yangını. Hemen
söndürmüşler. Aslında sen eve dönene kadar haber vermeyecektik ama hışmından
korktuk.”
Üç
kişi Ece’nin yüzündeki dehşet ifadesine korkuyla bakıyordu. Ece, onlara bakıp
yok bir şey der gibi başını salladı.
“Yaralanan
kimse var mı? Doğru söyle. Atların hepsi iyi mi?”
“Yok
dedim ya abla, atların hiç birine bir şey olmamış. Sadece iki box bölümü tamamen
yanmış. Yerdeki samanlar yanmış ama kapılardan dışarı çıkamamış alevler.
Tahtaları sarana kadar söndürmüşler zaten. Recep, yerdeki samanları yeni süpürdüğü için
yangının büyümediğini söyledi. Sanırım elektrik kontağından çıkmış.”
“Tamam,
sen söyle kimse bir şeye dokunmasın. Boxların etrafında su kovaları dolu
dursun. Ben gelirken yeni yangın söndürücüler de alırım. Babam duydu mu?”
“Duydu
ama bir şeyi yok. Sakin karşıladı. Daha önce de yanmıştı ya, o yüzden pek
heyecanlanmadı sanırım.”
“Tamam
canım. Anneme söyle yarın öğleden sonra gelmiş olurum. Kimse üzülmesin, zarar
olmamış işte. Yarın görüşürüz. Selam söyle herkese.” Telefonu kapattıktan sonra
merakla bekleyenlere durumu kısaca anlattı.
Toprak,
“Atların hastalığı ile ilgili durumun ardından bu yangın sana normal geliyor
mu?” diye sordu. Ece de onun gibi düşünse de söze dökmedi. “Daha önce de oldu.
Yağmurlardan sonra olabiliyor. Hem atların zehirlenmesini haber veren köyden
biri olabilir. Müfit amca kahvede konuşmuş, duyan biri birilerine söylemiş
olabilir. Çok da önemli değil.”
“Neyse
ki kimseye bir şey olmamış.” Didem daha sakindi. Önemli olan zararsız sayılacak
şekilde atlatılmasıydı. “Çok şükür.”
Murat
merakla “Atların hepsi senin mi? Yoksa pansiyonculuk gibi mi yaptığın iş?” diye
sordu.
“Evet,
hepsi benim olan dokuz tane atım var. Biri bugün yarıştı.”
“Yarıştı
mı? Sen ne çok şey yapıyorsun. Sana köy kızlarının evde yemek, bağda bahçede
çapa yaptığı söylenmedi mi? At yarıştırmak da ne oluyor?”
“Sana
kısa bir özet geçeyim. Bağcılık dedelerden gelen bir gelenek. Ama bir dedem de
kuyumcuydu. O yüzden ağabeylerim ona uydu ve kuyumcu oldu. Babam hastalanınca
bağların başına ben geçtim. Atlar ise benim çocukluk hayalimdi. Büyük büyük
babam çok severmiş atları ve çok da iyi anlarmış. Ben onu tanımadım ama
genlerini almışım. Hem üretiyorum, hem yarışlara hazırlıyorum, hem de
satıyorum. Bir de bu sene şarapçılığa geri döneceğim.”
“Vay
vay vay. On parmağında on marifet desene?”
“Bu
saydıklarımdan sonra öyle sanılabilir ama az önce Didem’in de dediği gibi hayatımda
bir tencere yemek pişirmiş değilim. Geçtim onu yumurta yapamam desem yeri.
Zaten, ütü temizlik falan benim kalemim hiç olmadı. Görücüler bunları duyunca
kahveyi içmeden geri dönüyor.” Son cümlesinden sonra kendi haline kahkaha ile
gülmeye başladı. Üçü de ona katılınca Ece daha da güldü. Murat merakla sormaya
devam ediyordu.
“Şarap
yapmak zahmetli iş değil mi? Onu başaran ev işlerini zaten başarır.”
“O bizim eski işimiz. Sıfırdan kurmak zahmetli
olurdu ama bizim fabrikamız ve mahzenimiz var zaten. Biraz takviye malzeme ile
yeni teknolojiye de uyum sağladık. Eski hali ile kendimiz için biraz
üretiyorduk. Ama benim yapmak istediğim başka. Özel bir şarap üretmek
istiyorum. Şarap işini başarırım ama ev işleri bana çok uzak.”
“Sizin evde hizmetliler yok mu? Bildiğim kadarıyla
yıllardır bir kadın var yanınızda. Sen de öyle yaparsın olur biter.” Toprak
mantıklı bir noktaya parmak basıyordu.
“Evet var. Ama anneme kalsa ona iş yaptırmak için
de iş bilmek lazımmış. Anlayacağın benden umudunu kesti annem.” Didem başı ile
onaylıyordu. Ne de olsa yıllardır kendi evinin tüm işini yapıyordu.
Toprak gülerek “Anneler öyledir, her dediklerine
kulak asmamak lazım.” Sonra Murat’a dönüp, “Ece’nin anlatmadığı bir şey daha
var. Tüm bu işlerin arasında bir de bizim bağların işlerini denetliyor.”
Ece utanmaya başlamıştı. Murat şaşkın gözlerle
bakarken Ece, “Ama siz satacaksınız! Keşke baban vazgeçse! Ben nasılsa köydeyim,
ilgilenirim, hatta üzümünüzü satın alır şarap bile yaparım. Biz neden babanla
konuşmuyoruz bunu?” diyerek aklındakileri sıraladı.
“Ablalarıma, satıştan haklarına düşeni ödeyeceğini
söyledi bile. Hepsi planlarını yapmıştır. Artık dönüş olmaz.” Yine de teklifi
hoşuna gitmişti.
“Babalarımız
küs olmasa sizin bağların bir kısmını ben alırdım. Bize yakın olan yerdeki
üzümleriniz çok kaliteli. Yapmak istediğim şarap için kullanabileceğim üzümler
onlar. Böylece daha fazla üretim yapardım ama babam nuh diyor peygamber
demiyor.”
“Babana
rağmen almak istersen sana satış yaparız. Sadece senin adına olur.”
“Olmaz.
Onu üzmek istemem. Duyar falan, küser bana.”
“Sen
de haklısın. Zaten dünya kadar yer var, yeni yerler daha çok yorar seni. Biz
satalım da azalsın dertlerin.”
“Oralar
hiç dert olmadı bana. Zaten sizin işçiler yapıyor işleri. Ben sadece kontrol
ediyordum. Baban, kardeşlerine düşecek parayı versin onlara yine. Zaten
satmazsanız dört beş seneye kadar satıştan düşecek paraya yakın para hepinize
verilmiş olacak. Ay ama ben neden karışıyorum ki? Sonuçta orası babanın ve
amcanındı. Karar babanın artık. Yine de keşke satmasanız…”
Toprak
da ‘keşke’ diyordu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder