Hepimizin CUMHURİYET BAYRAMI kutlu olsun
*********************************************
Yine İzmir’e gidiyordu. Bu kez bir gece kalacaktı. Yorulacak ama o süreyi sevdiği erkek ile geçirecekti. Toprak, yarışları izlemeye gelecekti. Onunla izlemek çok daha heyecanlı oluyordu. Köyden çıkalı henüz yarım saat olmamıştı ki yağmur başladı.
*********************************************
Yine İzmir’e gidiyordu. Bu kez bir gece kalacaktı. Yorulacak ama o süreyi sevdiği erkek ile geçirecekti. Toprak, yarışları izlemeye gelecekti. Onunla izlemek çok daha heyecanlı oluyordu. Köyden çıkalı henüz yarım saat olmamıştı ki yağmur başladı.
Yağmur
gittikçe artıyor, görüş bulanıklaşıyordu. Silecekler en hızlı kademede çalışsa
da yetişemiyordu. Uzun zamandır bu kadar şiddetli yağmur görmemişti. Rüzgârda
cabasıydı. Artık gittiği yeri göremez olunca arabayı kenara çekip dörtlüleri ve
sis farlarını önlü arkalı yakarak bekledi. Yol sakindi. Yağmur biraz
hafiflediğinde aradan on beş dakika geçmişti. Yeniden yola koyuldu. Silecek
artık orta süratte çalışıyordu.
Aksilikler
peşini bırakmıyordu. Daha bir saat olmadan arabanın arka tekerleğinden gelen
tuhaf sesle irkildi. Arabanın yalpalamasından lastiğin patladığını anladı.
Yanında iki kilometre kadar gitmesine yarayacak köpüklerden vardı. Önce onu
sıkmayı düşünse de sonra vazgeçti. Şehirlerarasında ormanlık bir alandaydı. Ne
kadar mesafe sonra bir benzinci bulacağını bilemiyordu. Araçtan inip lastiği
değiştirmek de istemiyordu fakat o köpükle gideceği mesafeyi hesap edemediği
için gözünü kararttı. Hızlı hareket ederse kısa sürede lastiği değiştirebilirdi.
Çift
kabinlinin arkasındaki yedek lastiği ve krikoyu alıp hemen patlayan lastiğin
olduğu yere çömeldi. Neyse ki sağ taraftaki lastikti patlayan, böylece yoldan
onu gören olmadan rahatlıkla değiştirebilirdi. Rüzgâr aynı şiddette devam
ediyor, yağmuru kırbaç gibi vücuduna vuruyordu. Krikoyu yerleştirdiğinde,
yağmur iliklerine kadar işlemişti. On dakika sonra yeni lastik takılmış ama
kendisi hem sırılsıklam ıslanmış, hem de buz gibi hava yüzünden donma noktasına
gelmişti. Simsiyah olan ellerini ıslak mendille temizlemeye uğraştı.
Saçlarından yağmur suları damlıyordu. Yanında ertesi gün için aldığı kıyafeti
vardı ama üstünü nasıl değiştirecekti? En iyisi bir benzinciye kadar böyle
gitmek ve orada değişmekti. Torpido gözünden aldığı arabanın evraklarının
olduğu dosyaların içini boşaltıp plastik dosyaları oturma yerine koydu. Aracı
da ıslatmanın gereği yoktu. Klimayı en sıcağa getirdi. Yine de dişlerinin
birbirine vurmasını engelleyemiyordu. Montunu ve kazağını çıkartıp gömleği ile
kaldı. Diğerlerinin kuruması çok daha zor olduğu için en ince giysisini
kurutmaya uğraşıyordu. Ensesinden giren yağmur suları ile iç çamaşırları bile
ıslanmıştı.
Yarım
saat kadar sonra nihayet uygun bir benzinci bulmuştu. Öncekilerde durmaya
korkmuştu. Çantasını alıp hemen tuvaletlerin olduğu yere koşturdu. Islak
giysilerini değiştirip kuru olanları giydiğinde biraz rahatlamıştı. Yine de titremesi
geçmiş değildi. Saçları klimanın etkisi ile kurumuş olsa da dipleri hala
nemliydi. Örgüsünü açıp el kurutma makinesinin altında saçlarını da kuruttu.
Artık kendini biraz daha iyi ve ısınmış hissediyordu. Tam rahatladım derken ilk
hapşırık ile karşılaştı. “Ben hastalanmam ki. Bu sıcak soğuk farkından
olmuştur.” diyerek kendini rahatlattı. Çocuk hastalıklarından başka hastalık
geçirmemişti. O yüzden bu kadarlık üşütme ile hastalanmayacağını biliyordu.
Yine de tedbir olsun diye benzincinin marketinden enerji içeceği ve naneli
şeker aldı. Bir de su alıp arabasına bindi.
Yol
gözünde büyüyordu. Tek avuntusu bir saat kadar sonra Toprak ile buluşacak
olmasıydı. Hapşırmaları sıklaşınca yol üstünde eczane aramaya başladı. En
sonunda bir eczaneye girdi ve soğuk algınlığı için ilaç aldı. Yemekten sonra
içmesi gerekiyordu. Üstünde bir ağırlık vardı. Başı da ağrımaya başlamıştı.
İzmir’e
geldiğinde arabayı hipodroma çevirdi. Toprak da orada olacaktı. Park ederken
ilaç torbasını da çantasına koydu. Islak giysilerini arabanın içine yaymıştı. Kuramamışlardı
ama yine de kimse görmesin diye onları da toplayıp valizinin içine koydu. Sonra
Toprak’ı aradı. “Geldin mi canım?” diyen sesini duyduğunda keyfi yerine geldi.
“Geldim, şimdi park ettim. Sen neredesin?”
“Yarış
alanına gel. Ben seni bulurum.”
Öyle
de oldu. Toprak, Ece’yi hemen görüp yanına gitti. Sarılıp yanaklarından öptü.
Kollarını çözmeden yüzüne baktı. “Yanaklarının kızarıklığı beni görmenin
heyecanı mı yoksa hasta mı oluyorsun?”
“Sanırım
ateşim var. Ve yine sanırım ki ben hayatımda ilk kez hasta oluyorum.”
“Yarıştan
önce doktora gidelim.”
“Gerek
yok. Yolda lastik patladı. Yağmurda değiştirmek zorunda kaldım. Islak
kıyafetlerle benzinciye kadar gidince biraz üşüttüm sanırım. Ama merak etme bir
eczaneye uğradım, ilaç aldım. Yemekten sonra içeceğim. Hemen düzelirim.”
“Hayatında
ilk kez hastalanıyorsan nerden biliyorsun iyileşeceğini?” Toprak panikle alnını
tutuyor, ateşine bakıyordu. “Ateşin de var senin. İzlemen şart mı yarışı? Seni
doktora götüreyim.”
“Benim
bünyem kuvvetlidir. Toparlanırım hemen. Üçüncü yarışta benim atım koşuyor. O
arada bir şeyler yiyelim de ilaçlarımı içeyim.” Toprak istemeden uydu ona.
Sıcak çorba içip biraz daha rahatlamıştı. Yemeğin ardından ilaçlarını içti Ece.
Boğazlarındaki yanmadan hiç hoşlanmamıştı. Yutkunmakta güçlük çekiyordu.
Yerinden kalktığında bacaklarının da kendisini taşımadığını fark etti.
Sendeleyince Toprak’ın koluna tutundu. “İnsanlar hastalanınca böyle mi oluyor?
Ayaklarımı zor kaldırıyorum.”
“Koluma
gir ve bana yaslan. Seni eve götüreceğim.”
“Yarışı
izleyelim önce.”
“Boş
ver yarışı. Hadi seni eve götüreyim.”
“Olmaz.
Yarışı izlemem lazım. Bu kadar yolu bunun için geldim. Hadi gidelim. En fazla
on beş yirmi dakika sonra işimiz bitmiş olur.”
Toprak
inatlaşamayacaktı. Kolundaki kadının ağırlığı her an artıyordu. O fark etmese
de Toprak, Ece’nin iyice halsiz düştüğünün farkındaydı. İnsanların tuhaf
bakmayacağını bilse kucağına alacaktı.
Atların
padokta yürüyüşleri başlamıştı. On numara ile yarışacak atını görünce kendine
gelmişti biraz. “Çok iyi gözüküyor. Yağmur da onun için iyi. Tabela yapar
kesin. hatta belki kazanır bile.”
“Neden
iddialı değilsin?”
“Çünkü
kızım üçüncü kez yarışacak. Daha önce ikinci ve dördüncü oldu. 1300 metrede çok
iyidir ama rakipleri de daha önce yarış kazanmamış atlar. Haklarında bilgimiz çok
az. Sadece soylarına göre bir tahmin yürütüyorum. Benim atım için de diğerleri
aynı şeyi yapıyor. Bu yarıştan sonra herkesin biraz daha fikri olacak.”
“Dişi
at öyle mi? Adı ne?”
“Güneşligün.”
“Adlarını
neye göre veriyorsun?”
“Onun
adı aslında Fıstık. Ama yarış adlarını ayrı verdiğimiz için özel bir ad aradım.
Güneş tüylerine vurduğunda kahverengilerin arasında sarı tüyler dikkat çekiyor.
O sarı tüyler de güneşi anımsatıyor. İşte öyle verdim adını.”
“Güzelmiş.”
“Evet,
sekileri de güzel. Yani şu bacaklarının alt kısımlarındaki beyaz bölümün adı
sekidir. Tek ayakta, iki, üç ya da hepsinde olabilir. Bak benimkinin burnunda
uzunlamasına beyazlık var. O da ‘akıtma’dır. Atın rengini don rengi belirler.”
Bunu söylediğinde özellikle yüzüne bakıyordu. Tepkisini merak ediyordu.
Gülümsemesi derinleşti. Toprak gözlerini açmış “Don mu?” diye soruyordu. Biliyordu
ama onun böyle bir tepki beklediğini tahmin etmişti. “Atın rengini belirleyen
kısım sırtı ile kalçası arasındaki tüylerin rengidir. Sen de ne kadar fesatsın.
Bak bu kızımız al renkli. Tek don rengi var. Belirgin başka renkler olsaydı
değişirdi.”
“Senin
atların Arap atıydı değil mi?”
“Evet,
bunlar üç yaşında yarışmaya başlar. İngilizler ise iki yaşından sonra yarışır.”
“Yani
bu güzel kız şimdi üç yaşında mı? Pekala ne kadar süre yarışacak?”
“O
pek belli olmaz. İki üç hatta beş yıl bile yarışır. Belki de seneye yarışlardan
çeker üretim için kullanırım.”
“Sen
mi karar veriyorsun buna?”
“Elbette.
Tüm atların kararları bana ait. O benim işim. Hangisi ne kadar yarışacak, ne
zaman damızlık yapılacak, ne zaman çiftleştirilecek, hepsine ben karar veririm.
Seyislerim de isteklerimi yapar. Ara sıra fikirlerini de söylerler.”
“Demokratik
davranıyorsun yani?”
“Evet,
demokratımdır. Son söz daima bana ait olmak şartıyla.” Gülüyordu Ece ama
gülerken öksürmeye başlayınca tadı kaçtı. “Ben galiba kötü üşüttüm.
Hastalanacak zamanı buldum. İnsanlar hasta olunca ne yapar?”
“Ne
demek ne yapar?”
“Ben
bilmiyorum üşüten insanlar iyileşmek için ne yapar.”
“Sizin
evde kimse hasta olmaz mı?”
“Babamdan başka kimse bugüne kadar hastalanmadı.
Tabii küçükken kızamık, kabakulak ve hatta suçiçeği olduk ama o kadar. Ne
büyükler ne küçükler hiç hastalanmaz.”
“Köyde yaşam farklı! Bağışıklık sisteminiz kuvvetli,
demek ki. Sen de ıslak giysilerle kalmasan hastalanmazdın.” Ece yanıt
verecekken yarışın başlamak üzere olduğunu ilan eden anonsu duydu. “Başlıyor.
Hepsinin ayağı düz bassın.” O andan sonra Toprak çok farklı bir Ece gördü. Önceki
yarıştaki gibi sakin bir Ece yerine hastalığını unutmuş, atı ile birlikte her
an hareket halindeydi. Yerinde duramıyor, hadi kızım, hadi kızım diyerek sanki
güç vermek istiyordu. Bitiş noktasına yaklaşırken atı henüz dördüncüydü. Son
elli metrede atak yapan jokey birinciliği burun farkı ile kaçırmıştı. Fotofiniş
bekleniyordu ama Ece ikinci olduğundan emindi.
“Kazanmış olabilir mi?”
“Hayır, ikinci oldu. Yine de üçüncü yarışında
ikincilik iyi sonuç. Tabelaya girmesi yeterdi benim için.” Toprak onun
yüzündeki memnuniyeti görüp rahatladı. İkinci olmasını sorun etmemişti. “Seninkilerle
konuşacak mısın?” Seyisini ve jokeyini kastettiğini anlamıştı. İkisi de birbiri
ile konuşurken daha az kelime ile anlaşabiliyordu. Bu çok hoşuna gidiyordu. “Elbette.
Zaten yarış öncesi göremedim. Şimdi biraz yanlarında durayım, sonra gideriz.”
O
günkü planları öğleden sonrayı bir arada geçirmek, akşam yemeğe gitmekti. Ece
gece Didem’de kalacaktı. Oysa şimdi tüm plan alt üst olmuştu. Didem akşama
kadar çalışıyordu. Onun evine gidemezlerdi. O yüzden kendi evine götürecekti.
Bundan şikâyetçi olduğu da söylenemezdi. “Yeni planı daha çok sevdim. İstesem
denk gelmezdi.”
“Çok
fazla şey mi bekliyorsun? İyileşmezsem akşam yemeğine bile gidemeyiz. Ben de
Didem’e giderim. Zaten iki saat sonra işi biter.” İkisi de birbirlerini
yokladıklarının farkındaydı. Sözler ortaya söylense de ardındaki imalar
beklentilerin anlaşılması içindi.
“Çok
fazla şey beklemiyorum canım. Sadece memnunum bu yeni durumdan. Ah tabi hastalanmandan
değil. Hadi biraz kafanı yasla ve gözlerini kapat.”
Eve
geldiklerinde zorlukla doğruldu yerinden. Toprak destek olarak yürümesine
yardım etti. Son kata geldiklerinde Ece’nin basamakları çıkacak hali
kalmamıştı. Durup nefeslenince Toprak belindeki kolunu biraz daha sıkılaştırıp kendine
yasladı ve vücudundan destek vererek basamakları çıkmasını sağladı.
Çatı
katındaki daireye girdiğinde Ece hastalığını unutmuş etrafını alıcı gözü ile incelemeye
başlamıştı. Merak her türlü hastalığı yenecek kadar kuvvetliydi. Manzaralı
güzel bir evdi. Eşyaların erkeksiliği ilk dikkati çeken noktaydı. Stüdyo tipi
evin salon olarak kullanılan kısmı ile yatak odası olarak kullanılan bölümü
arasında kitaplık vardı. Dikkatli bakınca yatak odası tarafında dolap olduğunu
tahmin ettiği bir mobilya gördü. Tekrar salona gözlerini çevirdiğinde siyah
deri koltuklar büyük ekran televizyonu gördü. Bir köşede küçük bir bar vardı.
“Bu
ev tam bir erkek evi. Bir yerlerden oyuncak arabaların çıkacakmış gibi
hissediyorum.”
“Televizyon
ünitesinin altındaki dolapta saklıyorum.” Konuşurken yatak odası olarak
kullandığı bölüme doğru yürüdü. Tahmini doğru çıkmıştı Ece’nin! Toprak dolaptan
çarşaf, yastık ve bir battaniye alıp yine salon kısmına gitti. Deri koltuğun
üstüne yaydı çarşafı. Yastığı koyup Ece’ye döndü. “Uzan hadi. Çorba yapıyorum
şimdi sana. Sen biraz uyu uyandığında çorbanı içer ve çok daha iyi olursun.”
Elleri yatkındı. Onun yatak hazırlamasını izlerken ‘Ben bunu bile bu kadar kısa
sürede beceremem’ diye düşünüyordu. Sonra onun yüzündeki üzüntüyü gördü. Hasta
olmasına gerçekten üzülmüştü Toprak. “Bugünü böyle düşünmemiştim.” Bir yandan
da yorganın altına giriyordu.
“Ben
de tatlım. Ben de böyle düşünmemiştim. Ama seni burada görmeyi de ummamıştım.
Çok yakıştın desem kızar mısın?”
“Kızarım
tabii. Böyle hasta yatmak kime yakışır ki? Ayrıca çorba falan istemiyorum
tokum. Otur biraz yanımda.”
Toprak
önce mutfağa gidip su koydu. Kaynadığında ıhlamur demleyecekti. Bol limonlu
ıhlamur boğazlarını yumuşatacak öksürüğün ilerlemesini engelleyecekti. Ece’nin
yanına döndü. Genç kız uzanmış gözlerini kapatmıştı. Ayak seslerini duyunca
gözünü açıp baktı. Sonra da elini uzattı. Toprak elini tutup yandaki koltuğun
üstündeki minderi çekip yere koydu. Mindere oturduğunda aynı zamanda Ece’nin
başucunda oturur duruma gelmişti.
“Uyu
biraz.”
“Denerim.”
Bir eli Toprak’ın elinin içindeydi. Diğer eli ile yüzünü okşadı. “Çok
yakışıklısın.”
Toprak gülümseyerek yanıtladı “Ateşten öyle
görüyorsundur.” O da boş eli ile yüzünde dolaşan elini tutup avucunun içine
öpücük kondurdu. “Çok güzelsin üzüm gözlüm. Ama hemen iyileş lütfen.”
“Uyandığımda
iyi olacağım.” Gözlerini kapattı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder