29 Ekim 2015 Perşembe

YAKIŞIKLI 25. Bölüm

Hepimizin CUMHURİYET BAYRAMI kutlu olsun

*********************************************


Yine İzmir’e gidiyordu. Bu kez bir gece kalacaktı. Yorulacak ama o süreyi sevdiği erkek ile geçirecekti. Toprak, yarışları izlemeye gelecekti. Onunla izlemek çok daha heyecanlı oluyordu. Köyden çıkalı henüz yarım saat olmamıştı ki yağmur başladı. 
Yağmur gittikçe artıyor, görüş bulanıklaşıyordu. Silecekler en hızlı kademede çalışsa da yetişemiyordu. Uzun zamandır bu kadar şiddetli yağmur görmemişti. Rüzgârda cabasıydı. Artık gittiği yeri göremez olunca arabayı kenara çekip dörtlüleri ve sis farlarını önlü arkalı yakarak bekledi. Yol sakindi. Yağmur biraz hafiflediğinde aradan on beş dakika geçmişti. Yeniden yola koyuldu. Silecek artık orta süratte çalışıyordu.   
Aksilikler peşini bırakmıyordu. Daha bir saat olmadan arabanın arka tekerleğinden gelen tuhaf sesle irkildi. Arabanın yalpalamasından lastiğin patladığını anladı. Yanında iki kilometre kadar gitmesine yarayacak köpüklerden vardı. Önce onu sıkmayı düşünse de sonra vazgeçti. Şehirlerarasında ormanlık bir alandaydı. Ne kadar mesafe sonra bir benzinci bulacağını bilemiyordu. Araçtan inip lastiği değiştirmek de istemiyordu fakat o köpükle gideceği mesafeyi hesap edemediği için gözünü kararttı. Hızlı hareket ederse kısa sürede lastiği değiştirebilirdi.

Çift kabinlinin arkasındaki yedek lastiği ve krikoyu alıp hemen patlayan lastiğin olduğu yere çömeldi. Neyse ki sağ taraftaki lastikti patlayan, böylece yoldan onu gören olmadan rahatlıkla değiştirebilirdi. Rüzgâr aynı şiddette devam ediyor, yağmuru kırbaç gibi vücuduna vuruyordu. Krikoyu yerleştirdiğinde, yağmur iliklerine kadar işlemişti. On dakika sonra yeni lastik takılmış ama kendisi hem sırılsıklam ıslanmış, hem de buz gibi hava yüzünden donma noktasına gelmişti. Simsiyah olan ellerini ıslak mendille temizlemeye uğraştı. Saçlarından yağmur suları damlıyordu. Yanında ertesi gün için aldığı kıyafeti vardı ama üstünü nasıl değiştirecekti? En iyisi bir benzinciye kadar böyle gitmek ve orada değişmekti. Torpido gözünden aldığı arabanın evraklarının olduğu dosyaların içini boşaltıp plastik dosyaları oturma yerine koydu. Aracı da ıslatmanın gereği yoktu. Klimayı en sıcağa getirdi. Yine de dişlerinin birbirine vurmasını engelleyemiyordu. Montunu ve kazağını çıkartıp gömleği ile kaldı. Diğerlerinin kuruması çok daha zor olduğu için en ince giysisini kurutmaya uğraşıyordu. Ensesinden giren yağmur suları ile iç çamaşırları bile ıslanmıştı.
Yarım saat kadar sonra nihayet uygun bir benzinci bulmuştu. Öncekilerde durmaya korkmuştu. Çantasını alıp hemen tuvaletlerin olduğu yere koşturdu. Islak giysilerini değiştirip kuru olanları giydiğinde biraz rahatlamıştı. Yine de titremesi geçmiş değildi. Saçları klimanın etkisi ile kurumuş olsa da dipleri hala nemliydi. Örgüsünü açıp el kurutma makinesinin altında saçlarını da kuruttu. Artık kendini biraz daha iyi ve ısınmış hissediyordu. Tam rahatladım derken ilk hapşırık ile karşılaştı. “Ben hastalanmam ki. Bu sıcak soğuk farkından olmuştur.” diyerek kendini rahatlattı. Çocuk hastalıklarından başka hastalık geçirmemişti. O yüzden bu kadarlık üşütme ile hastalanmayacağını biliyordu. Yine de tedbir olsun diye benzincinin marketinden enerji içeceği ve naneli şeker aldı. Bir de su alıp arabasına bindi.
Yol gözünde büyüyordu. Tek avuntusu bir saat kadar sonra Toprak ile buluşacak olmasıydı. Hapşırmaları sıklaşınca yol üstünde eczane aramaya başladı. En sonunda bir eczaneye girdi ve soğuk algınlığı için ilaç aldı. Yemekten sonra içmesi gerekiyordu. Üstünde bir ağırlık vardı. Başı da ağrımaya başlamıştı.
İzmir’e geldiğinde arabayı hipodroma çevirdi. Toprak da orada olacaktı. Park ederken ilaç torbasını da çantasına koydu. Islak giysilerini arabanın içine yaymıştı. Kuramamışlardı ama yine de kimse görmesin diye onları da toplayıp valizinin içine koydu. Sonra Toprak’ı aradı. “Geldin mi canım?” diyen sesini duyduğunda keyfi yerine geldi. “Geldim, şimdi park ettim. Sen neredesin?”
“Yarış alanına gel. Ben seni bulurum.”
Öyle de oldu. Toprak, Ece’yi hemen görüp yanına gitti. Sarılıp yanaklarından öptü. Kollarını çözmeden yüzüne baktı. “Yanaklarının kızarıklığı beni görmenin heyecanı mı yoksa hasta mı oluyorsun?”
“Sanırım ateşim var. Ve yine sanırım ki ben hayatımda ilk kez hasta oluyorum.”
“Yarıştan önce doktora gidelim.”
“Gerek yok. Yolda lastik patladı. Yağmurda değiştirmek zorunda kaldım. Islak kıyafetlerle benzinciye kadar gidince biraz üşüttüm sanırım. Ama merak etme bir eczaneye uğradım, ilaç aldım. Yemekten sonra içeceğim. Hemen düzelirim.”
“Hayatında ilk kez hastalanıyorsan nerden biliyorsun iyileşeceğini?” Toprak panikle alnını tutuyor, ateşine bakıyordu. “Ateşin de var senin. İzlemen şart mı yarışı? Seni doktora götüreyim.”
“Benim bünyem kuvvetlidir. Toparlanırım hemen. Üçüncü yarışta benim atım koşuyor. O arada bir şeyler yiyelim de ilaçlarımı içeyim.” Toprak istemeden uydu ona. Sıcak çorba içip biraz daha rahatlamıştı. Yemeğin ardından ilaçlarını içti Ece. Boğazlarındaki yanmadan hiç hoşlanmamıştı. Yutkunmakta güçlük çekiyordu. Yerinden kalktığında bacaklarının da kendisini taşımadığını fark etti. Sendeleyince Toprak’ın koluna tutundu. “İnsanlar hastalanınca böyle mi oluyor? Ayaklarımı zor kaldırıyorum.”
“Koluma gir ve bana yaslan. Seni eve götüreceğim.”
“Yarışı izleyelim önce.”
“Boş ver yarışı. Hadi seni eve götüreyim.”
“Olmaz. Yarışı izlemem lazım. Bu kadar yolu bunun için geldim. Hadi gidelim. En fazla on beş yirmi dakika sonra işimiz bitmiş olur.”
Toprak inatlaşamayacaktı. Kolundaki kadının ağırlığı her an artıyordu. O fark etmese de Toprak, Ece’nin iyice halsiz düştüğünün farkındaydı. İnsanların tuhaf bakmayacağını bilse kucağına alacaktı.
Atların padokta yürüyüşleri başlamıştı. On numara ile yarışacak atını görünce kendine gelmişti biraz. “Çok iyi gözüküyor. Yağmur da onun için iyi. Tabela yapar kesin. hatta belki kazanır bile.”
“Neden iddialı değilsin?”
“Çünkü kızım üçüncü kez yarışacak. Daha önce ikinci ve dördüncü oldu. 1300 metrede çok iyidir ama rakipleri de daha önce yarış kazanmamış atlar. Haklarında bilgimiz çok az. Sadece soylarına göre bir tahmin yürütüyorum. Benim atım için de diğerleri aynı şeyi yapıyor. Bu yarıştan sonra herkesin biraz daha fikri olacak.”
“Dişi at öyle mi? Adı ne?”
“Güneşligün.”
“Adlarını neye göre veriyorsun?”
“Onun adı aslında Fıstık. Ama yarış adlarını ayrı verdiğimiz için özel bir ad aradım. Güneş tüylerine vurduğunda kahverengilerin arasında sarı tüyler dikkat çekiyor. O sarı tüyler de güneşi anımsatıyor. İşte öyle verdim adını.”
“Güzelmiş.”
“Evet, sekileri de güzel. Yani şu bacaklarının alt kısımlarındaki beyaz bölümün adı sekidir. Tek ayakta, iki, üç ya da hepsinde olabilir. Bak benimkinin burnunda uzunlamasına beyazlık var. O da ‘akıtma’dır. Atın rengini don rengi belirler.” Bunu söylediğinde özellikle yüzüne bakıyordu. Tepkisini merak ediyordu. Gülümsemesi derinleşti. Toprak gözlerini açmış “Don mu?” diye soruyordu. Biliyordu ama onun böyle bir tepki beklediğini tahmin etmişti. “Atın rengini belirleyen kısım sırtı ile kalçası arasındaki tüylerin rengidir. Sen de ne kadar fesatsın. Bak bu kızımız al renkli. Tek don rengi var. Belirgin başka renkler olsaydı değişirdi.”
“Senin atların Arap atıydı değil mi?”
“Evet, bunlar üç yaşında yarışmaya başlar. İngilizler ise iki yaşından sonra yarışır.”
“Yani bu güzel kız şimdi üç yaşında mı? Pekala ne kadar süre yarışacak?”
“O pek belli olmaz. İki üç hatta beş yıl bile yarışır. Belki de seneye yarışlardan çeker üretim için kullanırım.”
“Sen mi karar veriyorsun buna?”
“Elbette. Tüm atların kararları bana ait. O benim işim. Hangisi ne kadar yarışacak, ne zaman damızlık yapılacak, ne zaman çiftleştirilecek, hepsine ben karar veririm. Seyislerim de isteklerimi yapar. Ara sıra fikirlerini de söylerler.”
“Demokratik davranıyorsun yani?”
“Evet, demokratımdır. Son söz daima bana ait olmak şartıyla.” Gülüyordu Ece ama gülerken öksürmeye başlayınca tadı kaçtı. “Ben galiba kötü üşüttüm. Hastalanacak zamanı buldum. İnsanlar hasta olunca ne yapar?”
“Ne demek ne yapar?”
“Ben bilmiyorum üşüten insanlar iyileşmek için ne yapar.”
“Sizin evde kimse hasta olmaz mı?”
“Babamdan başka kimse bugüne kadar hastalanmadı. Tabii küçükken kızamık, kabakulak ve hatta suçiçeği olduk ama o kadar. Ne büyükler ne küçükler hiç hastalanmaz.”
“Köyde yaşam farklı! Bağışıklık sisteminiz kuvvetli, demek ki. Sen de ıslak giysilerle kalmasan hastalanmazdın.” Ece yanıt verecekken yarışın başlamak üzere olduğunu ilan eden anonsu duydu. “Başlıyor. Hepsinin ayağı düz bassın.” O andan sonra Toprak çok farklı bir Ece gördü. Önceki yarıştaki gibi sakin bir Ece yerine hastalığını unutmuş, atı ile birlikte her an hareket halindeydi. Yerinde duramıyor, hadi kızım, hadi kızım diyerek sanki güç vermek istiyordu. Bitiş noktasına yaklaşırken atı henüz dördüncüydü. Son elli metrede atak yapan jokey birinciliği burun farkı ile kaçırmıştı. Fotofiniş bekleniyordu ama Ece ikinci olduğundan emindi.
“Kazanmış olabilir mi?”
“Hayır, ikinci oldu. Yine de üçüncü yarışında ikincilik iyi sonuç. Tabelaya girmesi yeterdi benim için.” Toprak onun yüzündeki memnuniyeti görüp rahatladı. İkinci olmasını sorun etmemişti. “Seninkilerle konuşacak mısın?” Seyisini ve jokeyini kastettiğini anlamıştı. İkisi de birbiri ile konuşurken daha az kelime ile anlaşabiliyordu. Bu çok hoşuna gidiyordu. “Elbette. Zaten yarış öncesi göremedim. Şimdi biraz yanlarında durayım, sonra gideriz.”  
O günkü planları öğleden sonrayı bir arada geçirmek, akşam yemeğe gitmekti. Ece gece Didem’de kalacaktı. Oysa şimdi tüm plan alt üst olmuştu. Didem akşama kadar çalışıyordu. Onun evine gidemezlerdi. O yüzden kendi evine götürecekti. Bundan şikâyetçi olduğu da söylenemezdi. “Yeni planı daha çok sevdim. İstesem denk gelmezdi.” 
“Çok fazla şey mi bekliyorsun? İyileşmezsem akşam yemeğine bile gidemeyiz. Ben de Didem’e giderim. Zaten iki saat sonra işi biter.” İkisi de birbirlerini yokladıklarının farkındaydı. Sözler ortaya söylense de ardındaki imalar beklentilerin anlaşılması içindi.
“Çok fazla şey beklemiyorum canım. Sadece memnunum bu yeni durumdan. Ah tabi hastalanmandan değil. Hadi biraz kafanı yasla ve gözlerini kapat.”
Eve geldiklerinde zorlukla doğruldu yerinden. Toprak destek olarak yürümesine yardım etti. Son kata geldiklerinde Ece’nin basamakları çıkacak hali kalmamıştı. Durup nefeslenince Toprak belindeki kolunu biraz daha sıkılaştırıp kendine yasladı ve vücudundan destek vererek basamakları çıkmasını sağladı.
Çatı katındaki daireye girdiğinde Ece hastalığını unutmuş etrafını alıcı gözü ile incelemeye başlamıştı. Merak her türlü hastalığı yenecek kadar kuvvetliydi. Manzaralı güzel bir evdi. Eşyaların erkeksiliği ilk dikkati çeken noktaydı. Stüdyo tipi evin salon olarak kullanılan kısmı ile yatak odası olarak kullanılan bölümü arasında kitaplık vardı. Dikkatli bakınca yatak odası tarafında dolap olduğunu tahmin ettiği bir mobilya gördü. Tekrar salona gözlerini çevirdiğinde siyah deri koltuklar büyük ekran televizyonu gördü.  Bir köşede küçük bir bar vardı.
“Bu ev tam bir erkek evi. Bir yerlerden oyuncak arabaların çıkacakmış gibi hissediyorum.”
“Televizyon ünitesinin altındaki dolapta saklıyorum.” Konuşurken yatak odası olarak kullandığı bölüme doğru yürüdü. Tahmini doğru çıkmıştı Ece’nin! Toprak dolaptan çarşaf, yastık ve bir battaniye alıp yine salon kısmına gitti. Deri koltuğun üstüne yaydı çarşafı. Yastığı koyup Ece’ye döndü. “Uzan hadi. Çorba yapıyorum şimdi sana. Sen biraz uyu uyandığında çorbanı içer ve çok daha iyi olursun.” Elleri yatkındı. Onun yatak hazırlamasını izlerken ‘Ben bunu bile bu kadar kısa sürede beceremem’ diye düşünüyordu. Sonra onun yüzündeki üzüntüyü gördü. Hasta olmasına gerçekten üzülmüştü Toprak. “Bugünü böyle düşünmemiştim.” Bir yandan da yorganın altına giriyordu.
“Ben de tatlım. Ben de böyle düşünmemiştim. Ama seni burada görmeyi de ummamıştım. Çok yakıştın desem kızar mısın?”
“Kızarım tabii. Böyle hasta yatmak kime yakışır ki? Ayrıca çorba falan istemiyorum tokum. Otur biraz yanımda.”
Toprak önce mutfağa gidip su koydu. Kaynadığında ıhlamur demleyecekti. Bol limonlu ıhlamur boğazlarını yumuşatacak öksürüğün ilerlemesini engelleyecekti. Ece’nin yanına döndü. Genç kız uzanmış gözlerini kapatmıştı. Ayak seslerini duyunca gözünü açıp baktı. Sonra da elini uzattı. Toprak elini tutup yandaki koltuğun üstündeki minderi çekip yere koydu. Mindere oturduğunda aynı zamanda Ece’nin başucunda oturur duruma gelmişti.  
“Uyu biraz.”
“Denerim.” Bir eli Toprak’ın elinin içindeydi. Diğer eli ile yüzünü okşadı. “Çok yakışıklısın.”
 Toprak gülümseyerek yanıtladı “Ateşten öyle görüyorsundur.” O da boş eli ile yüzünde dolaşan elini tutup avucunun içine öpücük kondurdu. “Çok güzelsin üzüm gözlüm. Ama hemen iyileş lütfen.”
“Uyandığımda iyi olacağım.” Gözlerini kapattı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder