Nil, güzel bir güne başlamanın mutluluğu ile açtı dükkânları. Mert
zaten köşede gözükmüştü bile. Yağmur da birazdan gelir dedi kendi kendine. Ama
dikkatli bakınca Yağmur'un da Mert ile birlikte yürüdüğünü gördü. Nasıl olup da
ikisi de aynı zamanda geliyordu? Mert'in Yağmur'u evinden ya da duraktan
aldığından emindi. Bu çocuk sevgisini bu kadar belli ettikçe kız onu parmağında
oynatacaktı. Çok üzülüyor ama Mert'i değiştiremiyordu. İlk aşkını yaşayan genç
bir erkeğin söz dinlemesini zaten beklemiyordu.
Mert kapıyı tuttu. Yağmur cilveli bir gülücük atıp içeri girdi.
Selam verip üstüne gömleğini geçirmek için arka tarafa geçti. Nil onlar yerini alınca kuaför salonuna
geçti.
Zaten son günlerde eczaneden daha çok kuaför salonunda vakit
geçiriyordu. Gazeteleri alıp koltuğa oturduğunda kapının üstündeki zil çaldı.
Ayşegül ve kızlar birlikte
girmişti içeri. Bu sabah tüm çalışanlar aynı anda geliyordu. Onlara günaydın
dedikten sonra gazeteye döndü. Sürmanşette dünkü canlı bomba olayı vardı.
Gazeteler en kötü resimleri basmaktan vazgeçmiyordu. Gencecik biri nasıl canına
kıyardı ki? Hem de başkalarının da canını almak için! Nil, daha fazla tahammül
edemedi resimlere... İç sayfalarda kısaca göz attı. En sonunda takip ettiği
köşe yazarlarını okumaya başladı.
*****
Öğlene
doğru Necla abla geldi.
İki
hafta önce Nil ile Bedia'nın oğlu için konuştuğundan beri pek sık gelmiyordu.
Nil'in evliliği düşünmediğini söylemesine canı sıkılmıştı. Alışkın değildi
hayır yanıtına. Nil ise sevmediği biri ile evlenmeyi düşünmediğini söylemiş,
bir görüş belki seversin muhabbetlerine katlanamayacağı için kısaca, daha
evlenmeyi düşünmüyorum demişti. Kırmak da istemiyordu annesinin de bunca yıllık
arkadaşını ama onu da anlamaları gerekirdi. Kapıdan girdiğini gördüğünde onun
da kendisine kırılmadığını bilmek mutlu etmişti Nil'i.
O
da daha fazla uzak kalmaya dayanamamıştı. Yine elinde bir tabak vardı. Bu kez acıbadem
kurabiyesi yapmıştı. Dükkânda ondan başka üç müşteri daha vardı. Selamlaşıp
koltuğa oturdu. Ayşegül'e dönüp, aynı renkten istiyorum, dedi. Ayşegül'ün saçı
bu kez kırmızıydı.
“Ciddi
misin Necla abla? Bak sonra pişman olma. Çok akar bu renk.”
“Aksın,
çok güzel olmuş. O renk istiyorum.”
Bertuğ,
“Necla Ablam, aksın sen gel ben boyarım hemen. Genç kız gibi olacaksın valli.”
dediğinde Bedia'yı aratmayan Necla, “Valli değil vallahi” diye düzeltti.
“Ay
ablam, bi rahat ol ya. Bedia yok burda. Sözlüde değiliz. Sefiyom valli demeyi.”
“Bertuğ,
sefiyom da değil seviyorum.” Necla düzelttikçe Bertuğ inadına yanlış
söylüyordu. Gülmeye başlayınca Necla abla, elindeki yelpazesini ona doğru
fırlattı. Bertuğ çevik bir şekilde tutup, seri bir hareketle açıp kendine doğru
sallamaya, yelpazenin üstünden gözlerini kırpıştırmaya başladı. Onun bu neşeli
halleri ortamdaki hafiflemiş soğukluğu hepten yok etmişti.
Necla
ablanın saçlarına boya sürülürken bu kez kapıyı açan köşedeki marketin güzel
kızı Füsun'du. Saçını ördürmek istiyordu. Füsun, Bertuğ için sıra beklerken
kahve istemişti. Nil fal için istediğini biliyordu. Ama o gün canı hiç fal
bakmak istemiyordu. Üstünde sıkıntı vardı. Sabahtan beri ruh hali değişmemişti.
Ama kızı da kırmadı. Kahveyi Aydan yapıp getirdi. Füsun kahvesini aceleyle içip
kapattı. Nil de bu arada elini yüzünü yıkayıp gelmişti. Üstündeki sıkıntıyı
atıp kıza güzel şeyler söylemek istiyordu.
Çalan
telefona da baktıktan sonra fincanı eline aldı. Tahmininden güzeldi kızın
fincanı. “Yakında bir düğün gözüküyor.
Sen değilsin ama evlenen. Sanırım davetlisin. Neden mutsuzsun?” daha sözü
bitmeden kız ağlamaya başlamıştı. Necla abla da kızın arkasındaki koltuktan
kaşını gözünü oynatıyordu Nil'e. Ama bir şey anlamayan Nil ne yapacağını
şaşırmıştı.
Füsun,
“Yeter Nil abla, daha bakma.” dediğinde Nil de zaten bırakmak üzereydi. Tabağı
da alıp mutfağa gitti. Tam suya tutacağı an, tabaktaki şekiller dikkatini
çekti. Bir süre baktı. Sonra tabağı suya tuttu, lavaboya bıraktı, yavaş
adımlarla üst kata çıktı. Yatak odasına girdikten sonra kapıyı kapattı.
Telefonu eline aldığında derin bir nefes çekti içine. Yeni başkomiser ile ilk
kez konuşacaktı. Telefonun çalışını dinledi.
Uzun
uzun çalan telefonu kapatacakken karşıdan nefes nefese birinin alo dediğini
duydu. Tekrar kulağına götürdü...
“Hakan
Çevik ile mi görüşüyorum?”
“Evet
benim.” Tanımadığı genç bir kadın sesiydi karşısındaki ses.
“Hakan
Başkomiserim, dünkü patlama terör eylemi değil. Cinayet! Kırmızı bir minibüs
var! Katil o minibüsün sahibi!”
Hakan,
duyduklarının şaşkınlığı ile kalmıştı telefonun ucunda. Sonra toparlanıp sert
bir sesle sordu, “Sen ne diyorsun? Kimsin sen?”
“Fevzi
başkomiserim size beni anlatmadı mı?” Nil şaşırmıştı. Anlatmamış olabilir
miydi? Telefonun ucundaki ses biraz daha sertleşmişti şimdi.
“Sen?
Sen o falcı mısın?”
*****
“Falcı
mı? Ben falcı değilim!”
Hakan,
şaşkınlığını üstünden atamamıştı. Farkında olmadan kaşları da çatılmıştı. Falcının kadın olduğunu bilmiyordu. Hep erkek
olarak düşünmüş, hatta kafasında sapık bir üfürükçü modeli bile çizmişti. Ama
kendisini yanıtlayan ses genç bir kadın sesiydi. Üstelik de kızgın bir sesti...
“Bana,
falcı olduğun söylendi.”
“Birincisi
ben falcı değilim, fal bakarım. İkincisi ise şu an önemli olan pazardaki olayın
cinayet olması. Terör eylemi gibi gözüküyor ama değil.”
Hakan,
onun dediklerini dikkate almak istemiyordu ama daha önce verdiği bilgilerin de
doğruluğu ispatlandığı için ister istemez söylediklerini not etti. Yine de yüz
vermek istemediği için ters bir sesle yanıtladı.
“Tamam,
biz ilgileniriz.” dedikten sonra başka söyleyeceği bir şey var mı diye bekledi.
Karşısındaki sadece 'iyi günler' dedi ve yavaşça telefonu kapattı. Ama nefes
alış verişinden ses tonunun aksine onun da sinirli olduğu belli oluyordu.
Hakan,
bu telefon konuşmasından sonra onun aramalarının sona ermesi gerektiğine karar
verdi. Bu kadının nasıl bir çıkarı olduğunu öğrenecek ve tüm pisliklerini
ortaya çıkartacaktı. Ama şimdi son verdiği bilgiyi bir şekilde
araştırmalıydı. Hüseyin'i yanına
çağırdı.
“Hüseyin,
bana pazardaki patlamada ölenler hakkında ne bulursan getir. Ama şimdilik kimseye bir şey söyleme.”
“Emredersiniz,
amirim.”
Hüseyin
odadan çıkarken, Hakan, Fevzi amirinin bu falcı hakkında söylediklerini
düşünüyordu. Kim olduğu hakkında hiç bilgi vermediğini anımsadı. Ama mutlaka
onun hakkında araştırma yapmış olmalıydı. İşi yoğun olduğu için henüz içinde ne
olduğuna bakmadığı iki dolap vardı. O dosyalarda falcı kadın hakkında bir
şeyler bulacağından emindi. Sonraya bırakmaktansa hemen yerinden kalkıp
dolapların yakın olanına gitti.
İlk
dolaptaki dosyalar eski ama kapanmamış uzun yıllardır bekleyen işlerle
ilgiliydi. Her dosyanın içine göz attı. Kimisi yirmi yıl önceden kalmaydı.
Aslında zaman aşımına uğrayan dosyalar bile vardı. Yine de boş vakit
bulunduğunda o dosyalara bakmak ve çözümü bulmak, tüm polislerin hayali
gibiydi. Ama Hakan şu an o tarz hayaller kuramıyordu. Zaten işi başını aşmıştı.
İstanbul'un çok yoğun olacağını biliyordu ama bu kadarını tahmin etmemişti.
Kendisine gazetelerin üçüncü sayfasında bile yer bulamayan bir sürü olay
oluyordu.
İlk
dolaptaki on kadar dosyadan sonuncusuna bakarken kapısı çalındı. Hüseyin elinde
kâğıtlarla odaya girdi. Hakan, dolabın
yakınındaki koltukta oturduğu için ilk anda görememişti amirini. Sonra yanına
gidip selam verip,
“Amirim,
eski haberlerle ilgili bazı yazıları e-posta olarak yolladım. Bunları da
hastane ve terör masasındakilerden toparladım.”
“Teşekkürler,
masama bırak onları. Şimdi bakarım.”
“Başka
emriniz var mı, amirim.”
“Şu
çaycı çocuğa söyle de bana güzel bir çay getirsin. Ne çok açık ne koyu! Kaç
hafta geçti öğrenemedi.”
“Öğretirim,
amirim.”
Hakan,
Hüseyin'in lafına gülerken, polis memuru çoktan çıkmıştı odadan. Son dosyayı da taramış, falcı ile ilgili bir
şey bulamamıştı. Diğer dolaba daha sonra bakacaktı. Masasına geçtiğinde kapısı
vuruldu. İçeriye elinde çay tepsisi ile giren çaycı başı ile selam verip masaya
çayı bıraktı.
“Öğretmiş.”
Çaycı
şaşkın bakışlarla başkomisere baktı.
“Hüseyin
sana çayın nasıl olması gerektiğini öğretmiş. Kahve yapmayı da bilir misin?”
“Bilirim.”
“İyi,
bir gün denerim.”
“İsterseniz
yemekten sonra yapıp getiririm amirim.”
“Olur,
orta severim.”
Hakan,
çayının bitmesi ile yine tüm dikkatini elindeki dosyaya verdi. Ama aklında az
önce sesini duyduğu kadın vardı. Söylediklerinin mantıklı bir tarafı yoktu ki.
Küçük bir çocuk üstüne bağlanmış bombayı pazarın orta yerinde patlatmıştı.
Nasıl cinayet olacaktı? Canlı bombalar bir kişi için kullanılmazdı ki.
Yanılıyordu. Daha önce yanılmamış olması bu kez yanılmayacağını göstermezdi.
Ciddi
ciddi falcının dediklerini düşünürken bulmuştu kendisini. Fevzi amirinin
dediklerini anımsadı. Demek ki onlar da aynı yollardan geçmişti. Yine de bu
böyle devam etmeyecekti.
Şimdilik
ön yargılarını bırakıp falcı kadının dediklerine yoğunlaşacaktı.
Ölenlerin
kökenlerini incelemeye başlayınca ikisinin de, canlı bomba gibi Elazığlı
olduklarını ama kan bağlarının olmadığını anladı. Yaralananların ise, üçü
İstanbul, biri Mersin, biri Yozgat, diğer ikisi de Bitlisliydi. Acaba? Aklına
gelenin doğru olmayacağını düşündü. Sonra yine kendisine ön yargılı olduğu
uyarısını yaptı ve Bitlislilerin kimler olduğunu, töre cinayetine farklı bir
yolla mı bulaştıklarını anlamak için dosyalarını yeniden eline aldı.
Bitlislilerin
neden İstanbul'a geldiğini sorgulamak için hem Bitlis emniyeti ile irtibat
geçecek hem de ekip yollayacaktı. Ama bunu terör masasından gizli yapmalıydı.
Ölenlerin töre ile ilgisi olmamalı diye düşünüyordu. Elazığ da töre ile ilgili
olay pek olmazdı. Ama bu olmayacağı anlamına gelmiyordu.
Hüseyin'i
yeniden çağırdı.
“Amirim?”
“Hüseyin,
Elazığlı ve Bitlislilerin incelemelerini detaylandır. Elazığlılar ölenler,
Bitlisliler yaralananlar. Bu işin ardında töre olabilir.”
“Amirim,
töre cinayeti mi diyorsunuz?”
“Olabilir,
bakacağız ne çıkacak bu olayın ardından?”
“Amirim,
ne oldu da şüphelendiniz diye sorsam?”
“Hüseyin,
içime doğdu desem!” Nasıl diyecekti kim olduğunu bilmediğim bir falcı kadın
söyledi diye...
Hüseyin
çıktıktan sonra bakmadığı son dosyayı eline aldı.
Son
dosyada da bir şey bulamamıştı. Fevzi Beyden kalan başka evrak var mı diye
etrafına bakarken telefonu çaldı. Kız kardeşi hafta sonunu anımsatıyordu. Kısa
bir konuşmadan sonra telefonu kapattı.
Bakmadığı
dosya kalmamıştı ama falcı olmadığını söyleyen falcı ile ilgili kayda
rastlamamıştı. En iyisi kendi araştırmasını kendi yapmaktı. Kendisini arayan
numarayı çevirdi. Uzun uzun çalmış kimse açmamıştı. Numarayı internetten
araştırdığında ev adresine kadar ulaşmıştı. Nil Aydıner. Telefon bu isme
kayıtlıydı. Ama işin tuhafı numaraların peş peşe geldiği üç hat aynı isme
kayıtlıydı. Neden üç hattı vardı? Ev numarasından sonra geleni aradığında
ikinci çalışta karşıdan ses geldi,
“Yosun
Güzellik Merkezi”
“Affedersiniz,
sanırım yanlış aradım, numaranız... ” diyerek çevirdiği numaranın son rakamını
değiştirerek söylemiş ve sanki yanlış numara çevirmiş gibi yapmıştı.
“Evet,
yanlış olmuş. Önemli değil.”
“Kusura
bakmayın. İyi günler.” diyerek telefonu kapattı.
'Yosun
Güzellik Merkezi'
Falcının
adresini bulmuştu! Falcı Nil'i de! Yanıt veren sesi tanımıştı. Sesi artık
sinirli gelmiyordu!
Sonra
üçüncü numarayı da çevirdi. Bu kez genç bir erkek sesi “Nil Eczanesi” diyerek
telefonu açmıştı. Nil eczanesi! Yine yanlış numara diyerek kapattı. Bu üç
hattında aynı yerde, hatta belki de aynı binada olduğundan emindi. Tek adres
vardı. Adresi not etti ve yeniden işlerine döndü. O adresi ziyaret etmek iyi
olacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder