İki
gün sonra dosya kapanmış katil ve azmettiricisi olan iki kadında tutuklanmıştı.
Hakan,
iki gün önce bahçedeki kuyunun dibinin araştırılması için emir çıkarttırmıştı.
Aynı gün kuyunun dibinden cinayet silahı çıkartılmıştı. Ali Aymış'ın karısı
Füsun Aymış yeniden sorguya alınmıştı. Bu kez aldatılan kadın olarak olayın
üstüne giden polis, onun aslında aldatan kadın olduğunu anladığında çok şaşırmıştı.
Kadın kendi cinsine ilgi duyduğunu, kocasının metresi ile ilişki yaşadığını ve
ona âşık olduğunu söylediğinde, Hakan şaşkınlığını gizlemeyi zor başarmıştı.
Füsun,
anlatmaya devam ediyordu. Suna hem kendisi hem de kocası ile birlikte oluyordu.
Defalarca Ali'den ayrılmasını istemişti. Ama Ali bırakmayınca üçlü arasında
yaşanan tuhaf aşk trafiği karışmıştı. Suna'yı kıskandığını Ali ile birlikte
olursa kendisini terk edeceğini daha fazla dayanamayacağını söyleyince Suna
plan yapmaya başlamıştı. Boşanmanın ya da kendisini terk etmesinin çözüm
olmadığını Ali'den kurtulmaları gerektiğini söyleyip ikna etmişti. Tek istediği bilgiymiş. Cinayet günü patronu
ile kavga eden Ali, dertleşmek için Suna'yı aramış. İşte bu adamın sonu olmuş.
Aynı şirkette çalıştığı için patronunun hangi sigarayı içtiğini bilen genç
kadın, mahallesinde bir delikanlıya o sigaradan içirtmiş. Sonra izmariti yanına alıp fabrikaya gitmiş. Sahte ipuçları ile katilin bir erkek olduğu
izlenimi verip, şirket sahibini suçlamak istemiş. Ama adamın olaydan bir saat
önce fabrikadan ayrılması ve cinayet saatinde tanıklarını olması ilk planı
bozmuş.
Şimdi yapılması gereken Suna'ya ulaşmaktı. Füsun'un tutuklandığını
basının duymasını engellemek işlerin daha kolay yürümesini sağlamıştı. Füsun, Suna'nın
kendisine verdiği telefon numarasından aranmış yeri tespit edildikten hemen
sonra da tutuklanmıştı.
Hakan, kadınlardan korkuyordu. Çünkü Deren'in elindeki dosya da
ilginç bir hal almıştı.
Parti gecesi ölen bir kadın ile bir erkeğin cinayeti aslında ölen
erkeğin iki sevgilisinden birinin kıskançlığı yüzünden işlenmiş, hiç günahsız
bir genç kız da aynı kaderi paylaşmıştı. Evdekilerin yeniden dinlenmesi ile
erkeğin Firuzan adlı bir kadınla geldiği, en sona da onların kaldığı
anlaşılmıştı. Firuzan, sevgilisinin başka bir kadınla da birlikte olduğunu
anlamış kıskançlıktan gözü dönmüş bir şekilde tabanca temin etmiş ve zamanını
beklemiş. Sonra bu partide her şey cinayet için ortamı yaratmış. Hatta herkes
gittikten sonra üçü dans etmeye devam etmiş. Slow dans başlayınca Firuzan
sevgilisinin diğer kadın ile dans etmek istemesini yine kıskançlıkla izlemiş.
Onlar dans ederken yanlarına yaklaşmış, ikisine birden sarılıyor gibi yapmış.
Önce genç kadına tek el ateş etmiş. Şaşkınlıkla kollarından düşen kadına bakan
sevgilisine de tek el ateş etmiş. Yüksek müzik sesi uzun saatlerdir devam
ettiği için kimse ateş edildiğine dair ihbarda bulunmamıştı.
Katilin amacı cinayeti ev sahibinin üstüne atmaktı. Başardığını
düşündüğü bir anda yeniden sorgulanmak ve bu kez ölen erkeğin sevgilisi olarak
sorguya çekilmek işleri bozmuştu. Akın ile Hakan ilk kez birlikte sorguya
girmişti. İyi polis kötü polisi oynamışlar ve sonunda kötü polis Hakan itiraf
etmesini sağlamıştı. Deren ise elindeki işin ekipçe çözülmüş olmasından memnundu.
Peş peşe iki cinayeti kadınlar işlemiş, ikisinde de kıskançlık
gözlerini döndürmüştü. Eskiden daha çok erkekler cinayet işlerken devir
değişiyor muydu ne?
******
“Öğlen buluşalım mı canım? Seninle konuşmak istiyorum. Seni yemeğe
götüreyim.”
“Tabii buluşalım ama ben senin yanına geleyim. Zaten karşıdayım şu
an. Böylece vakit kazanırız.”
“Tamam. En geç yarım gibi burada ol, olur mu?”
“Olur. Görüşürüz.”
Kardeşini görmek ve onunla neler olduğunu konuşmak istiyordu.
Handan mutlu gözüküyordu. Ama mutsuzdu. Nedenlerini öğrenecekti!
Saat yarıma geldiğinde o hala yeni işlenmiş bir cinayetin olay
yerindeydi. Planlanmış bir cinayet değildi. Bir sürü şahit vardı. Katil
kaçmıştı ama yakalanması an meselesiydi. İşlerini bitirdiğinde saat bir
olmuştu. Kardeşini aramış ve beklemesini söylemişti.
Büroya gittiğinde saat neredeyse iki olmuştu. Handan'ın
sıkıldığını sandığı için ondan özür dileyeceği bir sürü cümleyi aklında
sıralamıştı ama yanılıyordu. Kardeşi Deren ve Rıza ile konuşuyor, yaptıkları
işin detaylarını öğreniyordu. Aslında
arkadaşı yoktu Handan’ın ama karşısındakini konuşturabilmek gibi bir meziyeti
vardı. Deren ile konuşmaya dalmış olması o yüzden şaşırtmadı Hakan’ı.
Hakan'ı görünce hepsi toparlanmıştı. Handan ağabeyinin otoritesini
hep bilirdi ama iş ortamında çok daha başka bir havası vardı. Onun nasıl bu
kadar başarılı olduğunu anlıyordu. Deren'in masasının önündeki koltuktan
kalktı. Üstündeki kaliteli olduğu uzaktan bile belli olan takım elbisenin
eteğini düzeltti. Hakan, kardeşini alıcı göz ile süzdü.
“Çok şıksın. Büronun havasını değiştirmişsin. Hadi gel odama
geçelim.”
Handan, Hakan'ın arkasından yürüyüp odaya girdi. Masanın önündeki
deri koltuğa oturmadan önce pencereden dışarı baktı. Emniyet müdürlüğünün arka
bahçesine bakıyordu oda. Belki de yeşillik gören nadir odalardan biriydi. Yine
de bahçenin bile neşeli hali yoktu. Sanki emniyet müdürlüğünün bahçesi olduğunu
bilir gibiydi.
Hakan o sırada ceketini çıkartmış, kollarını kıvırmaya başlamıştı.
Ogün toplantı var diye takım elbise giymişti. Birazdan üstünü değiştirecekti.
Boğucu bir sıcak vardı. Odasındaki vantilatörü çalıştırdı. Klima için talepte
bulunacaktı. Belki bir seneye kadar takılırdı. Düşündüklerine gülümseyerek
masasının arkasına geçti. Handan hala camdan bakıyordu.
“Orada bu kadar uzun süre bakacağın bir şey yok. Gel otur şöyle de
yüzünü göreyim. Doğru düzgün görüşemiyoruz zaten.”
“Bize daha sık gelsen böyle bir sorunumuz kalmaz. Ama ne zaman
arasam işin var.”
“Handan, yoğunum canım. Fırsat buldukça gelirim ama sizi de
rahatsız etmek istemiyorum.”
“Cenk de yoğun. Bu ara sık sık da şehir dışına çıkıyor. O olmasa
da sen gel. Ya de ben gelirim. Olmaz mı?”
“Olur tabii. Zaten ben de seninle Cenk hakkında konuşmak
istiyordum.” Konunun kendiliğinden Cenk’e gelmesi iyi olmuştu. Ağabey ses tonu
ile konuşmaya başladı.
“Cenk hakkında mı? Ne olmuş Cenk'e?” Sesi tedirginliğini belli
edecek kadar titrek çıkmıştı. Hakan'ın dikkatli gözlerinden ve keskin
kulaklarından hiç biri kaçmıyordu.
“Ben Ankara’da çalışırken neler oldu bilmiyorum. Ben senin aşk
evliliği yaptığını düşünüyordum. Ankara'dan geldiğim biri iki ziyaretimde seni
çok mutlu görmüş çok sevinmiştim. Oysa geçen akşam evinize geldiğimde ikinizin
de mutluymuş gibi yapmaya çalıştığınızı gördüm. O gün mü sorun vardı? Yoksa
genelde mi böylesiniz?”
“Ağabey, yok öyle bir şey. Sorun yok aramızda.” Panikle itiraz
ettiğinin farkında bile değildi.
“Handan, her evlilikte iniş çıkışlar olur. Ama sizinki öyle de
değil. Sanki zorla bir arada mutlu rolü yaptınız tüm gece. Neler olduğunu
anlamak istiyorum.”
“Sorun yok inan.” Dili bunu dese de gözlerini kaçırması yalan
söylediğini ortaya koymuştu. Hakan, biraz daha deşmek istiyordu.
“Şehir dışına çıkışları normal mi?”
“Elbette. Ben de sık sık çıkıyorum. Bu ara onun gitmesi gerekenler
işler üst üste geldi. Ama iki ay sonra da ben başlayacağım seyahat etmeye.”
Hakan, kardeşinin kendisinden sakladığı sorunu o gün
öğrenemeyeceğini anlayınca daha fazla üstüne gitmedi.
“Tamam canım. Ama bil ki seni dinleyecek biri var artık bu
şehirde. İstediğin zaman ara.”
“Ararım elbette. Sen de geleceksin nasılsa. O zaman kendi
gözlerinle görürsün.” Handan daha fazla konuyu uzatmamak için lafı değiştirdi.
“Babamla aranız nasıl? Hala kendini affettirmenin derdinde değil mi?”
Hakan, içini çekti. Artık onun da sıkıldığı bu durum değişmiyordu.
“Evet, hala geçmişin hesabını kapatamadı. Neredeyse yirmi yıl oldu ama o hala
unutamıyor. Yaşananların hepimize olumsuz etkisi oldu ama biz onları aştığımız
halde babamın aşamamış olmasına üzülüyorum. Umarım aynı şehirde olunca daha
hızlı çözeriz bu sorunları. Sen de bana yardım edersin elbette!”
“Etmez miyim? Artık o ruh halinden kurtulması lazım.”
“Handan, senin de ruh halinin düzelmesi lazım. Şu an üstelemiyorum
ama bir şeyler olduğundan da eminim.”
Handan, Hakan'ın keskin gözlerinden bir şey kaçmadığını bilmenin
ezikliği ile gülümsedi. “Ben iyiyim. Sen rahat ol.” diyebildi sadece. Karşılıklı
içtikleri çayların eşliğinde Hakan'ın Kozyatağı’ndaki evinden, hala noksan olan
eşyalarından bahsettiler. Handan, ev hediyesi olarak çamaşır makinesi almayı
teklif edince Hakan, itiraz etti.
“İtiraz kabul etmiyorum. Ne ben her dakika senin çamaşırlarını
yıkayabilirim, ne de eve sırf o işler için abuk sabuk kadınların girmesini
isterim. Ben makineyi alırım. Benim temizliğimi yapan kadının tanıdığı birini
de evin temizliği için ayarlarım. O hem çamaşırını yıkar hem ütünü yapar.”
“Yani artık elin ağabeyinin üstünde olacak öyle mi?” Hakan
keyiflenmişti. Ankara da yaşadığı yıllarda yine evini birileri temizlerdi ama
neyin nasıl yapıldığını denetleyemediği için bazı kıyafetlerinin renginin
bozulduğunu ya da kısaldıklarını ancak giydiğinde anlardı. Şimdi daha düzenli
olacağı, bunu da kardeşinin sağlayacağı ortadaydı.
“Elbette. Evlenene kadar ben bakarım, sonra karına teslim ederim.”
Kardeşinin cıvıldayarak konuşması Hakan'ın yüzüne yeniden gülümseme oturttu.
Zaten en rahat olduğu zamanlar ailesi ile birlikte olduğu zamanlardı. Handan,
bir süre daha oturdu. Masadaki telefonun sık sık çalması ile işlerin
yoğunlaştığını anlayıp izin istedi. Hafta sonu hem babasını hem de Hakan'ı
yemeğe bekliyordu. Evde tek olmak istemiyordu.
Handan'ın gidişinden sonra Hakan bir süre kardeşini düşündü. Neler
yaşıyordu kendi dünyasında? Neden anlatmıyordu? Nasılsa öğrenirim dedi. Sonra
masasındaki imza için bekleyen raporlara döndü.
*****
Gözünü
açtığında, huzursuz uykusuna dalalı bir saat bile olmamıştı. Horoz ötüyordu.
Her sabah onun sesi ile uyanmaya alışmıştı. Artık duymayacaktı o sesi. Son gün
dedi... Son gün... Son sabah...
Tüm
geceyi, bugün olacakları düşünerek geçirmişti. Yapmak istemiyordu. Ama kaçışı
yoktu ki! Nasıl kurtulacaktı onun elinden? Köyden geldiğinden beri, yanında
kaldığı adam ona iş bulmuş, yatacak yer, yiyecek yemek vermişti. Hayatını
değiştirmek için geldiği büyük şehirde gerçekten hayatı değişmişti. Köydeki
hayaller, köyün toprak yolunda kalmıştı. Her yıl dökülen kaba asfalt, bir
sonraki kış yağan kar yüzünden delik deşik olur, altındaki toprak ortaya
çıkardı. Büyük şehirlerdeki gibi yol yapmıyorlardı ki köyüne... Neler düşünüyordu?
Saçma sapan şeylerdi düşündükleri. Bugün tüm bu düşüncelerinin önemsiz olduğu
gündü. İlk geldiği günü anımsadı...
“Ne
iş olsa yaparım.”
İşte
böyle demişti. Para kazanacak evine para yollayacaktı. Köylüsü onu boş
çevirmezdi. Öyle de olmuştu. Önce iş bulmuş, sonra köye para yollarken biraz da
kendisi eklemişti üstüne. Babası ölünce anası ile beş kız kardeşini köyde
bırakmış iş için İstanbul'a gelmişti.
Bunca
aydır çabalıyor ama üç kuruş parayı güç yolluyordu. Sonra köylüsü ona bir
teklif götürdü. Önce itiraz etti. Ama bir süre sonra aklına yattı. Kendisi ne
kadar çabalarsa çabalasın söylenen parayı bir arada bile hayal edemezdi. Hem
ailesi kurtulacak hem kendisi kurtulacaktı.
Oysa
İstanbul'a gelirken kurduğu hayaller böylemiydi? Çok çalışacak, çok kazanacak
köyüne kendi arabası ile geri dönecekti. Kardeşlerine güzel elbiseler alacak
hepsini gezdirecekti. Annesine de çamaşır makinesi alacaktı. Artık subaşında
çamaşır yıkayan kalmamıştı köyde. Bir anasıydı hala eski usul tokaçla çamaşır
döven... Şimdi o hayallerin büyük kısmı gerçekleşecekti.
Kendisine
ne olacağının önemi kalmamıştı. Ne demişti ağabeyi ona, aile için yapılan her
şey cennet kapısı açıyordu. O da annesi ve kardeşleri için yapacaktı bunları.
Allah cennetin kapısını kendisine de açardı inşallah.
Kuşluk
vaktinin ayazı ile biraz serinlemişti odası. Üstündeki çarşafı attı.
Bacaklarını aşağı sarkıttı. Canı hiç o yataktan çıkmak istemiyordu. Birazdan
güneş odasının içine girecek ve fırın gibi sıcak yapacaktı ama o yine de
yatağında olmayı tercih ediyordu.
Ayaklarını
sürüyerek odadan çıktı. Tuvaletin kapısını yavaşça açtı. Ses çıkartıp da
içeridekileri uyandırmak istemiyordu. Tuvaletin önündeki küçük lavaboda abdest
aldı. Yeniden odasına döndü ve seccadeyi alıp kıbleye karşı yaydı. Ne kadar
süre namaz kıldığını bilmiyordu. Dünya ile bağlantısı kopmuş gibiydi. Ta ki
mutfakta yere düşerek gürültü ile kırılan bardağın sesi kulağına gelene
kadar... Selam verdi ve yavaşça ayağa kalktı. Seccadeyi aldığı yere bıraktı ve
odadan çıktı.
Kahvaltı
masasında yenge dediği kadın ve iki küçük oğlu oturuyordu. Kadın ikinci
karısıydı adamın. Daha küçüktü çocuklar o yüzden. İlk karısı çocuk
doğuramayınca boşamış, bu kadını almıştı. Öyle anlatmıştı. Erkek çocuk verecek
kadın lazımmış ona. Şimdi gerek kalmadı diye düşündü, Allah beni yolladı ona…
“Davut,
çayını koyayım mı?”
“İstemiyorum
yenge! Ağabeyim içerde mi?”
“İçerde.
Seni bekliyor.”
Davut,
yine ayaklarını sürüyerek odaya girdi. Öz ağabeyi değildi ama öyle
dedirtiyordu. Sigaradan bıyıklarının uçları sararmış adam kafasını kaldırıp
baktı. Kafası ile yanına yaklaşmasını işaret etti. Elinde bir hap vardı.
Delikanlının avucuna koydu. Sonra da yutmasını izledi.
“Bugün,
perşembe pazarına gideceksin. Sana bir kasa limon, bir kasa da maydanoz aldım.
Onları satarsın. Saat on ikide de dediğimi yaparsın. Anladın mı? Ben sana
tezgâhı nerede açacağını da göstereceğim.”
“Anladım.”
Başka
laf edemedi. Konuşacak hali yoktu. Kendisine uzatılan yeleği gömleğinin altına
giydi. Ağabeyi ile birlikte odadan çıktı. Yengesine başı ile selam verdi.
Çocukların başlarını okşadı. Sonra kapının önündeki minibüse yürüdü. Ön koltuğa
oturduğunda arkadaki maydanozların kokusu burnunu vurdu. Bir gün önceden
alınmış bir kasa maydanoz çoktan boyunlarını bükmüştü. Onları canlandırmak için
biraz su vururum, diye düşündü. Sonra üstündeki yeleğin ağırlığı altında
terlemesini azaltmak için camı açtı. Sabahki tedirginliğini atmıştı. Çok daha
iyiydi artık. Her geçen dakika daha da rahatlıyordu.
Pazarın
kurulduğu sokakların ilkini geçtiler. İkincisi de arkalarında kalmıştı. Üçüncü
sokağın önünde minibüs durdu. Arka kapısını açıp önce limon, sonra da maydanoz
sandığını üst üste koydu ve kucakladı. Ağabeyi ona hangi tezgâhın arasında
durması gerektiğini söylemişti.
Sandıkları zor bela taşıyarak söylediği yere kadar yürüdü. Etrafında
tezgâhını hazırlayanları selamladı. Sapsarı limonları yanlamasına, maydanozları
da diklemesine koydu... Satış zamanı gelmişti...
Aynı
günün akşamı tüm televizyon kanalları, pazardaki canlı bombadan bahsediyordu.
On beş, on altı yaşlarında kimliği belirlenemeyen canlı bomba üstündeki
bombaların pimini çekmeden önce “dağılın” diye bağırmış, yine de kendisi ile
birlikte üç kişinin ölümüne, sekiz kişinin de yaralanmasına neden olmuştu...
Ertesi
günkü gazetelerin başlıkları, canlı bombanın pazardaki masum halkın arasında
kendini patlattığını yazıyordu.
Tüm
başlıklar terörü lanetliyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder