18 Temmuz 2015 Cumartesi

KAHVE FALIMDA CİNAYET VAR! 12. Bölüm

İki gün sonra dosya kapanmış katil ve azmettiricisi olan iki kadında tutuklanmıştı.

Hakan, iki gün önce bahçedeki kuyunun dibinin araştırılması için emir çıkarttırmıştı. Aynı gün kuyunun dibinden cinayet silahı çıkartılmıştı. Ali Aymış'ın karısı Füsun Aymış yeniden sorguya alınmıştı. Bu kez aldatılan kadın olarak olayın üstüne giden polis, onun aslında aldatan kadın olduğunu anladığında çok şaşırmıştı. Kadın kendi cinsine ilgi duyduğunu, kocasının metresi ile ilişki yaşadığını ve ona âşık olduğunu söylediğinde, Hakan şaşkınlığını gizlemeyi zor başarmıştı.


Füsun, anlatmaya devam ediyordu. Suna hem kendisi hem de kocası ile birlikte oluyordu. Defalarca Ali'den ayrılmasını istemişti. Ama Ali bırakmayınca üçlü arasında yaşanan tuhaf aşk trafiği karışmıştı. Suna'yı kıskandığını Ali ile birlikte olursa kendisini terk edeceğini daha fazla dayanamayacağını söyleyince Suna plan yapmaya başlamıştı. Boşanmanın ya da kendisini terk etmesinin çözüm olmadığını Ali'den kurtulmaları gerektiğini söyleyip ikna etmişti.  Tek istediği bilgiymiş. Cinayet günü patronu ile kavga eden Ali, dertleşmek için Suna'yı aramış. İşte bu adamın sonu olmuş. Aynı şirkette çalıştığı için patronunun hangi sigarayı içtiğini bilen genç kadın, mahallesinde bir delikanlıya o sigaradan içirtmiş. Sonra izmariti yanına alıp fabrikaya gitmiş.  Sahte ipuçları ile katilin bir erkek olduğu izlenimi verip, şirket sahibini suçlamak istemiş. Ama adamın olaydan bir saat önce fabrikadan ayrılması ve cinayet saatinde tanıklarını olması ilk planı bozmuş.

Şimdi yapılması gereken Suna'ya ulaşmaktı. Füsun'un tutuklandığını basının duymasını engellemek işlerin daha kolay yürümesini sağlamıştı. Füsun, Suna'nın kendisine verdiği telefon numarasından aranmış yeri tespit edildikten hemen sonra da tutuklanmıştı.

Hakan, kadınlardan korkuyordu. Çünkü Deren'in elindeki dosya da ilginç bir hal almıştı.

Parti gecesi ölen bir kadın ile bir erkeğin cinayeti aslında ölen erkeğin iki sevgilisinden birinin kıskançlığı yüzünden işlenmiş, hiç günahsız bir genç kız da aynı kaderi paylaşmıştı. Evdekilerin yeniden dinlenmesi ile erkeğin Firuzan adlı bir kadınla geldiği, en sona da onların kaldığı anlaşılmıştı. Firuzan, sevgilisinin başka bir kadınla da birlikte olduğunu anlamış kıskançlıktan gözü dönmüş bir şekilde tabanca temin etmiş ve zamanını beklemiş. Sonra bu partide her şey cinayet için ortamı yaratmış. Hatta herkes gittikten sonra üçü dans etmeye devam etmiş. Slow dans başlayınca Firuzan sevgilisinin diğer kadın ile dans etmek istemesini yine kıskançlıkla izlemiş. Onlar dans ederken yanlarına yaklaşmış, ikisine birden sarılıyor gibi yapmış. Önce genç kadına tek el ateş etmiş. Şaşkınlıkla kollarından düşen kadına bakan sevgilisine de tek el ateş etmiş. Yüksek müzik sesi uzun saatlerdir devam ettiği için kimse ateş edildiğine dair ihbarda bulunmamıştı.  

Katilin amacı cinayeti ev sahibinin üstüne atmaktı. Başardığını düşündüğü bir anda yeniden sorgulanmak ve bu kez ölen erkeğin sevgilisi olarak sorguya çekilmek işleri bozmuştu. Akın ile Hakan ilk kez birlikte sorguya girmişti. İyi polis kötü polisi oynamışlar ve sonunda kötü polis Hakan itiraf etmesini sağlamıştı. Deren ise elindeki işin ekipçe çözülmüş olmasından memnundu.

Peş peşe iki cinayeti kadınlar işlemiş, ikisinde de kıskançlık gözlerini döndürmüştü. Eskiden daha çok erkekler cinayet işlerken devir değişiyor muydu ne?



******

“Öğlen buluşalım mı canım? Seninle konuşmak istiyorum. Seni yemeğe götüreyim.”

“Tabii buluşalım ama ben senin yanına geleyim. Zaten karşıdayım şu an. Böylece vakit kazanırız.”

“Tamam. En geç yarım gibi burada ol, olur mu?”

“Olur. Görüşürüz.”

Kardeşini görmek ve onunla neler olduğunu konuşmak istiyordu. Handan mutlu gözüküyordu. Ama mutsuzdu. Nedenlerini öğrenecekti!

Saat yarıma geldiğinde o hala yeni işlenmiş bir cinayetin olay yerindeydi. Planlanmış bir cinayet değildi. Bir sürü şahit vardı. Katil kaçmıştı ama yakalanması an meselesiydi. İşlerini bitirdiğinde saat bir olmuştu. Kardeşini aramış ve beklemesini söylemişti.

Büroya gittiğinde saat neredeyse iki olmuştu. Handan'ın sıkıldığını sandığı için ondan özür dileyeceği bir sürü cümleyi aklında sıralamıştı ama yanılıyordu. Kardeşi Deren ve Rıza ile konuşuyor, yaptıkları işin detaylarını öğreniyordu.  Aslında arkadaşı yoktu Handan’ın ama karşısındakini konuşturabilmek gibi bir meziyeti vardı. Deren ile konuşmaya dalmış olması o yüzden şaşırtmadı Hakan’ı.

Hakan'ı görünce hepsi toparlanmıştı. Handan ağabeyinin otoritesini hep bilirdi ama iş ortamında çok daha başka bir havası vardı. Onun nasıl bu kadar başarılı olduğunu anlıyordu. Deren'in masasının önündeki koltuktan kalktı. Üstündeki kaliteli olduğu uzaktan bile belli olan takım elbisenin eteğini düzeltti. Hakan, kardeşini alıcı göz ile süzdü.

“Çok şıksın. Büronun havasını değiştirmişsin. Hadi gel odama geçelim.”

Handan, Hakan'ın arkasından yürüyüp odaya girdi. Masanın önündeki deri koltuğa oturmadan önce pencereden dışarı baktı. Emniyet müdürlüğünün arka bahçesine bakıyordu oda. Belki de yeşillik gören nadir odalardan biriydi. Yine de bahçenin bile neşeli hali yoktu. Sanki emniyet müdürlüğünün bahçesi olduğunu bilir gibiydi.

Hakan o sırada ceketini çıkartmış, kollarını kıvırmaya başlamıştı. Ogün toplantı var diye takım elbise giymişti. Birazdan üstünü değiştirecekti. Boğucu bir sıcak vardı. Odasındaki vantilatörü çalıştırdı. Klima için talepte bulunacaktı. Belki bir seneye kadar takılırdı. Düşündüklerine gülümseyerek masasının arkasına geçti. Handan hala camdan bakıyordu.

“Orada bu kadar uzun süre bakacağın bir şey yok. Gel otur şöyle de yüzünü göreyim. Doğru düzgün görüşemiyoruz zaten.”

“Bize daha sık gelsen böyle bir sorunumuz kalmaz. Ama ne zaman arasam işin var.”

“Handan, yoğunum canım. Fırsat buldukça gelirim ama sizi de rahatsız etmek istemiyorum.”

“Cenk de yoğun. Bu ara sık sık da şehir dışına çıkıyor. O olmasa da sen gel. Ya de ben gelirim. Olmaz mı?”

“Olur tabii. Zaten ben de seninle Cenk hakkında konuşmak istiyordum.” Konunun kendiliğinden Cenk’e gelmesi iyi olmuştu. Ağabey ses tonu ile konuşmaya başladı.

“Cenk hakkında mı? Ne olmuş Cenk'e?” Sesi tedirginliğini belli edecek kadar titrek çıkmıştı. Hakan'ın dikkatli gözlerinden ve keskin kulaklarından hiç biri kaçmıyordu.

“Ben Ankara’da çalışırken neler oldu bilmiyorum. Ben senin aşk evliliği yaptığını düşünüyordum. Ankara'dan geldiğim biri iki ziyaretimde seni çok mutlu görmüş çok sevinmiştim. Oysa geçen akşam evinize geldiğimde ikinizin de mutluymuş gibi yapmaya çalıştığınızı gördüm. O gün mü sorun vardı? Yoksa genelde mi böylesiniz?”

“Ağabey, yok öyle bir şey. Sorun yok aramızda.” Panikle itiraz ettiğinin farkında bile değildi.

“Handan, her evlilikte iniş çıkışlar olur. Ama sizinki öyle de değil. Sanki zorla bir arada mutlu rolü yaptınız tüm gece. Neler olduğunu anlamak istiyorum.”

“Sorun yok inan.” Dili bunu dese de gözlerini kaçırması yalan söylediğini ortaya koymuştu. Hakan, biraz daha deşmek istiyordu.

“Şehir dışına çıkışları normal mi?”

“Elbette. Ben de sık sık çıkıyorum. Bu ara onun gitmesi gerekenler işler üst üste geldi. Ama iki ay sonra da ben başlayacağım seyahat etmeye.”

Hakan, kardeşinin kendisinden sakladığı sorunu o gün öğrenemeyeceğini anlayınca daha fazla üstüne gitmedi.

“Tamam canım. Ama bil ki seni dinleyecek biri var artık bu şehirde. İstediğin zaman ara.”

“Ararım elbette. Sen de geleceksin nasılsa. O zaman kendi gözlerinle görürsün.” Handan daha fazla konuyu uzatmamak için lafı değiştirdi. “Babamla aranız nasıl? Hala kendini affettirmenin derdinde değil mi?”

Hakan, içini çekti. Artık onun da sıkıldığı bu durum değişmiyordu. “Evet, hala geçmişin hesabını kapatamadı. Neredeyse yirmi yıl oldu ama o hala unutamıyor. Yaşananların hepimize olumsuz etkisi oldu ama biz onları aştığımız halde babamın aşamamış olmasına üzülüyorum. Umarım aynı şehirde olunca daha hızlı çözeriz bu sorunları. Sen de bana yardım edersin elbette!”

“Etmez miyim? Artık o ruh halinden kurtulması lazım.”

“Handan, senin de ruh halinin düzelmesi lazım. Şu an üstelemiyorum ama bir şeyler olduğundan da eminim.”

Handan, Hakan'ın keskin gözlerinden bir şey kaçmadığını bilmenin ezikliği ile gülümsedi. “Ben iyiyim. Sen rahat ol.” diyebildi sadece. Karşılıklı içtikleri çayların eşliğinde Hakan'ın Kozyatağı’ndaki evinden, hala noksan olan eşyalarından bahsettiler. Handan, ev hediyesi olarak çamaşır makinesi almayı teklif edince Hakan, itiraz etti.

“İtiraz kabul etmiyorum. Ne ben her dakika senin çamaşırlarını yıkayabilirim, ne de eve sırf o işler için abuk sabuk kadınların girmesini isterim. Ben makineyi alırım. Benim temizliğimi yapan kadının tanıdığı birini de evin temizliği için ayarlarım. O hem çamaşırını yıkar hem ütünü yapar.”

“Yani artık elin ağabeyinin üstünde olacak öyle mi?” Hakan keyiflenmişti. Ankara da yaşadığı yıllarda yine evini birileri temizlerdi ama neyin nasıl yapıldığını denetleyemediği için bazı kıyafetlerinin renginin bozulduğunu ya da kısaldıklarını ancak giydiğinde anlardı. Şimdi daha düzenli olacağı, bunu da kardeşinin sağlayacağı ortadaydı.

“Elbette. Evlenene kadar ben bakarım, sonra karına teslim ederim.” Kardeşinin cıvıldayarak konuşması Hakan'ın yüzüne yeniden gülümseme oturttu. Zaten en rahat olduğu zamanlar ailesi ile birlikte olduğu zamanlardı. Handan, bir süre daha oturdu. Masadaki telefonun sık sık çalması ile işlerin yoğunlaştığını anlayıp izin istedi. Hafta sonu hem babasını hem de Hakan'ı yemeğe bekliyordu. Evde tek olmak istemiyordu.

Handan'ın gidişinden sonra Hakan bir süre kardeşini düşündü. Neler yaşıyordu kendi dünyasında? Neden anlatmıyordu? Nasılsa öğrenirim dedi. Sonra masasındaki imza için bekleyen raporlara döndü.


*****


Gözünü açtığında, huzursuz uykusuna dalalı bir saat bile olmamıştı. Horoz ötüyordu. Her sabah onun sesi ile uyanmaya alışmıştı. Artık duymayacaktı o sesi. Son gün dedi... Son gün... Son sabah... 

Tüm geceyi, bugün olacakları düşünerek geçirmişti. Yapmak istemiyordu. Ama kaçışı yoktu ki! Nasıl kurtulacaktı onun elinden? Köyden geldiğinden beri, yanında kaldığı adam ona iş bulmuş, yatacak yer, yiyecek yemek vermişti. Hayatını değiştirmek için geldiği büyük şehirde gerçekten hayatı değişmişti. Köydeki hayaller, köyün toprak yolunda kalmıştı. Her yıl dökülen kaba asfalt, bir sonraki kış yağan kar yüzünden delik deşik olur, altındaki toprak ortaya çıkardı. Büyük şehirlerdeki gibi yol yapmıyorlardı ki köyüne... Neler düşünüyordu? Saçma sapan şeylerdi düşündükleri. Bugün tüm bu düşüncelerinin önemsiz olduğu gündü. İlk geldiği günü anımsadı...

“Ne iş olsa yaparım.”

İşte böyle demişti. Para kazanacak evine para yollayacaktı. Köylüsü onu boş çevirmezdi. Öyle de olmuştu. Önce iş bulmuş, sonra köye para yollarken biraz da kendisi eklemişti üstüne. Babası ölünce anası ile beş kız kardeşini köyde bırakmış iş için İstanbul'a gelmişti.

Bunca aydır çabalıyor ama üç kuruş parayı güç yolluyordu. Sonra köylüsü ona bir teklif götürdü. Önce itiraz etti. Ama bir süre sonra aklına yattı. Kendisi ne kadar çabalarsa çabalasın söylenen parayı bir arada bile hayal edemezdi. Hem ailesi kurtulacak hem kendisi kurtulacaktı.

Oysa İstanbul'a gelirken kurduğu hayaller böylemiydi? Çok çalışacak, çok kazanacak köyüne kendi arabası ile geri dönecekti. Kardeşlerine güzel elbiseler alacak hepsini gezdirecekti. Annesine de çamaşır makinesi alacaktı. Artık subaşında çamaşır yıkayan kalmamıştı köyde. Bir anasıydı hala eski usul tokaçla çamaşır döven... Şimdi o hayallerin büyük kısmı gerçekleşecekti.

Kendisine ne olacağının önemi kalmamıştı. Ne demişti ağabeyi ona, aile için yapılan her şey cennet kapısı açıyordu. O da annesi ve kardeşleri için yapacaktı bunları. Allah cennetin kapısını kendisine de açardı inşallah.

Kuşluk vaktinin ayazı ile biraz serinlemişti odası. Üstündeki çarşafı attı. Bacaklarını aşağı sarkıttı. Canı hiç o yataktan çıkmak istemiyordu. Birazdan güneş odasının içine girecek ve fırın gibi sıcak yapacaktı ama o yine de yatağında olmayı tercih ediyordu.

Ayaklarını sürüyerek odadan çıktı. Tuvaletin kapısını yavaşça açtı. Ses çıkartıp da içeridekileri uyandırmak istemiyordu. Tuvaletin önündeki küçük lavaboda abdest aldı. Yeniden odasına döndü ve seccadeyi alıp kıbleye karşı yaydı. Ne kadar süre namaz kıldığını bilmiyordu. Dünya ile bağlantısı kopmuş gibiydi. Ta ki mutfakta yere düşerek gürültü ile kırılan bardağın sesi kulağına gelene kadar... Selam verdi ve yavaşça ayağa kalktı. Seccadeyi aldığı yere bıraktı ve odadan çıktı.

Kahvaltı masasında yenge dediği kadın ve iki küçük oğlu oturuyordu. Kadın ikinci karısıydı adamın. Daha küçüktü çocuklar o yüzden. İlk karısı çocuk doğuramayınca boşamış, bu kadını almıştı. Öyle anlatmıştı. Erkek çocuk verecek kadın lazımmış ona. Şimdi gerek kalmadı diye düşündü, Allah beni yolladı ona…

“Davut, çayını koyayım mı?”

“İstemiyorum yenge! Ağabeyim içerde mi?”

“İçerde. Seni bekliyor.”

Davut, yine ayaklarını sürüyerek odaya girdi. Öz ağabeyi değildi ama öyle dedirtiyordu. Sigaradan bıyıklarının uçları sararmış adam kafasını kaldırıp baktı. Kafası ile yanına yaklaşmasını işaret etti. Elinde bir hap vardı. Delikanlının avucuna koydu. Sonra da yutmasını izledi.

“Bugün, perşembe pazarına gideceksin. Sana bir kasa limon, bir kasa da maydanoz aldım. Onları satarsın. Saat on ikide de dediğimi yaparsın. Anladın mı? Ben sana tezgâhı nerede açacağını da göstereceğim.”

“Anladım.”

Başka laf edemedi. Konuşacak hali yoktu. Kendisine uzatılan yeleği gömleğinin altına giydi. Ağabeyi ile birlikte odadan çıktı. Yengesine başı ile selam verdi. Çocukların başlarını okşadı. Sonra kapının önündeki minibüse yürüdü. Ön koltuğa oturduğunda arkadaki maydanozların kokusu burnunu vurdu. Bir gün önceden alınmış bir kasa maydanoz çoktan boyunlarını bükmüştü. Onları canlandırmak için biraz su vururum, diye düşündü. Sonra üstündeki yeleğin ağırlığı altında terlemesini azaltmak için camı açtı. Sabahki tedirginliğini atmıştı. Çok daha iyiydi artık. Her geçen dakika daha da rahatlıyordu.

Pazarın kurulduğu sokakların ilkini geçtiler. İkincisi de arkalarında kalmıştı. Üçüncü sokağın önünde minibüs durdu. Arka kapısını açıp önce limon, sonra da maydanoz sandığını üst üste koydu ve kucakladı. Ağabeyi ona hangi tezgâhın arasında durması gerektiğini söylemişti.  Sandıkları zor bela taşıyarak söylediği yere kadar yürüdü. Etrafında tezgâhını hazırlayanları selamladı. Sapsarı limonları yanlamasına, maydanozları da diklemesine koydu... Satış zamanı gelmişti...

Aynı günün akşamı tüm televizyon kanalları, pazardaki canlı bombadan bahsediyordu. On beş, on altı yaşlarında kimliği belirlenemeyen canlı bomba üstündeki bombaların pimini çekmeden önce “dağılın” diye bağırmış, yine de kendisi ile birlikte üç kişinin ölümüne, sekiz kişinin de yaralanmasına neden olmuştu...

Ertesi günkü gazetelerin başlıkları, canlı bombanın pazardaki masum halkın arasında kendini patlattığını yazıyordu.

Tüm başlıklar terörü lanetliyordu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder