13 Şubat 2015 Cuma

DOSTLAR APARTMANI 3. Bölüm

Kızlar sevinçle kucakladılar, Damla’yı. Henüz tam çevresinin ayrımını yapamadığı için sorun çıkartmayacağını umuyorlardı. Yine de, tedbir olarak evdeki yedek anahtarı kızlara bırakmış, gerek duyarlarsa eve girip tanıdığı çevreyi görmesini sağlamalarını tembihlemişti. Sema, kucağında Damla ile içeriye girmiş, Füsun ile Başak kapıda kalmıştı.

"Füsun, başınız sıkışırsa arayın, beni. Gerçi ben sizden fazla ne biliyorum ki? Siz en iyisi, bizim tazelere danışın. Çocuk yapmamışlar ama bilirler."

Başak, aklı evde kalarak yola çıktı. İşlere daldığında, yeğeni aklına gelmemiş, öğlene kadar kafasını kaldırmadan, elindeki işlerden birinin grafikleri ile uğraşmıştı.

Yemeğe çıkan arkadaşları kapısını çaldığında öğlen olduğunu anlamış ve Damla'yı hiç aramadığını fark etmişti. Üç daireyi aramış ve nihayet Ahmet'lerde bulmuştu, yeğenini.

"Ahmet, nasıl bir sorun var mı? Rahat mısınız, dünya güzelimle?"

"Sema duymasın, ben bu güzelliğe aşık oldum. Evlenelim hemen bebek isteyeceğim."

"Tabii tabii Sema da öyle diyordur eminim. Bak bakalım bir süre daha da, hala aynı fikirde olacak mısın?"

"Sonrasını bilemem, şu an keyfimiz pek yerinde. Yoğurdunu yedirdim. Sebze çorbasını da kızlar hazırlamış getirmiş, saati geldiğinde ben yedireceğim. Akşama benden alırsın."

Sabah, kızlara bıraktığı bebeği, saat on buçuk da, Cansev almış, saat on bire kadar sevmiş, Ahmet'e teslim edip uyumaya gitmişti. Ahmet, bebek bu kadar kucakta gezerse, acayip şımarık olacak diye dertleniyordu. Başak, Damla'nın şımaracak olmasından korkmuyordu. Annesi dertlensin o konuda dedi. Sonra, kız kardeşinden hala ses çıkmadığını düşünüp tedirgin oldu. Levent'in bağlı olduğu gazeteyi aramış ve bilgi almaya çalışmıştı. Henüz Levent'ten haber yoktu. Kız kardeşinin, Afganistan'a gittiğini bile bilmiyorlardı. Başak, iyice tedirgin olmaya başlamıştı ki, Burçak aradı.

"Bana kızgın mısın?" 


"Kızım, sen kızını bana bırakacak kadar aklını mı kaçırdın? "

"Hayatım sen ona en az benim kadar iyi bakarsın. Ben, buradaki yetkililerle irtibata geçmeye çalışıyorum. Fırsat buldukça seni arayacağım. "

"Ne zaman döneceksin?"

"Levent'i ne zaman bulursam. Kocamı almadan asla dönmem."

"Oralar çok tehlikeli, kendini nasıl koruyacaksın?"

"Afgan kadınları gibi giyindim. Gözüm bile gözükmüyor. Ancak konsoloslukta rahatım. Şimdi de konsolosluktayım zaten. Seni habersiz bırakmamak için, buradan birisine e-posta adresini verdim. Yurt dışı görüşmeleri her yerden mümkün değil. Sana haber ulaştırma işini buradaki görevli Burak Bey, yapacak. Sen de, bir şey sorman gerekirse, ona yazarsın, O bana ulaşır."

"Çok dikkat et kendine. Aklım sende kalmasın. Hadi çabuk bul kocanı"

Telefonu kapattığında Başak, hem kız kardeşi hem de kocası için dua etti. Birbirlerini çok sevdiklerini biliyordu ama kardeşinin gözünü karartıp kocasının peşinden tehlikeli bölgeye gidecek kadar aşık olması tuhaf geliyordu. Kendisi hiç aşık olmamıştı. Nasıl bir duygu seli olduğunu bilemiyor ve algılayamıyordu. Evle ve kardeşiyle yaptığı konuşmalardan sonra aklına yemek yemediği geldi. Herkes yemeğe çıkmış, ofiste bir tek o kalmıştı. Arkadaşlarının devamlı gittiği lokantaya gitti. Yeri ayrılmıştı. Hazır ev yemeklerinden sipariş etmiş, ayrılan sandalyesine geçmişti. Masa, işle ilgili bir muhabbete dalmış, Başak'a neden geciktiğine dair soru soran olmamıştı. Başak da, anlatacak durumda değildi zaten. Uykusuz geçen gecenin emareleri gözükmeye başlamıştı. Konuşmak, yemek yemek istemiyor, evine gidip uyumak istiyordu.

Öğleden sonra, elindeki üç işten ikisinin son kontrollerini yapmış, birinin senaryosunu yönetmen olarak çalışacakları kişiye kurye ile göndermiş, diğerinin de slaytlarının hazırlanması için ilgili kişiye e-posta ile iletmişti. Elinde kalan son işin, birkaç günü daha vardı. Hızlı çalışıp erken bitirmek ve patronu olacak, inat abidesinden izin kopartmak amacındaydı. Bir şeyi birisine emanet edecekse, apartmanında yaşayan herkes bu kapsama girerdi. Yine de, yeğeni ile ilgilenememek kendisini üzüyordu. Ne yapılması gerektiğini bilemiyor olmak başka bir şey, küçücük bir bedeni başkalarına bırakmak başka bir şeydi.

Saat daha altı olmadan bilgisayarını kapattı. Hemen çıkması gerekiyordu. Yeğenini merak ediyordu. Ahmet'i iki kere daha aramış, hatta bir seferinde Damla'nın anlamsız seslerini bile dinlemişti. Keyifli bir bebekti. Kimseyi yabancılamamış olması da çok iyiydi. Kapı kapı geziyor olmak rahatsız etmemişti o küçük bedeni. Hatta Ahmet, havanın sıcak olmasına rağmen, camları bile açmadığını, hasta olmaması için çok dikkat ettiğini söylemişti. ‘Bu çocuk çok akıllı ve efendi, Sema ile mutlu olacaklardır’, diye düşündü Başak.



















Eve geldiğinde, Ahmet'ten teslim aldı emaneti. Teyzesini tanımış ya da annesine benzettiği için gülücükler vermeye başlamıştı, ufaklık. Dairesine girdiğinde, bebek arabasının yetersiz olduğunu anladı. 'Bu iş böyle olmayacak, bir beşiğe ihtiyacım var' derken, salonda olan sehpa niyetine kullandığı sandığı fark etti. İçindeki, dergileri ve ıvır zıvırları boşalttı. Kapağının açık durması için bir şeyler düşünürken, hiçbir şeyi riske atamayacağını anlayıp, alet çantasını aldı.

Menteşelerinden söktü kapağı. Damla, kollarını bacaklarını sallayarak manasız sesler çıkartmaya devam ederken, Başak, önce sandığın içini sildi. Sonra Beyaz bir çarşafı sandığın duvarlarını da kaplayacak şekilde yaydı. Kışın kullandığı yorganını çıkartıp, sandığın altına yaydı.... Damla'nın kendi yastığı ve battaniyesi olduğu için başka bir şeye ihtiyaç yoktu... Evet, biraz ufaktı ama, bebek arabasında, bağlı olmasından iyiydi. Sandığı, yatak odasına taşıdı... İşi bittiğinde oldukça yorgun olduğunu fark etti. Bu arada, Damla’nın akşam yemeği saati çoktan gelmişti. Bir önceki gecenin tekrarı yaşanırken, her geçen an elinin işe biraz daha alıştığını fark etmek, kendine olan güveni arttırıyordu.

Damla, muhallebisini yemek istemiyor, huysuzlanıyordu. Türlü şaklabanlıklarla zorla birkaç kaşık yedirmiş, fazla zorlamak istememişti. Gece, yine üç kere uyanmış, bu sefer uyutmakta da güçlük çekmişti. Sabah, bakma sırası alt kattaki kızlardaydı. Aslı ile Şelale sabah daha saat yedi buçuk olmadan kapıyı çalmış, Damla’yı kucaklamış götürmüştü. İkisi de çok aklı başında ve terbiyeliydi. İlk taşındıkları zaman, özellikle travestiler yüzünden epey zorlanmış, zamanla alışmışlardı.

Damla, gidince, rahatça duşa girdi, Başak. Duştan sonra, kotunun üstüne, sırtı yüzücü mayoları gibi oyuntulu atletlerinden birini geçirmiş, dudaklarına parlatıcı, kızıl kirpiklerine siyah rimel sürmüştü. Hazırlanması saçını kurutmak için harcadığı yarım saat ve giyinmek için harcadığı beş dakika, toplam otuz beş dakika sürmüştü. Bazen, uzun saçlarını kestirmeyi düşünüyor, sonra vazgeçiyordu. Kısa hali daha da beterdi. Kabarmalarını engellemek için denemediği yol kalmıyordu. Şimdi en azından toplayabiliyordu. Uzun kıvırcık ama yumuşacıktı saçları… Hazırlıkları bittiğinde kaskı ve montunu alıp evden fırlamıştı. En alt kata geldiğinde, Sevda ile Ferda’nın sesleri geliyor mu diye kapılarına kulak dayamış, uyanık olduklarını anlayınca kapılarını çalmıştı.

“Sevda’m, günaydın. Nasılsınız? Keyifler yerinde mi?”

“Oy güzel kızım, yerinde yerinde. Bak aklın arkada kalmasın. Çocuklar çok güzel bakıyor. Bize de rapor veriyor. Hiç merak etme sen.”

“Çok teşekkür ederim. Bugün yine izin için konuşmayı deneyeceğim. Hallede bilirsem, birkaç gün hiç olmazsa ben bakayım, istiyorum. Olmazsa da sizlere emanet olacak, bebeğim.”

“Hiç zorlama şartları güzelim. İzin alırsan ne âlâ, alamazsan da dert değil.”

Başak, dayanamayıp, bu melek kalpli kadına sarılmış ve öpmüştü. “Çok ama çok teşekkür ederim. Hakkınızı ödeyemem” diyerek vedalaşmış, motoruna atladığı gibi ofisin yolunu tutmuştu.





Ergun Bey, öğlene doğru yanına çağırdığında, Başak, izin konusunu yeniden gündeme getirmek istemiş, fakat üstüne yıkılan yeni proje ve ertesi gün yapacakları sunum için çalışması istendiğinden hayal kırıklığı içinde masasına dönmüştü. Komşularının iyi niyetine bir kez daha minnettar oldu.

İşlere dalmış, saatler öğleni, sonra da akşamı kovalamıştı. Yeni proje için bir şeyler düşünmeye başlamış hatta bir fikir oluşmuştu ama yarınki sunum için hiç kafa yormamıştı. Yeterince işi vardı. Yeni bir işi üstlenmek istemiyordu. Nasılsa işi ona vermemişti kimse. Herkes fikir üretecekti.

O akşam da benzer işlerle geçmiş, Damla yeni beşiğini sevmişti. Banyo yaptırmak istediğinde bu sefer biraz daha rahat kavramış en azından sadece pantolonunun paçalarını ıslatmıştı. Banyodan sonra rahatlayan Damla uykuya kısa sürede dalmış fakat gece beş kez uyanmıştı. Hafif ateşi mi vardı? Acaba bu sıcaklık normal miydi?

Sabah, kendisinden önce uyanmış ve teyzesine, kendi dilinde seslenerek uyandırmış, karnı doyup, altı temizlendikten sonra, Sema’lara teslim edilmişti. Başak, geceki hafif ateşi anımsayıp, kızları tembihlemişti.

“Ateşi yükselirse ne yapılması gerektiği de listeye yazılmış. Soğuğa yakın banyo yaptırın ve sakın kalın giydirmeyin. Çok yükselirse de bana haber verin. Hemen gelirim. ”

“Tamam, Başak merak etme. Bu kadar insanız, için rahat olsun. Gerekirse haber veririz.”



















Başak, bu kez aklı yeğeninde kalmış şekilde işe gitti. Sunum öğleden sonra yapılacaktı. Sabahki işlerini yapmış, hatta bir ara dergilerine bile gömülmüştü. Nereden ne fikir geleceği belli olmadığı için, ara sıra karıştırıyordu dergileri. Şimdi de elinde bir televizyon dergisi vardı. Dalmış şekilde sayfalara bakarken, danışmanın önünde, iri yarı birisinin durduğunu gözünün ucu ile fark etti. Bu geçen gün çarpıp düşürdüğü adamdı ve sunum için gelmişti. Saat o kadar olmuş muydu?

Adam da, ona bakıyordu. Bakışlarında pek de memnun bir ifade yoktu. On dakika kadar sonra hepsi toplantı odasına çağrılmış, en son ve isteksiz adımlarla Başak girmişti odaya.

Masanın en sonundaki koltuğa oturmuş, Ergun Beyin bakışlarından kaçmak ister gibi geriye yaslanmış, kendisini unutturmaya çabalıyordu. Ergun Bey, Tarık Beyi tanıtmış, masa etrafındaki dokuz kişi yi tek tek tanıtmaya gerek duymamıştı. Nasılsa bu kadar ismi anımsamayacak ve gereksiz vakit kaybı olacaktı. Tarık Eren, kısaca başı ile herkesi selamlamış ve yerine oturmuştu.

Ergun Bey, konuyu tekrar kısaca anlatmış, yapılan işlere karşılık nasıl çalışmalar hazırlandığını sormuştu. Fikirler havada uçuşuyor, Başak, dinledikçe uyumamak için kendisini zorluyordu. Işıklandırılmış bina resimlerinden oluşan fikirler, yaratıcılıktan uzaktı fakat aydınlatma sektöründe de hep benzer fikirler üretilirdi. Tarık Eren, dinliyor, hiç fikir Beyan etmiyordu. Başak, adamın hiç memnun olmadığının farkındaydı. Kendi aklına da bir şeyler geliyor, söze dökmek istemiyordu. Bu işi de üstlenirse, hem gece gündüz çalışacak hem de şehir dışına çıkmak zorunda kalacaktı. Bazı tamamlanmış işler farklı şehirlerdeydi.

Koltuğuna gömülmüş, hafiften uyuklarken, patronun kendisine seslendiğini fark etti. Koltukta doğrulmuş, boş gözlerle bakmaya başlamıştı.

“Efendim Ergun Bey?” dediğinde masadan hafif bir gülme sesi yükseldi. Başak, masada oturuyor olabilirdi ama ruhu başka diyarlarda geziyordu.

“O kadar daldığına göre, bomba gibi fikirlerin var sanırım?” demişti patronu.

Tarık Eren ise, bu sorumsuzluk abidesi tipe bakmış ve işe yarar bir şey duyamayacağından emin bir ifade ile “Küçük hanımın, sakarlıkları ile dergi okuma seansları arasında iş yaptığından eminim. Bırakın, rahatça uyusun.” demişti.

Başak, duyduklarından sonra, saçlarının tepeye doğru dikildiğini hissetmiş ve o baş belası çenesini tutamamıştı.

“Sakarlık dediğiniz, iri ama kof bir cüsseye çarpmaksa, kabahat benim değil, yolumda duruyordunuz. Dergi okumak ise, işimin bir parçası. Ayrıca, uyumuyor sadece gözümü dinlendiriyorum. “ demiş, ve Ergun Beyin kalkan kaşlarına rağmen eski pozisyonunu almış, koltuğuna gömülmüştü.

“Başak, Tarık Bey, bizim çalışma şartlarımızı bilemez. O yüzden, tartışmak yerine fikrin varsa söyle.” diyen Ergun Bey, Başak’ın kendisini toparlamasını istediğini belli etmişti. Bu kadar kişinin içinde azarlanmaktan hoşlanmayan Başak ise, işi almak istemediğini unutmuş, başlamıştı konuşmaya…

“Korku, çizgi film ve cerrahlar!” demiş yine susmuştu. 


“Televizyon dergisi okuduğunuz için, akşamki programı sayıyorsunuz galiba?” demiş ve gülmeye başlamıştı Tarık Eren. Bu sorumsuz kızla çalışılamayacağı ortadaydı. Ne azardan anlıyordu, ne iş yapmaktan. Tarık Beyin bilmediği konu, bu deli dolu kızın fikirlerinin çok tutulan reklamlarda kullanıldığı idi.

“Bunlar reklam konseptleri. Tüm izlediğiniz aydınlatma reklamları birbirinin aynıdır. Korkudan kastım, sensörlü aydınlatmaları kullanabileceğiniz bir filmdi. Halka hitap edilecekse ve aslında ekonomik olduğu vurgulanacaksa, zengin ama pinti grubu da göz ardı edemezsiniz. Ayrıca, birçok insan karanlıktan korkar. Koridorlarda korku dolu gözlerle ilerleyen ama, her adımında yolu aydınlanan bir kadın… “ diye ilk aklına gelenleri sıralamıştı Başak. Tarık Eren, şimdi ilgi ile dinlemeye başlamıştı. Fikir hoşuna gitmişti.

“Diğer ikna edilmesi gereken grup, çocuklardır. Animasyon bir reklam ile çocukları ikna etmek çok daha kolay olur. Renkli lambalar ve ulaşabilecekleri düğmeler ile aydınlığa ulaşabilecekleri ortamlar yaratmak, çocukları da çeker.”

Şimdi, odada olanların hepsi susmuş, bu söylenenleri kafalarında geliştirmeye başlamıştı bile.

“Son olarak, hepimizin, her an başına gelebilecek sağlık sorunları! Madem hastanede de aydınlatma yaptınız, bunu da hem anlatalım hem de insanları en can alıcı ikinci noktadan vuralım. Yani vuralım derken, ikna edelim, demek istedim. “

“Ne demek istediğinizi gayet net anladım. İri ve kof olabilirim ama söyleneni algılaya biliyorum.”

Başak, aldığı yanıttan sonra, az önceki manasız çıkışını anımsamış ve hafiften kızarmıştı. Adam ne koftu ne de akılsız. Ayrıca çok da yakışıklıydı. İlk defa alıcı gözü ile bakıyordu. Üstelik bu bakış aynı yoğunlukta bir bakışla karşılık bulmuştu. İkisi de birbirini tartar gibi baktıktan sonra, zorla konuya dönebildiler.

“Evet, sağlık ile ilgili aklınızdaki ne? “

“En büyük korkularımızdan biri, ameliyat masasıdır. Sizin ürünleriniz bu konuya da uygun olduğuna göre, önce ameliyat masasında bir hastanın tepedeki o parlak ışığa bakması ile başlar, odasındaki aydınlatmayı görüp tebessüm eden yüzü ile bitiririz”

“Olabilir… Fikirler ilginç, biraz daha geliştirilebilir. Ama ana fikir olarak kullanılabilirler. Ergun Bey,” diyerek, solunda oturan Ergun Beye döndü Tarık Eren,

“Sanırım, bu kampanyada çalışacağımız arkadaşımızı bulduk” dedi… Fikrini de böylece beyan etmiş oldu.

Başak, tam ağzını açıp, “Kabul etmiyorum” deme çabasına kalkıştığında, patronun kalkan kaşları ile sustu. Ofiste kimse şu an içinde olduğu durumu bilmiyordu. Başak, sorulmadıkça anlatmaz, böylece, kendisi sormadıkça birilerinin boş boş konuşmasını da engellerdi. Aslında yapısı çok fazla merak içeriyordu. İş yerinde bol muhabbetten iş yapamaz olunca sınırlarını belirlemişti. İşine bağlılığını bilenler de, doğal olarak ona daha az anlatır olmuştu. Sadece bir arkadaşı vardı, Şebnem. Genellikle öğlen yemeklerini beraber yerler, hem iş hem de özel hayatlarını konuşurlardı. Şebnem bile son durum hakkında habersizdi. Çünkü bir haftadır yıllık izindeydi. Başak, biraz daha onunla konuşamazsa patlayacağını düşünmeye başlamıştı.

Ergun Bey, Başak’ı susturunca, Tarık Eren’e dönmüş ve el sıkışmıştı. Böylece, Başak’ın izin alma planları da suya düşmüştü. Tam tersi yine çok yoğun günler vardı önünde. Toplantı dağılmış, sadece üç kişi odada kalmıştı. Planlamalar yapılıyor, ne zaman nerede nasıl çekimler yapılacağının tarihleri ayarlanmaya çalışılıyordu. En az, on beş gün bu işle haşır neşir olacaktı, Başak. Yaz başı olması şimdilik işe yarıyordu ama üniversiteler kapanmak üzereydi ve çocuklar genelde her yaz ailelerinin yanına gidiyordu. Bu on beş günlük sürede, Burçak dönmezse ne yapacağını kara kara düşünmekten, kafasını yaptıkları işe veremiyordu. Ergun Bey sonunda, “Başak” diye oldukça yüksek ses tonuyla seslenince düşüncelerinden sıyrılmıştı.



















Tarık Eren ise, ilk karşılaşmalarının etkisini henüz üstünden atamamış, hala nasıl olup da bu kiloda birisinin kendisini yere yıktığını anlamak için bakıyor ve baktığı şeyden de her dakika biraz daha fazla hoşlanıyordu. İlk konuşmaya başladığında fark etmediği bazı şeyleri, o gözlere takıldığında yakalamış, kızıl saçlarının doğal olduğunu, kaşlarının bile kızıl olmasından anlamıştı. Sonra da gözlerin güzelliğini fark etmiş, hafif dolgun dudaklara bakarken yakalamıştı kendisini. Başak çok güzel bir kızdı. Evli de değildi. Yüzük yoktu ellerinde. Hatta hiç yüzük yoktu. Sadece kulaklarında küçücük küpeler vardı. Toplantı odasındaki konuşmaları bitmiş, kahveler içilmiş ve öncelikle Gaziantep’e gidiş tarihinin ayarlanması kalmıştı. Bunun için, Başak odasından ajandasını almak için giderken, Ergun Bey,

“Dilerseniz bundan sonrasını orada konuşalım. Başak’ın odasının karmaşasının arasında tuhaf da bir havası var. İnsanı rahatlatıyor.”

“Laf sokmasan olmuyor, değil mi, patron?”

“Sen bana patron dedikçe, ben de, sana sataşacağım, kızıl. Hadi marş marş odaya.” dedi.

Tarık, bu samimiyete biraz şaşırsa da, aralarında bir şey olma ihtimalini düşünmek pek hoşuna gitmemiş ve cümlelerin ardında art niyet aramak istememişti. Başak’ın hayatında kimse olmasını istemiyordu. Nedenini de gayet iyi biliyordu. Çünkü fark ettiği güzellik, içine işlemişti. Hayatında biri olması gerekiyorsa, bu kendisi olabilirdi. Uzun zamandır, bir bayan bu kadar ilgisini çekmemişti. İki yıl önce nişanlısından ayrıldığından beri, gecelik ilişkiler yaşamış, hayatında kimseyi kalıcı olarak istememişti. Şimdi Başak gibi bir güzelliği, en azından bir süre hayatında istiyordu. Artık ciddi ilişkiler istemiyordu. Ağzı yanmıştı bir kere.

Toplantı odasından, Başak’ın odasına kadar olan on metrelik koridoru yürürken aklından geçenlere hayret etti, Tarık. Uzun zamandır böyle şeyler gelmiyordu aklına.

Başak’ın odasına geldiklerinde, ilk gözüne çarpan yığınlarla dergi oldu yine. Sonra da, masasının önündeki koltuğa oturması için, yer gösteren Başak’ın yönlendirmesi ile sırtı cama gelecek şekilde oturdu. Gözüne ilk çarpan ise, masasının üstünde duran çerçeve oldu. Bir anda, başından kaynar sular döküldü. Alyans yoktu ama evli ve bir kız çocuğu sahibiydi, Başak. Resimde, çok yakışıklı bir erkek ve ortalarında, dünya tatlısı bir kız çocuğu duruyordu.

Tarık arkasına yaslanırken, boğazını rahatlatmak için yutkundu. Başaramayınca, su istedi. Neden bu kadar etkilendiğini bilemiyordu. Bu kadar güzel bir kızı boş bırakacak kadar aptal erkek yoktu herhalde. Hayal kırıklığı yaşadığını fark edince, kafasını sallayıp düşüncelerinden uzaklaştı. Bu arada Başak da, ajandasında günlere bakıyordu. Tam o sırada cep telefonu çalmaya başladı.

Arayan, Ahmet idi, kızlar panik olmuş yanında devamlı konuşuyorlar, kızlarında Ahmet’in de dediği anlaşılmıyordu.

“Ahmet, anlamıyorum seni. Damla’ya bir şey mi oldu?” dediğinde sesinde panik hissediliyordu.

“Ateşi oldukça yükselmiş. Burçak, notlarına yazmış da banyo falan kar etmedi. Sevda ile Ferda, ‘diş çıkartıyor bu masum’ diyor. Gerçekten de öyle gibi, alt damağı kıpkırmızı. Akşam gelirken bir eczaneye uğrar mısın? Onlar bilir ne kullanılacağını.”

“Ahmet, ben geç geleceğim, o saate kadar ateşi daha da yükselebilir. Sen en iyisi, kızlara bırak ve eczaneye uğra. Yok yok ben kalmayayım hemen geleyim. Patronla konuşur çıkarım birazdan.” diyerek telefonu kapatmıştı.

Yüzündeki endişeli ifadeden sonra, Tarık, durumu sorma ihtiyacı hissetti.

“Damla, bu güzel kızın adı galiba? Hayrola rahatsızlandı mı?”

“Sanırım diş çıkartıyor. Ateşi sabah da vardı, biraz. Şimdi iyice yükselmiş. “

“İsterseniz sizi bırakayım, böylece zaman kazanırsınız.”

“Teşekkürler, benim motorum var. Araba ile zaman kazanılmıyor bu şehirde. Gün ayarlaması için, ben sizi arasam yarın. Şimdi kafamı toparlayamıyorum. Kusuruma bakmazsınız değil mi?”

“Yoo ne kusuru, siz bir an önce bebeğin yanına gidin. Kafanız evde kaldı, belli. Allah analı babalı büyütsün” dediğinde, hala kendisine kızıyordu. Ne var ki, başkasının karısına bu kadar ilgi duyacak? Üstelik kadının eşi ile konuşurken sesi ne kadar sevecendi. Çocuğu için duyduğu korku da cabası, dedi, yine kendi kendine. Sonra, bunları düşünmekten vazgeçmek için ayağa kalktı. Kartını uzattı ve “Yarın telefonunuzu bekliyorum” dedi.

Başak, aklı evde kalmış olarak kartı aldı, klavyenin üstüne gelişi güzel attı. Ergun Beyin, odasına gitmek için o da ayağa kalktı. Tarık, kapıyı tutup geçmesini bekledi. Burnuna çarpan kokuyu içine çekti. Hoş bir çiçek kokusuydu. Galiba hanımeliydi bu koku. Başak, kaskını ve montunu alıp çıktığı için, Tarık da dışarı çıkınca kapıyı kapattı.

El sıkışıp yola devam ettiklerinde, Başak, elinden geçen elektriğin farkındaydı. El sıkışmak bile etkilemişti. İlk defa bir erkeği bu kadar çekici buluyordu. Ufacık bir temas bile bu kadar etkiliyorsa, daha ileri gitmek kim bilir nelere mal olacaktı? Başak, aklından geçenle, bir anda olduğu yerde durdu.




Arkasından gelen, Tarık durduğunu fark etmeyip, tüm bedeni ile çarpınca bu sefer danışma masasının önünde düşmek üzere olan, Başak'dı. Ama Tarık buna müsaade etmedi. Belinden yakalayıp düşmesini engelledi. Bu hareket ise, az önce aklından geçenlerin ne kadar doğru olduğunu anlattı Başak'a. Beline sarılan kollar, aynı elektriği tüm vücuduna yaymıştı. Hızla uzaklaştı, Tarık’ın kollarından.

“Teşekkür ederim” derken sesi, istemediği kadar sert çıkmıştı. Tarık, bu ses tonundan alınmış, “Asıl ben özür dilerim, düşmenizi engellemek istemiştim.” Diyerek hareketinin nedenini açıklamaya girişmişti. Masaları danışmayı gören çalışanlar, bu konuşmayı duyamasalar bile izliyorlardı. Yüzlerindeki ifadeden kavga ettiklerini sanmış, dikkat kesilmişlerdi. Sonra ikisinin de el sıkışıp farklı yönlere gittiklerini görüp, işlerine geri döndüler.

Başak, evde olanları kısaca Ergun Beye anlatmış, böylece yeğeninin kendisinde olduğundan birilerinin nihayet haberi olmuştu. Ergun Bey, iki çocuk sahibi biri olarak, oyalanmadan evine gitmesini söylemiş, bu arada eşini arayıp, diş çıkartırken kullanılması gereken ilaçların ismini sormuştu. Diş etlerine sürülecek jel ile ateşi çok yükselirse kullanılması gereken fitili öğrenmiş olmak, Başak’ın içini daha da rahatlatmıştı.

Yokuşun başındaki eczaneden gerekenleri alıp eve geldiğinde, durumun anlatıldığı gibi devam ettiğini, ateşinin hala düşmediğini görmüş, eczacının tarifine göre jeli diş etlerine sürmeye başlamıştı. Damla, canının acısı ile kıpır kıpırdı. Ateşinin çok yüksek olduğunu görünce, fitili de koymuş, uyutmaya uğraşıyordu. Yarım saat kadar sonra, hafif iç çekerek uykuya daldı. Başak, acısının dindiğini düşünüp rahatladı. Kendi yatağına yatırıp, sağını solunu minderlerle destekleyip, mutfağa dönmüştü.

Ahmet ve Sema, salonda oturuyordu. Dolapta olan, önceki günden kalma pastadan birer dilim kesip, yanına meyve sularını koyup salona aşıkların yanına gelmişti. Gelirken de oldukça gürültü yapmış, uygunsuz bir manzarayla karşılaşmayı engellemek istemişti. Odaya girdiğinde her ikisi de gülüyordu.

“Başak, gelmeden önce bomba atsaydın! Daha az gürültü olurdu. Damla uyanacak diye çok korktuk. “ Hem takılmış, hem de ne yaptığını anladıklarını belli etmişti, Ahmet. Sema da, gülmeye devam edip, “Biz prensip olarak  başkasının evinde öpüşmüyoruz” diye devam etmişti dalga geçmeye.

“Ay sizde, ne yaparsanız yapın be, ben, siz utanırsınız diye öyle yaptım. Yoksa bana ne?” diyerek, kendini savununca daha da çok gülmüşlerdi.

Pastalarını yedikten sonra ikisi de kalkmış, Başak da akşama bir şeyler hazırlamak için mutfağa girmişti. Bir yandan yemek yaparken, bir yandan da, bugünkü toplantıyı düşünüyordu. İlk defa bir erkekten bu kadar etkileniyordu. İlk defa, bir erkeğin eline dokunmasından daha fazlasını istiyordu. Sonra, adamın hayatında birileri olup olmadığını bilmeden, hakkında hayaller kurmaya başladığı için kendisine kızdı. Damla’nın ateşinin, çıkartmaya çabaladığı dişinin, şu an için daha önemli olduğuna karar verdi. Ocağın altını kısıp, yatak odasına giderek, ateşini yeniden ölçtü. Biraz düştüğünü görüp sevindi.

Sevinci çok uzun sürmedi. Yarım saat kadar sonra, ağlayarak uyandı, Damla. Sonra da, susmadı. Ne jel, ne de eczacının tavsiye ettiği buz pek işe yaramıyor, canı yandıkça içli içli ağlıyordu. Ağlama sesleri yan daireden duyulmuş olmalı ki, gece saat on bir de kızlar kapıyı çaldı. Biraz oyalamak için kucaklarına aldılar ama hiç bir şey fayda etmedi. Ertesi gün okula gidecekleri için, gece yarısı evlerine dönmüş, ihtiyaç olursa yine de gelebileceklerini söylemeyi ihmal etmemişlerdi.




















Başak, yan daireye ses daha az gitsin diye, mutfağa girmiş, orada oyalamaya çalışıyordu. Sonunda başardı da, bir süre sonra ilaçlar etkisini göstermiş, kollarında uyuyakalmıştı. Bu arada karnını doyurabilmek ve susturabilmek için verdiği çaba, Başak’ı da yorgun düşürmüştü. Damla’nın uyuduğundan emin olduktan sonra, duş alıp kendisini yatağa attı. Sadece iki saat sonra, yeniden ayaktaydı. Bu sefer karnı acıkmıştı. Neyse ki ateşi daha da düşmüştü. Kısa sürede de uyuyunca, kendisini çok mutlu hissetti. Burçak, nasıl dayanıyordu bu tempoya? Demek, anne olunca işler böyle yürüyormuş dedi, kendi kendine. Anneliği hiç aklına getirmiyordu. Yeğenini çok seviyor yine de kendisi çocuk sahibi olmak istemiyordu. Daha doğrusu, çocuk yapmayı isteyeceği bir erkek yoktu hayatında. Bunları düşünürken, gözlerinin önüne Tarık Eren gelmişti. Ne yani, Tarık Eren’den çocuk mu yapacaktı? Gülmeye başladı, düşündüklerine. Hormonları faaliyete geçmişti galiba? Daha 24 yaşında, hormonlar böyle çalışırsa, yaş ilerlediğinde neler yapacaktı, kim bilir?

Gözünün önünde, Tarık Eren’in yakışıklı yüzü varken uykuya dalmak, hoşuna gitmişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder