12 Şubat 2015 Perşembe

DOSTLAR APARTMANI 2.Bölüm

Aysev, ya sabır der gibi kafasını havaya kaldırıp, "Gel gel kadın olacaksın... gel de öğreteyim" diyerek, Damla'yı ve bezlerinin olduğu çantayı koluna takıp arka odaya gidiyordu. Başak, ilk defa evin o tarafına geçerken, o şaşkın halinde bile etrafı incelemeye başlamış, kendi evinden bile daha derli toplu, düzenli bir ev görünce, kendinden utanmıştı.

Aysev, bezlerin ıslak havluların olduğu çantayı yatağın üstüne boşaltmış, içinden, alt değiştirmek için kullanılan bir örtü bulmuş, yatağının üstüne yaymıştı. Sonra, tulumu çıkartıp, yatkın hareketlerle kirli bezi çıkartmış, ıslak havlularla iyice temizlemiş ve yeni bezini bağlamıştı. Başak, şaşkın gözlerle Aysev'in ellerini izliyordu. 'Ben bunu yapamam' diye düşünmeye başlamıştı.

"Ne zaman döneceğine dair, bir şey söyledi mi?"

"Nereden bilsin, şeker? Bulsun yakışıklısını döner elbet. Damla'yı sana emanet edecek kadar gözü dönmüş olabilir ama en kısa sürede dönecek kadar da akıllıdır."

"Aysevvvv, ben ne yapacağım bu kızla. Ya ben gerçekten hiçbir şey bilmem. Yurtlarda kalırken de küçüklerle hiç ilgilenmezdim. Benim bütün derdim, dolap tepelerine, penceredeki demirlere, fırsat buldukça da ağaçlara tırmanmaktı. Bak, hala tırmanıyorum. ben saçma sapan fikirler üretir ve dağlara tırmanırım başka bir halt bilmem. Bu çocuk üç günde açlıktan ölür"

"Ayyyy çatlatma beni kızzz, ne demek açlıktan ölmek... Sen kendi karnını doyurmuyor musun? Bunu da bir şekilde beslersin. Mamasından dünya kadar koymuş valizlere... Bak anacığı her şeyleri düşünmüş. Arabası, paket paket bezi, maması... hepsini yüklenmiş geldi kız. Ayy bak, asıl ne yapacaklarını yazmış, bunu bile düşünmüş... Eee ne de olsa biliyor malını. Kızını tehlikeye atmamış... Her şeyi madde madde yazmış... Saatleri bile var... Hata yapmazsın."

"Hata yapmamak için, o saatlerde bebeğin yanımda olması lazım. İşe nasıl götürebilirim ben bunu?"

"Yaa o senin yakışıklı izin vermez mi?"

"Sen benim patronumun yakışıklı olduğunu nereden biliyorsun, bakayım?"

"Ayyy kıskanç şeker, geçen sene yemeğe gittiğinizde resim çektirmemiş miydin? Hani dans ederken? İşte orada görmüştüm ya... çok şeker kız. Çok yakışıklı ama, evli... Ah ahh kapılmış zaten tüm iyiler"

"Aysevvv düştü çenen... Çeneni değil kafanı çalıştır, ben bu kıza nasıl bakarım onu düşün!"

"Dur kız bunlara bizim kafamız yetmez. Bizim kokoşlara inelim. "

"Sana kaç kere, onlara kokoş deme dedim"

"Ayy kokoşlar şeker ama, sen de ben de çok seviyoruz o kokoşları"

En alt kattaki iki kız kardeş, yaşları ile ters orantılı ruhları sayesinde binanın genç kızlarıydı. Hasibe 73, Nesibe 75 yaşındaydı. Gerçek isimlerini kullanmayı yasaklamışlardı. Hasibe'ye Sevda, Nesibe'ye Ferda diye hitap ediyorlardı. Genç kızken her ikisinin de çok güzel oldukları aşikardı. Tamamı kendilerine ait bu apartmanın, giriş katındaki iki daireyi birleştirip tek daireye çevirmiş, üst katları da kiraya vermiş, büyük bir aile oluşturmuşlardı. İyi geçindikleri zamanlar, aynı yerde oturan kız kardeşler, kavga ettikleri anda, evin iki ayrı ucuna yerleşiyorlardı. Hem ev sahibi, hem anne, hem abla olan bu iki kardeş aynı zamanda pratik zekaları ile gençlere pabuçlarını ters giydiriyordu.

"Hadi inelim aşağıya."

"Kızlarrr hadi, Sevda ile Ferda'ya iniyoruz."

Başak, en önden giderken, Aysev arkasından seslendi...

"Şekerrr, burada bir şey unutmadın mı?"

"Ne?"

"Damla!!!"

"Of yaaaa, ben mi bu kıza bakacağım? Ben daha onun varlığını hatırlamıyorum."

"Alışırsın alışırsın"

"Haa balık da kavağa çıkar!"

Aysev, oflaya puflaya, hafiften de kırıtarak, Damla'yı koluna alıp, yine kırıta kırıta merdivenleri inmeye başladı. Başak, gülümseyerek bakıyor ve onlardaki işvenin yüzde birinin kendisinde olmadığına hayıflanıyordu. Zorla olmuyordu bazı şeyler. Üstünden neredeyse hiç çıkmayan bol cepli kotlar ya da keten pantolonlarla, yazın askılı, kışın uzun kollu salaş penyelerle, motor tepesinde gezen, biriydi. Şık olarak niteleyebileceği tek kıyafeti, altına uygun bir şeyi olmayan, Beyaz, inci düğmeli gömleğiydi. O da hediyeydi. Travestiler bile kendisinden çok daha kadınsıydı.

Dördü, alt katın kapısını çaldıklarında, içeriden tazelerin kıkırdaşmaları geliyordu. Keyifleri yerindeydi. Sevda, kapıyı açıp hepsini karşısında görünce önce şaşırdı, sonra daha da keyiflenmiş bir yüzle içeri buyur etti. Her zamanki gibi, giyimleri ile altmışlı yılları yaşıyorlardı. Renk renk boncukları boyunlarında sallanıyordu. Kıpkırmızı rujları, her zamanki gibi çok düzgün sürülmüştü. Önlerinde uçuşan tüyleri ile topuklu terlikleri ayaklarındaydı. Berjer koltuklarına oturdular. Kızlara da koltukta yer gösterdiler.

"Ne derdiniz var söyleyin bakalım güzeller?" derken, Aysev'in kolundaki, Damla’yı fark ettiler.

"AAA orada ne var? Bebek mi yoksa? Kimin bu? Hanginiz peydahladınız?" derken, şuh kahkahalar atıyorlardı.

"Ay şeker, ben doğurdum, beğenemedin mi?"

"Ya ya tabii, ikinciyi ne zaman yapıyorsun? Sus da anlat neler oluyor."

"Sevda'm, bir şey olduğu yok. Bu, Başak'ın yeğeni. Burçak'ın kızı." diyerek, son bir saattir yaşananları anlattı. Yaşlı kadınlar durumu anlayınca, önce birbirlerine baktılar. Sonra da Başak'a bakışlarını çevirdiler.

"Tamam, sen şimdi bu bebeği bizlere bırak, işine dön. İzin alabilirsen al. Akşam iş dönüşü gel. Biz bir şeyler düşünürüz."

"AA ben işe gidecektim değil mi? Hadi kaçtım. Bu arada dua edeceğim, anası olacak manyağın geri dönmesi için."



















Arkasında, beş gülen yüz bırakıp evden çıktı. Motoruna atladığı gibi şirkete döndü. Asansörde, bir saat kadar önce yaşanan çarpışma aklına geldi. O heybetli adamı nasıl yere sermişti? Gülmeye başladı.... Topu topu 1.70 boyuyla ve 58 kiloluk cüssesi ile nasıl yere serdiğini hala anlayamamıştı. Demek adam da dengesiz duruyormuş diye kendini ikna ederek, asansörden indi. Odasına doğru yürürken, patronun sesini duydu.

"Başak, hemen buraya..."

"Geldim, patron"

"Bana patron deme, demedim mi? Benim bir adım var. Ergun. Herkes gibi,Ergun Bey desene."

"Ben herkes değilim, patron. Alışamadın buna. Habersiz çıktım diye fırça mı yiyeceğim? Bak çok önemliydi. Öyle olmasa, böyle bir densizlik yapmam bilirsin."

"Yapmaz mısın? Senin ‘denli’ hareketin yok kızım. Bir gün de düzgün davran
da, tarihe geçsin."

"Tamam patron, paylama kısmına hazırım."

"Başak, otur şuraya. Dikilme başımda. Hakikaten ceza alacak öğrenci gibisin"

"Hadi patron, bekliyorum." dediğinde, sıra dayağına çekilecek öğrenciler gibi tek ayağını havaya kaldırmış, bir avucunu açıp havaya doğru çevirmişti. Ergun Bey, bu halini görünce kahkahayı basmış, "Otur şuraya" demişti. "Bugün, danışmanın önünde olay yaratmışsın?"

"Ne olayı?"

"Bayâ iri yarı birisini, iki seksen yere sermişsin. Nasıl becerdin?"

"Yok iki seksen uzatamadım, kıç üstü oturttum." dedi ve gülmeye başladı. "Patron ya, kusura bakma ama, adam da o cüsseyle sağlam dursaydı."

"Tamam tamam, derdin neyse sonra anlatırsın, şimdi işimiz var. O kıç üstü oturan adam, yeni müşteri. Şu aydınlatma firmasının sahibi. Senin hakkında da çok iyi şeyler düşünüyor. Bir süre gözüne gözükme, bence. "

"Olur, sorun değil. Denk gelirsem bir özür daha şettiririm."

"Başakkkk, düzgün konuş. O metinleri yazarken kullandığın dil nerede? "

"Tamam tamam, O Beyefendiyi görürsem, özür dileyeceğim. Oldu mu patron?"

"Hah şöyle işte. Gözüne gözükme dedim ama reklam için fikir üretme demedim. Bir şeyler düşünmeye başla. Bu firma, yurt dışında, uzun zamandır faaliyet gösteren bir firmaymış. Türkiye'de de birkaç iş yapmışlar . Tanıtım yapılmamış. Stadyum ışıklandırması, büyük residence ışıklandırmaları, bazı tarihi eserlerin yeniden ışıklandırılması gibi işler yapmışlar. Biraz daha tabana yayılmak istiyorlar. Ürettikleri ampuller, spotlar ile piyasaya girmek istiyorlar. Asıl hedef kitle, A ve B grubu insanlar ama ekonomik fiyatlı ürünler de yapıp daha da tabana yayılacaklar. Üç gün sonra toplantımız var. Başla düşünmeye."

"Olur patron... da..."

"Da sı ne? Düşünemeyecek misin?"

"Yok yok düşünürüm bir şeyler. Fakat ben, bu üç gün için izin alsam, diyorum?"

Ergun Bey ağzı açık bakıyordu, Başak'a. 'İzin mi? Ne izni istiyor bu deli?' diye geçirdi aklından. O kadar zor bir reklam işi değildi ki, üç gün izin yapıp düşünsün. Ayrıca işimiz çok, diye kendi kendine düşünmeye devam etti. Sonra, "Başak, izin falan yapamazsın. Bilmiyor musun, yetişmesi gereken üç iş var elimizde ve süremiz bitti neredeyse. Bugün de çıktın bir saatten fazla yoktun ortalıkta. " Başak, tam açıklama yapacaktı, Ergun Bey elini kaldırıp susturdu.

"Tamam, masana dön ve kafa patlatmaya başla."

Başak, ayaklarını sürüyerek odasına girdi. Dört tarafı cam olan odasında, kalemliği ve klavyesi devrildiği gibi duruyordu. Kimse, odasına girip düzeltmeye cesaret edememişti. Tuhaf bir çalışma düzeni vardı. Daha doğrusu, düzensizliğin içinde çalışıyordu. Fakat her aradığını bulabiliyordu. Temizliği yapan kadın, bir kaç ciddi azardan sonra, bir daha masasına dokunmamaya yemin etmişti. Zaten, masanın üstünde pek de boş alan yoktu. Birçok dergi ve mesleki yayın vardı. Aynı karmaşa, masanın önündeki sehpada da gözleniyordu. Dosya dolabının üstünde, kaskını koyduğu köşe hariç, her yer yine dergiler ve meslekleri, ülkeleri anlatan kitaplarla doluydu. İşe ilk başladığı zamandan beri hep bir şeyler biriktirmiş, zaman zaman sayfaları karıştırıp yeni fikirler edinmişti. Zamanla bu esinlenmeler için dergi, kitap karıştırmalar azalmıştı. Fakat kıyıp hiç birini atamıyor, birilerine veremiyordu. Gün gelir yine bakarım diye saklıyordu.

Bu karmaşanın içinde, yeri asla değişmeyen bir resim çerçevesi vardı. Masasının baş köşesinde duran, Burçak, Levent ve Damla'nın olduğu resim. Klavyesini düzeltip, kalemleri olduğu gibi bıraktı. Sonra, resme elini uzattı. "Neden bunu yaptın, Burçak? Neden, bana bıraktın. Levent'in akrabalarını neden çağırmadın? "

Sonra kendi aklına gelenleri hemen kovaladı. Levent'in annesi, tipik kaynanalardandı. Damla'yı üç günde yoldan çıkartırdı. Kızın huyu suyu değişirdi. Şımartmak için eline geçen fırsatı kaçırmazdı. İyi de, kendisi ne yapacaktı? Şımartmayı bile bilmiyordu. Resmi yerine bıraktı. Bilgisayarını açtı. Üstünde çalıştığı son işin, metinlerini tamamlaması gerekiyordu. kafasındaki her şeyi geri plana atıp, işine konsantre oldu. Ergun Beyin, tüm çalışanlarından daha deli olan Başak'ı atmamasının sebebiydi bu halleri. İşini çok iyi yapıyordu. Orijinal fikirler hep ondan gelirdi. Bazı konuları sevmez ve asla fikir üretmezdi. Sanki babasının işinde çalışıyordu. Canı istediği zaman iş yapıyor, yaptı mı da, en iyisini ortaya çıkartıyordu.

Belirli mesai saatleri vardı ama hiç bir zaman o saatlere tam uyum gösterilmezdi. Genelde, çok daha uzun sürelerle çalışılırdı. Başak da genele uyar, akşam dokuzlara onlara kadar çalışırdı. Bugün, bunu yapmasına imkan yoktu. Elindeki işin son rötuşlarını yapıp, patrona e-posta ile gönderdikten sonra, masasından kalktı. Bu sefer dizliklerini de unutmadan, kaskı ve montunu alıp odasından çıktı. Aklı evdeki davetsiz misafirindeydi. "İyi akşamlar" diye ağzının içinde geveleyip, asansöre doğru yürüdü...



















Cihangir, henüz akşam hareketliliğine ulaşmamıştı. Başak, motoru kilitleyip, Sevda'ların zilini çaldı. Kapıyı, Sema açınca şaşırdı. İçeride, tüm komşularını görünce ağzı açık kaldı.

"Neler oluyor burada?"

"Gel gel, şeker. Bak neler oluyor anlatalım." dedi Aysev. Sevda ile Ferda, bir birlerine bakıp gülümsediler.

"İzin alabildin mi?" dedi Ferda. Başak, olumsuzca başını salladı.

"Tahmin etmiştik zaten." dedi Sevda. Eliyle yanındaki, boş yere vurup, "Gel otur ve dinle" dedi. Başak, üç travesti, üç yakışıklı gay ve altı öğrencinin gülen gözleriyle takip ettiği, dört adımını yavaş yavaş atıp, gösterilen yere oturdu. Hâlâ, bu kalabalığa anlam veremiyordu. Sevda ile Ferda, birbirlerinin cümlesini tamamlayarak konuşmaya başladılar.

"Güzelim, bu sevimli bebeğimiz, tek başına sana emanet edilemeyecek kadar değerli. "

"O yüzden, bizler karar verdik, . "

"Burçak, sana bir liste bırakmış."

"O listeye göre, gündüz yapılması gereken bir sürü şey var."

"Senin iş yerine bebeği götürmen mümkün olamayacağına göre, bu işi yapacak birileri lazım"

"Hepimiz gönüllüyüz."

"Sen, akşam alacaksın bebeği, sabaha kadar bakacaksın."

"Öğlene kadar, öğrenciler ders saatlerine göre bakacaklar."

"Kızlar zaten dünden gönüllü."

"Oğuz'da pek hevesli"

"Öğleden sonra, üç gülümüz bakacak. "

"Hafta sonları, işin olursa üç yakışıklımız yardımcı olacak."

"Biz ikimiz de, tüm bunları denetleyeceğiz."

"Böylece, sen de rahat rahat, aklın bebekte kalmadan işini yapabileceksin"

Sevda ve Ferda sustuğu zaman, Başak, neredeyse ağlayacaktı. Tüm komşularına tek tek baktı,

"Siz var ya siz... Paha biçilmezsiniz... Hepinizi çok seviyorum...Yaaa ağlayacağım şimdi... Delisiniz, çılgınsınız ve benim canımsınız." diyerek, içindeki tüm duyguları dışa vurdu. Hepsinin yüzünde, mutlu bir ifade vardı. Burçak dönene kadar görev bölümü yapılmıştı. Damla, şimdi gerçekten emin ellerdeydi. Başak da, içi rahatlamış olarak, arkasına yaslandı.

"Eee bu güzel organizasyonu kutlayalım. Ne yersiniz? Pizza mı, lahmacun mu, kebap mı? Herkes söylesin." dediğinde, genel talep pizzaya olmuştu. Üç gül akşam sahneye çıkacakları için çok isteseler de, lahmacun ya da kebap söylememiş, diğerleri de onlara uymuştu. Keyifle yemeklerini yerken, Damla, ağlamaya başlamıştı. Karnı acıkmış ve kendisini düşünmeden, pizzaları götüren bu kalabalığa isyan etmişti.

"Kendimize yaptığımız, az yağlı az tuzlu pilavımızdan var. Isıtalım da yedir." dedi Sevda.

Yaşlılıklarını kabul etmeseler de, sağlıklarına dikkat eden bu iki kardeş, kurtarıcı gibiydi. Pilavı ısıtırken, sabah kahvaltısında neler yedireceğini anlattı. Burçak, her şeyi yazmış, dedi. Başak, ilk duyduğu andaki kadar korkmadığını fark etti.

Damla'nın karnını doyurduktan sonra, gazını nasıl çıkartacağını gösterdiler.

Uygulamalı yapılan bu eğitim, diğer bakıcılar için de, görerek öğrenme olmuştu. Bu arada, pizzalar bitmiş, kalabalık grup kahvelerini içmiş evlerine dağılmıştı. Aysev, işe gitmeden önce, kendi dairelerinde olan eşyaları, Başak'ın dairesine taşınması için, erkekleri organize etmiş, herkesin evine, bebek bezi ve mamalar dağıtılmıştı. Başak'ın evinin anahtarının çoğaltılmasına, noksan bir şey olduğunda, evden alınmasına karar vermişlerdi.

"Kapımı çalmadan, açıp gireni, topuklarından asarım" diye gözlerini korkutmak istemişti. Önce biraz gülmüşler, sonrasında da, özel hayata saygısızlık yapamayacak kadar terbiyeli oldukları konusunda, Başak'ı ikna etmişlerdi.

Başak, 'Özel hayat mı? Aaa öyle bir hayat mı var? Benim neden yokkkk ?' diye kendi kendine gülüyordu. Bir sürü erkekle çıkıyordu. Akşamları, ya yemeğe ya da bir şeyler içmeğe gidiyor, sonra, gözünün üstünde kaşı var bahaneleri ile evine dönüyordu. Yıllar önce, bir erkekle birlikte olmuş, seksin pek de keyifli bir şey olmadığına karar vermişti. O günden beri, yatağında birileri olmamıştı. Fakat gezmek tozmak muhabbet etmek ve oluşacaksa o aradaki çekimi bulmak için, erkeklerle çıkmaya devam etmişti. Bir gün belki... dedi kendi kendine... 'Bir gün, Burçak gibi, ben de çok istediğim, ayaklarımın yerden kesecek erkeği bulacağım.' diye düşündü...








Damla ile dairesine girdiğinde, ortadaki yığına baktı bir süre. Burçak kaç günlüğüne gitmişti acaba? Ne zaman dönecekti? Bu belirsizlik kendisini deli ediyordu. Beşik getirmediği için, bıraktığı yapılacaklar listesine, bebek arabasında uyutabileceğini yazmıştı, Burçak.

Başak, ilk gece için, bebek arabasını kendi yatak odasına götürdü. Damla'yı tam yatıracakken, gelen müthiş kokudan sonra, asıl yapması gerekeni anladı. Altını nasıl değiştirmişti, Aysev?

Hemen, çantayı aldı ve önce örtüyü buldu. Sonra ıslak havlu kutusunu çıkarttı. En son temiz bezi aldı eline. Bantlarını açtı, kenara koydu. Damla'yı örtünün üstüne yatırıp altını açtı. Kokunun kaynağını görünce yüzü buruştu.

"Çok güzelsin küçük hanım ama altını berbat şekilde dolduruyorsun. Hanımefendiler böyle kötü şeyler yapar mı? Cık cık cık hiççç yakıştıramadım."

Teyzesinin sesini dinleyen Damla ise, altının açılmış olmasının keyfini çıkartıyor, çıplak bacaklarını sallıyordu. Tabii tecrübesiz Başak, bu sallanan bacakları tutamayınca, ayağı olduğu gibi pis beze gelmiş ve her tarafı batmıştı. Başak, şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırdı. Önce ıslak havlu ile kabaca sildi ayağını. Yapılacaklar listesine baktı. Banyosu konusunda neler yazmış olduğunu buldu. Hah işte burada vardı. 'Kendi dirseğinin yanmayacağı kadar bir sıcaklıkta yıkayabilirsin.' yazıyordu. Hemen duşu açıp, suyun ılınmasını bekledi. Sonunda suyun yeterince ısındığına karar verip, çantadan bebe şampuanını aldı. Belinden aşağısını yıkamaya başladı.

Sonunda başarmıştı. Fakat bir bebeğe banyo yaptırmanın, dünyanın en zor işi olduğuna karar vermişti. Tek kolu ile kıpır kıpır bir veleti tutup diğer eli ile yıkamaya çabalamak, saatlerce koşmaktan daha çok efor sarf ettirmişti. Bu kadınlar bu işleri nasıl yapıyorlar, diye düşündü yine. Banyo işi bittiğinde, bu sefer de havluyu almadığını fark etti. Kendi bornozuna sardı, Damla'yı. Çok güzel gözüküyordu, gözüne. Kocaman bornozun içinde kaybolmuş, gözlerini kocaman açmış teyzesine bakıyordu. Başak, sıkıca sarılıp, mis kokusunu içine çekti. Yatak odasına gittiğinde, az önceki karmaşanın hala ortalıkta olduğunu ve odanın leş gibi koktuğu fark etti. Damla'yı, bornoza sarılı halde, önce bebek arabasına koydu. Hemen, pis bezi ortalıktan kaldırdı. Ellerini yıkayıp geri gelene kadar, arabadan düşmemesi için dua etti. Neyse ki, sarmalandığı bornozdan kurtulamadığı için hareket edememişti.

Örtünün üstüne yatırıp, altını bağlamak için, önceden hazırladığı bezi aldı. O da ne? Bezin açtığı bantları, kendiliğinden kapanıp, bir daha açılamaz hale gelmişti. Hemen çantadan yenisini aldı. Aysev'in yaptığı gibi altını bağladı. Sonra, iç çamaşırı olarak giyeceği tulumunu başından geçirdi. Bunu yaparken, canını acıtacağını düşünüp, korkmuş ama tulum kafasından geçtikten sonra gülücükler dağıtan yüzü görünce korkusu da geçmişti. Başarmıştı. İlk bez değiştirme operasyonu tamamlanmıştı. Tam, rahatlayıp, uyutmaya karar verdiği anda, Damla, mızıldanmaya başlamıştı. Listeyi eline aldığında, yatmadan, suyla yapılmış muhallebi yemesi gerektiğinin yazılı olduğunu gördü.

"Damla hanım, sık sık ve az az yemek yiyerek formunuzu mu koruyorsunuz? Ben bile bu kadar çok şey yemiyorum. Nereye gidiyor bu yediklerin?" demiş, sonra da, "Ay benimki de soru mu? Az önce gördük, yediklerini ne hale getirdiğini, pis kız" diyerek, arabayla beraber mutfağa doğru yol almıştı. Muhallebi faslının bitmesinden sonra, Damla, arabasında uyumuştu.

Başak, bir süre televizyon izlemiş, yorgunluğa daha fazla dayanamamıştı. Televizyonun karşısında uyurken, rüyaya dalmıştı. Uzaktan gelen sesi, çağlayandan gelen sese benzetip, yemyeşil ormanın içinde yürümeye başlamış, şelaleye ulaşmaya çabalamıştı. Su sesine karışan diğer sesi ayırt edemiyordu. Etrafına bakıyor, kimseyi göremiyordu. Sonra, canhıraş bir ağlama sesi ile daldığı rüyadan uyandı. Çağlayan sesi sandığı, Damla'nın ağlama sesiydi. Koltuktan sürünerek kalkıp, yatak odasına gittiğinde, Damla'nın kanter içinde kaldığını ve ağlamaya devam ettiğini gördü. Bebe diafonunu açmadığını ve uzaktan gelen sesi duyana kadar geçen sürede Damla'nın çok fazla ağladığını anlayınca, yine kendisine kızdı. Listeyi kontrol etti. Gece uyandığında, biberon maması hazırlaması gerektiği yazılıydı. Tarife göre yeniden mama hazırlayıp biberonuna koydu. Sıcaklığını kontrol etmeyi unutmadan Damla'nın ağzına uzattı. 'Gecenin bu saatinde bu nasıl bir iştahtır' diye o küçücük bedene şaşkınlıkla bakıyordu. Mamasını bitirdiğinde tam arabasına yatıracakken, ağlamaya başlayınca, gazını çıkartması gerektiği aklına geldi. Hafif hafif sırtını ovup, küçük tokatcıklarla gazını çıkarttığında, başarısından dolayı kendisini kutladı. Bezini kontrol ettikten sonra, kuru olduğunu görüp sevindi.

Sabaha kadar aynı seramoni iki kere daha tekrarlanmış, Başak, her uyanmanın ardından yeniden uykuya dalmak için epey uğraşmış, sabah saat yedi olduğunda ise artık yeniden uyumaya uğraşmaktan vaz geçmişti. Damla'ya mamasını hazırladı. Artık eli alışmıştı. Ölçüleri bilerek hazırlıyordu ve ilk geceden edindiği bu tecrübelerden sonra biraz daha rahatlamıştı. Saat sekize doğru, bisküvi pekmez tuzsuz peynirle hazırladığı kahvaltısını yedirip, altını değiştirdikten sonra, ilk nöbet için karşı dairenin kapısını çalmıştı.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder