Uğur,
hazırlıkları tamamladıktan sonra mutfaktan çıktı. Umut bir sürü yemek yapmıştı.
Salatayı da Uğur halletmişti.
Atilla'nın
annesi ile babası salonda babaları ile konuşuyordu. Kirpiklerinin ucunda akmaya
hazır yaşlarla dolaşan Asiye Hanım, elinde mendili ile oturuyordu. Babasının
kadının bu hallerini artık abartılı bulduğunu bilse de kırk kez tembihlemiş,
ters bir şey söylememesi için yalvarmıştı. Yine de tedirgindi.
Masayı
hazırlamak için içeri girip çıktıkça konuşmalara kulak misafiri oluyor, ters bir
şeyler olmasın diye uğraşıyordu. Kendi acısı da geçecek gibi değildi ama anne
ile babanın çektikleri ile kıyaslanamayacağına inanıyordu. O yüzden kadının
hassas olduğu konuda üzülmesini istemiyordu.
Hasan
Bey, her yıl tekrarlanan seremoniden değil ama o sürede yaşanan ağlama
krizlerinden gerçekten rahatsız olmaya başlamıştı. En büyük kızı henüz otuz
yaşına gelmeden elini eteğini her şeyden çekmişti. Yeniden yaşamaya başladığını
hissettikleri son bir yılın büyük bir kısmını geçmişi unutturma çabasıyla geçirmişlerdi.
Ama Asiye Hanım yine ağlama krizleri ile ilk günkü kadar taze tuttuğu acısını
evin her zerresine yaymaya başlamıştı. Dünden beri Uğur hiç gülmemiş, kendisi
ters bir laf etmesin diye diken üstünde yaşamaya başlamıştı. Henüz o ters
lafları etmeyecekti ama bu ziyaretin son günü gelecekti. İşte o gün bazı
şeylerin değişmesi gerektiğini belli edecekti. Kızını sokakta bulmamıştı.
Atilla'yı çok severdi ve erken ölümü kendisini de kahretmişti. Ama kızını da
kocası ile kara toprağa vermemişti. Üç yıl, yas tutmak için yeterliydi. Elbette
her zaman Atilla onun damadı olarak kalacaktı. Tek farkla! Artık kızının da
yeniden yaşamaya başlamasını istiyordu. Diğer kızlarının kısa zaman sonra
talipleri kapısını çalacaktı. Kendisi aşkı bilir ve yakından tanırdı. O yüzden
kapısını kimlerin çalacağını da az çok tahmin ediyordu... Aynı kapının çok geç
olmadan Uğur için de çalmasını istiyordu.
Masanın
hazırlanması bittiğinde kalabalık bir gurup olarak oturdular. O kalabalığa
rağmen sessizlik hakimdi masaya. Yemek bitene kadar da kısa bir iki cümleden
başka şey konuşulmamıştı. Uğur içinin sıkıldığını hissediyordu. Masayı toplayıp
kardeşleri ile üst kata çıkmak, kapıyı üstlerine kilitleyip kardeş kardeşe
muhabbet etmek istiyordu. İlk kez böyle hissediyordu. Gerçi içindeki sızı
geçmese de artık bu kadar da kasvetli bir yaşam kendisine de ağır gelmeye
başlamıştı. Atilla'ya olan sevgisini asla sorgulamamıştı. Ama üç yıldır o
sevginin yer değiştirdiğini gösterir bir süreydi. O kocası olarak kalbinde
silinmez bir yer edinmişti. İlk yıl gördüğü rüyalarında bile sadece Atilla
olurdu. Artık çoğu gece rüya görmez, gördüğünde de farklı şeyler görür olmuştu.
Boşa denmiyordu... Zaman her şeyin ilacıdır...
*****
Umut,
ütü yapmam lazım, diyerek Asiye Hanımın, iç çekişleri ile süslenmiş yemek
masasından kalkıp odasına kaçmıştı.
Onur
zaten çoktan ders çalışmak için kendi odasına gitmişti. Umut da Uğur'un
odasında ütü yapıyordu. Misafirler alt kattaki misafir odasında kalacaktı. Üst
kata çıkmayacaklarından emin, kulağına kulaklığını takmış bir yandan ütü
yapıyor bir yandan şarkı mırıldanıyordu. Sessizlik aklına tek kişiyi getirdiği
için kendi düşüncelerinden kaçmaya çalışıyordu. Bu kez de dinlediği şarkılar
aklını aynı yöne çekince bir zamanlar doldurduğu neşeli türkülerden oluşan mp3
ünü dinlemeye başladı. Hem söylüyor hem gülüyordu. İyi gelmişti gülmek.
Kulaklık
yüzünden cep telefonunun çaldığını duymuyordu. Sehpanın üstünde yanıp sönen
ekranı ile telefon defalarca çalmış ama kendisi, manda yuva yapmış söğüt dalına, derken duymamıştı. En sonunda
ekranın ışıklarının yanıp sönmesini gözünün ucu ile görüp ütüyü bırakıp
telefonu eline aldı. Yunus! Yunus
arıyordu. Gecenin bu vaktinde ne olmuştu da arıyordu ki? Yoksa ağabeyine kötü
bir şey olmuş da ablasına mı ulaşmak istiyordu? Aklındaki saçma senaryoların
geçiş süresi bir saniye sürmüştü. O sırada bir yandan telefonu açmış, bir
yandan da kulaklıkları çıkartmıştı. Ama yapamadığı tek şey az önce gülerek
söylediği türkünün sesine verdiği kahkaha tınlamasını değiştirmekti...
*****
Yunus
tam kapama tuşuna basarken açıldığını gördüğü telefonu kulağına götürdü. O an
aklından geçen her olumsuz düşünce yerle bir olmuştu. Kendisi ile konuşmak
istemediği için açmadığından başlayan düşünceleri, o gece birisi ile birlikte
olduğuna kadar değişkenlik göstermişti. Her aklına gelen, bir önceki
düşüncesinden daha kötüydü ve içini acıtmaya devam ediyordu.
Telefon
açılınca yeniden nefes almaya başlamıştı. Ama o nefesin ciğerlerini yakması
için kahkahası sesine yansıyan Umut'un alo deyişini duyması yetmişti. Bunca
zamandır, kendisi onun için kahrolurken Umut eğlenip gülebiliyordu. Tüm
beklentileri yerle bir oldu.
“Yunus?
Nasılsın?”
“İyiyim.
Sen de iyisin belli. Pek neşelisin!” Umut artık gerçekten neşeliydi. Yunus'un
sesini duymak iyi gelmişti.
“Mandanın
söğüt dalına nasıl sığdığını düşünüyor, oraya yuvayı nasıl sığdırdığını hayal
ediyordum.”
“Ne
diyorsun? Hiçbir şey anlamadım.”
“Türküyü
bilmez misin? Hani, manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış
gördün mü?” Umut, bir yandan türküyü de mırıldanıyordu. Yunus, hala anlamamıştı
neler olduğunu. Elbette türküyü duymuştu. Ama ne alakası vardı şu an? Onu
özlemediği, yokluğuna üzülmediğini belli etmek için mi söylüyordu?
“Türküyü
biliyorum. Sen neredesin türkü barda falan mı?”
“Yok ya, evdeyim. Ütü yaparken müzik dinliyor
dertlerimden uzaklaşmak için neşeli türküleri söylüyordum. Sen aradığında da
manda ile boğuşuyordum.”
“İyi.
Ben seni şey için aradım... Şey... Geçen hafta çok yoğundum. Arayamadım.
Nasılsın diye soracaktım?”
“İyiyim.
Sen nasılsın? Gecenin bu saatinde mi aklına geldim?” Yunus buna verecek tek
yanıtı olduğunu biliyordu. 'Hiç aklımdan çıkmıyorsun!' ama dili “Yok ya, yarın
Gaziantep'e gidiyorum. Onu da haber verecektim. Bir hafta yokum.”
Umut,
telefon çaldığında içinde uyanan sevincin son derece hızlı yok olduğun
hissetti. Bir hafta yoktu ve bunu bu saatte mi söylüyordu? Üstelik bir haftadır
görüşmemiş olmalarının mazeretinin de işlerinin çokluğu olduğunu söylemişti.
İlk duyduğunda önemsemese de şimdi o mazeretin ne kadar boş olduğunun farkına
varıyordu. Yunus kendisinden uzaklaşıyordu! Bu konuşma da aslında veda idi. Tek
farkla... İki taraf da veda olduğunu bilse de söze dökmüyordu.
Umut
sesindeki kırgınlığı yok etmek için yutkundu ve ardından sesine neşe katmaya
çalışarak iyi yolculuklar diledi. Bir an önce kapatmak istiyordu. Bunu anlayan
Yunus da kısacık bir iyi geceler diledi. Tam kapama tuşuna basacakken Umut'un
sesini duydu.
“Ne
söyledin? Duyamadım!”
“Dikkatli
ol, dedim. Lütfen burnunu her şeye sokma. Orası tehlikeli. Sana bir şey
olmasını istemem.”
“Neden?”
Sesi ilk kez umut yüklüydü.
Umut
derin bir nefes aldı. Dilinin ucuna gelenleri yuttu. Söylemesinin doğru
olduğunu düşündüğü cümleleri sıraladı.
“Neden
olacak, arkadaşıma bir şey olmasını istemiyorum da ondan. Beni kim bara
götürecek yoksa? Dönünce ararsın değil mi?” Lanet olsun. Dilini kopartmak
istiyordu. Neden sormuştu ki... O kadar belliyken görüşmek istemediği zorla
kendisini aramasını nasıl isteyebilmişti? Lanet olsun... Lanet olsun... Lanet
olsun...
“Ararım.
İyi geceler.”
Yunus
hemen kapatma tuşuna basmıştı. Daha fazla dinleyemeyecekti arkadaşlık
muhabbetini. Arkadaşmış! Bara kim götürecekmiş? Sanki sadece bir yerlere
götürmek için işe yarıyormuş gibi hissetmek sinirlerini bozmuştu. Kendi odasına
gidip öyle aramıştı Umut'u. Ama kardeşlerinin merak ettiğini biliyordu. Yine de
odadan çıkıp, onlara konuşmayı anlatacak kuvveti yoktu.
Üstündekilerle
yatağına uzandı. Umut'un sesini düşündü. Nasıl da neşeliydi? Üzülmüyor muydu?
Üzülecek ne vardı ki? Onun gözünde Yunus bar arkadaşıydı. Kendi kendine gelin
güvey olmanın gereği yoktu. Umut ile bir şeyler umut etmenin manası yoktu.
Uzandığı yerden kalktı. Valizi hazır değildi. En iyisi valiz hazırlamaktı.
Kazaklarından
birkaç tane alıp valize koyarken eline gelen son kazak ile yine canı sıkıldı.
Kazak elinde yatağın üstüne oturdu. Bu kazağı geçen yıl almıştı ona Umut.
Kişisellikten uzak bir hediyeydi ama çok severek giymişti. Bu kış başında bir
iki kez giymiş, yine Umut'un 'bıkmadın mı bundan, sana yenisini alayım' demesi
ile dolaba kaldırmış o günden beri giymemişti. Dolaba koymak için yerinden
kalktı. Sonra valizden bir kazak çıkartıp yerine, elindeki krem rengi üzerine
koyu mavi kar taneleri işli kalın kazağı koydu. Her kar tanesi doğadaki gibi
diğerinden farklıydı. İç çamaşırı ve çorap da koyduktan sonra tıraş takımını da
ekledi. Valizi hazırdı. En üste de iki kitap koymuştu. Vakit bulursa kitap
okumayı, Umut'u düşünmeye tercih edecekti...
*****
Şehitlikten
çıkarken herkesin gözleri ve burunları kıpkırmızı olmuştu. Atilla'nın mezarı da
diğer şehit mezarları gibi tertemizdi. Bir süre dua okuyan grup eve dönmek için
arabalara bindiğinde bir saat kadar geçmişti. Asiye Hanım, o kadar çok
ağlamıştı ki birkaç kişi gelip başsağlığı dilemiş, oğlunun yeni vefat ettiğini
sanmıştı.
Hasan
Bey önden yürürken Umut ile Onur'a, “Bu kadın Uğur ağlamıyor diye kaynanalık
yaparsa beni tutmayın.” Kızlar babalarının sözüne gülecek gibi olsalar da daha
mezarlığın sınırları içinde olunca kendilerini tuttular.
Umut
zaten sabahtan beri gülmemişti. Kimse bilmese de gecenin büyük kısmı uykusuz
geçmiş, sabah da baş ağrısı ile uyanmıştı. Yunus sabah erkenden Antep'e uçmuş
olmalıydı. Neden son dakika haber vermişti? Vedalaşmak için görüşmek
istemesinden mi korkmuştu? Kendisini görmek istemediği için mi böyle
davranmıştı? Soruların yanıtları yoktu. Sordukça yenisi türüyor, hiçbiri
derdine derman olmuyordu.
Onur,
arabanın arkasında otururken çantasından notlarını çıkarttı. Boşa geçecek zaman
yoktu. Okul bitmeli o mezun olmalıydı. Hayatına okulun engel olmasını
istemiyordu. Kaybettikleri yeterdi. Yeni kayıplar yaşamamak için önündeki en
büyük engeli yok etmeliydi. Mezuniyete az kaldığı için de sıkı tutmaktan başka
yapacağı şey yoktu. Notlarını karıştırırken cep telefonunun titreşiminden gelen
sesi ile elini çantasına attı. El yordamı ile telefonu bulup ekranına baktı.
Sedat!
Sedat
arıyordu. Nasıl konuşacaktı? Babası ön koltukta araba kullanırken o nasıl
konuşabilirdi ki? Hemen meşgule aldı telefonu. Ama tuşa bastıktan üç saniye
sonra pişman oldu. Yanlış anlayacaktı Sedat! Emindi yanlış anlayacağından. Hem
zaten neden aramıştı ki? Hani görüşmeyeceklerdi! Kötü bir şey olmadığını umarak
yolun bitmesini bekledi. Yol sanki daha da uzamıştı.
Eve
yaklaştıklarında içi rahatladı biraz. Kapıdan girer girmez üst kata çıktı.
Hemen telefonu çıkartıp geri arama tuşuna bastı. Telefon çalıyor ama
açılmıyordu. İşte olacağı buydu! Mahsus açmadığını düşünüp şimdi misilleme
yapıyordu. Keyfin bilir, diye söylenerek kapama tuşuna bastı. Ekrandaki
'bağlandı' yazısını görmemişti!
Konsolun
üstüne bırakıp üstünü değiştirmek için dolabına yürüdü. Üstündeki kazağı
çıkartırken telefonunun yine titreşim sesini duydu. Kazağın boğazı biraz
sıkıydı. Kafasından çıkartamıyordu. Kazakla debelenerek konsolun önüne geldi.
El yordamı ile telefonu aldı. Bir yandan da hala kazağı çıkartmak için uğraşıyordu.
Bu kez de küpesi kazağa takılmıştı. “Hay Allah’ım başka bela yok muydu?” diye
söylendiğinde uzaktan bir kahkaha sesi geldi. Sedat gülüyordu!
“Neye
gülüyorsun?” Nihayet kazaktan kurtulmuştu. İçindeki bady ile kalmıştı. Ev sıcak
da olsa henüz ocak ayındaydılar. Ama o an üşümek aklına gelecek son şeydi!
“Sana.
Neye güleceğim. Ya yüzüme kapıyorsun, kaparken de keyfin bilir diyorsun, ya da
bela olduğumu söylüyorsun. Kararsızlığına gülüyorum.”
“A
açılmış mıydı telefon? Sinirle kapatırken fark etmemişim. Neden aradın?”
“Çok
kabasın! İnsan nasılsın iyi misin? Allah kavuştursun falan der.”
“Sesinden
belli iyisin. Neden Allah kavuştursun diyecekmişim?”
“Yunus'un
Gaziantep'e gittiğinden haberin yok mu?” Sedat şaşırmıştı. Kızlar her şeyi
konuşmaz mıydı? Neden bundan haberi yoktu? Acaba Umut gerçekten hiç değer
vermediği için mi söylememişti? Yoksa söylerken üzüntüsü artacağı için mi?
Sedat, kadınları çözemeyeceğini biliyordu. Kendisi de böyle bir şey yapıp
tarihe mal olmak istemiyordu.
“Haberim
yok. Ne zaman gitti?”
“Bu
sabah. Yeni geldim ben de havaalanından!”
“Sabah
gittiyse, sen bunca saat havaalanında ne yaptın?” ‘İyi de bana ne? Neden sordum
ki?’ diye düşünüyor ama söylediklerinden sonra telefonun ucunda Sedat'ın
gülümseyen yüzünü göremiyordu.
“Eskiden
tanıdığım bir kız arkadaşım vardı ona uğradım. Uzun süre muhabbet etmişiz. Çok
özlemişim.”
Onur,
saçlarının diplerinin karıncalanmasına anlam veremiyordu. Neden bu kadar
kızmıştı? Elbette eski kız arkadaşları ile görüşecekti. Hatta yeni kız arkadaşları
da olacaktı! Kendisi ne oluyordu? Kime kızıyordu? Kime olacak, elbette
kendisine kızıyordu. Dersleri önemliydi ama Sedat için vakit bulmak bu kadar
zor olmamalıydı. Gerçi Sedat da pek önemsemiyormuş ki rahat rahat kız arkadaşı
ile geçirdiği zamanı anlatıyordu! Böylece kendisinin pek değerinin olmadığı da
belli edilmişti.
“Sevindim.
Eski arkadaşlar ile vakit geçirmek güzeldir. Kim bilir belki yeniden
yakınlaşırsınız. Açığı kaparsınız.”
Onur,
resmen Sedat'ın ağzını arıyordu! Kimle konuşmuştu? Neden konuşmuştu? Yine
konuşacak mıydı? Tüm sorular beynini yerken o sakin sakin, eski dostluklardan
bahsediyordu.
“Evet,
ben de yeniden yakınlaşmalıyım. Çok doğru söylüyorsun. Freeshop alışverişleri
ucuz olur diyorlar. Ben de onun sayesinde baya ucuza alış veriş yapabilirim.
Yunus'u almaya gittiğimde hallederim.”
“Yunus,
Erhan ağabeyin için mi gitti Gaziantep'e?”
“Evet,
Erhan'ın davasında ikinci celse şubat da! O da gidip kahramanlık yapmaya karar
verdi.”
“Ne
demek kahramanlık yapmak? Tehlikeli mi orası?”
“Çok
da süt liman bir yer değil. Baksana Erhan’ın arkadaşı ve karısı kayıp. Şimdi
bir de onların arkadaşı yok olmuş. Neler olacağını bilememek sinir bozucu.
Yunus da inşallah rahat durur ama pek de ümitli değilim. Neyse ki Zeycan var
orada. O dikkat eder Yunus'a.”
“Zeycan
kim?”
“Celal'in
en küçük kardeşi! Yirmi iki ya da yirmi üç yaşında olmalı. Çok güzel gözleri
var.”
“O
adamın kardeşi mi yardım edip koruyacak? Ne saçma!”
“Onur
Hanım, suçu ispatlanana kadar herkes suçsuzdur. Celal Beyi geçtim kız kardeşini
bile suçlu ilan ettin.”
Sedat,
sırf konuşma uzasın diye kendileri ile ilgisi olmayan konulardan konuşup
duruyordu. Onur da rahat rahat yanıt veriyor, kapatmaya niyetli gözükmüyordu.
Sedat
ağabeyinin bekle, zamana bırak, sözlerini dinlemekten vazgeçmişti. Sesini biraz
daha duyamasa sanki çıldıracaktı. İlk aradığında yüzüne kapanan telefon, tüm
moralini yok etmişti. Ama yarım saat kadar sonra ekranda Onur’un adını görünce
mutlu olsa da telefona yetişememişti. Şimdi ise bu rahat konuşmalar keyfini
yerine getirmişti. Onur sanki biraz Zeycan'ı
ve şu havaalanındaki arkadaşı kıskanmış mıydı? İyi ama neden? Yoksa görüşmek
istemiyorum, önceliğim okulum, derslerim, derken doğru mu söylemişti? Bunu
öğrenmek istiyordu. En kolayı sormaktı. Ama şimdi değil. Şimdi güzel güzel
konuşurken telefonda gerginlik yaratmanın gereği yoktu. Kendisinden hoşlanıyor
ve dersleri yüzünden uzak duruyorsa bunu çözebilirdi…
“Yunus'un
gittiğinden Umut'un haberi var mı?” Onur'un sesi ile düşüncelerinden sıyrıldı.
“Var.
Size söylemedi mi? İlginç!”
“Daha
da ilginç olacak!”
“
Ne demek istiyorsun?”
“Hiç,
hiçbir şey demek istemiyorum. Sen nasılsın bu arada? Ağabeyin nasıl?” Sanki
Sedat'ı sorması önemsizmiş gibi hemen Erhan'ı da eklemişti. Sedat ise sesindeki
farklı tonlamaları duyduğunda sevinmişti. Kendisini sorarken içten olan ses,
Erhan'ı sorarken duygusuzdu. Nelerden medet umuyordu? Ama bu işler ne yazık ki
böyleydi. Duygular ortaya dökülüp, kesinlik kazanana kadar da bu işkence devam
edecekti.
“Ben
iyiyim. Erhan da iyi! Sesini duymak iyi geldi. Derslerin nasıl? Yoğun mu hala?”
“Evet
yoğun. Söylemiştim ya. Son sene ve son aylar. Bir iki ay sonra rahatlayacağım.”
“Güzel.
En azından sıkı dönemlerin bitecek.”
“Öyle.”
Aslında vermek istediği yanıt bambaşkaydı. Bu dönemler bittiğinde seni yine
görebilecek miyim? demek istiyordu. Ama soramazdı. Zorlayamazdı. Kararı veren
kendisiydi. Şimdi geri adım atamazdı. Sedat eğer kendisine değer veriyorsa
birkaç ay nedir ki? Okul bittiğinde yanında olacaktır. Elbette o da isterse!
“Ben
seni dersinden alı mı koyuyorum? Sonra kızma bana. Çalış sen. Sonra yine ararım.”
“Alıkoymadın.
Ara yine. İyi günler. Herkese selamlar.”
“Selamını
söylerim. Sana da iyi günler.”
Telefonu
kapattıklarında ikisi de yüzlerinde gülümseme ile kaldılar bir süre. Onur
ertesi gün yaşayacağı sürprizden habersiz dersinin başına oturdu. Aklına
takılan havaalanındaki eski arkadaş ise şu an düşünmek istemediği bir
parazitti.
*****
İbrahim
Binbaşı ile buluşan Yunus, tüm öğleden sonrayı dava dosyasını okuyarak
geçirmişti. Neler olduğunu anlamasa da olayın basit bir kaçırma olayı olmadığı
belliydi. Ardında neler olduğunu öğrenmek için epey uğraşması gerekiyordu.
İbrahim'in
araştırmalarının derinliğine hayret etti. O kadar detaylı araştırıyordu ki
kendi avukatlığının ne kadar yetersiz olduğunu anlıyordu. Gerçi kendisi çok
farklı bir konuda uzman olsa da İbrahim'in işi daha heyecanlı gelmişti.
Erhan’ın yazdırdığı birçok maddeyi İbrahim zaten yapmıştı. Bir ikisini de
yapılır bulmuş, iş sırasına almıştı.
Sıra
hesaplar ile ilgili verileri incelemeye geldiğinde Yunus kendini daha iyi
hissetmeye başlamıştı. Kendi uzmanlığına yakın konularda çok başarılıydı.
İbrahim'e gösterdiği yöntemler ile dosyaları daha dikkatli ve daha hızlı
inceleyebilmişler, bir sürü noktayı tespit etmişlerdi.
Tüm
pazar öğleden sonrayı bu işe ayırmış olsalar da çok kısa bir yol kat etmişti
ikili. İbrahim de ağabeyi gibi fazla konuşmayan önce karşısındakini tartan,
sonradan ısınınca da gayet samimi olabilen biriydi. Yine de Yunus sevmişti,
İbrahim’i.
Yatan
paraların akıbetlerini, ulaştıkları noktaları karşılaştırmaya başladıklarında
yeni ipuçları da edindiler. Paralar yurt dışı kaynaklıydı. Önce yurda küçük
rakamlar olarak giriyordu. Çok fazla kişi üstünden, takip edilemeyecek kadar
küçük rakamlarla giren paralar, farklı isimlere havale ediliyor, sonra da
Celal'in hesabında birleşiyordu. Hareketler düzensiz ve farklı miktarlarda
olduğu için henüz MASAK ( MALİ SUÇLARI ARAŞTIRMA KURULU ) tarafından incelemeye
alınmamıştı. Zaten daha yeni sayılacak hareketti hepsi.
İzlerin
ucu Almanya, Fransa ve İsviçre'ye kadar uzanıyordu. Hiçbiri iki kez havale
yapmamış elliye yakın isim vardı. Hepsinin araştırılması uzun süreceği için
MASAK ı da haberdar etmeleri gerekiyordu. Onların araştırmaları da davaya hız
vereceğinden bir an önce bilgi verilmeliydi.
Fuat’ın
yolladığı bilgiler ile birlikte otel odasında saatler süren çalışma, karınları
acıkınca bitti. İki erkek de yorgunluktan bitap düşmüş şekilde restoran kısmına
indiler. İnerken de tüm dosyaları ve bilgisayarlarını yanlarına aldılar. Hiçbir
şeyi şansa bırakamayacakları için tedbirli olmak zorundaydılar. Buldukları
artık bu işin sadece basit bir kaçma-kaçırılma olmadığını ispatlıyordu. Celal,
kendisine kurulmuş bir tuzağın içine düşmüştü. O tuzak sadece kendisini zora
sokmamış, tüm ailesini de içine çekmişti. Burhan Beyin ailesi de sıkıntılı
günler yaşıyordu. Leyla ve bebeği lohusalıkta bir sürü olay yaşamıştı. İkili
bunu konuşurken akıllarına gelen bir başka noktaya takıldılar.
Bebeğin
aşıları ve kontrolleri!
Mutlaka
bir şekilde o bebek bir yerler götürülmüş olmalıydı. Gerçi yörede sağlık ocağı
çoktu ve çoğunun kayıtlarının incelenmesi için belki de defterlerin bizzat
okunması gerekirdi. En son ihtimal olarak incelenmek üzere bir kenara koydular.
Yemek
arasında iki erkek de birer kadeh rakı içmişti. Birer kadeh daha söyleyip işi
bir yana bırakıp birbirlerini tanımak için muhabbet etmeye başladılar. İbrahim
de Erhan ile yaşıttı. Hiç evlenmemişti. Hatta evlenmeyi aklından bile
geçirmemişti. Annesinin hep söylediği bir sözü Yunus’a tekrarladı. “Erkekler,
karşılarına evlenmeyi düşündürtecek kız çıkana kadar kaçar. Sonra da kovalamaya
başlar!”
“Annen
bu işleri iyi biliyormuş. Hayatta mı ailen?”
“İkisini
de kaybettim. Uzun zaman oldu, onlar gideli.”
“Başın
sağ olsun.”
“Sen
sağ ol. Alışılıyor da unutulmuyor.”
“Öyledir
mutlaka. Ben dedemleri çok küçük yaşta kaybettim. Anımsamıyorum bile onları.
Anneanne ile babaanne de ilk gençlik yıllarımda göçtü. Üzüldüm ama yine de
kendimi mahvetmedim. Ama annemle babamı kaybedersem nasıl dayanırım bilmem.”
“Öyle
deniyor da dayanılıyor. Yine de Allah geçinden versin. Hadi konuyu
değiştirelim. E senin gönül işlerin ne durumda? Söz nişan var mı?”
“Yok.”
“Kimse
de yok mu? Bu yanıt çok keskindi!”
“Biri
var. Ama o olduğunu bilmiyor. Hiç de öğrenemeyecek!”
“Niye,
evli mi?”
“Hayır,
evli değil. Benim gözümün önündeyken de inşallah evlenmeye kalkışmaz!”
“İyi,
sen istemiyorsun diye kız evlenmeyecek, ama sen de kızla evlenmeyeceksin.
Sonra?” İbrahim sesindeki alaycılığı törpülemeden devam etti. “Olur, mu öyle
şey? Kız iyi bir kısmet çıkınca evlenecek. Sen de karşıdan bakacaksın!”
“Erhan
sana bir şeyler mi anlattı?” Yunus, bu kadar keskin yanıtın boş atıp dolu
tutmayla olmayacağını düşünüyordu.
“Yoo,
anlatması mı lazımdı? Yüzünden anlaşıldığı kadarıyla sırılsıklam aşıksın. Ya
kızın hayatında biri var, ya da kız senin farkında değil diye tafra yapıyorsun.
Oğlum, hiçbir şey, keşkeleri değiştirmez. Eğer, keşke şansımı bir kez
deneseydim ve sonra üzülseydim, demek istemiyorsan o kıza açıl.”
“İbrahim,
inan o kadar kolay olmasını ben de isterdim. Kızla iki yıldır arkadaşız. O
benim, ben onun özel arkadaşlarını bile çok iyi biliriz. Erkek arkadaşım olsa
bu kadar anlatırdım. Ama son birkaç haftadır o benim yakın arkadaşım olmaktan
çıktı.”
“Kadın
olduğunu fark ettin!”
“Aynen
öyle oldu.”
“Ya
o?”
“O
hala beni en iyi arkadaşı olarak görüyor.”
“Emin
misin?”
“Elbette.
En ufak bir hareketini bile kaçırmıyorum. Hiç beni erkek olarak görmüyor.
Kankasıyım onun.” Sesindeki hüzün İbrahim'in dikkatinden kaçmamıştı. Karşısında
gerçekten acı çeken bir erkek vardı. Önce konuyu kapatmak istedi. Sonra fikir
değiştirdi. Ne kadar çok anlatırsa o kadar rahatlayacağını düşünüp sormaya
karar verdi.
“Zor
durum. Sık görüşüyor musunuz?”
“Eskiden
haftada iki üç kez görüşürdük. Geçen hafta daha fazla dayanamayacağımı anlayıp
aramadım. Dün akşam buraya geleceğimi söylemek için aradım. Sesi o kadar
neşeliydi ki! Ben onu görmediğim için deli olurken o neredeyse hiç umursamamış
benim yokluğumu.”
“İlginç.
Haklısın sanırım. Sen de bir süre uzak kal bakalım. Belki senin duyguların da
gelip geçicidir. Burada da çok güzel kızlar var. Belki de böylece aslında onu
sadece çekici bulduğunu anlarsın.”
“Sanmıyorum.
Benim hayatımda sayısız kadın oldu. Ama ilk kez birisi için böyle hissediyorum.
İlk kez sadece onu istiyorum. Of bu ne ya? Kafayı sıyıracağım. Ben bir kadeh
daha söylüyorum. Sen de içer misin?”
“Alırım
ben de.” Bu kez ses tonuna dikkat eden Yunus’tu.
“Ee
senin de dert benimkinden küçük değil galiba? Üçüncü kadehi içeceğine göre!”
“Yok,
sana eşlik etmek için.”
“Yani,
buranın güzel kızlarının etkisi yok, öyle mi? Az önce bana diyordun güzel
kızlar var diye!” Yunus olta atıyordu ama İbrahim de razıydı o oltaya gelmeye.
“Var,
var ama o kızdan bana yar olmaz.” Yar mı demişti? İbrahim ağzından istem dışı
çıkan kelimeye takıldı… Yar?
“Niye
evli mi?” Sanki roller değişmişti. Şimdi de Yunus aynı soruları soruyordu.
“Değil.
Ama yaşı çok küçük! Aramızda on dört yaş var. O daha genç birilerini ister.”
“Nereden
biliyorsun?”
İbrahim,
kızın aslında Erhan’a tutkun olduğunu söylemek istemiyordu. Yaş, işin
bahanesiydi. Çünkü Erhan ile aynı yaşta olduğuna göre aradaki farkın en azından
Zeycan için anlamı yoktu.
“Bilmem.
Ama öyle gibi geliyor bana.”
“Bak,
üçüncü kadehi bitiriyoruz ve kafam yavaştan bulanıyor. O yüzden senin bana
söylediklerini tekrarlayamayacağım. Hani annen demiş ya… İşte ben de aynısını
sana diyorum.”
İki
erkek de gülerek rakı kadehlerini tokuşturup birer yudum daha aldılar… Bu aşk
denilen duyguyu kim tek kalemde anlatmış, tek kalemde yaşamış ki? Onlar da
kendi içlerindeki, en özel aşkı yine içlerinde tutarak demlenmeye devam
ettiler.
*****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder