17 Haziran 2015 Çarşamba

BUZDAKİ ATEŞ 24. Bölüm



Uğur, hazırlıkları tamamladıktan sonra mutfaktan çıktı. Umut bir sürü yemek yapmıştı. Salatayı da Uğur halletmişti.

Atilla'nın annesi ile babası salonda babaları ile konuşuyordu. Kirpiklerinin ucunda akmaya hazır yaşlarla dolaşan Asiye Hanım, elinde mendili ile oturuyordu. Babasının kadının bu hallerini artık abartılı bulduğunu bilse de kırk kez tembihlemiş, ters bir şey söylememesi için yalvarmıştı. Yine de tedirgindi.

Masayı hazırlamak için içeri girip çıktıkça konuşmalara kulak misafiri oluyor, ters bir şeyler olmasın diye uğraşıyordu. Kendi acısı da geçecek gibi değildi ama anne ile babanın çektikleri ile kıyaslanamayacağına inanıyordu. O yüzden kadının hassas olduğu konuda üzülmesini istemiyordu.


Hasan Bey, her yıl tekrarlanan seremoniden değil ama o sürede yaşanan ağlama krizlerinden gerçekten rahatsız olmaya başlamıştı. En büyük kızı henüz otuz yaşına gelmeden elini eteğini her şeyden çekmişti. Yeniden yaşamaya başladığını hissettikleri son bir yılın büyük bir kısmını geçmişi unutturma çabasıyla geçirmişlerdi. Ama Asiye Hanım yine ağlama krizleri ile ilk günkü kadar taze tuttuğu acısını evin her zerresine yaymaya başlamıştı. Dünden beri Uğur hiç gülmemiş, kendisi ters bir laf etmesin diye diken üstünde yaşamaya başlamıştı. Henüz o ters lafları etmeyecekti ama bu ziyaretin son günü gelecekti. İşte o gün bazı şeylerin değişmesi gerektiğini belli edecekti. Kızını sokakta bulmamıştı. Atilla'yı çok severdi ve erken ölümü kendisini de kahretmişti. Ama kızını da kocası ile kara toprağa vermemişti. Üç yıl, yas tutmak için yeterliydi. Elbette her zaman Atilla onun damadı olarak kalacaktı. Tek farkla! Artık kızının da yeniden yaşamaya başlamasını istiyordu. Diğer kızlarının kısa zaman sonra talipleri kapısını çalacaktı. Kendisi aşkı bilir ve yakından tanırdı. O yüzden kapısını kimlerin çalacağını da az çok tahmin ediyordu... Aynı kapının çok geç olmadan Uğur için de çalmasını istiyordu.


Masanın hazırlanması bittiğinde kalabalık bir gurup olarak oturdular. O kalabalığa rağmen sessizlik hakimdi masaya. Yemek bitene kadar da kısa bir iki cümleden başka şey konuşulmamıştı. Uğur içinin sıkıldığını hissediyordu. Masayı toplayıp kardeşleri ile üst kata çıkmak, kapıyı üstlerine kilitleyip kardeş kardeşe muhabbet etmek istiyordu. İlk kez böyle hissediyordu. Gerçi içindeki sızı geçmese de artık bu kadar da kasvetli bir yaşam kendisine de ağır gelmeye başlamıştı. Atilla'ya olan sevgisini asla sorgulamamıştı. Ama üç yıldır o sevginin yer değiştirdiğini gösterir bir süreydi. O kocası olarak kalbinde silinmez bir yer edinmişti. İlk yıl gördüğü rüyalarında bile sadece Atilla olurdu. Artık çoğu gece rüya görmez, gördüğünde de farklı şeyler görür olmuştu. Boşa denmiyordu... Zaman her şeyin ilacıdır...

***** 


Umut, ütü yapmam lazım, diyerek Asiye Hanımın, iç çekişleri ile süslenmiş yemek masasından kalkıp odasına kaçmıştı.

Onur zaten çoktan ders çalışmak için kendi odasına gitmişti. Umut da Uğur'un odasında ütü yapıyordu. Misafirler alt kattaki misafir odasında kalacaktı. Üst kata çıkmayacaklarından emin, kulağına kulaklığını takmış bir yandan ütü yapıyor bir yandan şarkı mırıldanıyordu. Sessizlik aklına tek kişiyi getirdiği için kendi düşüncelerinden kaçmaya çalışıyordu. Bu kez de dinlediği şarkılar aklını aynı yöne çekince bir zamanlar doldurduğu neşeli türkülerden oluşan mp3 ünü dinlemeye başladı. Hem söylüyor hem gülüyordu. İyi gelmişti gülmek.

Kulaklık yüzünden cep telefonunun çaldığını duymuyordu. Sehpanın üstünde yanıp sönen ekranı ile telefon defalarca çalmış ama kendisi, manda yuva yapmış söğüt dalına, derken duymamıştı. En sonunda ekranın ışıklarının yanıp sönmesini gözünün ucu ile görüp ütüyü bırakıp telefonu eline aldı. Yunus!  Yunus arıyordu. Gecenin bu vaktinde ne olmuştu da arıyordu ki? Yoksa ağabeyine kötü bir şey olmuş da ablasına mı ulaşmak istiyordu? Aklındaki saçma senaryoların geçiş süresi bir saniye sürmüştü. O sırada bir yandan telefonu açmış, bir yandan da kulaklıkları çıkartmıştı. Ama yapamadığı tek şey az önce gülerek söylediği türkünün sesine verdiği kahkaha tınlamasını değiştirmekti...

*****

Yunus tam kapama tuşuna basarken açıldığını gördüğü telefonu kulağına götürdü. O an aklından geçen her olumsuz düşünce yerle bir olmuştu. Kendisi ile konuşmak istemediği için açmadığından başlayan düşünceleri, o gece birisi ile birlikte olduğuna kadar değişkenlik göstermişti. Her aklına gelen, bir önceki düşüncesinden daha kötüydü ve içini acıtmaya devam ediyordu.

Telefon açılınca yeniden nefes almaya başlamıştı. Ama o nefesin ciğerlerini yakması için kahkahası sesine yansıyan Umut'un alo deyişini duyması yetmişti. Bunca zamandır, kendisi onun için kahrolurken Umut eğlenip gülebiliyordu. Tüm beklentileri yerle bir oldu.

“Yunus? Nasılsın?”

“İyiyim. Sen de iyisin belli. Pek neşelisin!” Umut artık gerçekten neşeliydi. Yunus'un sesini duymak iyi gelmişti.

“Mandanın söğüt dalına nasıl sığdığını düşünüyor, oraya yuvayı nasıl sığdırdığını hayal ediyordum.”

“Ne diyorsun? Hiçbir şey anlamadım.”

“Türküyü bilmez misin? Hani, manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” Umut, bir yandan türküyü de mırıldanıyordu. Yunus, hala anlamamıştı neler olduğunu. Elbette türküyü duymuştu. Ama ne alakası vardı şu an? Onu özlemediği, yokluğuna üzülmediğini belli etmek için mi söylüyordu?

“Türküyü biliyorum. Sen neredesin türkü barda falan mı?”

 “Yok ya, evdeyim. Ütü yaparken müzik dinliyor dertlerimden uzaklaşmak için neşeli türküleri söylüyordum. Sen aradığında da manda ile boğuşuyordum.”

“İyi. Ben seni şey için aradım... Şey... Geçen hafta çok yoğundum. Arayamadım. Nasılsın diye soracaktım?”

“İyiyim. Sen nasılsın? Gecenin bu saatinde mi aklına geldim?” Yunus buna verecek tek yanıtı olduğunu biliyordu. 'Hiç aklımdan çıkmıyorsun!' ama dili “Yok ya, yarın Gaziantep'e gidiyorum. Onu da haber verecektim. Bir hafta yokum.”

Umut, telefon çaldığında içinde uyanan sevincin son derece hızlı yok olduğun hissetti. Bir hafta yoktu ve bunu bu saatte mi söylüyordu? Üstelik bir haftadır görüşmemiş olmalarının mazeretinin de işlerinin çokluğu olduğunu söylemişti. İlk duyduğunda önemsemese de şimdi o mazeretin ne kadar boş olduğunun farkına varıyordu. Yunus kendisinden uzaklaşıyordu! Bu konuşma da aslında veda idi. Tek farkla... İki taraf da veda olduğunu bilse de söze dökmüyordu.

Umut sesindeki kırgınlığı yok etmek için yutkundu ve ardından sesine neşe katmaya çalışarak iyi yolculuklar diledi. Bir an önce kapatmak istiyordu. Bunu anlayan Yunus da kısacık bir iyi geceler diledi. Tam kapama tuşuna basacakken Umut'un sesini duydu.

“Ne söyledin? Duyamadım!”

“Dikkatli ol, dedim. Lütfen burnunu her şeye sokma. Orası tehlikeli. Sana bir şey olmasını istemem.”

“Neden?” Sesi ilk kez umut yüklüydü.

Umut derin bir nefes aldı. Dilinin ucuna gelenleri yuttu. Söylemesinin doğru olduğunu düşündüğü cümleleri sıraladı.

“Neden olacak, arkadaşıma bir şey olmasını istemiyorum da ondan. Beni kim bara götürecek yoksa? Dönünce ararsın değil mi?” Lanet olsun. Dilini kopartmak istiyordu. Neden sormuştu ki... O kadar belliyken görüşmek istemediği zorla kendisini aramasını nasıl isteyebilmişti? Lanet olsun... Lanet olsun... Lanet olsun...

“Ararım. İyi geceler.”

Yunus hemen kapatma tuşuna basmıştı. Daha fazla dinleyemeyecekti arkadaşlık muhabbetini. Arkadaşmış! Bara kim götürecekmiş? Sanki sadece bir yerlere götürmek için işe yarıyormuş gibi hissetmek sinirlerini bozmuştu. Kendi odasına gidip öyle aramıştı Umut'u. Ama kardeşlerinin merak ettiğini biliyordu. Yine de odadan çıkıp, onlara konuşmayı anlatacak kuvveti yoktu.

Üstündekilerle yatağına uzandı. Umut'un sesini düşündü. Nasıl da neşeliydi? Üzülmüyor muydu? Üzülecek ne vardı ki? Onun gözünde Yunus bar arkadaşıydı. Kendi kendine gelin güvey olmanın gereği yoktu. Umut ile bir şeyler umut etmenin manası yoktu. Uzandığı yerden kalktı. Valizi hazır değildi. En iyisi valiz hazırlamaktı.

Kazaklarından birkaç tane alıp valize koyarken eline gelen son kazak ile yine canı sıkıldı. Kazak elinde yatağın üstüne oturdu. Bu kazağı geçen yıl almıştı ona Umut. Kişisellikten uzak bir hediyeydi ama çok severek giymişti. Bu kış başında bir iki kez giymiş, yine Umut'un 'bıkmadın mı bundan, sana yenisini alayım' demesi ile dolaba kaldırmış o günden beri giymemişti. Dolaba koymak için yerinden kalktı. Sonra valizden bir kazak çıkartıp yerine, elindeki krem rengi üzerine koyu mavi kar taneleri işli kalın kazağı koydu. Her kar tanesi doğadaki gibi diğerinden farklıydı. İç çamaşırı ve çorap da koyduktan sonra tıraş takımını da ekledi. Valizi hazırdı. En üste de iki kitap koymuştu. Vakit bulursa kitap okumayı, Umut'u düşünmeye tercih edecekti...

***** 

Şehitlikten çıkarken herkesin gözleri ve burunları kıpkırmızı olmuştu. Atilla'nın mezarı da diğer şehit mezarları gibi tertemizdi. Bir süre dua okuyan grup eve dönmek için arabalara bindiğinde bir saat kadar geçmişti. Asiye Hanım, o kadar çok ağlamıştı ki birkaç kişi gelip başsağlığı dilemiş, oğlunun yeni vefat ettiğini sanmıştı.

Hasan Bey önden yürürken Umut ile Onur'a, “Bu kadın Uğur ağlamıyor diye kaynanalık yaparsa beni tutmayın.” Kızlar babalarının sözüne gülecek gibi olsalar da daha mezarlığın sınırları içinde olunca kendilerini tuttular.


Umut zaten sabahtan beri gülmemişti. Kimse bilmese de gecenin büyük kısmı uykusuz geçmiş, sabah da baş ağrısı ile uyanmıştı. Yunus sabah erkenden Antep'e uçmuş olmalıydı. Neden son dakika haber vermişti? Vedalaşmak için görüşmek istemesinden mi korkmuştu? Kendisini görmek istemediği için mi böyle davranmıştı? Soruların yanıtları yoktu. Sordukça yenisi türüyor, hiçbiri derdine derman olmuyordu.


Onur, arabanın arkasında otururken çantasından notlarını çıkarttı. Boşa geçecek zaman yoktu. Okul bitmeli o mezun olmalıydı. Hayatına okulun engel olmasını istemiyordu. Kaybettikleri yeterdi. Yeni kayıplar yaşamamak için önündeki en büyük engeli yok etmeliydi. Mezuniyete az kaldığı için de sıkı tutmaktan başka yapacağı şey yoktu. Notlarını karıştırırken cep telefonunun titreşiminden gelen sesi ile elini çantasına attı. El yordamı ile telefonu bulup ekranına baktı. Sedat!

Sedat arıyordu. Nasıl konuşacaktı? Babası ön koltukta araba kullanırken o nasıl konuşabilirdi ki? Hemen meşgule aldı telefonu. Ama tuşa bastıktan üç saniye sonra pişman oldu. Yanlış anlayacaktı Sedat! Emindi yanlış anlayacağından. Hem zaten neden aramıştı ki? Hani görüşmeyeceklerdi! Kötü bir şey olmadığını umarak yolun bitmesini bekledi. Yol sanki daha da uzamıştı.

Eve yaklaştıklarında içi rahatladı biraz. Kapıdan girer girmez üst kata çıktı. Hemen telefonu çıkartıp geri arama tuşuna bastı. Telefon çalıyor ama açılmıyordu. İşte olacağı buydu! Mahsus açmadığını düşünüp şimdi misilleme yapıyordu. Keyfin bilir, diye söylenerek kapama tuşuna bastı. Ekrandaki 'bağlandı' yazısını görmemişti!

Konsolun üstüne bırakıp üstünü değiştirmek için dolabına yürüdü. Üstündeki kazağı çıkartırken telefonunun yine titreşim sesini duydu. Kazağın boğazı biraz sıkıydı. Kafasından çıkartamıyordu. Kazakla debelenerek konsolun önüne geldi. El yordamı ile telefonu aldı. Bir yandan da hala kazağı çıkartmak için uğraşıyordu. Bu kez de küpesi kazağa takılmıştı. “Hay Allah’ım başka bela yok muydu?” diye söylendiğinde uzaktan bir kahkaha sesi geldi. Sedat gülüyordu!

“Neye gülüyorsun?” Nihayet kazaktan kurtulmuştu. İçindeki bady ile kalmıştı. Ev sıcak da olsa henüz ocak ayındaydılar. Ama o an üşümek aklına gelecek son şeydi!

“Sana. Neye güleceğim. Ya yüzüme kapıyorsun, kaparken de keyfin bilir diyorsun, ya da bela olduğumu söylüyorsun. Kararsızlığına gülüyorum.”

“A açılmış mıydı telefon? Sinirle kapatırken fark etmemişim. Neden aradın?”

“Çok kabasın! İnsan nasılsın iyi misin? Allah kavuştursun falan der.”

“Sesinden belli iyisin. Neden Allah kavuştursun diyecekmişim?”

“Yunus'un Gaziantep'e gittiğinden haberin yok mu?” Sedat şaşırmıştı. Kızlar her şeyi konuşmaz mıydı? Neden bundan haberi yoktu? Acaba Umut gerçekten hiç değer vermediği için mi söylememişti? Yoksa söylerken üzüntüsü artacağı için mi? Sedat, kadınları çözemeyeceğini biliyordu. Kendisi de böyle bir şey yapıp tarihe mal olmak istemiyordu.

“Haberim yok. Ne zaman gitti?”

“Bu sabah. Yeni geldim ben de havaalanından!”

“Sabah gittiyse, sen bunca saat havaalanında ne yaptın?” ‘İyi de bana ne? Neden sordum ki?’ diye düşünüyor ama söylediklerinden sonra telefonun ucunda Sedat'ın gülümseyen yüzünü göremiyordu.

“Eskiden tanıdığım bir kız arkadaşım vardı ona uğradım. Uzun süre muhabbet etmişiz. Çok özlemişim.”

Onur, saçlarının diplerinin karıncalanmasına anlam veremiyordu. Neden bu kadar kızmıştı? Elbette eski kız arkadaşları ile görüşecekti. Hatta yeni kız arkadaşları da olacaktı! Kendisi ne oluyordu? Kime kızıyordu? Kime olacak, elbette kendisine kızıyordu. Dersleri önemliydi ama Sedat için vakit bulmak bu kadar zor olmamalıydı. Gerçi Sedat da pek önemsemiyormuş ki rahat rahat kız arkadaşı ile geçirdiği zamanı anlatıyordu! Böylece kendisinin pek değerinin olmadığı da belli edilmişti.

“Sevindim. Eski arkadaşlar ile vakit geçirmek güzeldir. Kim bilir belki yeniden yakınlaşırsınız. Açığı kaparsınız.”

Onur, resmen Sedat'ın ağzını arıyordu! Kimle konuşmuştu? Neden konuşmuştu? Yine konuşacak mıydı? Tüm sorular beynini yerken o sakin sakin, eski dostluklardan bahsediyordu.

“Evet, ben de yeniden yakınlaşmalıyım. Çok doğru söylüyorsun. Freeshop alışverişleri ucuz olur diyorlar. Ben de onun sayesinde baya ucuza alış veriş yapabilirim. Yunus'u almaya gittiğimde hallederim.”

“Yunus, Erhan ağabeyin için mi gitti Gaziantep'e?”

“Evet, Erhan'ın davasında ikinci celse şubat da! O da gidip kahramanlık yapmaya karar verdi.”

“Ne demek kahramanlık yapmak? Tehlikeli mi orası?”

“Çok da süt liman bir yer değil. Baksana Erhan’ın arkadaşı ve karısı kayıp. Şimdi bir de onların arkadaşı yok olmuş. Neler olacağını bilememek sinir bozucu. Yunus da inşallah rahat durur ama pek de ümitli değilim. Neyse ki Zeycan var orada. O dikkat eder Yunus'a.”

“Zeycan kim?”

“Celal'in en küçük kardeşi! Yirmi iki ya da yirmi üç yaşında olmalı. Çok güzel gözleri var.”

“O adamın kardeşi mi yardım edip koruyacak? Ne saçma!”

“Onur Hanım, suçu ispatlanana kadar herkes suçsuzdur. Celal Beyi geçtim kız kardeşini bile suçlu ilan ettin.”

Sedat, sırf konuşma uzasın diye kendileri ile ilgisi olmayan konulardan konuşup duruyordu. Onur da rahat rahat yanıt veriyor, kapatmaya niyetli gözükmüyordu.

Sedat ağabeyinin bekle, zamana bırak, sözlerini dinlemekten vazgeçmişti. Sesini biraz daha duyamasa sanki çıldıracaktı. İlk aradığında yüzüne kapanan telefon, tüm moralini yok etmişti. Ama yarım saat kadar sonra ekranda Onur’un adını görünce mutlu olsa da telefona yetişememişti. Şimdi ise bu rahat konuşmalar keyfini yerine getirmişti.  Onur sanki biraz Zeycan'ı ve şu havaalanındaki arkadaşı kıskanmış mıydı? İyi ama neden? Yoksa görüşmek istemiyorum, önceliğim okulum, derslerim, derken doğru mu söylemişti? Bunu öğrenmek istiyordu. En kolayı sormaktı. Ama şimdi değil. Şimdi güzel güzel konuşurken telefonda gerginlik yaratmanın gereği yoktu. Kendisinden hoşlanıyor ve dersleri yüzünden uzak duruyorsa bunu çözebilirdi…

“Yunus'un gittiğinden Umut'un haberi var mı?” Onur'un sesi ile düşüncelerinden sıyrıldı.

“Var. Size söylemedi mi? İlginç!”

“Daha da ilginç olacak!”

“ Ne demek istiyorsun?”

“Hiç, hiçbir şey demek istemiyorum. Sen nasılsın bu arada? Ağabeyin nasıl?” Sanki Sedat'ı sorması önemsizmiş gibi hemen Erhan'ı da eklemişti. Sedat ise sesindeki farklı tonlamaları duyduğunda sevinmişti. Kendisini sorarken içten olan ses, Erhan'ı sorarken duygusuzdu. Nelerden medet umuyordu? Ama bu işler ne yazık ki böyleydi. Duygular ortaya dökülüp, kesinlik kazanana kadar da bu işkence devam edecekti.

“Ben iyiyim. Erhan da iyi! Sesini duymak iyi geldi. Derslerin nasıl? Yoğun mu hala?”

“Evet yoğun. Söylemiştim ya. Son sene ve son aylar. Bir iki ay sonra rahatlayacağım.”

“Güzel. En azından sıkı dönemlerin bitecek.”

“Öyle.” Aslında vermek istediği yanıt bambaşkaydı. Bu dönemler bittiğinde seni yine görebilecek miyim? demek istiyordu. Ama soramazdı. Zorlayamazdı. Kararı veren kendisiydi. Şimdi geri adım atamazdı. Sedat eğer kendisine değer veriyorsa birkaç ay nedir ki? Okul bittiğinde yanında olacaktır. Elbette o da isterse!

“Ben seni dersinden alı mı koyuyorum? Sonra kızma bana. Çalış sen. Sonra yine ararım.”

“Alıkoymadın. Ara yine. İyi günler. Herkese selamlar.”

“Selamını söylerim. Sana da iyi günler.”

Telefonu kapattıklarında ikisi de yüzlerinde gülümseme ile kaldılar bir süre. Onur ertesi gün yaşayacağı sürprizden habersiz dersinin başına oturdu. Aklına takılan havaalanındaki eski arkadaş ise şu an düşünmek istemediği bir parazitti.

***** 

İbrahim Binbaşı ile buluşan Yunus, tüm öğleden sonrayı dava dosyasını okuyarak geçirmişti. Neler olduğunu anlamasa da olayın basit bir kaçırma olayı olmadığı belliydi. Ardında neler olduğunu öğrenmek için epey uğraşması gerekiyordu.

İbrahim'in araştırmalarının derinliğine hayret etti. O kadar detaylı araştırıyordu ki kendi avukatlığının ne kadar yetersiz olduğunu anlıyordu. Gerçi kendisi çok farklı bir konuda uzman olsa da İbrahim'in işi daha heyecanlı gelmişti. Erhan’ın yazdırdığı birçok maddeyi İbrahim zaten yapmıştı. Bir ikisini de yapılır bulmuş, iş sırasına almıştı.

Sıra hesaplar ile ilgili verileri incelemeye geldiğinde Yunus kendini daha iyi hissetmeye başlamıştı. Kendi uzmanlığına yakın konularda çok başarılıydı. İbrahim'e gösterdiği yöntemler ile dosyaları daha dikkatli ve daha hızlı inceleyebilmişler, bir sürü noktayı tespit etmişlerdi.

Tüm pazar öğleden sonrayı bu işe ayırmış olsalar da çok kısa bir yol kat etmişti ikili. İbrahim de ağabeyi gibi fazla konuşmayan önce karşısındakini tartan, sonradan ısınınca da gayet samimi olabilen biriydi. Yine de Yunus sevmişti, İbrahim’i.

Yatan paraların akıbetlerini, ulaştıkları noktaları karşılaştırmaya başladıklarında yeni ipuçları da edindiler. Paralar yurt dışı kaynaklıydı. Önce yurda küçük rakamlar olarak giriyordu. Çok fazla kişi üstünden, takip edilemeyecek kadar küçük rakamlarla giren paralar, farklı isimlere havale ediliyor, sonra da Celal'in hesabında birleşiyordu. Hareketler düzensiz ve farklı miktarlarda olduğu için henüz MASAK ( MALİ SUÇLARI ARAŞTIRMA KURULU ) tarafından incelemeye alınmamıştı. Zaten daha yeni sayılacak hareketti hepsi.

İzlerin ucu Almanya, Fransa ve İsviçre'ye kadar uzanıyordu. Hiçbiri iki kez havale yapmamış elliye yakın isim vardı. Hepsinin araştırılması uzun süreceği için MASAK ı da haberdar etmeleri gerekiyordu. Onların araştırmaları da davaya hız vereceğinden bir an önce bilgi verilmeliydi.

Fuat’ın yolladığı bilgiler ile birlikte otel odasında saatler süren çalışma, karınları acıkınca bitti. İki erkek de yorgunluktan bitap düşmüş şekilde restoran kısmına indiler. İnerken de tüm dosyaları ve bilgisayarlarını yanlarına aldılar. Hiçbir şeyi şansa bırakamayacakları için tedbirli olmak zorundaydılar. Buldukları artık bu işin sadece basit bir kaçma-kaçırılma olmadığını ispatlıyordu. Celal, kendisine kurulmuş bir tuzağın içine düşmüştü. O tuzak sadece kendisini zora sokmamış, tüm ailesini de içine çekmişti. Burhan Beyin ailesi de sıkıntılı günler yaşıyordu. Leyla ve bebeği lohusalıkta bir sürü olay yaşamıştı. İkili bunu konuşurken akıllarına gelen bir başka noktaya takıldılar.

Bebeğin aşıları ve kontrolleri!

Mutlaka bir şekilde o bebek bir yerler götürülmüş olmalıydı. Gerçi yörede sağlık ocağı çoktu ve çoğunun kayıtlarının incelenmesi için belki de defterlerin bizzat okunması gerekirdi. En son ihtimal olarak incelenmek üzere bir kenara koydular.

Yemek arasında iki erkek de birer kadeh rakı içmişti. Birer kadeh daha söyleyip işi bir yana bırakıp birbirlerini tanımak için muhabbet etmeye başladılar. İbrahim de Erhan ile yaşıttı. Hiç evlenmemişti. Hatta evlenmeyi aklından bile geçirmemişti. Annesinin hep söylediği bir sözü Yunus’a tekrarladı. “Erkekler, karşılarına evlenmeyi düşündürtecek kız çıkana kadar kaçar. Sonra da kovalamaya başlar!”

“Annen bu işleri iyi biliyormuş. Hayatta mı ailen?”

“İkisini de kaybettim. Uzun zaman oldu, onlar gideli.”

“Başın sağ olsun.”

“Sen sağ ol. Alışılıyor da unutulmuyor.”

“Öyledir mutlaka. Ben dedemleri çok küçük yaşta kaybettim. Anımsamıyorum bile onları. Anneanne ile babaanne de ilk gençlik yıllarımda göçtü. Üzüldüm ama yine de kendimi mahvetmedim. Ama annemle babamı kaybedersem nasıl dayanırım bilmem.”

“Öyle deniyor da dayanılıyor. Yine de Allah geçinden versin. Hadi konuyu değiştirelim. E senin gönül işlerin ne durumda? Söz nişan var mı?”

“Yok.”

“Kimse de yok mu? Bu yanıt çok keskindi!”

“Biri var. Ama o olduğunu bilmiyor. Hiç de öğrenemeyecek!”

“Niye, evli mi?”

“Hayır, evli değil. Benim gözümün önündeyken de inşallah evlenmeye kalkışmaz!”

“İyi, sen istemiyorsun diye kız evlenmeyecek, ama sen de kızla evlenmeyeceksin. Sonra?” İbrahim sesindeki alaycılığı törpülemeden devam etti. “Olur, mu öyle şey? Kız iyi bir kısmet çıkınca evlenecek. Sen de karşıdan bakacaksın!”

“Erhan sana bir şeyler mi anlattı?” Yunus, bu kadar keskin yanıtın boş atıp dolu tutmayla olmayacağını düşünüyordu.

“Yoo, anlatması mı lazımdı? Yüzünden anlaşıldığı kadarıyla sırılsıklam aşıksın. Ya kızın hayatında biri var, ya da kız senin farkında değil diye tafra yapıyorsun. Oğlum, hiçbir şey, keşkeleri değiştirmez. Eğer, keşke şansımı bir kez deneseydim ve sonra üzülseydim, demek istemiyorsan o kıza açıl.”

“İbrahim, inan o kadar kolay olmasını ben de isterdim. Kızla iki yıldır arkadaşız. O benim, ben onun özel arkadaşlarını bile çok iyi biliriz. Erkek arkadaşım olsa bu kadar anlatırdım. Ama son birkaç haftadır o benim yakın arkadaşım olmaktan çıktı.”

“Kadın olduğunu fark ettin!”

“Aynen öyle oldu.”

“Ya o?”

“O hala beni en iyi arkadaşı olarak görüyor.”

“Emin misin?”

“Elbette. En ufak bir hareketini bile kaçırmıyorum. Hiç beni erkek olarak görmüyor. Kankasıyım onun.” Sesindeki hüzün İbrahim'in dikkatinden kaçmamıştı. Karşısında gerçekten acı çeken bir erkek vardı. Önce konuyu kapatmak istedi. Sonra fikir değiştirdi. Ne kadar çok anlatırsa o kadar rahatlayacağını düşünüp sormaya karar verdi.

“Zor durum. Sık görüşüyor musunuz?”

“Eskiden haftada iki üç kez görüşürdük. Geçen hafta daha fazla dayanamayacağımı anlayıp aramadım. Dün akşam buraya geleceğimi söylemek için aradım. Sesi o kadar neşeliydi ki! Ben onu görmediğim için deli olurken o neredeyse hiç umursamamış benim yokluğumu.”

“İlginç. Haklısın sanırım. Sen de bir süre uzak kal bakalım. Belki senin duyguların da gelip geçicidir. Burada da çok güzel kızlar var. Belki de böylece aslında onu sadece çekici bulduğunu anlarsın.”

“Sanmıyorum. Benim hayatımda sayısız kadın oldu. Ama ilk kez birisi için böyle hissediyorum. İlk kez sadece onu istiyorum. Of bu ne ya? Kafayı sıyıracağım. Ben bir kadeh daha söylüyorum. Sen de içer misin?”

“Alırım ben de.” Bu kez ses tonuna dikkat eden Yunus’tu.

“Ee senin de dert benimkinden küçük değil galiba? Üçüncü kadehi içeceğine göre!”

“Yok, sana eşlik etmek için.”

“Yani, buranın güzel kızlarının etkisi yok, öyle mi? Az önce bana diyordun güzel kızlar var diye!” Yunus olta atıyordu ama İbrahim de razıydı o oltaya gelmeye.

“Var, var ama o kızdan bana yar olmaz.” Yar mı demişti? İbrahim ağzından istem dışı çıkan kelimeye takıldı… Yar?

“Niye evli mi?” Sanki roller değişmişti. Şimdi de Yunus aynı soruları soruyordu.

“Değil. Ama yaşı çok küçük! Aramızda on dört yaş var. O daha genç birilerini ister.”

“Nereden biliyorsun?”

İbrahim, kızın aslında Erhan’a tutkun olduğunu söylemek istemiyordu. Yaş, işin bahanesiydi. Çünkü Erhan ile aynı yaşta olduğuna göre aradaki farkın en azından Zeycan için anlamı yoktu.

“Bilmem. Ama öyle gibi geliyor bana.”

“Bak, üçüncü kadehi bitiriyoruz ve kafam yavaştan bulanıyor. O yüzden senin bana söylediklerini tekrarlayamayacağım. Hani annen demiş ya… İşte ben de aynısını sana diyorum.”

İki erkek de gülerek rakı kadehlerini tokuşturup birer yudum daha aldılar… Bu aşk denilen duyguyu kim tek kalemde anlatmış, tek kalemde yaşamış ki? Onlar da kendi içlerindeki, en özel aşkı yine içlerinde tutarak demlenmeye devam ettiler.



***** 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder