Geceyi
uykusuz geçiren iki aşık, sabaha kadar sadece birbirini düşünmüştü. İkisi de bu
tatsızlığı ortadan kaldırmak istiyor ama ilk adımı karşıdan bekliyordu. Ece bir
önceki atışmalarını düşündüğünde, sabah onu arayanın kendisi olduğunu anımsadı.
Bu kez ne olursa olsun aramayacaktı. Toprak eğer samimi ise ve bir mazereti
varsa arayacak ve açıklayacaktı. Genç bir kızla yakalanan, ona aşk şarkıları
çalan oydu. Affı yoktu.
Saat
altı olduğunda kalktı yataktan. Nasılsa uyuyamıyordu. İlk işi camdan yengenin
evine bakmak oldu. Karanlık evi görünce hırslandı. Sabahın o
saatinde ne görmeyi umuyordu? Kahrından ölen bir Toprak mı? Kendini yollara
vurmuş bir Toprak mı? Saçmaladığını anladığında perdeleri sinirle kapattı. Aynı
şekilde yatağını da kapatıp tuvalete gitti.
Binici kıyafetlerini giyip indi mutfağa. Mutfakta kimseyi
göremeyeceğini biliyordu. Pazar günleri geç kahvaltı alışkanlığı olduğu için
Ayşe abla bile kalkmamıştı. Ece, yufka ekmeğinin içine biraz çökelek koyup
açlığını bastırdı. Akşam da yemek yememişti ama hayat devam ediyorsa yemesi
gerekiyordu. Hem zaten midesi isyan etmiş ve acıktığını belli etmişti. ‘Ben aşk
acısında bile yemek yiyebiliyorsam korkmam lazım. Sonum annem gibi olacak
anlaşıldı. Kesinlikle bu boğaza dur diyeceğim.’
Düşüncelerinin arasında ikinci lokmayı da
çiğniyordu. Kendisindeki tuhaflıkları bilirdi. Onlara bir yenisi eklenmişti.
Kitaplarda ya da filmlerde gördüğü aşık kızlardan değildi. Tüm hayatını yıkılan
duyguları üstüne kurmuyordu. Evet, üzülüyor, canı yanıyor ama hayatına devam
ediyordu. Sonra düşündükleri komik geldi gülümsemeye başladı. Sonra da
gülümsemesi tuhaf geldi. Üzgündü ama gülebiliyordu. Olması gereken buydu zaten.
Neden tüm aşk hikâyeleri acıları büyütür ve sanki insan yedi yirmi dört o acı
ile yaşar, yemez içmez uyumaz gibi anlatırdı? Evet, uyku tutmamış olabilirdi
ama o da düşünmek içindi. Bu gece rahat rahat uyuyacaktı.
Kararını
vermişti. Toprak arayıp doğru düzgün bir açıklama yapana kadar artık o ikisini
düşünmeyecekti.
*****
Toprak,
yengenin evinden ayrılana kadar aramasını bekledi.
Boş
yere suçlanmış, yapmak istemeyeceği açıklamalar beklenmiş ve bunlar olmayınca
da tek kelime etmeden çekip gitmişti. Yo tek kelime etmedi demek doğru değildi.
Suçlamak için konuşmuş, güvenmediğini yüzüne haykırmıştı. Aşk kıskançlıkla
kardeşti. Bunu kabul ediyordu ama güven olmayan yerde aşkın olması mümkün
müydü? Açıklama yapılması şart mıydı? İnsan karşısındakine koşulsuz şartsız
güvenemez miydi? Aradaki aşk cümlelerinin hiç mi değeri yoktu? Görünene göre mi
karar verilmeliydi?
Ece
güvenmemişti. Olay buydu.
Önce
sabah gidip konuşmak istemişti. Sonra ise yeniden düşünmüş ve vazgeçmişti. Ece
ne yaptığını düşünmeli ve ilk adımı atmalıydı. Gizli saklı bir şey olmamıştı
ki. Evin içinde oturuyor gitar çalıyordu. Zeynep denilen genç kızın ilgi
gösterdiğinin farkındaydı. Ama o çok gençti ve ilgi duyduğu bir erkeğe yakın
olmak, onunla vakit geçirmek için kendince küçük fırsatlar yaratıyordu. Aynı
şeyleri zamanında o da Ece’yi görmek için yapmıştı. Hatta Ece de onunla
karşılaşmak için bir sürü oyun oynamıştı. Şimdi ise benzer şeyleri yapmaya
çalışan küçük bir kızı kıskanıyordu. Kıskanmakta haklı olabilirdi ama
güvenmemekte haklı değildi.
Ece,
bunları düşünmeli ve ne yaptığını anlamalıydı. Birisini suçlamak kolaydı ama bu
suçu ispatlamak gerekliydi. Ece sadece suçu atıp kaçmıştı. O zaman yaptığının
hatalı olduğunu anlaması gereken de oydu.
Toprak
arabanın gazına basarken düşünceleri de aynı hızla beyninde dönüp duruyordu.
*****
Ece
o günü, gelmesini, en kötü ihtimal aramasını bekleyerek geçirmişti. Tüm
umutları boşa çıkmıştı. Yakalanmadan bakmak için Gümüş Kanat ile evin
arkasından dolanarak yengenin evine kadar gitmiş ve kapıda cipi görmeyince
İzmir’e döndüğünü anlamıştı. O an, içinin yanmasına engel olamamış, gözleri
yaşarmış fakat kendisini zorlayarak yaşların akmasını engellemişti.
Ağlamayacaktı.
Kendisini bırakıp giden o adam için ağlamayacaktı. Değmez, dedi. ‘Bir erkek
için ağlamaya değmez. Hele de beni kandırıp bir başkası ile birlikte olan bir
adama asla değmez.’ Onunla birlikte olmuş, sevişmiş ve evlilik hayalleri
kurmuştu. Oysa şimdi çok uzaklardaydı. Hem ruhen, hem fiziken…
Atını
dörtnala kaldırıp köyün içinde uzunca bir süre gitti. Yanından geçtiği
köylülerinin selamlarını belli belirsiz alıp köyün çıkışına kadar uçar gibi devam
etti. Yaklaştığı evin Mehmet Ali’nin evi olması biraz moralini düzeltti. Ozan
ile oynar keyfi yerine gelirdi.
Bahçe
kapısını açıp atı ile birlikte içeri girdi. Ozan onun için hazırlanmış alanda
oyun oynuyordu. Babası tek başına büyüdüğü için elinden geleni yapıyor, canı
sıkılmasın diye istediği oyuncakların çoğunu ikiletmeden alıyordu. Oyun parkı
da onlardandı. Ozan kaydıraktan kaymak için küçük bacakları ile tırmanmaya
çalışırken çok şirindi. Tüm sıkıntılarını unutan Ece ona gülmeye başladı. “Ben
de hep surat asacaksın sanıyordum. İn atından da gel birer çay içelim.” diyen
Mehmet Ali huzursuzluğunu anlamıştı.
“Suratımı
güldürsün diye geldim. İşe de yaradı. Bu çocuk yine boy atmış. Ben görmeyeli
bir hafta mı oldu?” Ece, atını bağlamış sundurmanın altındaki masaya doğru
yürüyordu.
“İki
hafta. Ve iki hafta inan çok uzun bir süre. Nasıl geçti İspanya gezisi?”
“İyiydi.”
“O
kadar mı?”
“Anlamadım?
Ne o kadar mı?”
“İyi
olması mı suratını asmana neden oldu?”
“Suratım
başka şeye asıktı. Ama bak artık asık değil.”
“Bu
sorunun çözüldüğü anlamını taşımıyor. Neden üzgünsün. Toprak mı?”
“Evet.
Ve konuşmak istemiyorum. İspanya çok iyiydi. Şarabıma bayıldılar. Yeni üründen
istiyorlar. Bir sürü yer gezdim. Bir sürü yakışıklı İspanyol ile tanıştım ve
evime döndüm.”
“Toprak
ne yaptı? Gittin diye mi kızdı?” Mehmet Ali peşini bırakacağa benzemiyordu.
“Ondan
konuşmak istemiyorum demiştim.” Çayını karıştırırken masadaki yumurtaya ekmek
banmaya başlamıştı. Az önceki kayıntı yetmemişti.
“İspanyayı
anlattın bitti. Sırada Toprak var. Seni neden üzdü?”
“Boş
ver. İnan anlatılacak bir şey değil.”
“Nerede
şimdi?”
“Neden
sordun?”
“Sen
anlatmıyorsun. Belki o anlatır!”^
“Sakın
ha. Asla ona bir şey sormayacaksın.”
“Nedenmiş
o?”
“Ben
öyle istiyorum. Ne anlatacak ki zaten?”
“Seni
üzdüyse anlatacağı şeyler vardır. Ben bir konuşayım.”
“Hayır,
sakın arama onu. Söz ver bana aramayacaksın.”
“İyi
tamam söz aramam. Ama sen ne zaman anlatmak istersen bana geleceksin.” O sırada
nihayet Ece’yi gören Ozan koşarak gelip kollarını havaya kaldırmıştı. Ece küçük
çocuğu kucağına alıp öperken Mehmet Ali gülümsüyordu.
“Tamam,
gelirim. Bağların nasıl? İlaçlamaların tamam mı?” Ece konunun değişmesi için
Ozan’ın gelişini de kullanmıştı.
“Evet
tamamladım. Yine de ağustos böceklerinden korkuyorum bu sene. Geçen sene
yeterince ilaçlama yapamadık biliyorsun. Bu sene çok yumurta yavru verirse
asmaları kaybederiz.”
“O
kadar budama yaptık. Yine de çoğalırlarsa bakacağız bir çaresine. Epey ürün
zayi ettik geçen sene ama ben bu sene o kadar büyük sorun beklemiyorum.”
“Boşlama
sakın. Belli olmaz, gözün bağlarda olsun.” Sanki aksi mümkünmüş gibi talimat
veriyordu Ece’ye. Kapının yanında bağlanmış olan Gümüş Kanat’a bakıp konuştu. “Seninki
çok güzel bir at oldu. Bunu nasıl tahmin ettin? O kadar çelimsizdi ki
yaşamayacağından emindim neredeyse.”
Nihayet
küçük bir kahkaha döküldü dudaklarından. “Genlerim ve genleri diyelim. Ben onun
serpilip toparlayacağını tahmin ettim. Dedemin genleri sağ olsun. O da soyunu
inkâr etmedi ve toparladı. Genleri sağ olsun. Baksana şuna! Bacakları çok iyi!”
“Belli.
Yarışına ne kadar kaldı?”
“İki
hafta kadar. Senin yarışın var mı o hafta?”
“Yok.
Haftaya benim yarış. Ama belki maiden için gelirim. İlk yarışını izlemek
isterim.”
“Aksi
bir şey olmazsa o hafta zaten çıkar maidenden.”
“İnşallah.
Ben de öyle tahmin ediyorum. Bu attan tay alacağım zamanı gelince.”
“Unutmadım
aklımda. Ama bil o zamana kadar çok pahalı olacak damızlık fiyatları.”
“Ozan
için yatırım yaptığını düşün halası. O da senin yeğenin.”
“Yeğen
dedin de, son bir ay sanırım. Belki daha bile az kaldı Asude’nin doğumuna.”
“Gerçekten
hala oluyorsun yani. Acaba Ozan’ın teyzesi mi olsan?”
“Onun
da halası olurum ben.”
“Yani
bu durumda ben de senin ağabeyin sayılırım.”
Onun
sandalyesinde dikleşmesini gören Ece bir küçük kahkaha daha attı. “Vaz mı
geçsem? Bende iki tane var. Üçüncü bünyeye zarar.”
“Zarar
dedin de, jandarma güvenlik tedbirlerini arttırmış mı?” Sesindeki tedirginlik
Ece’nin içindeki sıkıntıyı yeniden su üstüne çıkarttı. “Yoo, neden arttıracak?”
“Haberin
yok mu? Recep mahkemeye götürülürken kaçmış. Elbette birileri yardım etmiş.
Jandarma her yerde onu arıyor.”
“Nasıl
kaçar? Bana kimse bir şey söylemedi. Üstelik ben artmış tedbir falan görmedim.
Ne zaman oldu bu?”
“Cuma
günü. Mahkemeye sevk ediliyormuş. Hemzemin geçitte durmak zorunda kalmış araç.
O sırada üç araba gelmiş askerlerle çatışma olmuş. Tek iyi taraf ölen yok. İki
jandarma da yaralanmış. Şoför araçtan bile inemeden Recep’i alıp kaçmışlar.”
“Çocuğun
korktuğu kadar varmış desene. Konuşmamasını abartılı bir tepki olarak almıştım.
Jandarma konuşturur, olmadı mahkemede konuşur diyordum. Desene patronu kim ise
onlarda öyle düşünmüş. Pekiyi neden benim evimde güvenlik yok?” Tedirginliği
artmıştı. Ailesinin başına kötü bir şey gelmesine dayanamazdı.
“Komutanı
bir arayalım.” Cebinden çıkarttığı telefonunda bir numaraya bastı. Karşısına
çıkan komutan ile kısa bir selamlaşmanın ardından durumu sordu. Aldığı yanıttan
memnundu. Gülümseyerek teşekkür edip kapattı.
“İçin
rahat olsun. Sekiz asker senin evin etrafında nöbetteymiş. Senin onları
görmemiş olman önemli değil, hepsi görev başındaymış.”
“Benim
onları görmemem önemli. Böylece başkaları da onları görmez ve kötü niyetleri
varsa yakalanırlar. Bu iyi.”
“Evet,
iyi tabii.”
Çok
daha rahat nefes alıyordu. Recep yeniden yakalanıp pislik patronunu ele verene
kadar bu tedirginlikleri yaşayacaktı. Yine de askerin koruma tedbirlerini
arttırmış olmasından mutluydu. “Ben eve dönüyorum. Biraz da bakınayım kim
nerede duruyor. Asker sanıp düşmana kapıları açmayalım.”
“Akıllıca
ama dikkatli ol.”
“Olurum.
Ozan’ım, hadi bir öp de gideyim ben.” Ozan ıslak bir öpücükten sonra kucağından
indi. Ece yeniden ata binip bahçe kapısına döndü.
Eve
giderken etrafını araştırmasına rağmen kimseyi göremedi. Aklı biraz dağılmış,
Toprak ile Zeynep bir süreliğine düşüncelerinden uzaklaşmıştı. Eve girmeden
telefonunu çıkartıp İlkay’ı aradı. Durumu ona da anlatıp
haberdar etti. İlk seferde Eray’ı kızdırdığı için bu kez onu da aramayı ihmal
etmedi. İkisinden de eşlerinin iyi olduğu haberlerini alıp mutlu olmuştu. Asude
ayaklarının şişmesinden yakınarak arkadan bağırmış, böylece Ece onun sesini de
duymuştu.
Tüm kardeşleri, annesi, babası ve Didem onun Toprak
ile evlilik arifesinde olduğunu düşünüyordu. Onlara durumun değiştiğini nasıl
söyleyecekti? Durum değişmiş miydi?
Acele karar vermek adeti değildi. Biraz
düşünecekti. Kendisine ve Toprak’a biraz süre tanımak iyi olacaktı. Ama
içindeki sıkıntıyı paylaşacak birine ihtiyaç duyduğu için en iyi ihtimal olan
Didem’i aradı.
“Carmen,
döndün mü?” diyen arkadaşının neşesine aynı neşe ile cevap vermesi mümkün
değildi. “Döndüm ama boğa tarafından yaralar almış bir matador olarak döndüm.”
“O
ne demek? Kavga mı ettiniz? Kıskandı değil mi? Kızım bunların hepsi böyle.
Kendisi gitse kırmayacağı ceviz kalmaz ama sen gittin ya laf söyledi değil mi?
Eh ben onu görürüm.”
“Didem,
susacak mısın?” Araya zorla girip tek bir cümle edebilmişti. Didem şaşkınlıkla
sustu telefonun ucunda. “Ne yani haksız mıyım?”
“Haklı
olabilirsin ama kavga sebebimiz o değil. Kavga da değil ki. Çekti gitti.” Tam
olarak doğru olan bu değilse de o an böyle anlatmak kolaydı.
“Ne
demek çekti gitti? Seni havaalanında mı bıraktı? Bak dedim sana, seni ben
alırım diye. A ama senin araban vardı zaten. Ay anlatsana şunu ne oldu?”
“Oh
nihayet. Sus da anlatayım…” Ece, kısaca erken gelişini ve evdeki manzarayı
anlattı. Sonra yaptıkları konuşmayı ve bugün gitmiş olduğunu da ekleyip
Didem’in tepkisini bekledi. Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Didem sorularına
başladı.
“Sana
bağırdı mı?”
“Hayır.”
“Kız
ile öpüşmüş gibi miydi? Ya da sen gördüğünde öpüyor muydu?”
“Öyle
bir şey görmedim. Yan yana oturuyorlardı.”
“Aralarında
ne kadar mesafe vardı?”
“Ne
bileyim ben.”
“Bu
önemli. Bir kol boyu, omuz omuza? Hangisi?”
Ece
bir an düşündü. Gözünün önüne gelen manzarada o mesafeyi ölçüp yanıtladı. “Bir
kol boyundan biraz azdı galiba. Kızın başı Toprak’a doğru eğilmiş, öyle
dinliyordu.”
“Gözlerini
Toprak’a mı dikmişti?” Didem’in sesindeki ciddiyet Ece’yi rahatsız etmeye
başlamıştı.
“Evet.”
“Toprak
kıza mı bakıyordu?”
“Hayır,
gitarına bakıyordu.”
“Hep
mi? Yoksa arada kaldırıp kıza bakıyor muydu?”
“Yok,
kaldırdığında camdan dışarıya, gökyüzüne baktı galiba.”
“Salak.”
“Evet,
bence de salak.”
“O
değil canım, salak olan sensin.”
“Didemmm…”
“Hiç
bana Didemmm deme. Adamın o kıza yemek getirdiği için teşekkür anlamında gitar
çalmış olabileceği, çalarkan bile seni düşündüğü ve gökyüzüne bakıp seni hayal
ettiğini düşünmek zor mu?”
“Hayır,
zor değil. O da öyle demişti.”
“Yani
sana bu açıklamayı yaptı ama sen yine de inanmadın öyle mi?”
“Ama
neden bir gün önce gelmiş köye? Benim Pazar geleceğimi biliyordu. O da Pazar
gelseydi. Ya da beni karşılasaydı ama köye gelmesiydi… Şey işi varmış da bugün.”
“Yani
az önce kaçtı gibi anlatmaya çabaladığın bugün gitmiş olması aslında işi olduğu
için öyle mi?”
“Ben
senin avukat olmandan hiç hoşlanmıyorum biliyor musun? Ne bu ya? O mu haklı
yani?”
“Ece,
kim haklı bilemem ama senin büyük bir sorunun var. Sen bu adama neden
güvenmiyorsun?”
“Güveniyorum.”
“Sözler
ile değil canım hareketler ile güvenmen lazım. Hareketlerin sözlerini
desteklemeli. Sen onun yaptığı açıklamaya güvenmemişsin. Daha doğrusu ona
güvenmemiş ve arkanı döner dönmez seni başkaları ile aldatacağını sanmışsın.
Üstelik gerçekten Murat ondan eve bakmasını rica etmişti. Sen yokken bir akşam
yemeğe gittik ve benim yanımda konuşuldu. Kaba inşaat bitmiş. İnce işçilikler
ve dekorasyon için artık annesi işe başlayacakmış, Murat Kıbrıs’a uçtuğu ve on
gün orada kalacağı için Toprak ile konuşmuş, şirketten bir mimar ile birlikte
evi kontrol etmesini söylemişti.”
“Yeter,
daha fazlasına gerek yok. Şu an toprak beni içine çekmekle meşgul, sen daha
fazla kazma istersen.”
“Anlama…
Ah anladım yer yarıldı sen de içine gömülüyorsun! Hak ettin. Eh artık bir özür
dilersin adamdan.”
“Evet
ama nasıl?”
“Nasıl
kırdıysan kalbini öyle de onar. Unutma canım, olaylar her zaman göründüğü gibi
değildir.”
“Ya
da tam göründüğü gibidir ama biz o görüntüye başka anlamlar yükleriz. Teşekkür
ederim sayın avukat. İki hafta sonra yarışım var. Yakışıklımı sokuyorum yarışa.
O akşam geç bir yemek ile borcumu ödemeye ne dersin?”
“Güzel
bir şişe de şarap getir bana. Yoksa affetmem.”
“Şanslısın
ki fabrika yandığında şaraplarımıza bir şey olmadı. Ah Didem, işin aşk kısmını
bir yana bırakalım. Hani benim yanımda çalışan Recep vardı ya. Bir sürü olayın
kahramanı olan çocuk. O hapisten kaçmış.”
“Ne
demek hapisten kaçmış? Böyle saçmalık olur mu?”
“Mahkemeye
nakledilirken hemzemin geçitte durmak zorunda kalmış araç ve o sırada
jandarmaya saldırı düzenlemişler onu kaçırmışlar.”
“Öyle
bir haber duymuştum. O senin çocuk muydu? Peki sen ne yapıyorsun? Tedbirleri
arttırdın mı? Seni düşman biliyor artık.”
“Jandarma
arttırmış ama ben kimseyi göremiyorum. Ya iyi saklandılar ya işi
savsaklıyorlar.”
“Saklanıyorlardır.
Sen rahat ol. Bana sonra o davanın dosya numarasını verir misin? Bir bakayım
konuşturulmuş mu çocuk? İfadesi varsa oradan bir ipucu bulurum.”
“Bildiririm
tatlım. Didem… Teşekkürler hayatım.”
“Bak
bağbozumuna oraya geleceğim, ondan önce düğün için gelmeyi tercih ederim.”
“Düğün
olur mu bilmiyorum. Sanırım onu çok kırdım. Şimdi sıra o kırdığım yerleri
onarmakta. Becerebilirsem davetiyeyi elden veririm.”
Insanın akıllı arkadaşları olmalı 👍
YanıtlaSil