“Ne
oldu? Hiç haber vermiyorsun.”
“O yem
çuvalı açılmadı henüz. Acele etme. Ne kadar geç hastalanırlarsa o kadar garanti
olur işimiz. Bunu ilk defa yapmıyorum. Bana güven.”
“Öyle
olsun bakalım. Ama istediğim gibi olmazsa sana yapacaklarım konusunda da sen
bana güven. Üstelik uzakta değilim. Birkaç dakikaya yanında olur, seni
mahvederim. ”
Telefonu
kapatırken sırtının ürperdiğini hissetti. Onu iyi tanımayanların asla tahmin
etmeyeceği bir kişiliği vardı. Herkesin sessiz sakin dediği adam telefonda dediklerini
gözünü kırpmadan yapacak ikinci kişiliği ile nadir bulunan biriydi…
*****
Toprak, akşam İzmir’e dönmüş ama aklını
köyde bırakmıştı. Kendisi de neden olduğunu bilmiyor ama devamlı Ece ile olan
konuşmayı, onun hareketlerini ve gelen telefonu düşünüyordu. Sanki bugüne kadar
Ece’nin hayatında mıydı? Onun kiminle ne yaşadığını biliyor muydu? O zaman
neden merak ediyordu? Onu görmek, konuşmak kafasını çok karıştırmıştı. İlk
gençlik yıllarına geri dönmüştü Ece ile. O zaman da Ece ile bir şeyler
olamazdı, şimdi de olacağı yoktu. Öyleyse neden hâlâ telefondaki İsmail’i aklından
uzaklaştıramıyordu? Düşünmesi gereken Ece ile dünyalarının çok farklı olduğuydu.
Evine girdiğinde bile düşünceleri aynı
noktada dönüp duruyordu. Aslında düşünmüyor, düşünmek istemiyor ama o anlar
aklından çıkmıyordu. O geceyi rahatsız bir uykuyla geçirdi. Ertesi gün biriken
işlerin kontrolleri ile geçen saatler, nihayet kafasını biraz dağıtmıştı.
Öğlen yemeği için müşteriler gelmeye
başlamıştı. Çoğu zaman en alt katta, neredeyse gözükmeyen köşedeki küçük masada
bilgisayarını açıyor ve hem müşterilerini izliyor hem işleri takip ediyordu. Bunu
müşterilerin yüzlerini görmek için yapıyordu. Ara sıra mutfakta çalışıyor,
oradayken de aynı takibi yapıyordu. Bugün ocağın başında çalışamayacağı kadar
çok işi vardı. Özlüyordu mutfakta çalışmayı, yeni yemekler denemeyi.
Saatine baktığında bire geldiğini
gördü. Artık öğle yemeği için gelenlerin sayısı azalacak, iki gibi hiç kimse
kalmayacaktı. Garsonlardan birini çağırdı. Köşe masanın hazırlanmasını istedi.
Birazdan o masanın müdavimleri gelecekti. Her öğlen birileri geliyor, sessizce yemeklerini
orada yiyor sonra da aynı vakur tavırları ile gidiyorlardı. Diğer müşterilerinden farklı olarak onlar
gerçek müdavimlerdi.
“Toprak Bey, her şey hazır! Gelmelerini
bekliyoruz.”
“Anladım, biz işimizi biliyoruz bize
karışmayın, diyorsun.”
“Asla… öyle olur mu? İçiniz rahat etsin
diye demiştim.”
“Anladım, anladım takılıyordum sadece.
Bana da bir çorba verir misin?”
Garson yanından uzaklaştığında
bilgisayarına döndü. Ece’ye mesaj atsa yanıt verir miydi acaba? O İsmail denen
adam ne yazacaktı ona? Daha önceden mesajlaşmadıkları belliydi. Yeni mi
tanışmıştı acaba? O zaman çok hızlı ilerleyen bir tanışıklıktı bu! Telefonu
vardı onda. Telefonunu verecek kadar samimiydi!
Toprak kendisini yiyordu neredeyse. Ece
ve İsmail’i düşünmek yerine garsonun getirdiği çorbayı içmeye başladı.
Aşçılarını seviyordu!
*****
Ece, annesinden duymamış gibi babası
ile bir kez daha konuşmayı denedi. Belki mantıklı açıklamalar yaparsa ikna
ederdi. “Baba, Karayel’ler evin çevresi hariç tüm bağları satacakmış. Diyorum
ki, yola yakın olan bağın toprağı çok iyi. Oradan iyi de üzüm alıyorlar. O
kısmı biz alalım mı?”
“Hayır” derken babasının neredeyse
nefesi kesilecekti. “Sorma bile.”
“Ben
de sormayayım diyordum ama sonra neden söylemedin dersin diye kararımı
değiştirdim.”
“Şeytan
görsün yüzünü o Halil denen herifin.”
“Öyle
deme baba, eminim Halil amca da o zaman yaptığından pişmandır ama dediğinden geri
dönememiştir.”
“O
pişman değil. Zaten bak tutunamadı köyde şehre kaçtı. Bırak şunu savunma bana.”
Sözlerinin sonu geldiğinde hırıltılı sesi hepten kısılmıştı. Ece daha fazla
konuşup üzmek istemiyordu. Ufak bir sorunun kafalarda bu kadar büyütülmesini
anlamıyordu. Halil amca da babası da inatçılık ediyor ve pireyi deve yapıyordu.
Çünkü ne o zaman, ne de şimdi o küçüklükte bir bağa ihtiyaçları yoktu.
Babasının şimdiki tavrının altında biraz da hastalığının etkisi vardı. Üzmemek
için konuyu kapattı.
“Tamam.
Yağmuru görüyor musun? Bak nasıl yağıyor. İyi ki çatıyı desteklediler.
Neredeyse tepeme çökecekmiş ama ağabeyim ustaları yolladı da sorun kalmadı.
Yaza yeniden elden geçecek. O zamana kadar rahat edecekmişim. Eskiden hava
durumunu tutturamazlardı ama artık neredeyse saat veriyorlar o saat yağıyor
yağmur.” Havadan sudan muhabbet böyle oluyordu işte. Konuyu dağıtmak, üzdüğü
babasının sakinleşmesini sağlamak ve yeni konuya ilgisini çekmekti amaç.
Başarılı olmuştu.
“Güzel yağıyor. İşler bitmişti değil
mi?”
“Bitti, bitti. Merak etme baba, ben
senin anlattığın ‘Fırtınada Uyuyabilirim’ hikayesi ile büyüdüm, unuttun mu?
Yıllar önce bir
çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı. Yerleştikten
sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu. Ama ne yakındaki köylerden ne de
uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu. Müracaatçıların
hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, burası fırtınalıdır, siz
de vazgeçseniz iyi olur diyorlardı.
Nihayet
çelimsiz, orta yaşı geçkince bir adam işi kabul etti. Adamın haline bakıp
‘çiftlik işlerinden anlar mısın?’ diye sormadan edemedi çiflik sahibi.
‘Sayılır’ dedi adam, ‘fırtına çıktığında uyuyabilirim’. Bu ilgisiz sözü biraz
düşündü, sonra boş verip çaresiz adamı işe aldı.
Haftalar
geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi
rahatladı. Ta ki o fırtınaya kadar:
Gece yarısı,
fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki, bina çatırdıyordu. Yatağından
fırladı, adamın odasına koştu: ‘Kalk, kalk! Fırtına çıktı. Her şeyi uçurmadan
yapabileceklerimizi yapalım.’ Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: ‘Boş
verin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında
uyuyabilirim demiştim ya.’ Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı. Ertesi sabah
ilk işi onu kovmak olacaktı, ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu.
Dışarı çıktı,
saman balyalarına koştu: A-aa! Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba
ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı. Ahıra koştu. İneklerin tamamı bahçeden ahıra
sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti. Tekrar evine yöneldi; evin
kepenklerinin tamamı kapatılmıştı. Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü,
yatağına yattı. Fırtına uğuldamaya devam ediyordu. Gülümsedi ve gözlerini
kapatırken mırıldandı: ‘Fırtına çıktığında uyuyabilirim’
İkisi de bu güzel hikayeyi anımsayıp gülümsedi.
“Aferin kızım. Hadi ben de biraz
uyuyayım.”
“İlaçlarını verdiler mi?”
“Verdiler merak etme. Hadi git de sen
de dinlen bugün. Dışarıda çalışılmaz bu havada.”
“Tamam baba, iyi uyu sen.”
*****
Sibel, ders çalışmak için bilgisayarı
istediğinde Ece, şaraphane için kendisine gönderilmiş liste ve resimlere
bakıyordu. Babasının da dediği gibi bu havada dışarıda çalışılmaz diye kendine
iş yaratmış, listedeki ürünleri inceliyor, ihtiyaç duyduklarını not alıyordu. Yeni
bir sürü alet vardı. Meşe fıçılar pek iyi gözükmüyordu. Gelen e-postadaki bilgileri excele atıp, elinde
olmayanları ayrı bir listeye aktarıp fiyatlarını kontrol etti. Bütçesine son
derece uygundu bunlar. Tek sorun meşe fıçıların tahmininden eski olmasıydı. İki
sene kadar idare ederdi. Yeni fıçı fiyatlarını araştırınca iki sene için onları
almanın çok da kârlı olmadığını gördü. Diğerlerinin kendisi için ayrılmasını
talep ettiği e-postasını yazdı. İşi bittiğinde aradan on beş dakika geçmişti.
Dizüstü bilgisayarı Sibel’e uzatmak üzereyken aşağıda yeni bir e-posta
geldiğini gösteren pencere açıldı.
Reklam sandığı için ilgilenmeyecekti
ama Karayel kelimesini okuyunca dikkat kesildi. Mesaj Toprak’tandı. Heyecanla
açtı gelen e-postayı. İyi ama o nereden biliyordu adresini? Okumaya
başladığında kendi sorusunun yanıtı da öğrendi.
Merhaba Ece,
Umarım iyisindir. Adresini nasıl
bulduğumu merak ediyorsundur. Sen telefonda birisine söylerken istemeden
duymuştum. İyi de olmuş. Cevat kalfaya ulaşamıyorum. Telefonlarıma çıkmıyor. Senden
rica etsem ona ulaşıp beni aramasını söyler misin?
Toprak Karayel
Ece, ekrandaki yazıya şaşkın gözlerle
bakıyordu. Ne konuşacaktı Toprak, Cevat ile? Kendisine söyleyebilirdi. Neden
onun aramasını istiyordu? Ece, daha fazla düşünmeden yanıt yazdı.
Merhaba Toprak Ağabey,
Hava yağışlı. O yüzden kimse çalışmıyor.
Cevat’a ulaşamam. Zaten ona söyleyeceğin şeyi bana söyleyebileceğini
biliyorsun.
Ece Kılıç
Toprak, kısa sürede yanıt gelmesine hem
sevinmiş hem de şaşırmıştı. Bu kız internetin başında mı oturuyordu? Hem ne
yapıyordu internette? Merakla mesajı açana kadar aklından geçenler bunlardı.
Mesajı okuduğu an ise siniri bozulmuştu. Ne bir selam, ne bir hatır sorma,
aksine sinir edecek şekilde ‘Toprak ağabey’ diyerek başlamıştı yazısına.
“Ne söyleyeceğim sana?” Sinirle kalkarken
ekranı da kapatmıştı. İzmir’e dönmeden önce Cevat ile konuşamamıştı. Ona
söyleyeceği şey, bağlar satılana kadar Ece’nin lafından çıkmaması olacaktı.
Bunu Ece’ye nasıl söyleyecekti? Bir sigara yaktı, derin bir nefes çekti. Neredeyse
tek nefeste yarısını içtiği sigarayı küllüğe bıraktı ve yerine oturdu. Yanıt
vermesi gerekiyordu. Sinirini belli
etmeden ne yazacağını bilemediği için aynen onun yaptığı gibi kısacık bir mesaj
yazdı. “İlk gördüğünde söyle lütfen beni arasın. Onunla konuşmam gereken bir
konu. Zor olacaksa yengemi arar ondan isterim.”
İki dakika sonra “Tamam” yazan bir
mesaj aldı.
Tek kelimelik bir yanıt…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder