11 Eylül 2016 Pazar

KAÇIŞ - Tek Bölüm




KAÇIŞ

-Ayşenur geç kaldı. O gelmezse üç kişi mi oynayacağız? 
-Beş dakikamız daha var. Gelmezse evet üç kişi oynarız, önemli değil.  
-Tamam, zaten bu ev küçükmüş, kalabalık olunca ortam daraltıyormuş. 
-Kim dedi sana bunu? 
-Geçen hafta gelen arkadaşlar beş kişiydi. Hatta bana üç kişi ile de olur dedi de bizim ekip zaten dört kişi dedim. 
-Öğrendin mi ipuçlarını? 
-Hayır, ne ben sordum ne onlar söyledi. 
-Ben sorardım.  

-Sorsan da söylemezler. Zaten öyle bir maddeleri var.  
-Kim bilecek kimin söylediğini? 
-Hiç etik değilsin! 
-Sen de çok etiksin.  

İki arkadaş birbirlerine sayıp dökerken Ayşenur'un geldiğini fark etmediler bile. Can da neredeyse eline yapıştığını düşündükleri telefonu ile bir şeyler yazıyordu. Nerede olduklarını bile fark etmiyor olabilirdi. Cansel, kardeşi Can'a bakıp gözlerini devirdikten sonra Ayşenur'a bakıp saatini gösterdi.   

-Kızlar, kusura bakmayın, zor yetiştim. Kuzenim geldi. Onu da getirmek zorunda kaldım. Lavaboya uğradı, ellerini yıkaması lazımmış. 

Şevval, arkadaşının böyle bir oyun ortamına küçük bir çocuğu getirmiş olmasına sinirlendi. Ayak bağı olmasını istemiyordu. Tam konuşacakken, Ayşenur'un üzgün yüzüne bakıp cümlesini yuttu. Gereksiz yere kalbini kırmanın yeri değildi.  

-Önemli değil canım. Gelsin de girelim. Bu oyun evinin diğerlerinden çok daha farklı olduğunu söyleyeyim. Az önce Cansel'e de anlattım. Sırlar, ipuçları öyle çekmecede dolapta falan değil, odanın gözüken yerlerindeymiş. Her odanın bir hikayesi varmış. O hikayeyi çözersen anahtarı buluyorsun ama anahtar bildiğimiz anahtar değil.  

-Hepsini anlatma. Kuzenim geliyor, ikimize birden anlat ki daha kolay bulalım. 
Üç genç kızın da bakışları kapıdan giren kuzene dönmüştü. Şevval, beklediğinden en az on beş yaş büyük kuzeni görünce şaşırdı.

Ergenlik yaşlarında beklerken otuzlu yaşlarda olması ile keyiflendi. Üstelik çok da yakışıklıydı. En azından onun ölçülerinde yakışıklıydı. Cansel'in de aynı fikirde olduğu bakışlarından anlaşılıyordu. İçinde kabaran bir duygu ile ilgi çekmek için hamle yapacakken kendisini tuttu. Cansel'in erkek kardeşi ise hâlâ elinde telefon ile oynuyordu.  

Ayşenur, yanlarına gelen genç adamın koluna girerek,  
-Bu dünya yakışıklısı, amcamın oğlu Cüneyt. Cüneyt'ciğim, bunlar da hep bahsettiğim arkadaşlarım, Cansel ve Şevval. Oradaki android bağımlısı ise Can. 

Cihan önce Cansel'in elini sıkıp,  

-Adınızı çok duydum. Memnun oldum, dedi. Cansel ise yanıt olarak sadece gülüp, baygın bakışlarla erkeğe bakmaya devam etti.  

Cihan, Cansel'in kardeşi Can ile de kısa bir tanışmanın ardından bu kez Şevval ile tokalaştı. Hiç konuşmamıştı. Şevval, şaşkınlıkla bakıp elini çekti. O konuşma gereği duymuyorsa kendisi de konuşmayacaktı. Cansel'i beğenmişti demek ki! 
Neler düşünüyordu böyle? Normal olarak oyunu düşünmesi ve anlatması gerekenleri hızlıca belirtmesi gerekiyordu. O da öyle yaptı.  

-Odalar, kitaplar, filmler, tablolar gibi sırlarla döşeli imiş. Yani hayatında kitap okumamış birinin bu evde oynaması pek mümkün değil. Çekmeceden, çekiç tornavida falan çıkmıyormuş. Bir de her oyun ekibine farklı bir simülasyon veriliyormuş.  

Oraya para veriyorlardı. Kısa sürede hikayeyi çözmek ve tüm kapıları açtırmak gerekiyordu.  

Nihayet oyun evinin görevlileri son kez kısa bir bilgi verip onları odaya aldı. Arkalarından kapı kilitlendi. Tüm süre boyunca mutlaka izlenecekler ve bir şey olduğu takdirde kapılar açılacaktı. Kimsenin sağlığını tehlikeye atmak gibi bir niyetleri yoktu. Yine de insanın o ilk kilitlenme sesini duyduğunda içinde korku ile karışık bir heyecan oluşuyordu.  

Nihayet, beş kişi daha önceden aktarılmış bilgiler ile odayı incelemeye başladı. Geçiş yapacakları dört oda vardı. Her oda için ortalama on beş dakika harcayacaklardı. İlk odadan çok daha kısa sürede geçeceklerini tahmin ediyorlardı.  

Önce odayı sağdan sola taradılar. Gördükleri, bir köy evi şeklinde döşenmiş odaydı. Bir tarafta gümüş renginde boyalı soba, yığılmış odunlar, yanında büyük bir damacana ve üstünde huni, sepetlerde meyveler vardı. Duvarda büyük bir orman resmi asılıydı. Diğer odaya geçmelerini sağlayacak kapının arkasında asılı askılarda bir elbise ve üstünde pembe kurdele bağlı bir şapka asılı idi.  

-Meyve sepeti, orman, elbise... Kırmızı başlıklı kız mı?  

İlk fikir Cansel'den gelmişti. Kardeşi, dışarıda bıraktığı telefonu yüzünden canı sıkkın, konuştu.  

-Masal mı anlatıyorlar bize? Eğer masal ise her eşyanın bir şeyi simgelemesi lazım değil mi?  

-Bak, orman, elbise, şapka, sepet... hepsi var.  

-Yatak yok bir, şapka o, kırmızı başlıklı kızınki pelerin idi.  

İkisinin konuşmasını dinleyen Şevval, 

-Can haklı, her eşyanın bir anlamı var dendiğine göre, başka bir şey anlatıyorlar. Bence,  

Dedi ve kısa bir an sustuktan sonra tüm eşyalara kısaca tekrar baktı ve ağzını açtığında kulağına bir ses daha geldi.  

-Oz büyücüsü 
-Oz büyücüsü 


Cüneyt ile ikisi aynı anda aynı şeyi söylemişti. Birbirlerine bakarken ara kapının açıldığını fark etmediler. 

Arkadaşları sevinçle yeni odaya giderken Şevval, genç adama sordu 

-Okudun mu izledin mi? 

-İkisi de. Kitabını okuduğum halde filmini izlediğim nadir kitaplardandır. Çocuk kitabı olması etkendir değil mi?  

-Evet, kesinlikle ondandır. 

-Soba mı? 

-Evet, sen de mi? 

Başını sallarken gülümsüyordu. İkisi de aynı ipucundan yakalamıştı. 

-Sonra konuşuruz, hadi yeni soruyu çözelim.  

Diğerleri çoktan yeni odayı incelemeye başlamıştı.  

Bu odada tamamen boştu. Sadece duvarlara yansıtılmış görüntüler vardı. Videolar ve fotoğraflar dört duvarı da kaplamıştı.  

İlk duvarda çılgınca eğlenen ve içenlerin olduğu bir düğün vardı. Uzun etekli kadınlar farklı erkeklerle dans ediyor, bir sürü genç adam ellerinde şarap dolu bardaklarla dans edenleri izliyor ve içiyordu. Önce filmi düşündüler ve bulduklarını sandılar ama hemen yan duvardaki fotoğraf tamamen başka bir ortamdandı. 

Eski bir yol fotoğrafıydı. Bir evin tam resmin ortasında olduğu, etrafındaki tüm sokakların bir şekilde o eve bağlandığı bir fotoğraf...  
İlk vidonun karşısındaki duvarda da video dönüyordu. Tekrar başladığında genç bir adamın yollar arasında yürüyüşünü izlediler. Sanki devamlı aynı yerde dönüp duruyor gibiydi. Kapının olduğu duvara bakmalarına bile gerek kalmadan, beşi de 'Kırmızı Pazartesi' diye söylendi. Bembeyaz bir duvarda, yanıp sönen, farklı dillerde, kırmızı renkte 'biliyordu, o da biliyordu, biliyordum' gibi kelimeler dönüp duruyordu. Beşi de yavaşça açılan kapının önünde gülümseyerek duruyordu. Henüz yirmi dakika olmamıştı ve iki odayı geçmişlerdi. Kalan odalara yirmişer dakika ayıracak kadar vakitleri vardı. Keyifle üçüncü odaya girdiklerinde ilk iki oda kadar hızlı çözebileceklerinden emin değillerdi. Duvarlarda notalar, ortada bir piyano, bir gitar ve keman vardı.  

-İçinizde bunlardan birini çalmayı bilen var mı? 

Soran Cüneyt idi. Kızlar kafalarını olumsuz anlamda salladı. Herkes okuldaki müzik derslerinden kalan nota okuma çabaları ile komik sesler çıkartıyordu. Can, gitarı eline aldı. Bir iki nota çaldı. Akortu düzeltti ve sadece notalardan oluşan duvardaki parçayı bir iki kez hata yapmasına rağmen oldukça başarılı çaldı.  

-Seni seviyoruz Can. Hadi şarkının adını da sen söyle.  

-Lütfen kapımızı açar mısınız? Mozart, Türk Marşı'nı bu kadar kötü çaldığımı duyup mezarından fırlamadan yeni odayı görelim istiyoruz.  

Kapı açılırken herkes kahkaha ile gülüyordu. İlk üç oda tahminlerinin üstüne bir başarı ile atlatılmıştı.  

Dördüncü odaya girdiklerinde ilk kez ne yapacaklarını bilemediler. Tüm duvarlar harflerle doluydu. Arkalarından kapanan kapının üstünde bir not vardı. Her duvardaki harflerden anlamlı kelimeler bulacaklar, tamamını kullanarak yine bir kitaba ulaşacaklardı. Bu kez işleri çok daha zordu. Masada kağıt kalem bulunuyordu. Herkes bir duvara yerleşmiş, Can masaya oturmuş, söylenen her kelimeyi yazıyordu. Kural olarak yazıyı bulsalar bile kelimelerin tamamını bulmak zorundaydılar. En zor bilmece sona kalmıştı. Yine de dört duvarda birer kişi hızlı hızlı kelimeleri buluyor, ellerini kelimenin üstünde gezdirince duvara yansıtılan görüntüde kelime mavi ile belirginleşiyordu. Herkes sağdan, sola, yukarıdan aşağıya, çapraz olarak harfleri taramaya devam ediyordu. Sonunda yeni kelime bulamayacağını anlayan cümleleri oluşturmak için Can'ın yanına gidiyordu. Karışık kelimeleri anlamlı bir cümleye dönüştürmek sanılandan zordu. Tek cümle olması için fazla kelime vardı. Bir paragraf olacağını tahmin edince daha da zorlanmaya başlamışlardı.  

Şevval, kağıdı eline aldı. Herkes itiraz eden sesler çıkartırken o rahatlıkla kelimeleri dizmeye başlamıştı.  
-Hemen bir Osmanlı, bir dünya kelimesi daha bulun. Bu Nutuk'un ilk paragrafı. Daha doğrusu paragrafın ya bir kısmı ya da biz daha çok kelime bulmak zorundayız. Hadi dediklerimi bulun.
  
İki kelimeyi de Cüneyt bulup işaretlemişti.  

-Başka noksan var mı? Tüm cümleleri doğru sıralayabilecek misin? 

-Sizler de yardım ederseniz olur.  

Ayşenur, gözlerini kapattı ve ezberden ilk üç cümleyi söyledi. Şevval, arkadaşının söylediklerini kağıda yazarken, noksan kelime tespit eden Cansel, 
-Hayat değil, hayatlarını, hemen bulup devamı var mı bakalım. Bir de imza değil, imzalanmış. Hiç olmayan kelimelerden biri yorgun.  

Onlar kelimeleri bulurken çıkış kapısı üzerinde yanıp sönen bir yazı oluştu. 

'İsterseniz oyunu bitirebilirsiniz. Rekor sürede tamamlamış olmanız size bir oyun hakkı daha kazandırdı. Dilerseniz o hakkı saklayın, isterseniz yeni bir soru ile iki oyun hakkı kazanın. Tercihinizi kelimeler içinde bulacağınız evet ya da hayır ile belirtin. Süreye dahil değildir.  
Yönetim' 


Ekip sevinçle yeni oyunu kabul ederken, az önce buldukları kelimelerin doğru halini duvara yansıtan görüntü belirdi.  

Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup birinci Dünya Savaşında yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi birinci Dünya Savaşına sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar 

Yeni odaya geçiş için önce koridora çıkmaları gerekmişti. Oyunun dört aşamasını kırk beş dakikanın altında tamamladıkları için kazandıkları özel soruyu daha önce hiç gören olmamıştı. Merakla yeni odaya girerken neyle karşılaşacaklarını bilmemenin heyecanı kaplamıştı hepsini.  

-Tuvalet molası verecek kadar vaktimiz var mı?  

Şevval'in isteğine diğerleri de uyunca oyun evinin sahipleri on dakika sonra odaya alacaklarını söyleyip izin verdiler.  

Şevval tuvaletten çıktığında Cüneyt'i gördü. Tek başınaydı. Tanışma anındaki sessizliğini çoktan unutmuştu. Oyun sırasında ikisi de hızlı düşünme özelliklerinin faydasını görmüş, bol okumanın kazandırdıklarını paylaşmıştı. 

-Demek soba?  

Minik bir kahkaha atan Şevval yanıtladı.  

-Huni ile teyit ettim.  

-Ben de. İlk Alice mi Oz mu diye düşünürken soba ve huni ile netleşti. Teneke adam bana hep eski sobaları anımsatıyor. Düşünsene on sene sonra belki de kimse soba ile örtüştürmeyecek. Çünkü hiç soba görmeden büyüyen nesiller olacak! 

-Üzücü mü, yoksa onlar için sevindirici mi bilemiyorum.  

Onlar konuşurken diğerleri de yanlarına gelmişti. Hep birlikte son odaya geçtiler. Sadece on beş dakikaları vardı. Ve odada devasa bir tablo vardı. Tek sorun tablonun 32 parçaya bölünmüş, tamamının karıştırılmış olmasıydı. Elbette hemen her parçanın birbirine çok benziyor oluşu da sinir bozucuydu.  

Ayşenur, Şevval'e döndü, 

-Bu senin işin. Biz karışırsak daha zor çözersin.  

-Haklısın. Ben başlıyorum. Takılırsam yardım alırım.  

Cüneyt, niye karışmadıklarını anlamamıştı. Kuzenine soran gözlerle baktı.  

-Sanat tarihi mezunudur benim canım arkadaşım. Oyun evi, onun okulunu bilse asla bu odaya sokmazdı bizi. Çekil ve izle. Hatta dur, bak ne diyecek şimdi. 

-Şevval, yardım lazım mı? 

-Hayır, tabloyu anladım. Michelangelo'nun Kıyamet Günü adlı eseri. Tabii o bir tablo değildi. Duvar süslemesiydi. Vatikan'da bulunan Sistine Klisesinin duvarında bulunur. 

Bunları söylerken bir taraftan da üstünde işaret olan bir parçayı yerinden çıkartmıştı. Tek parça çıkartılınca diğerlerini kaydırarak doğru yerlerine ilerletmek kalmıştı. O kadar karıştırılmıştı ki büyük parçaları sürüklemek zorlamaya başlayınca erkekler yardıma geldiler. On dakika sonra sadece tek parça kalmıştı. Az önce yerinden çıkarttığı parçayı da takınca tablo tamamlanmıştı. 

Odanın kapısını açan ekip oyuncuları kutluyordu.  

-Bu resim sizin için çocuk oyuncağı oldu. Sayenizde katılımcılarımızın eğitimlerini sorgulamamız gerektiğini de öğrendik. Fakat itiraf etmeliyiz gerçekten çok yetenekli bir ekipsiniz. Sonraki oyununuzu çok daha özel hazırlayacağımızdan emin olunuz. Ayrıca, ister sizler, ister yollayacağınız bir başka ekip bizim konuğumuz olacaksınız. Üç kez oynamak istemeyebileceğinizi düşünerek bu alternatifi de sizlere sunuyoruz. Karşılık olarak da bol bol bizden bahsetmenizi ama oyunları anlatmamanızı rica ediyoruz. 

Herkes mutlu, heyecanlı teşekkür edip evden çıktı.  

Cüneyt, 
-Bu kadar heyecandan sonra herkes acıkmıştır sanırım, bir şeyler yiyelim mi? 
Teklif herkese cazip gelince yakındaki bir lokantaya gittiler.  

Yemekten sonra, herkes evlerine gitmek için vedalaşırken Cüneyt, hafta içi sinemaya davet etmişti Şevval'i. Diğerlerinin bakışlarında ima bile olmaması Şevval'i rahatlatmıştı. Daveti kabul edince, telefon numarasını da verdi. 

Sonraki günler telefon bekleyerek geçmişti. Nihayet perşembe akşam üstü beklenen telefon gelmişti.  

-Merhaba Şevval. Cüneyt ben. Nasılsın? 

-İyiyim, teşekkür ederim, sen nasılsın? 

-Pek iyi değilim ama düzeleceğim. 

-Ne oldu? Hasta mısın? 

-Ben iyiyim de, şirketten bir arkadaşımız hafta başında kaza yaptı. Bizi biraz korkuttu. Şimdi durumu iyi ama ailesi burada olmadığı için bizler ilgilenmek durumundaydık. Bugün güzel haberler alınca ben de nihayet bize vakit ayırabildim. Biliyorum çok geç oldu ama bu akşam buluşabilir miyiz? 

Aslında ne bu akşama ne başka akşama evet demeyi düşünmüyordu. Mazereti geçerli olduğu için terslemek yerine sadece o akşam için hayır demeyi tercih etti.  

-Dediğin gibi geç gelmiş bir telefon. Bu akşam için başka programım var.
  
-Sen de haklısın, beni mi bekleyecektin? Yarın müsait mi programın? 

-Cumartesi öğleden sonra müsaidim. Senin için uygun mu? 

-Eğer akşamına da bir şeyler yapabileceğimizin sözünü alırsam kesinlikle benim için de uygun olur. 

-Mesela? 

-Mesela, önce sinema, sonra yemek ve en sonunda bir şiir okuma gecesi? Ne dersin? 

Nefesi kesilmişti. Böyle bir teklife hayır demek mümkün değildi.  

-İşte bu hayır diyemeyeceğim bir teklif oldu. Şiir dinlemeye bayılırım. 

-Tahmin etmiştim.  

Sonra nerede nasıl buluşacaklarını kararlaştırıp kapattılar telefonu. Şevval, kendisine ait antikacı dükkanında dolaşmaya başladı. Keyfi yerine gelmişti. Yeni gelen ürünlerin evraklarını ve katalog bilgilerini kayıt etmeliydi. Sıkıcı ama gerekli işi yapmak için önce kendine güzel bir kahve yaptı. Bu kadar keyiflenmesini anlamlandırmaya çalışmadı. Yeni bir arkadaşlık, devam ederse bir ilişki belki ve sonrasında aşk... Çok hızlı gittiğini düşünüp fincanı elinde masaya oturdu.  


***** 

Ayşenur, Cansel ve Şevval, oyun evindeki başarılarının üstünden geçen günlerde sık sık görüşmüştü. İlk zamanlar 'neler yapıyorsun?' sorusu, son günlerde 'neler yapıyorsunuz' şeklinde çoğul olmuştu. Herkes iki aydır Cüneyt ile çıktıklarını biliyordu. İlk buluşmalarında çok keyifli bir gece geçirmiş, yemekten sonra gittikleri şiir dinletisinden tahminlerinin bile üstünde keyif almışlardı. Usta seslerin seyircilerin arasından da birilerine şiir okutması ile çok da eğlenmişlerdi.  

-Kuzenimi göremez oldum. Adam zaten aylarca başka şehirde çalıştı. Bölge kurdu, sonra geldi nihayet göreceğiz diyordum ki sana kaptırdım. 

-Kuzenin bundan şikayetçi mi?

-Deli misin? Halinden çok memnun. Niye daha önce tanıştırmadın diyor her karşılaşmamızda. 

-Biz tanışalı ne kadar oldu ki? İki sene mi? Eh anca olmuş işte.  

-Tanıştığımızda sen Berkem ile çıkıyordun. Zaten o zaman tanışsanız bugünkü gibi olmazdı hiçbir şey! 

-Çok haklısın.  

Devam edecekti ama söyleyeceği cümleler ilişkinin çok ciddi olmasını istiyormuş gibi algılanacaktı. O yüzden yuttu cümlelerini. Henüz çok kısa süre olmuştu. Birlikte vakit geçirmek, gülmek eğlenmek, kitaplardan, müzikten, resimlerden konuşmak, ortak noktaların keyfine varmak iyiydi de ara ara hissedilen kıskançlık olmasaydı! 

İki gün önce lokantada yaşadıkları tartışmayı anımsayınca canı sıkıldı. 

-Cüneyt hep mi kıskançtı? 

-Kıskanç mı? Bilmem. Eski kız arkadaşlarından tanıdığım, tanıştırıldığım olmadı hiç. İlişkilerinde nasıl olduğunu bilmiyorum. Kız kardeşi böyle bir şey anlatmadı ama yine de sorarım laf arasında.. Rahatsız mı oldun? 

-Cuma akşamı birlikte yemeğe gittik. Ben hiç fark etmedim. Bir masadan bana bakanlar varmış. Tuvalete gitmek için etrafıma baktım. O masaya bakıyorum sandı ve tuvaletten döndüğümde beş karış suratla oturuyordu masada. Tüm gece tatsız geçti tabii. Dün aramadı. Bu sabah sizinle kahvaltı edeceğimi biliyordu gerçi ama yine de her sabah arayan adam hala aramadı. 

-Belki başka bir sorun vardır. Sen niye aramadın?  

-Öğleden sonra hala aramamış olursa, ben arayacağım. Hiç sevmem böyle sürüncemede kalan olayları. Herkes tavrını açık açık ortaya koymalı. 

-Kimmiş o tavrını ortaya koyması gereken? 

Şevval, sesi duyunca bir anda gülümsemeye başladı.  

-Bu kız kıza bir kahvaltıydı, Cüneyt Bey. Böyle habersiz baskın yapılmaz ki.  

-Biri kuzenim, biri sevgilim olunca kovulmayacağımı düşündüm. Dün de arayamadım. Bari kendimi affettireyim dedim. 

-İyi yaptın, Cüneyt. Tam seni çekiştiriyorduk ki, geldin. Bana bak, sen kıskanç mısın? Üzüyor musun arkadaşımı? 

-Geçen günkü olay mı? Pislik herifler. Tamam neyse düşünüp yine kızmayacağım. Pazar günümüzü öyle densizler yüzünden kötü geçiremeyiz.  

Üç kızın aklından geçen de birbirine yakındı. O adamlar hadsizce bir şeyler yapmış olmalıydı. Yoksa hala sinirle söylenmezdi. Konuyu uzatmak istemeyen Şevval, gülerek baktı sevgilisine. "Senin bahtsızlığın da sevgilinin güzel olması. Ne yaparsın, bu erkek milletinin gözü takılıyor!" 

Cüneyt'in yüzü bir anda kararınca şaka yollu takıldığına pişman oldu Şevval. Hemen, gönlünü almak için konuşmaya devam etti. "Nereden bilecekler, bu güzelin gözü bir kişi hariç kimseyi görmüyor!" Galiba olmuştu. Rengi normale dönüyordu. Gözlerini gözlerine dikmiş araştırır gibi bakıyordu. Şevval, gizlemediği sevgisi ile bakınca o da yumuşamıştı.  

"İşte bu duyduğum en güzel cümle oldu. Hadi ben de sipariş vereyim. Yumurta yiyecek olan yok mu? Omlet söyleyeceğim." 

Günün kalan kısmını iki sevgili birlikte geçirmiş, tatsız olaylar bir daha konu edilmemişti.  
Şevval, akşam eve döndüğünde günü düşünmeye başladığında içinde yeni bir şüphe hissetmişti. Niye kimseye haber vermeden gelmişti. Üç kız buluşacaklardı ve bunu bir haftadır biliyordu. O süre içinde Ayşenur'dan bilgi alabilirdi. Acaba sormuş ve yine de merak edip gelmiş miydi? Yalan söyleyeceğini mi düşünmüştü? Hem niye hala o olayı hatırlayınca yüzü kararacak kadar sinirleniyor, gözlerinden alev çıkacakmış gibi bakıyordu?  

Aralarında bir şeylerin ters gittiğini hissediyorsa da sonradan geçen güzel saatler bu rahatsızlığını perdeliyordu. Belli ölçüde kıskanılmanın bir sakıncası yoktu. O da Cüneyt'i kıskanıyordu. Ama olay çıkartmıyor, surat asmıyor, tavırlarına bakıyor, boşa kıskandığını anlayınca rahatlıyordu. Yine bir ara Ayşegül'ün ağzını yoklayacaktı. Aşırı kıskanç insanlarına hayatı nasıl kararttığını iyi biliyordu.  

Babası, annesinin hayatını karartmış, genç yaşta bir sürü hastalıkla boğuşmuş, kırk yaşında da hayatını kaybetmişti. Kendi hayatında da böyle saplantılı tavırları olan bir erkek istemiyordu. Henüz yeni olan ilişkinin geleceğinde yapacağı en önemli şey, Cüneyt'in kıskançlığının ölçüsünü anlamak olmalıydı. Ona baktın, markete gittin, beş dakika geç kaldın gibi mazeretlerle olay çıkartacak birine katlanamazdı.  


*****  


İlişkilerinin iniş çıkışları oluyor, hiç tahmin etmeyeceği bir anda tartışıyor, bazen küçük küslükler yaşıyorlardı. Bu tartışmaların ardından ise ikisi de diğerinin aramasını beklemek yerine bir şey olmamış gibi arıyor, konuşuyor, planlar yapıyordu. İşte bu davranışlarını seviyordu. Gereksiz uzamayan tartışmalar artık keyif bile verir olmuştu. Her geçen gün, ilişkilerinde daha sağlam adımlar attıklarına inanıyordu.  

Ten uyumları da mükemmeldi. Birbirlerinden zevk alıyor, bir arada olmaktan, öpüşmekten, bazen biraz daha ileri gidip sevişmeye ulaşacak kadar tahrik olmaktan ama sonra kendilerini toparlayıp biraz daha zamana bırakmaktan keyif alıyorlardı.  

Tüm bunları ölçüp biçerken en korktuğu sahnelerden birini yaşadı. Ayrı ayrı gidecekleri bir yemeğe yarım saate yakın gecikmişti. Gecikeceğini anladığında aramış, haber vermişti. Tam kapatmak üzereyken dükkana giren bir çift oldukça yüksek alış veriş yapmış, ellerindeki bazı antikaların değerlerinin tespit edilmesini istemişlerdi. Cüneyt'e telefon açtığında müşterinin de telefonu çalmış, oldukça yüksek sesle ve gülerek karşı tarafla konuşmaya başlayan adamın sesi Cüneyt'e kadar ulaşmıştı.  

-Ne kadar keyifli bir müşteri! 

-Evet, biraz fazla keyifli. Canım, ben en kısa sürede yanında olacağım. Şimdi sattıklarımı paketlemeliyim.  

Bu konu elbette telefonun kapanması ile kapanmamış, yarım saatlik gecikme tüm gece süren laf sokmalarına dönüşmüştü. Neden o kadar keyifliydi? Neden Şevval'in gözlerinin içi gülüyordu? Neler konuşmuşlardı? Gerçekten evli miydi? Bir de evine mi gidecekti? Ne zaman, niye, niçin, neden? Soruların ardı arkası kesilmiyordu. İki saatlik süre içinde neredeyse başka bir konu konuşmamışlar, her yeni konu çabası dönüp dolaşıp müşterilere dönmüştü.  

-Cüneyt, ben çok yorgunum. Artık eve gitmek istiyorum. Yarın telafi ederiz, olur mu? 

-Yorgun olduğun belli. Tamam, evine bırakayım seni. K...  

Tam bir şeyler daha söyleyecekken susmuştu. Büyük ihtimal yine aynı konu ile ilgili konuşacaktı. Arabaya bindiğinde başını koltuğa yaslayıp gözlerini kapattı. Daha fazla aynı konuda tartışma kaldıracak durumda değildi. Tartışmaya başlayacaklar ve belki de kırıcı olacaklardı. Zaten bu akşamki yemek ilişkilerinde ciddi bir gedik açmıştı. Bu kadar kıskanılacak, uzatılacak ne olduğunu hiç anlamıyordu.  

Cüneyt, güvenlik ekipmanları üreten firmanın bölge sorumlusu olarak sık sık şehir dışına çıkıyor, günlerce bölgesini turluyor, çoğu zaman firmalarla yemeklere, eğlencelere gidiyor, kadın seslerinin eksilmediği telefon görüşmeleri yapmalarına rağmen hiç açıklama yapmıyor, soru sorduğunda ise iş arkadaşlarım onlar, özel bir şey yok, diye kesip atıyordu. 

Şevval, evinin önüne geldiğini fark ettiğinde Cüneyt'in gözlerini camdan dışarıya sabitlediğini, konuşmadan öylece durduğunu görüp şaşırdı. Ne düşünüyordu? 

-Teşekkür ederim, yarın görüşürüz. 

-Yarın, yola çıkıyorum. Bir hafta kadar yokum. Döndüğümde görüşürüz. 

-Neden? Aramayacak mısın? Aramamı istemiyor musun? 

-Yoğun olacağım. Sanırım bu kez aramaya fırsat bulamayacağım. 

-Ne demek istiyorsun Cüneyt? 

Nihayet, dışarıda neye baktığını bir türlü anlamadığı gözler kendisine dönmüştü. Bakışlarında ne sevgi, ne nefret, hiçbir şey yoktu. Resmen boş boş bakıyordu.  

-Şu an konuşamayacağım. Gerçekten yoğun olacağım ama asıl yapmak istediğim bu süreyi ikimiz için de sağlıklı düşünmemiz için uzak geçirmek. Ararsak kararımız etkilenir. En güzeli döndüğümde birbirimiz için ne ifade ettiğimizi konuşalım. Hem belki bu arada müşterinin antikaları çok değerli çıkar ve sen değeri tespit etmekte güçlük çekebilirsin. Ben yokken rahat rahat gider incelersin... 

-Şu an ne kadar kırıcı olduğunun farkında mısın? 

-Sen beni nasıl kırdığının farkında mısın? 

-Seni kıracak ne yaptım? 

-Beni aptal yerine koymaya kalktın. İyi düşün Şevval. Bir haftan var. Bu süre içinde benim, yerimi, değerimi iyi ölç. Geleceğinde ben varsam, hareketlerinin, hayatındaki insanların hepsine dikkat etmen gerektiğini bilmelisin. Yok o gelecekte Cüneyt'e yer yok, diyorsan, bunu da bilmeliyim.  

Şevval, bu aşamaya nasıl geldiklerini bir türlü anlamıyordu. Kendisine verilen ültimatomlarla hareket edecek biri de değildi. Arabada biraz daha kalsa o akşam söylenecek cümleler ile dönüşü olmayan yola gireceklerdi. Kapıyı açıp sessizce indi arabadan. Kapıyı kapatmadan eğildi, mesafeli bir sesle konuştu.  

-İyi geceler ve iyi yolculuklar. Ben düşünürken sen de düşün Cüneyt. Gerçekten kızdığın ben miyim?  


Şevval, yaşanan olayın basitliği ile sonucunun karmaşası arasında serseme dönmüştü. Bir erkeğin bu kadar basit bir olaydan bu kadar büyük sorunlar çıkartması için mutlaka başka bir sorun yaşamış olması gerekiyordu. Ayşenur ile bunu daha önce konuştuğu için yine arkadaşına soracaktı. Arkadaşı, Cüneyt'in kız kardeşine sorup bilgi alacaktı. O konuşmanın üstünden uzunca bir zaman geçmiş iki taraf da bir daha konu etmemişti. Şimdi konuşmanın zamanıydı işte. 


Ayşenur, kuzeni ile yaptığı konuşmayı aktarmıştı Şevval'e. Bildikleri bir şey yoktu. Hiç anlatmamıştı. Sadece iki yıl öncesine göre daha farklı biri olup çıkmıştı. Çok daha fazla ima, kinaye ve güvensizlik içeren konuşmalar yapıyordu. Ayşenur, Şevval'den bahsetmediğini de öğrenmiş, arkadaşına söylemişti.
  
-Benden bahsetmemesi önemli değil. Benim ailemden de kimse bilmiyor Cüneyt'i. Ama iki sene önce kesin bir şey olmuş. Anladığım kadarıyla huyu suyu değişmiş adamın.  

-Evet, bu kadar ters, hatta maço tavırları olan biri değildi.  

-Altta gizli erkeği görebiliyorum. Iyi biri ve kibar. Fakat, bir an geliyor, hiç ummadığın şekilde kabalaşıyor. Sonra da buna pişman olduğunu anlamanı sağlıyor.  

-Pekala, sen onu zaten çözmüş ya da çözmeye yaklaşmışsın. Şimdi ne yapmak istiyorsun? Bu adamla uğraşmaya değer mi? 

-Bu adam dediğin senin kuzenin! 

-EEee ne var bunda? Kuzen olmamız onu iyi biri ya da kusursuz yapmıyor. Önemli olan senin ne istediğin.  

-Bence konuşmamız lazım onunla. 

-Sonra? 

-Sonrasını bilmiyorum. Hatta nereden başlayacağımı, ne konuşacağımı da bilmiyorum.  

-Tamam, dönmesine iki gün var. Bu arada düşün iyice. Ve canım, şunu bil, kararınız ne olursa olsun sen benim arkadaşımsın. Onunla olan durum, bunu asla değiştiremez. 

-Teşekkürler canım.  

-Oyun evinden e-posta aldım. Sanırım sana da geldi. Ikinci oyun için randevu almamızı istiyorlar.  

-Bence en yakın zamanda alalım. Gidip kafa dağıtalım.  

-Cüneytli ya da Cüneytsiz...  

-Aynen canım. 



İki gün gerçekten düşünerek geçti. Ne diyecek, ne yapacak, nasıl bir yol takip edecekti? 
Sonunda buldu! 

Cüneyt, içindeki sıkıntıyla dükkanın kapısını açtı. Bir haftadır sesini duymamıştı. Ne konuşacaklarını bilmiyor, yanıtının ne olacağını tahmin bile edemiyordu. Ayşenur ile kız kardeşinin konuşmasından haberi vardı. Ayşenur'u aramış, ağzından laf almaya çalışmış, ağzının payını alıp susmuştu.  
Şimdi de bir hafta önceki konuşmanın sonuçlarını alacaktı.  

-Merhaba! 

Şevval, sesi duyunca şaşırdı. Akşama bekliyordu. Hatta önce aramasını, belki de başka gün için randevulaşmayı bile bekliyordu ama sabahın onunda dükkanda görmeyi beklemiyordu. Yazdığı e-postayı taslağa kaydedip ekranını kapattı. Cüneyt'in bakışlarını kapağı kapatılan laptopa diktiğini görünce içinde bir yerler yine kırıldı.
  
-Merhaba. 
-Nasılsın? 
-İyiyim, sen nasılsın? 

İlk tanışmadaki sessizlik bile bu konuşmadan daha samimi kalmıştı. Cüneyt, daha sonra o sessizliğinin dilinin tutulmasından kaynaklandığını söylediğinde çok mutlu olmuştu. Oysa şu an ikisi de mecburiyetten konuşan insanlar gibi soğuk, mesafeli ve samimiyetsizdi. 

-İyiyim! 
-Bir şey içer misin? 
-Hayır. 
-Tamam. 

Şimdi çığlık atacaktı. Bu ne kadar saçma bir konuşmaydı. Üstelik ikisi masanın farklı taraflarında durdukça daha da sevimsizleşecek gibiydi. Kalkıp kapıya gitti ve kilitledi. Arka tarafta bulunan minik odaya geçti. Cüneyt de onu takip etti. En azından orada ikili ve tekli koltuklar vardı. Orta sehpa bile olmadığı için fiziksel uzaklığı bir şekilde yok etmiş olacağını düşünmüştü.  

-Müşteriler merak etmez mi kapını kilitli bulunca? 

-Etmez. Antika aceleye gelecek iş değildir, başka zaman gelirler. 

Şevval, tekli koltuğa oturdu. Cüneyt de otursun diye bekledi ama genç adam küçücük odada ayakta durmayı, arka bahçeye bakan tek kanatlı camdan dışarı bakmayı tercih etti.  

Daha fazla dayanamayan Şevval oldu. 
-Düşündün mü? 
-Ya sen? 
-Düşündüm! 
-Kararın? 

Tam şu anki soğukluğu yüzünden kesip atacakken içinde bir ses sabırlı olmasını söyledi. Düşündüklerini uygula... 
-Kararımı vermedim. 
-Düşündüm dedin! 
-Evet, düşündüm ve kararımı vermedim. 

Cüneyt rahatlamış mıydı? Sanki omuzlarında bir gevşeme görmüş gibiydi. Yüzünde de merak vardı. En azından bir duygu kırıntısı görebilmişti. 

-Neye göre karar vereceksin? 
-Sana göre... 
-Bana mı? Zaten bana göre karar vermen gerekmiyor muydu? 
-Öyle. 

Daha fazla uzatmadan, aklındakileri uygulamaya başladı.  
-Cüneyt, hafta sonu arkadaşlarım ile üç günlük bir geziye gidiyorum. 

-Ne? Kim o arkadaşlar? Nereden çıktı bu gezi? 

-Benim üniversiteden bir grubum var, bahsetmişimdir. Işte onlarla Şile'ye gideceğiz. 

-Bu soğukta ne işiniz var Şile'de? 

-Ne demek ne işimiz var? Biz hemen her sene böyle bir buluşma düzenleriz. Eski arkadaşlar, yeni katılanlar falan güzel bir ortam olur. 

-Yeni katılanlar mı? 

-E tabii evlenenler, çocuk sahibi olanlar da var. Onlar da ailece geliyor. 

-Öyle mi?  

-Ne kadar kalabalık o kadar iyi.  

Asıl konudan çok uzaklaşmışlardı. Yine de Şevval, tepkileri ölçmek için konuya devam etti.  

-Bu sene iki bebeğimiz var. Bazen de arkadaşlar, kardeşlerini, abilerini, ablalarını falan getiriyor. Geçen sene tanışan bir arkadaşım, bu sene evli olarak gelecek.  

-Evli... yani tanışma için oldukça uygun ortam oluyor. Üç gün üstelik...  
İşte beklediği an... 

-Sen kimlerle tanıştın? Bir haftada eminim bir sürü yeni insanla tanışmışsındır! Hatta daha önceden tanıdığın birileri ile yeniden bir araya gelmiş olabilirsin. Nasılsa telefonla rahatını kaçıracak kimse de yoktu! 
-Ne demek istiyorsun? 

-Ne diyebilirim ki Cüneyt? Bir haftada neler yaptığını merak ettim. Sonra niye merak ediyorum, dedim. Cüneyt, ya bu ilişkiyi bitirdi ve orada gününü gün ediyor, ya benim varlığım onun hata yapmasını engelliyor. Işte burada yanıt tamamen sende. Tabii bu karara varana kadar geçen sürede kendimi oldukça üzdüm.

-Özür dilerim. 

-Ne için? 

-Seni üzdüğüm için, elbette.  

-Yani benimle ilişkin bitti ve bunu bana söylemediğin için özür diliyorsun öyle mi? Yoksa tam tersi, bir sorun olmadığı halde beni üzdüğün için mi özür diliyorsun? Ah işte benim en sevdiğim kısım bu.  

Cüneyt şaşkın bakışlarla izliyordu Şevval'i. 

-Ne o sevdiğin kısım? 
-Yanıt bekleyen sorular elbette. 
-Sorular mı? Sen gerçekte bana bir şey sormadın ki! Kendi düşüncelerinde bir sürü soru yaratmışsın. Sor bana... 
-İki sene önce ne oldu? 
-İki sene önce mi?  

Beklemediği yerden gelmişti soru. Yüzünün şekli değişmiş, gözlerindeki ifade sertleşmiş, hatta rengi solmuştu.  

-Evet, iki sene önce böyle değilmişsin. Hiç bana etik metik deme, seni sordum Ayşenur'a... o da kardeşine sormuş... Sonuç, sen iki sene önce değişmişsin. Mutlaka önemli bir şey yaşadın. İşte onu soruyorum, iki sene önce ne oldu? 
Cüneyt, bir süre baktı yüzüne. Hani, bakışlar kurşun olsa, kesin ölmüştüm, dedirten türden bakıştı o. Sonra bir adım attı. Bir adım daha... Zaten küçücük olan odanın sonuna gelmişti. Kapıdan sessiz ama sinirli adımlarla çıktı. Bir dakika sonra dış kapı arkasından kapanmıştı.  

Şevval, uzun süre oturduğu yerden kalkamadı. Bitmişti... İki sene önce Cüneyt'in iyi taraflarını bitiren olay, bugün de Şevval ile olan ilişkisine noktayı koymuştu.  
Ağlamak istiyor ama boğazı yanıyor, yaşlar akmıyordu. Yavaşça yerinden kalktı. Ön tarafa geçti, az önce umutla oturduğu masaya, yıkılmış bir şekilde çöktü. Yanıtı hiç beğenmemişti. Hayır, bu yanıttan nefret etmişti.  

Bir saat sonra Cansel ile Ayşenur karşısında oturuyor, neler olduğunu anlatmasını istiyordu. Kendisi aramadığına göre Cüneyt aramış, söylemiş olmalıydı. İyi de niye buna gerek duymuştu?  

-Kızlar, bu çocuk gerçekten önemli bir şey yaşamış ve unutamamış. Sanırım aşık olmuş ve kız bunu terk etmiş. Anlatamayacağı kadar ağır geliyor hala bu olay ona. Bastı gitti. 

-O zaman seni niye oyaladı? Niye saçma kıskançlıklar yaptı? 

Ayşenur, mantıklı bir yaklaşımda bulununca, Cansel tamamladı.  

-Aşık olduğu kız, başkası ile gitti demek ki! 

İşte bu kadar basitti. Cüneyt, hala kendisini başkası için terk eden kıza aşıktı. O yüzden Şevval ile olamıyor, erkek sinekten kıskanıyor, onu severse aynı şeyleri yaşayacağını düşünüyordu.  

Arkadaşları, ipuçları ile sonuca ulaşmasına yardımcı oluyordu.  İyi şeyler düşünmeye çalışıyordu. Çok fazla kaptırmamıştı kendisini. Atlatacaktı. Hem zaten kaç ay olmuştu ki? Yine de bu kadar kısa sürede bu kadar güzel anıları olduğu için teşekkür borçluydu. Silkelendi, oturuşunu dikleştirdi, yüzüne başarabildiği kadar bir gülümseme yerleştirdi. 

-İki senedir aynı hislerle hareket ediyorsa zaten hiç şansım yokmuş. Keşke bizi de böyle sevecek erkekler bulsak. Tamam sonu üzücü olmuş onun için ama yine de büyük bir aşk yaşamış. Biz de böyle sevileceğimiz bir aşk bekleyelim.  

-Bekleyelim bakalım. 



İki gün boyunca ölmeyecek kadar yedi, dudakları kurumayacak kadar su içti, işini çevirecek kadar uyudu. Hiç gülmedi, az ağladı, bol düşündü...  
Bu iki gün boyunca Cüneyt'ten hiç ses çıkmamıştı. Zaten aramasını beklemiyordu. Kendine de yalan söylemeye başlamıştı. Aramasını bekliyordu. Yoksa niye gözü devamlı telefonuna takılacaktı ki? Sonunda gezi günü geldi çattı.  
Sabah sırt çantasını alıp çıktı evden. Arkadaşları ile buluşacağı meydana geldiğinde indi taksiden. Yüzünde onları kandıracak kadar bir gülümseme vardı. Üç gün boyunca gerçek ruh halini saklayabileceğinden emin değildi. Okumayı sevdiğini bilen arkadaşları onu bir şeyler okurken görünce rahatsız etmeyecekti. O yüzden tabletini yanına almıştı. Kaçma ihtiyacı duyunca sığınacağı bir şeyler lazımdı.  

Eşler, nişanlılar, çocuklar derken kırk kişiden daha kalabalık bir grup olmuşlardı. Otobüs ile gidilecekti. Hepsi ile sarılmış, öpüşmüş, ayak üstü kısa muhabbetler yapmıştı. Zaten bu toplantıların haricinde de görüştükleri için konuşacak konu çoktu. Hareket saati geldiğinde herkes otobüse yürürken telefonu çaldığı için bir an duraksadı.  

Ekranda bir numara vardı ama isim çıkmamıştı. Merakla alo dediğinde hem kulağından hem de hemen arkasından gelen sesle duraladı.  

-İyi yolculuklar demek için aramıştım.  

Cüneyt'in sesini duyar duymaz arkasına dönmüş, neredeyse burnu adamın montuna gömülmüştü. 

-Ne arıyorsun burada? 
-Dedim ya, sana iyi yolculuklar dilemeye geldim. 
-Neden böyle bir şey yapmak istedin? 
-Çünkü o söylediğin bekarlardan varsa, senin artık hayatında biri olduğunu bilsinler istedim.  
-Kim var benim hayatımda? 
-Ben varım. Döndüğünde bekliyor olacağım. Gerçekten konuşacağız. Geçen gün öyle gittiğim için özür dilerim. Açıklamayı gerçekten hak ediyordun ama ben hazır değildim.  
-Artık hazır mısın? 
-Hiç tahmin etmeyeceğim kadar hazırım üstelik. 
-Teşekkür ederim. 
-Ben de hala beni dinlemeye hazır olduğun için teşekkür ederim. 
-Artık gitmem lazım.  
-İyi eğlen. Gül artık. Seni izledim, herkes gülüyordu senden başka. Gül lütfen. 
-Eğleneceğim, güleceğim. Döndüğümde görüşmek üzere.  
-Sakın... neyse tamam, hadi iyi eğlenceler, gidince ara.  
-Ne diyecektin? 
-Boş ver. 
-Söyle... 
-Kızma ama... Benim yapmayacağım, hiçbir şeyi yapma... diyecektim. Üstelik yapmayacağını bildiğim halde... 
-Tamam, merak etme.  

Otobüsün kapısına doğru bir hamle yaptı. Herkes binmiş, onu bekliyordu. Cüneyt elini tutup binmesini engellemiş, geri döndürüp çok küçük, belli belirsiz bir öpücük bırakmıştı dudaklarına. Gülerek bindi otobüse. Tüm arkadaşlarının oooooo, Şevvalllllll, o neydiiiiii, deyişlerini Cüneyt bile duymuş, gülerek el sallıyordu. İçindeki korku iki günde geçecek gibi değildi ama başaracaktı. Hayatı çok daha iyi olacaktı.  


İner inmez aramış, sen de gel demişti Şevval. Boş oda vardı. Çok güzel vakit geçireceklerdi. Yine de Cüneyt, hayır demiş, gitmemişti. Meraktan ölüyor, kabuslarla uyanıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Ama aşacaktı bu üç günü. Böyle başlayacak, sonra çok daha iyi bir yaşamı olacaktı. Neler yapması gerektiğini biliyordu.  


Otobüsten iner inmez kendini Cüneyt'in kollarında bulmuştu.  
-Çok özledim. Deli gibi özledim.  
-Ben de özledim ama gelmeyen birisi için seninki biraz tuhaf kaçıyor. Niye gelmedin? 
-Sonra konuşuruz. Şimdi, hadi vedalaşacaksan vedalaş, hemen gidelim.  
-Vedalaşacağım ama seni de tanıştıracağım. Üç gündür başımın etini yediler. Tabii sen de istersen.  

İstiyordu. Hepsini tanımak, ölçmek, biçmek, kendisinin yerini anlatmak istiyordu. Bir elini Şevval'in beline doladıktan sonra arkadaşları ile tanıştı. Sevmişti grubu. Herkes samimi gözüküyordu. Hatta bir dahaki sefere gelmesini söylemişlerdi.  
Nihayet arkadaşlarından ayrıldıktan sonra arabaya bindiler.  
-Konuşmalıyız Şevval. Nereye gidelim? 
-En uygunu benim evim sanırım.  
-Tamam.  

Çay demlenirken konuşmaya başladılar. Daha doğrusu Cüneyt anlatmaya başladı. 

-Üç sene önce tanıştık, çıkmaya başladık, evlenmeye karar verdik. O süre içinde çok yakın arkadaşlarımız ile de birbirimizi tanıştırdık. Birlikte programlar yaptık. O kadar çok gülüyor, eğleniyorduk ki tüm hayatımız öyle geçecek diye seviniyordum. Ortak zevklerimizin olması, aynı şeylere gülebilmek önemliydi. Mükemmel diye bir şey varsa işte o bizim ilişkimizin tarifiydi... Sonra...  

Bir süre sustu, o ana kadar asık olan yüzü gülmeye başladı.  

-Sonra, ne kadar aptal olduğumu anladım. O üç yıl içinde tamamen sahte birini tanımışım. Tek bir ortak noktamız yokmuş aslında. Hep yalan söylüyormuş. Okumadığı kitapların özetlerini bulup üç beş cümle ezberliyormuş. Filmlerin konularını okuyor, bir iki sahneyi izliyormuş. Benimle birlikte iki erkekle daha çıkıyormuş. Sonunda üçümüzü de ortada bırakıp bir başka adamla çekti gitti.  

-Ona hala aşık mısın? 

Anlattıklarından sonra eğer hala böyle birine aşıksa o kadını alnından öpmek lazım diye düşünüyordu.  

-Aptalmışım dediysem, o kadar da değil. Aslında ara sıra şüpheleniyordum ama bu kadar büyük bir yalanı beklemiyordum. Tüm güvenimi kaybettim. Bu kıskançlıkla falan alakalı değil. Bu karşımdakilerin ne kadar büyük oynayabilecekleri ile alakalı. Bir iki küçük şüphe hariç her dediğine inanmıştım. Gerçekleri öğrendikten sonra ise herkesten şüphe etmeye başladım.  

Bir an sustu. Sonra sonuçlarına katlanacağını belli eden bir ses tonu ile devam etti.  

-Seninle tanıştığımız gün katıldığımız oyunun ilk sorusunun bir film, sonrasındakinin bir kitap olması, koca bir paragrafı hatırlayan insanlarla arkadaş olman hep artı olarak yazıldı hanene. Yine de her hareketini kontrol etme ihtiyacı hissediyor olmam aramıza soğukluk sokuyordu. Fark ediyor ama önüne geçemiyordum. Ben gelince ekranı kapatman, benle konuşurken arkadan gelen sesler falan üst üste gelince eski korkularım yine ortaya çıktı. Artık engelleyemez oldum. Geç kaldığın akşam tüm çabama rağmen tutamadım kendimi. Öyle olmadığını bildiğim halde seni müşteri diye anlattığın kişi ile birlikte düşünmekten aklımı kaçırıyordum.  

-Bence kaçırmıştın zaten. Neler söyledin bana? Hala inanamıyorum o akşam söylediklerine.  

-Çözeceğim bunu. Ara sıra saçmalarsam çarem sen olacaksın. Elimden geleni yapacağım.  

-Ben de yardım edeceğim. Arkasında manasız, mantıksız kıskançlıklar var diye o kadar korkmuştum ki! 
-Neden? Kıskanamaz mıyım seni? 
-Mümkünse kıskanma. 
Bir ara anlatacaktı babasını ve yaptıklarını. Ama şu an anlatması gereken Cüneyt idi.

-Mümkün değil. Kıskanacağım elbette, fakat abartmayacağım. Tek istediğim bana dürüst olman.  
-Ama bu karşılıklı bir talep. Ben de dürüst olmanı istiyorum.  
-Aksi mümkün değil.  
-Ben bunu tek istek olarak söylemiyorum ama. Başka isteklerim de var. 
-Ne istiyorsun? Söyle, yapabileceğim şeyse elbette.  
Kendi kaşınmıştı. Şimdi söyleyeceği ile geri dönülmeyecek adım atıyordu.  
-Beni sev... 
Söylemişti işte.  

-Tamam, hadi ne istiyorsun onu söyle. 
-Söyledim ya. 
-Ne söyledin? 
-Beni sev dedim ya. Bunu istiyorum senden.  
-Saçmalama Şevval.  

Donup kalmıştı Şevval. Her şeyi yanlış mı anlamıştı? Onca zaman konuştukları neydi? Yüzüne ateş basmıştı.  

Cüneyt, genç kadının renginin atması ile kendisini yanlış anladığını anlamıştı.  
-Canım, bir tanem, aşkım, seni sevmemi istemene ne gerek var? Zaten seni sevilebilecek her şekilde, ölçülemeyecek kadar çok seviyorum. Bunu benden istemene ne gerek var, demek istedim. Benden isteyeceğin başka bir şey varsa söyle, yoksa da gel artık buraya... 
Ne ara o kolların arasına koştuğunu anımsamıyordu.  

Nihayet 2. oyun için ekip toparlanacaktı. Randevu saatleri geldiğinde sadece Şevval ve Cüneyt gelmişti. Son dakikaya kadar bekledikleri halde ne Cansel, ne Ayşenur yoktu. Can zaten katılamayacağım demişti. Başka zamana erteleyemeyecekleri, ödül oyun olduğu için ikisi girmek zorundaydı.
  
-Eminim başarırız, hadi gel.

Cüneyt, elinden tutup odaya soktu.  
Başka bir oyun olacağını biliyordu. Bu kez film bir düğüne aitti.
  
-İki gelin mi? Bu soruyu hazırlayanların nasıl bir fantezisi var acaba? 
-Şiiişşşttt bizi duyuyorlar. 
-İyi tamam, bak tüm resimler itiş kakış içeriyor. Sen böyle filmleri sever misin? Hiç izlemedik sanırım.  
-Hayır, izlemedik ama izleriz.  
-Tamam, o zaman açsınlar kapımızı, çünkü bu Düğün Savaşları...  
-Emin misin?  
-Şüphen mi var? Bizler romantik komedileri severiz.  
-Belli. Kapı açıldı.  

Yeni odada bir sürü renkte masalar, süsler, tüller falan vardı. Oyun, tek bir masanın düzenlenmesinin noksansız olmasını gerekli görüyordu. İstedikleri rengi seçebilirlerdi. Tek bir noksan olmadan hazırlamaları gerekiyordu. 

-Hangi renk? Sarı, mavi, pembe, beyaz, lila ve açık yeşil var...  
-Sen hangi rengi istersin? Maviyi ve beyazı çok kullanıyorsun.  
-İşim gereği. Sen seç rengi. Ben toparlamaya uğraşırım, masayı sen hazırlarsın.  
-O zaman şu açık yeşil olsun.  
-Tamam, hadi bakalım.  

Çok oyalanmışlar ama nefis bir masa hazırlamışlardı.  

-Beğendin mi? 
-Bayıldım. Sanırım kendime bu renklerde bir şeyler alacağım.  
-Ben de çok beğendim.  
-Onlar da beğenmiş, bak kapı açıldı.  

Yeni odada yine bir sürü harf olan duvarlarla karşılaştılar.  
Açıklamayı okuduklarında işlerinin daha zor olduğunu anlamışlardı.  
Sadece üç kelime bulmaları gerekiyordu. Sağdan sola, soldan sağa, aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya taramalarına rağmen ilk iki duvarda tek anlamlı kelime bulamadılar.

Üçüncü duvarı incelerken Cüneyt nihayet ilk kelimeyi bulmuştu. Fakat bunu söyleyemezdi. Şevval bulmalıydı. Diğer iki kelimeyi de yakınlarda bulacağını tahmin ediyordu. İki sıra aşağıda üçüncü kelimeyi, son satırda da ortadaki kelimeyi bulunca rahatlamıştı. Eğer Şevval bulamazsa o gösterecekti.  
Şevval, ilk kelimeyi okuduğunda şüphelenmişti. Nihayet bir kelime bulmuş olmanın heyecanı ile tam söyleyecekken susmuştu. İkinci kelimeyi bulması gerekiyordu. Hızlı gözlerle taradı tüm duvarı. İşte o da vardı. Artık emin bir şekilde son kelimeyi aradı. Sanki az önce görmüş müydü? Evet işte onu da bulmuştu.  
İlk iki odada anlamalıydı bir şeyler olduğunu. Hatta sadece ikisi içeri girdiğinde çözmeliydi...  

Cüneyt, onun yüzünü inceliyor, orada bir şeyler arıyordu. Şevval, yüzünü döndü, kendisine aşkla bakan adama aynı aşk dolu gözlerle baktı. Yüzü ıslanıyordu ama umurunda değildi. 

-Evet  
-Evet dedin değil mi?  
-Evet dedim, evet canım...  

Kapı açılırken, ekrandaki üç kelimeyi oyun evinin mutlu sahipleri boyamış, BENİMLE EVLENİR MİSİN? kelimeleri tüm odada yanıp sönmeye başlamış, onların etrafını da kırmızı kalpler doldurmuştu. Ağlarken gülmeye başlayan Şevval, fısıltı ile kulağına söyledi söyleyeceklerini.  

-Seni seviyorum, o masanın aynısını istiyorum, düğün savaşlarına engel olacağıma söz veriyorum... ama senden tek isteğim var, ne olur kırmızı kalpler falan olmasın.  
-Emin misin? 
-Seni sevdiğim kadar.  
-Tamam, çok sevgi az romantizm... anlaştık. 


SON


1 yorum:

  1. Teşekkürler böyle güzel ve uzun bir yazı için hoşuma gitti beğendim :) sitemin linkini koyuyorum müsadenizle bana da beklerim efendim. Magazin Haberleri

    YanıtlaSil