Dışarıda
Ayça gerçek bir şok yaşıyordu. Bu adı duyana kadar kadının blöf yaptığından
emindi. Artık işi bitirmeleri ve paralarını alıp kaçmaları çok daha önemli
olmuştu. Polis mutlaka Ronald Craig ve patronuna ulaşacaktı. Parayı İsviçre
bankalarından birine istemeliydi. Belki de suçlu iadesi olmayan bir ülkeye
kaçmalıydılar. Evet bu daha akıllıca olacaktı. Pasaportları, vizeleri her
şeyleri vardı. Sabah uçağı ile kaçacaklardı ama bu bilgilerden sonra hava yolu
ile kaçmak delilikti. Deniz yolu. Şu insan kaçakçılığı yapan teknelerden biri
ile kaçmak akıllıca olurdu. Salak Mine, kendisine bunları anlatarak ne büyük
iyilik ettiğinin farkında değildi. Sevgilisine hepsini anlatmalıydı. Bir an
önce araca dönmek istiyordu.
Mine,
ellerini yıkarken kadının yüzüne baktı. Gözlüğü çıkartmıştı. Kapüşonu
açmamıştı. Kameralara yakalanmayı hala istemediği belliydi. Mine, kadına
söylediklerinde ileri gidip gitmediğini düşündü. İmzalar alındıktan sonra
kendisini öldürmeyi planlıyorlarsa hata yapmış demekti. Tek umudu artık
birilerini öldürmek yerine kendi canlarını kurtarma derdine düşmeleri idi.
Ellerini uzun uzun yıkadı. Parmak aralarını bile ovarken Ayça'nın
şaşkınlıkla baktığını gördü.
"Ne? Hijyene karşı mısın? İçeride nelere dokundum kim
bilir?"
İşte buna yanıtı yoktu. Ayça sustu.
"Sen girmiyor musun?" Mine, bu rahat tavırları ile
delirttiğinden emindi. Ayça’nın sinirli sesinden haklı olduğu sonucunu
çıkarttı. "Hayır."
"Nereye gidiyoruz? Daha çok yol var mı?"
"On dakika, en fazla on beş..."
"Peki orada bizi kim bekliyor?" Başka kimler vardı acaba?
Suç ortaklarını tanımak için çıldırıyordu. Arabanın arkasında sessizce oturan
adamı da çok merak ediyordu. Fırat mıydı acaba?
"Hiç kimse, hadi tamam çıkalım artık."
Yanıtı önemsemedi. Asıl önemli olan konu Fırat’tı... Bunu Sedef duyduğunda
ne yapacaktı? Nasıl tahammül edecekti? Kardeşi acı çekerken yanında olacaktı. Sedef
iki ayrı kişi hakkında iki büyük yanılgı içine düşmüştü. Yiğit'ten
şüphelenirken hata yapmış olduğunu anladığında da kendini suçlayacaktı. Mine
kendilerini farklı anlamda zorlukların beklediğini görerek bu konuları sonraya
bıraktı. Şu an önemli olan başını daha büyük derde sokmadan kurtulmaktı.
“Neden yaptınız bunları?” Sesindeki kabullenmişlik Ayça’nın
konuşmasına yaramıştı.
"Önce baban… o inat etti. Eğer inat etmese, satsa, bunların hiç biri
yaşanmayacaktı. Gerçi o zaman biz de bu işten para kazanamayacaktık. Yıllar
önceki teklife hayır dediğinde ve bunu ısrarla devam ettirdiğinde işler
değişmiş. Ronald’ın patronu hayır kelimesini kendisi kullanmadığı sürece kabul
edenlerden değilmiş. Ben olsam çoktan başka madenlere yatırım yapmıştım. Sonra siz
inat ettiniz. Mine bizi oyalayarak buna neden oldu."
Mine, bunu duyunca duraladı. Ayça, isimlerin düzeldiğini hala bilmiyordu. Tamam,
telefonlarını değiştirmemişlerdi. Fakat, Fırat Sedef ile ilgili şüphe
yaşamıyordu. İkizlerin isim karmaşasını hallettiğini bilmemesi tuhaftı. Sonra
polisin, Yiğit’i aklamak istediğinde söylediğini anımsadı. Suçunu saklamak için
oyuna devam ediyor olabileceğini söylemişlerdi. Ya Ayça? O niye hala devam
ediyordu. Fırat bilirken onun bilmemesi tuhaf değil miydi? Umutla yeni bir soru
sordu. "Biz derken? Fırat ve sen mi? Bu işleri birlikte mi
yaptınız?"
Ayça, genç kadının yüzüne kısa bir an baktı, sonra alaycı bir gülüş ile
yanıtladı. “Fırat konusu seni biraz üzecek biliyorum ama ben sadece yardımcısı
değilim, hem ortağı hem de sevgilisiyim. Bunca işin altından birlikte
kalkıyoruz. Sana ilgi göstermesini hoşlandığı için sanman, bizi sadece
eğlendirdi."
Yanıttan hiç hoşlanmamıştı. Her cümle biraz daha can yakıyordu. Sedef tüm
bu ihaneti nasıl hazmedecekti? Yiğit’ten şüphelendiklerinde bile bu kadar
üzülmemişti. Sedef’in yanında olmak, destek olmak, içine düşeceği durumdan onu
kurtarmak Mine’nin en önemli işi olacaktı. Konuyu bir başka merak ettiği olaya
getirdi. "Babamın ölümünden de siz mi sorumlusunuz?"
Sesteki nefreti fark eden Ayça kısa bir an düşündü. O ayarlamalarda hiç
payı yoktu. Rahatlıkla yanıtladı. "Hayır, ben öyle çalışmam. Benim işim
istenilen ortamı yaratacak şeyleri sağlamak."
“Aslında eğitimci değil misin?”
“Eğitimciyim ama baba ve hatta anne mesleğim dolandırıcılık. On sene önce
iki işi bir arada yapmaya başladım. Özel dersler vermek, istediğin zaman tatil
yapmaktı. Sonra bu iş teklif edildi ve işte buradayım.”
“O zaman Fırat da eskiden beri dolandırıcı, öyle mi?”
“Hayır, o iki sene önce ben yanında çalışmaya başlayınca bu işlere girdi.
Benim hayat standartlarım da azımsanmaz.”
“Az önce sana sordular ya, bu kadar parayı ne yapacaklar, diye. Bil diye
söylüyorum Ayça. Biz o yatırımlarla iş imkanı yaratıyor, insanların para için
karakterlerini satmalarını önlüyoruz.”
“Ne yüce gönüllüsünüz! Ama işte tüm o paralar bazen yetmiyor.”
“Neye?”
“Annemi tedavi ettirmeye. Kanser ve çok ilerledi. Tek istediği Alp
dağlarının eteklerinde bir ev. Oranın havasının iyileştireceğine inanıyor.”
“Bütün olay bu istek ve tedavi için mi? Karşılığında gerçekten kaç para
alacaksın?”
“On milyon doları üç kişi bölüşeceğiz. Ucuza gitmediniz yani.”
Mine kahkaha atacaktı. "Ah ne kadar iyisin? Peki şu arabanın
altında patlayan bomba? Öldürmek istemiyorsanız onu niye patlattınız?" Sesi
oldukça yüksekti. Kendisini frenlemesi ve vakit kazanması gerekiyordu.
"Sesini alçalt yoksa..." Sorusuna yanıt vermemişti.
"Yoksa ne? Beni vuracak mısın? O zaman imzanı da alamazsın, katil de
olursun."
"Kapat çeneni. Ayrıca babanın ölüm planında parmağım yok dedim, ekibim
yapmadı demedim. Seni de rahatlıkla ortadan kaldırırlar.” Sonra sırtından
iterek kapıya yönlendirdi.
Mine, duydukları ile sarsılmıştı. Biraz düşünmek, biraz sakinleşmek için
temiz havaya ihtiyacı vardı. "Ayça, orada da oturtacaksınız sanırım beni. Biraz
yürüyelim mi?"
"Hayır, evde yürütürüz. Artık arabaya gidiyoruz. İyi niyetimi
suiistimal etme."
"İyi niyet mi? Beni kaçırıyorsunuz, neyin iyi niyeti?"
"Öldürmüyoruz. İşte sana iyi niyet. Hem her şeyinizi almak yerine
sadece şu madeni istiyoruz. Bu da iyi niyet."
Sanki iki kadın kol kola girmiş de muhabbet ediyormuş gibi az ötedeki
minibüse yürüyordu. Etrafta dolaşan başka insanlar vardı. Bir an bağırmayı
düşündü. Yolcu otobüsü benzin alıyordu. Belli ki bu insanlar da o otobüsten
inmiş bir kısmı bacaklarını açmak için yürüyor, bir kısmı da tuvalete doğru gidiyordu.
Bir dakika daha oyalansalar belki de onlardan yardım isteyip Ayça’dan
kurtulabilirdi. Şansına küfredip minibüse bindi.
Binerken de son cümlesini yanıtladı. İçerideki erkekler ikisinin ne
konuştuğunu anlamadan dinliyordu. "O iyi niyet değil, her şeyimizi
alamazsınız. O zaman çok dikkat çekerdiniz. Gerçi beni kaçırmakla da aynı
hatayı yaptınız. Çok dikkat çektiniz. Artık atacağınız adımları mali polis de
takip edecektir."
"O kısmı beni ilgilendirmez. Biz bu akşam, en geç sabah sınırı geçmiş
oluruz. Bir daha yurda dönmeye niyetimiz yok. Şirketle bağlantımız da yok. Yani
senin o tatlı canın bizler için üzülmesin."
"Eminim üzülmem."
Ayça arkada tek oturan adamın yanına gitmişti. Fısıltı ile bir şeyler
anlatıyordu. Duyabildiği tek şey uçak oldu. Havaalanlarının takip edileceğini
söylüyor olmalıydı. Yola çıktıktan bir dakika sonra Mine, sesini yükseltip
arkaya doğru kafasını yatırıp sordu. Muhatabım Ayça der gibiydi. “Neden ısrarla
o arazi? Neden o maden? Bir sürü bor madenimiz, hatta daha çok kazanç sağlayan
madenlerimiz var. Neden illa o?”
Ayça kısa bir an durdu. Defalarca sorduğu bir soruydu. Yanıtı ne oradan
elde edilecek tahayyülleri zorlayacak gelir, ne de devletin çıkartacağı yasa
idi. Yasa satın almasına mani olacağı için istiyordu. Elbette çalıştıracak ve
yüksek kar elde edecekti. Ama hikayenin özü kara mizahtı. Anlatmaya başladı.
“David Massey’in büyük büyük babası o madenlerin ilk sahibi olan bir Yahudi
imiş. Osmanlı tapusu ile ele geçirdiği yerleri tek oğlu hastalanınca satmış.
David’in dedesi yani. Tedavisi için Amerika’ya gitmiş. Oğlu iyileşince de bir
daha Türkiye’ye dönmeyi düşünmemiş bile. Anladığın gibi madeni alan senin büyük
büyük baban. Sakın yanlış anlama o zamanlar bunlar maden değil. Sadece toprak.
Maden olduğunun anlaşılması çok sonraya dayanıyor.” Mine, susmasını istemediği
için karışmıyordu ama bu kısımları biliyordu zaten. Ayça anlatmaya devam etti.
“Sonra bu topraklar dedene geçmiş. Dedenle ilgili kısmı biliyorsun. Babanın
tekrar geri almasından sonra David bunları öğreniyor ve o toprakları almak
istiyor. İlk talep beş sene kadar önce galiba. O zaman baban sadece satmam
demiş. Sonra ise iyice inada binmiş ve David Massey, defalarca kez ve farklı
şirket üzerinden talepte bulunmuş. Üç sene önce bizi buldu. Biz de küçük
adımlarla şirkete sızdık.”
“İçeriden kim yardım ediyor size?”
“Ah inan bu yanıtı hiç sevmeyeceksin!”
“Yine de söyle.”
“Herkes.”
“Bu ne demek?” Gerçekten sevmemişti. Herkes bu adam için mi çalışıyordu?
“Kimse sizinle ilgili kötü bir bilgi vermek istemiyordu. Sadece insanlara
güveniyorlar ve sizinle birlikte gözüken bizlere sorduğumuz her sorunun
yanıtını rahatlıkla veriyorlardı. Ağızları gerçekten gevşekmiş.”
“Sekreterlerimiz, asistanlarımız size bilgi sağlıyordu öyle mi?”
“En zor onlardan bilgi alıyordum. Diğer bölümlerin elemanları, ders
aralarında konuşurken o kadar çok bilgi veriyordu ki, şirketini senden bile iyi
tanıdığıma iddiaya girebilirim.”
“Vay be!”
“Onlara kızma. Benim uzmanlığım bu. Hem sadece siz değil, her şirketin
elemanlarında doğru sorular doğru yanıtları getirir. Bildiklerini
‘patronlarının arkadaşları’ ile paylaşmak da bir çeşit yalakalıktır.”
Nihayet konuşması bittiğinde Mine, bu son kısma daha çok üzüldüğünü anladı.
Kötü niyetli insanlara bu kadar kolay şirket bilgilerinin anlatılması çok
rahatsız ediciydi. Mutlaka bunun bir yolu olmalı, insanlar çenelerini
tutmalıydı. Sinirleri çok bozulmuştu. Hepsini işten atmayı düşünmeye bile
başlamıştı. Fakat bu kadar büyük işten çıkartmanın geri dönüşü çok olumsuz
olacağından başka yollar aramaya karar verdi. Uzmanı vardı mutlaka. Onu bulup
ona soracaktı ne yapacağını.
Ayça, arka koltukta otururken anlattıklarından sonra kendisine kızdığı
noktaya takılı kaldı. David denen gözü doymaz yaşlı pislik bu madenden o kadar
çok para kazanacaktı ki, az önce Mine’nin burun büktüğü kadar vardı istediği
para. Planlarda beynini patlatmış, hatasız olması için uğraşmıştı ama iki acemi
ile bu kadar oluyordu.
Ayça artık gittikleri yeri görmesinden çekinmiyordu. Çünkü dışarıda
görülecek bir şey kalmamıştı. Zifiri karanlığı sadece farların yaydığı ışık
yarıyordu. Çok kötü bir yola girmişlerdi. Yanında oturan adamlardan biri, şu
yolu bir düzeltmediler, diye söyleniyordu.
Mine, dışarıya baktıkça moralinin bozulduğunu fark ediyordu. Tek bir ışık
olmayan yolda takip edildikleri an aracı fark edeceklerinden emindi. Bağırsa da
kimsenin sesini duymayacağı bir bölgeydi. Arabanın saatinden zamanı
öğrenmeye çalıştı. İki buçuk olmuştu. Arkadan gelen araç olmadığını anlayan
Mine korku ile ne yapacağını nasıl kurtulacağını düşünmeye başlamıştı. Arabayı
gözden kaçırmış olmalıydılar. O korkuyla bunları düşünürken araç biraz
yavaşlamıştı. Bunun nedeni karanlıkta yolu göremeyen şofördü. Uzunları
yaktığında bile yolu belli belirsiz görebiliyordu. Sis çökmüştü. Aradan iki dakika
kadar geçmişti ki araç ve içindekiler beklenmedik bir şekilde savruldu. Şoför,
küfürlerin arasında aracı devirmemeye uğraşıyordu. Nihayet durduklarında herkes
birbirine nasıl olduğunu soruyordu. Lastik patlamış olmalıydı. Hazırlıksız
yakalanan şoför aracı zorlukla toparlamıştı. Sisten göz gözü görmüyordu.
Yanındaki adamlardan biri "Sen nasılsın? Bir şey oldu mu?' diye
sorunca onların kendisini öldürmeye gerçekten niyetleri olmadığına emin oldu. En
azından imzayı alana kadar hayatta kalacağı kesindi. Sonrası için
yapabileceği bir şey varsa da şu an kesinlikle aklına gelmiyordu.
Ayça, araca dönen şoförün iki lastik de patlamış demesi ile ne
yapacaklarını düşünmeye başladı. Gidecekleri yere en az bir kilometre olduğunu
söylüyordu. Bu karanlıkta lastik değiştirmek zaten mümkün değildi. Mümkün olsa
bile kimse yanında iki yedek lastik taşımazdı. Yol lastikleri yaracak kadar
kötü taşlarla kaplıysa nasıl yürüyeceklerdi? Araçtaki küçük el feneri alıp
indiler. Mine, ayağındaki topuklularla mümkün değil yürüyemem diyordu. Çok
yavaş hareket edeceklerini, çok zorlanırsa yalın ayak yürümesini söyleyen sesin
geldiği tarafa baktı. Yakın olsa yüzüne bir tokat patlatmak istiyordu. Sadece
tokat da değildi ama bu kadar iri birine ne yapabilirdi?
Yarım ayın hafif ışığının olduğu bazı boşluklarda gerçekten çok kötü bir
yolda olduklarını anlıyorlar, hemen sonra sisten yine göremiyorlardı. Buraya
gelene kadar sis yoktu.
Şoför ile Ayça önden yürüyordu. Mine yanındaki iki adamla arkalarından
geliyordu. kaçmasını engellemekten ziyade yolunu bulması için kollarından
tutuyorlardı. Yine en arkadan gelen diğer adamı hala görememişti. Fırat
olsa artık konuşması gerekmez miydi?
Adımlar hızlanmıştı. Mine isyan eden bir sesle,
“Biraz yavaş, ayağımda on pondluk ayakkabılarla size eşlik edemem.” diye bağırdı.
“Giymeseydin!” diyen şofördü.
“Ah ne yazık ki insan eğlenmeye çıkarken, kaçırılırsam
yanımda olsun, diye spor ayakkabı almıyor çantasına. Hoş çantam da yok zaten.
Telefonum kim bilir ne oldu? Sayenizde ergenler gibi iki üç ayda bir telefon
yeniliyorum.”
“Sana da ne dokunur yeni telefon almak.”
Ayça ikisinin atışmasından rahatsız olmuştu. “Saçmalamayı
kesin, biraz yavaş yürüyelim. Geldik sayılır.”
Geldik
demesi ortamı sakinleştirmek için söylenmiş olmalıydı. Etrafı görebildiğini
sanmıyordu. Henüz yüz metre anca yürümüşlerdi.
Bir anda
kollarını tutan adamların yanından uzaklaştığını hissetti. Tuhaf sesler ile bir
sürü hışırtı duyuyor, sisin içindeki hareketleri göremiyordu. Ne olduğunu
anlamak için arkasını döndüğünde etrafında bir sürü insanın sessiz hareketlerle
kaçıranları etkisiz hale getirdiklerini gördü. Bir anda rahatlamıştı.
Gelmişlerdi. Nihayet yakalanmışlardı.
*****
Sabahın
üçüydü ve herkes koltuklarda sızmış şekilde uyuyordu. Yiğit odada gözükmüyordu.
Sedef telefonunun titreşimi ile uyandı. Hemen açıp kısık sesle konuşmaya
başladı. Karşısındaki ses ona başka kimsenin duymaması için uygun yere
geçmesini söylüyordu. Hattın ucunda bir kadın vardı. Sedef, dediğini
yapmış gibi ayak seslerini duyacağı bir daire çizip polislerin yanına geldi.
"Kız kardeşini canlı olarak geri getirmemizi istiyorsan sakin sakin
dediklerimi yapacaksın.”
“Kimsin sen?”
“Kim olduğumun önemi kalmadı. Birazdan bir kurye ile zarf gelecek.
Kardeşinin serbest kalması için sana ulaştırılacak bu evrakları imzalayacaksın.
O imzaladı bile. Sonra zarfı aynı kuryeye vereceksin, ikinizin imzası da bana
ulaştıktan sonra arkadaşlara kardeşini bırakmalarını söyleyeceğim. Anlaşıldı mı
Mine Söğüt?" Sedef kısa bir an duraladı. Ne yapması gerekiyordu? İlk
aklına geleni söyledi.
"Kardeşimin sesini duymadan hiçbir şey imzalamam?"
“Film mi çeviriyoruz burada? Kardeşin benim yanımda değil. O çoktan
imzasını attı, sana da imzalamak düşüyor.”
"Onun kılına zarar verirseniz araziyi falan unutun!"
"İmzalamazsan kardeşini de sen unut!"
"Tamam, tamam imzalayacağım. Kardeşime zarar vermeyin. Sedef'e zarar
vermeyin!"
"Şimdi bir kurye gelecek. Onun getireceği evrakları
imzalayıp geri vereceksin. İşe polisi karıştırmayacaksın. Zaten karıştırdığınız
için bunlar oldu. Alt tarafı bir imza atacaktınız. Artık ne yapacağınızı, ne
yapmayacağınızı biliyorsunuz. Şimdi, gelen kuryenin vereceği evrakları imzala
ve iade et. Anlaşıldı mı?"
"Anlaşıldı."
Telefon kapanmıştı. Hattaki kadının sesini tanımıştı. Ne yapacağını bilmez
şekilde telefona bakıyordu. Tüm düşündükleri yerle bir olmuştu.
“Mine, satış sözleşmesini imzalamış. Kurye bana getiriyor dosyayı. Ben de
imzalayacağım, evraklar bu kez de beni arayan kişiye götürülecek. Onun eline
geçtikten sonra Mine serbest bırakılacak.”
“Tamam, kuryeyi takip eder hemen yakalarız.”
“Polis karışırsa kardeşimi öldüreceklermiş.”
“Biz de karıştığımızı anlamasını engelleriz.”
*****
Fırat, Sedef
yanına oturduğunda uyanıp hemen toparlandı. “Haber mi var?”
Fısıltı
ile yaptığı konuşmayı anlattı. Fırat, kucağında birleştirdiği ellerini tek eli
ile tutup kendinden güç aktarmak istercesine sıktı. Diğer eli ile çenesinden
tutup yüzünü kaldırdı. Nihayet göz göze gelince orada her an değişen duyguları
gördü. Bir an kararlı, hemen ardından üzgün ve korku dolu… Kısık bir sesle,
güven vermeye çalışarak “Polisler Mine’nin peşinde değil mi? Bir sorun mu oldu?
Kötü bir şey mi duydun? Niye şimdi satmaya karar verdin?”
"Benim
inadım yüzünden oldu her şey. Bu kadar ısrarla satmayacağım demeseydim
kardeşimi kaçırmayacaklardı. Ya ona bir şey olursa? Dayanamam buna. O maden
olmadan yaşarım ama kardeşim olmadan…” Cümlesini tamamlayamadı. Derin bir nefes
aldı. “Evrak yollayacaklarmış. İmzalamamı istiyorlar. Sonra kardeşimi
yollayacaklarmış. Tabii o imzalamış bile. Olmadı başaramadık. Polis…” o sırada tuvaletten
geldiği belli olan Yiğit, merakla yanlarına geldi. Yüzünde panik ifadesi vardı.
“Haber mi var?”
Sedef,
kısaca anlattı ona da.
”Mine’yi
tehlikeye atmayacaksın değil mi?”
Sedef,
kırık dökük bir gülümseme ile yanıtladı. “Hayır, ama imza atmadan önce sesini
duymak istediğimi söyledim. Arayan kişinin yanında değilmiş. Sadece
imzalayacağım. Tüm bunlar, bu kadar çaba… Hepsi boşa gitti. Ya ona bir şey
yaparlarsa?” Bunu söylerken Yiğit’e bakıyordu. Renginin attığını gördüğünde
yine düşünceleri karıştı. Şu an emin olduğu tek kişi kendisiydi. Etrafında
büyük bir oyun sergileniyormuş gibi rahatsızdı. Ne yapacağını bilemez halde
odada bulunan polislere bakmaya başladı.
"İmzalayacaksın
değil mi?" Bu soru Yiğit'ten geldi. Genç kız kısa bir an bakıp, "Bilmiyorum.
Mine’nin sesini duymadan imzalamam dedim." dedi.
"Ama
o zaman Mine'ye zarar verirler." Sedef, sadece bir adım daha
beklediğini fark etti. Son bir hamle yaptı. Sesine kararlı bir ton verdi. "Böyle
de bize maddi zarar verecekler. İmzalamayacağım. Bu arada başka bir çözüm
buluruz."
Yiğit,
duyduklarına inanamıyormuş gibi bakıyordu. Bu kadar para hırsının pençesinde
olduğunu anlamadığı için kendine kızıyordu. Ne yapacağını bilmez şekilde öyle
duruyordu. Sonra bir anda aklına gelenle yüzünde minik bir aydınlanma oldu.
Sedef’in oturduğu koltuğun önündeki sehpaya ilişip konuşmaya başladı. "Bunca
zaman ne buldunuz? Bana da bir şey söylemediniz ve iyice karışan işlerin
içinden çıkamadınız. Bak tamam o araziden gelecek paraları karşılamaz ama şu
elimdeki hisseleri devredeyim. Bir anlaşma da yaparız. Maaşımı düşürelim,
primlerimi de almam. Daha kazançlı işler için daha çok çalışırım. Lütfen... ona
zarar verecekleri bir şey yapmayalım." Yiğit,
çaresizce yalvarıyordu. Hayatında ilk kez bir şey için yalvardığını
düşünüyordu. O an elinden gelen buydu. Ne madenin, ne de oradan elde
edileceklerin maddi karşılığı olmazdı elindekiler ama Mine’ye bir şey olması
durumunda zaten onların bir değeri olmayacaktı ki!
Sedef’in kararlı yüzüne baktı. İmzalamayacaktı… İki kardeşin asla böyle
davranmayacağını, birbirlerine zarar verecek şeylere kalkışmayacaklarını
düşünüyordu. Oysa Sedef şimdi kardeşinin hayatını tehlikeye atıyordu? Aklını
kaçırmak üzereydi.
Sedef, onun içinde bulunduğu durumun farkındaydı. Sadece son bir bilgiye
ihtiyacı vardı. Susması, sabırlı olması ve herkesi gerekirse karşısına alması
en doğru tavırdı. Polislerin işini kolaylaştırmalıydı. Her şey ortaya çıktıktan
sonra soru işaretleri kalmayacaktı. Yiğit’in teklifi hoşuna gitmişti. "Düşünmem
lazım." Sonra iki erkeğin yanından
uzaklaştı. Mesut ve Hasan’ın yanına gitti. İkisine de çalışma odasında konuşmak
istediğini söyledi.
Fırat ve Yiğit dışarıda kalmıştı. Kızlar da evin içindeki hareketlenme
yüzünden uyanmış, gelişme olup olmadığını soruyordu. Yanıttan sonra ikisi de
tekrar uyuyamayacaklarını bilerek mutfağa gitti.
Yiğit, kendini bahçeye atmıştı. Elinin kolunun bağlı olduğunu hissediyordu.
Sedef’i sarsmak, kendine getirmek için ne yapacağını bilemiyordu. Düşünecek ne
vardı? Hem o polislerle ne konuşacak, onlarla neyi düşünecekti?
Sedef, az önceki telefon konuşmasından sonra, Mesut ve Hasan’ın
yaptıklarını dinliyordu. Henüz beş dakika geçmiş olmasına rağmen tüm ayarlamaları
yapmışlardı.
"Kuryeyi takip edecekler. Büyük ihtimalle seni arayan olayları ve
gelişmeleri bilmiyor ve kendi planlarına uygun hareket ediyor. Şu an
havaalanında da tedbir alındı. Olur da kaçmaya kalkarsa hemen yakalanacak." Mesut’un
rahatlatan sesi ile planın kusursuz işleyeceğine olan inancı artmıştı.
*****
Çalışma odasından çıktı. Yiğit de içeri girmiş, Fırat’ın yanına oturmuş
merakla yüzüne bakıyordu. İki erkeğin hararetli konuşmasını anlayamamıştı. Tahmini
Yiğit'in Fırat'a baskı yapıp imza için ikna etmesi yönünde bir konuşma
olduğuydu.
Polis ile neler konuştuklarını söylemedi. Oturmak da o an yapabileceği bir
şey değildi. Mutfağa gitti. Melek yatmıştı ama Süheyla Hanım mutfak masasına
başını dayamış orada uyuyordu. Ayak seslerini duyunca hemen toparlanıp kalktı.
"Uyu sen, ben kahve hazırlayacağım."
"Siz gidin içeriye ben hallederim. Benim için de iyi olur, biraz
hareket etmiş olurum. Sedef Hanım... haber var mı?"
"Henüz yok. Ama iyi o biliyorum. Rahat da. Hissediyorum."
"İnşallah öyledir. Sizin hislerinize güveniyorum."
Sedef kahve fincanlarını hazırlarken bir yandan da makineye kahve koyan
kadını izliyordu. Kapı sesi ile yerinden fırladı. Beklenen adam gelmiş olmalıydı.
Kapıyı memurlardan biri açtı. Gecenin o saatinde evrak getiren kurye
şaşkındı. 7/24 çalışan motokurye firmasının elemanı polisleri görünce
geri çekilmişti.
"Ben Mine Söğüt'e paket getirdim." diyebildi.
Sedef, "Benim." diyerek kardeşinin adına gelen paketi aldı.
Kimlik olarak da yine onun kimliğini göstermişti. İsim karmaşasının
evdekilerin dikkatini çektiğini biliyordu. Herkes neler olduğunu anlamaya
çalışırken kendi arasında fısıldaşıyordu.
"Paketi veren hanımefendi sizin bu evrakları imzalayacağınızı, benim
tekrar alıp geri götürmem gerektiğini söyledi. Bilginiz var mı?”
“Evet var, biraz bekleyin lütfen.”
Yiğit’in hemen yanında olduğunu görünce bir süre yüzüne baktı. Zarfın
içindeki evrakları çıkarttı. Kendi holdinglerinin antetli kağıtlarına basılmış
üç kopya satış sözleşmesi vardı. “Siz biraz oturun lütfen, ben şunları bir okuyayım.”
Elinde zarfla çalışma odasına yürürken Yiğit, “Sedef, lütfen…” dedi. Sedef,
devamını dinlemeden odaya girdi. Kurye’nin gecenin o saatinde isimlere dikkat
etmeyeceğini umuyordu.
Kapıyı arkasından kapattıktan sonra babasının masasına oturdu. Artık masada
hem dedesinin, hem de babasının fotoğrafı vardı. Kısa bir an resme baktı. Sonra
telefonunu eline alıp son aradığı numarayı aradı yeniden. “Jeyyan Hanım, zarf
elimde. Son bir teyit almak istedim.”
Kısa konuşmanın ardından babasının dolma kalemini eline aldı ve kardeşinin
imzasının yanına imza atmaya başladı.
Son sayfaya geldiğinde adını soy adını yazması gereken yere baktı. Kalemi
bir süre elinde çevirdikten sonra yazmaya başladı…
*****
Sedef, çalışma odasından elinde zarfla çıktığında tek rahatlama ifadesi
Yiğit’in yüzünde oluşmuştu. Herkes imzaladığı için üzgündü.
“Üzülmeyin. Bu dünyada kardeşimden daha değerli hiçbir şey yok.” dedi.
Sonra bekleyen kuryeye zarfı verdi.
Mesut, kuryenin ardından takip edecek araba ve motosiklet ekibinin hazır
olmasını söylemişti. Onlar motoru takip ederken Sedef tekli koltuğa çökercesine
oturdu. Fırat, koltuğun koluna oturmuş, elini tutuyor, yavaş yavaş baş parmağı
ile tuttuğu eli okşuyordu. Banu ile Jale, sessizce yanında duruyor, Suat,
başını ellerinin arasına almış yere bakarak öylece duruyordu. Annesine bu
geceyi nasıl anlatacağını bilemiyor, yeğenlerinin başına bir şey gelmesinden
duyduğu korkunun her an arttığını hissediyordu. Son zamanlarda evden polis ve
olay eksilmemişti.
Yiğit, yine sessiz bir şekilde koltukta oturmuş, başını koltuğun arkasına
yaslamış öylece kalmıştı. Ne sesi çıkıyor, ne etrafında olanlara tepki
veriyordu.
Aynı anda Hasan’ın ve Sedef’in telefonu çalmaya başladı. Hızlıca telefonu
açan Sedef, Jeyan’ın söylediklerini duyunca donup kaldı. Sesi çıkmıyor, nefes
alışı her saniye hızlanıyordu. Başının döndüğünü, ellerinin titremeye başladığı
fark ediyor ama bir şey söyleyemiyordu. Uğultu halinde Fırat ve Jale’nin sesi
geliyordu kulağına. “Sedef, neyin var? Sedef, iyi misin?” sorularını duyuyor
yanıtlayamıyordu. Beyni durmuş gibiydi. Yiğit’in çığlığı ile bir an kendine
geldi.
“Sedef? Mine mi? Bir şey mi oldu?”
Nihayet uğultu azalmıştı. Sadece gözleri dolmuş vaziyette bakıyordu
Yiğit’e.
*****
“Hayır, Mine değil. Ondan haber yok daha.” Sonra başının dönmesine
aldırmadan koltuktan kalktı. Kendisine doğru gelen Mesut’un yüzünden bir şey
anlamak mümkün değildi.
Sedef, bahçeye açılan büyük cam kapılara doğru yürüdü. Cama yansıyan
görüntülerden Fırat’ın onu takip etmek istediğini ama Mesut’un kendisini
durdurduğunu görebiliyordu. Daha fazlasına katlanamayacağı için gözlerini
kapattı.
Fırat’ın tutuklanmasını izleyemeyecekti. Evdekilerin hayret nidaları ile
Fırat’ın sesi karışıyordu. "Beni niye tutukluyorsunuz? Ne yaptım ben?
Sedef? Neler oluyor?" Fırat, yüzündeki şaşkın ifade ile etrafına
bakıyordu. Tutuklanıyordu. Üstelik Sedef ona arkasını dönmüştü. Bu manzarayı
görünce daha fazla konuşmadı, konuşamadı. Tutuklanmaktan daha çok onun
kendisine arkasını dönmüş olması canını yakmıştı. Polislerle evin kapısına
doğru yürüdü. Nasılsa neler olduğu anlaşılacaktı. O zaman Sedef bu
güvensizliğinin hesabını verecekti. Tutuklanmış olmaktan daha çok canını
yakıyordu sırtı dönük kadın…
Fırat suçsuz belliki Ayça oyun yaptı sanki ancak geriye kuryenin bahsettiği kadın kaldı ???? Güzel bölümdü bu 😊
YanıtlaSil