Suat bahçede bekliyordu kızları. Banu’yu kimseye aldırmadan öpüyor,
sarılıyor, kısa bir an yüzüne bakıp yeniden sarılıyordu. Buzlar çoktan
erimişti.
Binnur Hanım gelmiş, evin içinde dolaşıp duruyordu. Sedef’i gören kadın
kollarını açarak, “Mine, kızım, yavrum neler oluyor? Sedef’i kim kaçırdı? Niye
kaçırdı?” diye sorarken bir yandan ağlıyor, bir yandan da sarılıyordu. Sedef
bu sarılmaya karşılık vermeyi aklından bile geçirmedi.
“Neden olduğunu bilmiyorum anne.” İsmi düzeltmemişti. Bu kadınla uğraşmak
en son isteyeceği şeydi. Aylardır sürdürdüğü saçma davalardan sonuç alamadıkça
magazin haberleri ile vurmaya çalışmış, o olmayınca yeni davalar aramıştı.
Avukatlara harcadığı paraya acıyordu kızlar.
Sedef, gereksiz yakınlıktan kurtulduktan sonra Süheyla Hanıma ve yanındaki
Melek’e döndü. “Kimse evi aradı mı? Fidye falan isteyen var mı?” Yanıt, kapıdan
giren Ahmet’ten geldi. Hala telefonlar onların olduğu yerden eve bağlanıyordu.
“Henüz kimse aramadı. Gazeteciler, arkadaşlarınız aradı ama kimse fidye ile
ilgili aramadı.”
Sedef ile birlikte gelen polis yanıtladı güvenlikçiyi. “Arayacaklardır.
Telefonların ucunda kimse var mı?”
“Oğuz var, diğer güvenlik görevlisi”
O esnada Ali ile Mert de içeri
girmişti. Binnur, daha iyi tanıdığı Mert’in üstüne
yürüyerek bağırmaya başlamıştı. “Siz ne
işe yararsınız? Kızımı burnunuzun ucundan kaçırdılar, ruhunuz bile duymadı. Kaç
para aldınız? Sedef’i kime sattınız? Necdet de sizin yüzünüzden öldü. Kimin
adamısınız?”
Mert, önce Sedef’e baktı, orada gördüğü onaydan sonra yüzünde rahatladığını
belli eden ifade ile kadına döndü. “Binnur Hanım, hangi kızınızın kaçırıldı?”
“Ne diyorsun sen? Sedef tabii!”
“Emin misiniz?”
“E…emin…eminim.”
“Belli.” Yüzünde acımasız bir ifade ile kadına baktı. ”Binnur Hanım,
kızlarınızı tanıyabildiğinizden emin olduğunuzda bizi onları koruyamamakla suçlarsınız.
Şu an sizden daha önemli işlerimiz var.”
Mert, Sedef ile konuşmak için yanına doğru yürürken arkasında sinirden al
al olmuş boynunu ovalayan Binnur bırakmıştı.
Mert, Sedef’e sadece “Rahat olun, sorun yok.” diyecek kadar vakit bulmuştu.
Tam o an kapının çaldığını duydular. Herkes o tarafa hamle yapsa da ilk
açan polislerden biri oldu. Önden Fırat girdi, kapı kapanmadan Yiğit
gözüktü.
Fırat, kimseye aldırmadan Sedef’e sarıldı. “Kurtaracaklar bir tanem, emin
ol ona bir şey olmadan kurtaracaklar.” Sesinde Sedef’i görmenin rahatlığı,
sevdiğini rahatlatmanın telaşı seziliyordu.
Sedef, her zaman huzur bulduğu, şu an ise büyük destek veren kolların
arasında fısıldadı. “Ben de buna inanıyorum. Yoksa ayakta durabileceğimi
sanmıyorum. Sen nereden öğrendin?”
“Dışarısı gazeteci kaynıyor. Polisler de kapının önünde onları
uzaklaştırmaya uğraşıyor. Bana da Oğuz anlattı.”Fırat, biraz aklı dağılsın diye
çenesi kaldırıp duman rengi gözlere baktı uzun uzun. “Tatlım, bir daha bensiz
dışarı çıkmayacaksın.” Şaka yapmaya çabalamıştı ama başaramayacağını anlayınca
yine ciddileşti. “Böyle bir korkuyu bir daha yaşamak istemiyorum.”
“Düşünürüm.”
Onlar konuşurken Yiğit de polislere sorular soruyordu. Aldığı yanıtlar
herkese söylenendi. Renginin beyaz olması sesinin titremesi… Hatta elleri de
titriyor, istemsizce ovuşturup duruyordu. Sedef ona bakıp tüm bu gördüklerinin
gerçek olmasını ne kadar çok istediğini anladı. Yiğit, kötü tarafın kötü adamı
olmamalıydı… Kendisine bakan Sedef’e doğru yürürken Fırat da ikisi için içecek
bir şeyler almaya gitmişti.
“Kurtaracaklarını söylüyorlar.” Sedef, korku dolu gözlere baktığında
orada sadece samimiyet gördüğüne yemin edebilirdi. Gerçek bir korku ve büyük
bir aşk…
Yiğit ikisinin duyacağı kadar bir sesle, “Ne zaman? Ne zaman kurtaracaklar?
Şimdiden üç saate yakın zaman geçti. Sedef, bunlar kim? Neler oluyor? Bu kadar
olay rastlantı olamaz. Sizi de mi tehdit mi ediyorlar? Mine’yi neden
kaçırdılar?”
Her şeyi söylemeyi çok istiyordu. İçinde hissettiğini kelimelerine de
dökmek istiyordu. Fakat polis son ana kadar çizgiyi bozmamaları gerektiği
konusunda baskı yapmıştı. “Yok öyle bir şey. Sanırım gerçekten bize kızgın biri
var.” Yalanlarla devam etmemek için gerçek olanları konuşmaya başladı. “Polisler, kaçıran araçtan yola çıkarak onu
kolayca bulacaklarını söylüyorlar. Şu mobeseler var ya, onları takip
etmek artık kolaymış. Umarım araç değiştirmezler.” Son cümlesi en büyük
korkusuydu. Ya izini kaybederlerse?
Yiğit ilk cümlelerden sonra sanki rahatlamış gibiydi ama araç değiştirme
ihtimalini duyar duymaz yine rengi attı. “Aman Allahım. Ona bir
şey olursa… Onun kılına zarar gelirse…” Gözleri mi dolmuştu? Gerçekten Yiğit’in
gözleri dolmuştu. Bakışlarını kaçırmaya uğraşıyordu. En sonun da başını
öne eğip bir süre öyle kaldı.
“Yiğit?
Sizi de mi tehdit ediyorlar derken, ne demek istedin?”
“Baban
bir zamanlar tehdit mektupları almıştı. Sonra arkası kesilmişti ama bana
dikkatli olmamı söylemişti.”
“Sen
babamla bunu ne zaman konuştun?”
“Bir sene
falan oldu. Hatta şu kaza olunca, korktum ama polis de kaza deyince o
tehditlerin o döneme ait olduğunu düşündüm. Şu örümcek olayından sonra beni de
sorguya çağırdıklarında polise bunu anlatmıştım.”
Sedef,
şaşkınlıkla dinliyordu. Yanılmıştı. Yanılmasına izin verilmişti. Yine de bu
akşam, böyle bir ortamda itiraf edemeyeceği bir şeydi.
“Sedef,
eğer ona bir şey olursa…” Sedef’in soru dolu bakışlarına takıldı. Ona söylemek
kolaydı. Zaten daha öncede konuştuğu için bu sadece teyit etmekti. Yine de
rahatlatacak ve beklerken mutlu edecekti. “Onu seviyorum. İlk tanıştığımız
günden beri onu seviyorum ve bunu belki benden bile önce fark eden iki kişiden
biri sensin.” Derin bir nefes alıp devam etti. “Olmaz sandım, o patron ben
çalışanken mutlu olamayız sandım. Kendimi böyle bir durumda bırakamam, benden
nefret etmesine neden olacak bir hayata başlayamam sandım. Ama onsuz yaşamıyor
gibiyim. Biliyor musun, bir ara başka şirkete gitmeyi bile düşündüm. Tamamen
uzaklaşamazdım sizlerden ama aynı binada, aynı katta çalışmak çok zor
geliyordu.”
“Ya
Melda?”
“Kaçıştı.
Araya mesafeler koyarsam, hayatımda biri olursa daha tahammül edilir bir yaşam
olur dedim. Ayıp ettim. Sidney dönüşü konuştum. En son da sizin… senin arabaya
patlayıcı konduğu gün gördüm, biliyorsun. Bir iki küçük eşyam kalmış, onları
getirmişti. O günden beri aklıma bile gelmiyor.”
Sedef,
videolarda elinde poşet gördüğünü anımsamıştı. O günle ilgili aklına
takılıyordu hep o poşetler. Fakat o an daha önemli bir soru vardı.
“Diğeri
kim?”
“Efendim?”
“Benden
başka anlayan bir kişi daha var diyordun. Kimdi o?”
“Baban.”
“Ne?” İşte
bunu hiç beklemiyordu. Melda diyeceğini sanmıştı.
Yiğit,
omzunu silkerek devam etti. “Necdet Bey onu sevdiğimi biliyordu.”
“Bunu
sana söyledi mi yoksa sen mi tahmin ediyordun?”
“Elbette,
sen kızıma aşıksın demedi ama bir gün, ‘Bana bir şey olursa tek içimi
rahatlatan şey, kızlarımı benim kadar seven erkeklere
emanet edeceğimi düşünürdüm hep. Neyse ki biri için artık üzülmüyorum’ demişti.
O sırada Fırat ortada olmadığına göre, üstüme alınmamdan doğal bir şey
yok.”
“Haklısın. İnsanları anlama konusunda üstün meziyetleri vardı. Sanırım bana
pek bulaşmamış bu.”
Yiğit ne demek istediğini anlamadan baktı genç kadına. Sedef, Yiğit
konusunda içinin gerçekten rahatladığını hissediyordu. Kardeşine aşıktı ve ona
zarar verecek bir şeyi asla yapmazdı. Belki bilmeden ama asla bilerek değil…
Tüm bunlar bittiğinde özür dileyecek, bir gün affetmesini umacaktı.
Fırat yanlarına gelmişti. Yiğit için de bir kadeh hazırlamıştı. Minik
tepsideki içkileri dağıttıktan sonra Sedef’in beline sarılıp kendine çekti. “Ne
fısıldaşıyorsunuz? Yoksa bu adam nihayet konuşmaya mı karar vermiş? Kaybetme
korkusunun ne olduğunu şu son saatlerde öğrenmiş biri olarak, seni anlıyorum.” Yiğit’e
kadeh kaldırmıştı.
Sedef, başını omzuna yaslayıp yanıtladı. “Evet konuşuyor. Fakat yanlış
kişiye. Mine dönünce belki onunla da konuşur. Yiğit? Bu kez kaçmayacaksın değil
mi?”
“Hayır. Ben kaçmayacağım, onun kaçmasına da izin vermeyeceğim.”
*****
Mesut ve Hasan kızların evine geldiğinde herkesin ayakta olacağını biliyorlardı.
“Sedef Hanım?”
“Gelin Mesut Bey. Evet, Sedef benim. TV ye özellikle düzeltme vermiyoruz.”
“Jeyan amirim söyledi. Biz kaçırılma ile ilgili gelmedik. O işe başka bir
masa bakıyor. Biz… isterseniz oturun.”
“Ne oldu?” Mine ile ilgili bir şey olmadığını anlamamış olsa şu an panikten
bayılması işten bile değildi.
“Korkulacak bir şey yok. Sadece bazı şeyleri yine anımsatacağım için
oturmanızı tavsiye ettim. Nazif Değirmenci! Anımsıyor musunuz?”
İsmi duyan Mert, Ali ve Ahmet hemen memurun yanında bitmişti. Hepsi birden
evet deyince Mesut,kaldığı yerden devam etti.
“İnegöl yakınlarında boş arazide cesedi bulundu. Cebinden intihar mektubu
çıkmış. Onu takip edip, konuşturup babanız ve siz hakkında bilgi alan biri
yüzünden çok vicdan azabı çekiyormuş. Sizlerden birine bir şey olacağını
anlayınca daha fazla dayanamamış.”
İlk sözü Mert aldı. “İnandınız mı?”
“Siz olsanız inanır mısınız? Biz olayı cinayet masasına aldık bile. Bir
elinin bileğinde bağlanmış olduğunu gösteren ip izleri var.”
“İnegöl ile ne alakası var?”
“Şu ana kadar onu İnegöl’e bağlayan bir şey bulamadık. Cesedin bulunduğu
yere iki yüz metre uzaklıkta bir hurdalık varmış. Bize bir şey mi demek
istiyor, onu anlamak için yarın çevrede araştırma yaptıracağız.”
Ali hemen sordu. “Kamyonu orada bulur muyuz? Biz de yardımcı olacak bir
ekip gönderelim mi?”
“Çok büyük bir hurdalıksa yardım isteriz. Sonuçta küçük değil koca kamyon
arayacağız.”
“Bütün halde duruyorsa!”
“Doğru. Parçalanmış olabilir.”
“Bir önemi var mı artık?” Sedef yüzünde hafif bir tebessümle sormuştu.
Fırat elini bir an bile bırakmamıştı.
Mesut tam planlar ile ilgili bir şeyler söyleyecekken sustu. Yiğit Uçar ve
Fırat Çetin onlar için hala şüpheliydi. Çeteye haber uçurma ihtimallerini göz
önünde bulundurmalıydı. “Bizim için önemli.” demekle yetindi.
*****
Mine, karanlık minibüsün içinde bir saatten fazla bir süredir yerde ve
gidiş yönünün tersine oturmuş şekilde yol alıyordu. Bir süredir midesi
bulanıyordu. Hiçbir araç rahatsız etmezdi. Fakat ters gidiyor olmak ile
yaşadığı stres birleşince midesi isyan etmiş olmalıydı. Tabii bir de çerezden
başka bir şey girmemiş mideye indirdiği alkolü suçlayabilirdi. Yolun kısa
sürede biteceğini düşünüp kimseye belli etmemeye çabalamıştı. Güçlü ve sağlam görünmeliydi.
Bulantı artınca tepkilerini önemsemeyi bir kenara bıraktı.
“Biraz daha ters yol alırsam kendimi tutamayacağım.”
“Az kaldı.”
Bu bir kadın sesiydi. Şaşırmıştı. Araçta kadın olduğunu hiç düşünmemişti. İçeride
ağır bir koku vardı. Galiba sırf bu yüzden herkesi erkek olarak düşünmüştü. Ön
koltuktan gelen sese bir yüz oturtmaya çalıştı. Sesinde tanıdık bir tını
yakaladığından emindi. Sanki bir vurgu gibi ama çok belirgin değildi. O kadar
alçak sesle konuşmuştu ki emin olamıyordu. Yeniden konuşması için o da biraz
içinde bulunduğu durumu abarttı. “Az kalmış olmasını…” Hafif bir öğürtü hissi
ile sustu. Derin bir nefes alıp “…mideme anlatın.” dedi.
Aynı kadın arkadaki adamlardan birine, biraz daha yüksek sesle “Çevirin,
kusmuk kokusuyla yol alamayız. Dikkat edin dışarıyı görmesin. Kimsenin yanında
gözlerini bağlayacak bir şey olmamasına inanamıyorum.” dedi.
Yine tam çıkartamamıştı sesi. Kesinlikle tanıyordu. Fakat ağzına bir şey
koymuş da öyle konuşuyor gibi çıkıyordu ses. Kendisini bu kadar gizlemeye
çalışması, gittikleri yerde onu görmeyeceği anlamına mı geliyordu? Göz bağlayacak
bir şeyin yanlarında olmaması, film sahnesi olsa güldürürdü kendisini. Şimdi
ise bunu koz olarak kullanmalı, belki kaçmak için etrafını görebilecek olmanın
lüksünü yaşamalıydı. Sakin durması ve bu hazırlıksız ekibin hata yapmasını
beklemeliydi.
Jeyan onları basit kurallarla hazırlamıştı aslında. Bomba ile devam
etmeyeceklerini tahmin ettiğini, uzaktan silahlı saldırının olabilmesi için
zamana ve düzenli kullandıkları yerlere ihtiyaçları vardı. O yüzden iki
haftadır keskin nişancı iki ekip tutmuşlar, binaların çatılarında gözlem
yaptırıyorlardı. Mine bu iş bittiğinde güvenlik şirketi kurmayı ciddi ciddi
düşünmeye başladı. Ödedikleri paralarla bir sürü yatırım yapabilirlerdi. En çok
üzerinde durulan konu sakin olunmasıydı. Sakin olup açık yakalamak, bilgi
edinmeye çalışmak ve mümkün olduğunca yavaş hareket etmek… İşte bu üç şeyi şu
an yapmaya çalışıyordu. Mutlaka peşine düşmüşlerdi.
Yüzü artık gidiş yönüne dönmüştü. Mide bulantısı ile ilgili abartılı
tepkileri en azından daha rahat etmesini sağlamıştı. Tüm amacının bulantı
geçirmek olduğuna inanmaları için başını kaldırmıyor, koltuğun sırt kısmını
izliyordu. Meraktan ölüyordu oysa ki. Nereye götürüyorlardı? Polisler onları
takip edebiliyor muydu? Kardeşi ne durumdaydı? Ya arkadaşları? Zamanında
yetişip kurtarabilecekler miydi? Hepsinden önemlisi hayatta kalabilecek miydi? Tüm
merakına rağmen sessizce oturdu ve dümdüz karşıya baktı. Koltuğun derisini
inceler gibiydi.
Ne kadar zamandır yol aldıklarını düşündü. bulamayınca saati
sordu. "Randevuna mı geciktin?" diyen sesin yabancı aksanı
belirgindi.
"Uyku saatim geçmesin, diye sordum." derken bir yandan dalga
geçiyor bir yandan da korkmadığını düşünmelerini istiyordu. Oysa korkuyordu.
Onlar plansız hareket ederken poliste plansız yakalanmış olabilir miydi? Bu
düşünceden hoşlanmadı. İlk plan yapıldığı günden beri hazırlıklıydılar. Artık
sonuna geliyorlardı.
"Kardeşin de korkmuyordu. Bak ne oldu? Artık onun keyfini
beklemeyeceğiz. Seni kurtarmak için mutlaka satışa onay verecek. İkiniz de
imzaladığınızda biz de seni serbest bırakacağız."
"Onu nasıl ikna edeceksiniz? Beni öldürerek mi?”
“Aslında ikiniz de ölmeliydiniz. Şu an anneniz çoktan arazileri satmış
parasını yiyor olurdu.”
Mine annesinin de olayların içinde olma ihtimalini düşünmek istememişti.
Midesine saplanan acı ile sesini kesti. Ne diyecekti? Annem yapmaz mı?
Yapabileceğini biliyordu. Para için her şey yapabilecek biriydi o. Duymuş
muydu kaçırıldığını? Ne hissetmişti? Bunları planlayanlarla işbirliği içindeyse
mutlu bile olabilirdi.
Araba yavaşlayınca geldiklerini düşündü. Oysa bir benzinliğe girmişlerdi ve
yanındaki adamlar sağlı sollu kafasına silah dayayıp ağzını da elleriyle
kapatmışlardı. Leş gibi sigara kokan eli ısırmak istedi. Kendisini zorla tutup
benzinlikte bir yazı görmek için bakmaya çalıştı. Hava karanlık, yanındaki
adamlar da çok iriydi. Camlardan görebildiği sadece benzincinin firma adıydı.
İşe yaramayacağını anlayınca ağzına kapanan elin biraz uzaklaşması için başını
eğdi.
“Tamam bağırmayacağım elini çek.” diyordu ki adam biraz daha bastırdı
pis elini. Bu kez gerçekten midesi bulanmaya başlamıştı. Elindeki pis kokuya
dayanamayıp gerçek bir öğürme ile hareketlendi. El hemen çekilmişti.
“Ne hassas miden varmış!”
“Keşke elini yıkamayı deneseydin!”
“Kapa çeneni.”
Beş dakika kadar sonra araç hareket etti. Nihayet adamlar da biraz
uzaklaşmıştı.
Araç kötü bir yola girince herkes oturduğu yerde hoplayıp zıplamaya
başladı.
Mine hiç sesini çıkartmadan oturuyordu. Bir süre sonra sallantıdan uykusu
gelmiş gibi yaptı ve başını dizlerine dayayıp nefesini aralıklı hale getirdi.
Bir beş dakika daha geçince adamlar uyuduğundan emin olup kendi aralarında
konuşmaya başladılar.
“Mine anlar artık bizim ne kadar ciddi olduğumuzu. Tüm
planlarımız bu iki çelimsiz kız yüzünden defalarca bozuldu. Hale bak, kız
burada rahat rahat uyuyor. Bu diğer kardeşten daha saf.”
“O kadar emin olma. Bunların inadı artık bizim hayatımızla direkt
bağlantılı. Siz iş sonuçlanmayınca bizi yaşatacaklarını sanıyor musunuz?
Birimizin konuşma ihtimaline karşılık hepimizi temizlerler.” Böyle bir şey
duymamıştı ama bu tarz adamların arkada iz bırakmayacağını bilecek kadar kitap
okumuş, film izlemişti. Lanet para yüzünden girdiği işler hayatını tehdit
etmeye başlayınca pişmanlığı artmıştı. Son konuşmanın ardından yaptığı planın
artık Amerika ile bağlantısı yoktu. Bu tamamen onun planıydı. Onun ve
sevgilisinin! Bu kez başarılı olacaklardı. Kendi yöntemleri, kendi adamları ile…
Araçta bulunan biri şoför üç kişiyi işin ardından öldürecekler ve kızı
orada bırakıp kaçacaklardı. Her şey planladıkları saatlere uyuyordu. Şimdi
sırada ikizi aramak, imzalanacak evrak işini halletmek vardı. Genç kadın iki
koltuk arasında yerde oturan ve başını dizlerine dayamış şekilde uyuyan Sedef
Söğüt’e baktı. Servetlerinin büyüklüğü karşısında şaşkınlığını gizleyemediği
ilk günleri düşündü. Muhteşem rakamlar havada uçuşuyor, en büyük lüksleri
olarak tekne ile trafiğe girmeden karşıya geçişleri ve garajlardaki çeşitli
arabalar ile yalıyı söyleyebiliyorlardı. Bir senede tatil olarak iki kez üç
günlük kaçamak yapabilmişlerdi. Kendisi yılda bir ay tatil yapacak kadar
zengindi. Ne mücevherler ile haber oluyorlar, ne magazine düşüyorlardı. Ekonomi
sayfalarında ise sık sık isimleri geçiyordu. Kadın yanındaki şoförle muhabbet etmeye
başlamıştı. “Parayı harcamayı bilmeyene veriyor ya, gerçekten Allah’ın adaleti
yok. Şu satış yapılsın, paramızı alalım da şunlardan daha iyi yaşamaya
başlayalım. İlk işim pırlanta bir set almak olacak.”
“Niye yemiyorlar o kadar parayı? Cimriler mi?”
“Devamlı iş kuruyorlar, yeni şirketler alıyorlar. Anlayacağın yemeye
doyamayacakları kadar para varken daha çok kazanmaya bakıyorlar.”
“Varyemezler desene.”
“Onlar yemeyecek diye ben canımdan olmayacağım. Artık sadece onun canı
tehlikede. Bu gece ikisi de gerekli imzaları atacak. O evrakların imzalı halini
faksladığımızda bizler de paramıza kavuşacağız. Yarın zengin uyanacağız.” Son
cümlelerini söylerken başını arkaya çevirmiş olmalıydı ki hem ses daha
netleşmiş hem de yükselmişti.
En arkada hiç sesini çıkartmadan oturan biri olduğunu oturuşunu değiştirirlerken
görmüştü. Karanlıkta kadın mı erkek mi onu bile anlamamıştı. Sadece iri birini
fark edebilmişti. İşte o arkada oturan her kimse önde oturan kadın ona dönmüş olmalıydı.
Bu sayede Mine, sesi tanımıştı.
Kadının sesini tanıdığı an ciğerlerindeki tüm havayı tükettiğini hissetti.
Nefes alamıyordu. Burunlarının dibindeydi. Aylarca birlikte çalışmışlar, bir
sürü şeyi konuşmuşlardı. Ortağı kimdi? Ortağı ve sevgilisi… O yoksa? Mine, ses
çıkartmamak için kendisini zorluyordu. Olamaz diyordu, bunu yapmış olamazlar…
Mine, daha fazla uyuyor numarası yapmamak için bir sarsıntı bekledi ve
fırsat çıkar çıkmaz da uyanmış gibi yaptı. Etrafına sözde şaşkınlıkla
baktı.
"Off, rüya sanmıştım." dediğinde etrafındakiler
gülüştüler.
"Benzinciye uğramamız mümkün mü?"
"Benzinimiz var."
"Benzin alalım demedim. Uğrayalım dedim."
"Niye?" diyen yanındaki erkeklerden biriydi. Önde oturan kadın
durumu anlamış gibi, "Tamam ilk benzinciye gireriz."
dedi.
Üç dört dakika kadar sonra bir benzinciye giriyorlardı.
"Ellerimi çözer misiniz?" diye yanındaki az önce gülen adama
döndü. Adam sorar gibi öndeki kadına bakınca, kimin lider olduğu daha
netleşmişti. "Çöz."
Adam, Mine'ye dönüp, "Bağırmayacak,
kaçmaya çalışmayacaksın, birlikte gideceğiz." Sonra yine Mine'ye bakıp,
"Anlaşılmayan bir şey var mı?" diye sordu.
"Anladım, merak etmeyin. Sesimi çıkartmayacağım. Hem zaten nereye
kaçacağım?"
"Umarım bunu denemeye bile kalkmazsın."
Ellerini bağladıkları plastik kelepçeyi kesip attılar. Bileklerinin
kızardığını karanlıkta bile anlayabiliyordu. Söylenmek yerine asil bir şekilde
oturduğu yerden kalktı. Koltuğun arasındaki pis boşluğun üzerine
bulaşan çöplerini yine zarif bir el hareketi ile temizlemişti. Adamlar onun bu
haline gülerken öndeki kadın kapüşonu düzeltip gözüne de gece karanlığına
rağmen bir güneş gözlüğü taktı. Mine, onun kendisini bu kadar saklamasına güldü.
Adamların ikisinin de yüzünü rahatlıkla tarif edebileceğini düşünürken,
kendisini öldürmeyi planladıkları için saklanmadıkları fikrine varmıştı. Ama
kadının bu kadar saklanma çabası aklını karıştırıyordu.
Elinde beyaz bir şey vardı. Mendil olduğunu kendi sesini boğmak için ağzına
bastırınca anladı. Az önce de böyle konuşmuş olmalıydı. Oysa uyuduğunu sanırken
gayet rahattı.
"Tamam, şimdi birlikte yürüyeceğiz, sakın bağırmaya kalkışma. Silah
sırtında ve her an tetiği çekebilirim. Susturucusu sayesinde kimsenin ruhu
duymadan seni araca tıkar ve götürürüm."
"Beni öldürmeye niyetiniz yok. O yüzden şu an delilik yapmak yerine
sizlerle iş birliği yapacağım."
"Akıllısın."
"Teşekkür ederim." derken bu yanıtın kadını kızdıracağını
biliyordu. Öyle de oldu ve sırtındaki namlu ile biraz dürtüldüğünü fark
etti.
Araçtan tuvaletlerin olduğu yere kadar en çok on-on iki adımlık bir mesafe
vardı. Yere oturmaktan bacaklarının uyuştuğunu fark eden Mine bunu da kullanmak
istedi.
"Çıkınca biraz yürüyelim mi? Bacaklarım çok karıncalanıyor. Sanırım
yerde oturduğum için uyuşmuşlar."
"Bu kadar narin birinin bu kadar inat çıkmasını kabul etmek çok zor.
"
"Evet, biraz inatçıyız. Sanırım sizleri de o yüzden
kızdırdık."
"İmzayı attığın an tüm kızgınlıklarımızı unutacağız."
"Elbette. Sen bu işten ne kazanacaksın? Komisyon mu alıyorsun?"
"Ne demeye çalışıyorsun? Komisyon miktarını verip kendi tarafına mı
çekeceksin beni?"
"Vay, ticaret zekasına sahip birisin."
"Parama bakıyorum diyelim."
"Peki, sana böyle bir teklifle gelsem şartlarımız değişir
mi?"
"Hayır. Ben bu işi komisyon için yapmıyorum. Çok daha büyük
kazançlarım olacak."
"Şansımı denedim, Ayça!"
"Sen..."
"Tuvalete gireyim de sonra konuşalım. Ya da hatta buradan bile
konuşabiliriz. Böylece şu küçük camlardan kaçmaya çalışmayacağımı
anlarsın."
Mine, tuvalete girdiğinde iki kapı olduğunu görmüştü. Ayça, diğer tuvalet
kapısını kontrol etmiş ve kimse olmadığını anlayınca hiç bir yere değmeden
beklemeye başlamıştı. Mine önce sifonu çekmişti. Tuvaletini yaparken dışarıya
ses çıkmasını böylece önlemişti. Ayça dışarıda sinirinden kendi kendini
yiyordu. Kaçırdığı birinin hala bu kadar basit şeylere önem vermesi sinir
bozucuydu. Bunları yılların alışkanlığı ile mi yapıyordu yoksa korkmuyor muydu?
Tamam iki kardeş de çok akıllıydı ama eninde sonunda kadındılar ve korkmaları
gerekiyordu.
Mine, "Ayça, beni kaçırmakla neden uğraştınız? Şu bomba olayından
sonra zaten imzalamaya çok yaklaşmıştık. Kardeşim, başkasına satalım diye ısrar
ediyordu. Yeni bir isimle siz de alıcı olabilirdiniz. Siz o ara yavaş hareket
edince sevgili ikizim hemen bir plan yaptı ve yarınki satışı ayarladı. Ben
buradayken o satış da zor ama yine de belli olmaz. Ah ama tabii sen
bilmiyorsun, sizin tüm şirket bilgilerinize ulaştık. Hepsine. Belki senin bile
bilmediğin şirketlere. Yani senin o Amerika’daki patronunun kim olduğunu biz ve
polis, tabii savcılık ve uluslar arası hukukta daha kimler bilmeliyse, hepsi
biliyor. Sadece sizleri yakalamak istiyorlardı."
“Blöf yapıyorsun!”
“Tabii, tabii. Neydi adı Ronald mı? Ah tabii onun da patronu var. David
miydi o da?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder