16 Mart 2016 Çarşamba

KORKUTAN MİRAS 32. Bölüm

Mert, elindeki son bilgileri değerlendirmesi için arkadaşının yanına gitti. Tüm istediği bilgiler küçük bir bellekte toplanmıştı.

Sergen Sezer, istihbaratın bir numarası sayılabilirdi. Onun bulamayacağı bir bilgi henüz oluşmamıştır derlerdi.

“Sergen, son dosyalarmış. Bana bir haftada geri dönebilir misin?” İki haftadır arkadaşına farklı dosyaları getirmiş, bir kısmının çözülmüş halini geri almış, yerine yenilerini vermişti. Mesai saatleri içinde inceleyemediği için biraz uzamıştı çalışması.
Sergen, Mert’in yüzüne bakıp kaşlarını çattı. Bilgisayara taktığı bellekteki dosyanın büyüklüğü ile geri dönüş süresi çok orantısızdı. “Bir hafta mı? Sen beni ne sanıyorsun? Ben bilgisayar değilim, sadece iyi kullanırım.”
“Tamam o zaman beş gün olsun!”
“Mert, senin pazarlık anlayışın tersten mi işliyor? On gün.”
“Çok uzun.” Mert, arkadaşını daha önce de ikna ettiği yöntemine geri döndü. “İnan bu işin ucunda büyük oyunlar var. Sadece iki genç kızın değil henüz doğmamış bebeklerin de hayatları tehlikede.” Bir an derin nefes alıp devam etti. “Ülke menfaatlerini yakından ilgilendiren şeyler olduğundan da eminim. Böyle bir organizasyon iş adamını öldürmek için planlanmaz. Arkasındakinin ne olduğunu bulmama yardım et. Eminim yine kendi çıkarları için ülkemize zarar verecek birilerine kadar uzanacağız.”

Sergen, arkadaşının söylediklerine ihtiyaç duymuyordu. Daha önce incelediği dosyalarda pek bir şey bulamamış olması, bu söylenenleri değersiz kılmıyordu. Son incelediği küçük dosyalardan ulaştığı şirketlerin gerçek sahipleri yeterince midesini bulandırmıştı. En az beş ülke üzerinden ortak takibi yapmış ve birilerine ulaşmıştı. Son dosyaları da inceleyecek, elindeki bilgilerle örtüşen başka şeyler olup olmadığına bakacaktı. Parmaklarını klavyenin üstünde bir süre dolaştırıp yeni komutlarını girdi. Daha sonra Mert’e döndü.  “Eğer gerçekten ülke menfaati ve cinayet bağlantısı çıkarsa bu dosyaları polise bildiririm.”

“Sen bul da ben senden önce bildiririm.”


*****


Kızlar Bigadiç’ten dönmüş, annelerinin mezar taşıma saçmalığına inat bu ziyareti küçük bir haber olarak yayınlatmıştı. Yanlarında olan Fırat’ın adı haberde hiç geçmiyordu. Bunu da özellikle ayarlamışlardı. Pazartesi günkü gazetelerde çıkan habere bakıp rahat bir nefes aldılar. İkizlerin babalarının ve dedelerinin yan yana gömülü olmasından duydukları rahatlamayı yazmışlardı. Olayın söylediklerinden daha fazla köpürtülerek yazılmasına ses çıkartmadılar. Yalan bir bilgi yoktu, gerçekten köy halkı tarafından hüzün ve mutluluk ile karşılanmışlardı. Herkes onların yaşıyor olmasından duydukları sevinci, babalarını kaybetmiş olmanın hüznünü yansıtmıştı.

Gazeteyi bir kenara bırakıp çantasını alıp iskelede bekleyen yata yürüdü. Hüzünlerin geride bırakıldığı bir hafta diledi kendisine.

Hafta sonu Esra’nın durumu ağırlaşmıştı. En büyük korkuları onu kaybetmekti. Bebekler hala tutunuyor, hatta gelişimlerini sürdürüyordu. Doktorlar mümkün olduğunca uzun yaşatmaya çabalıyorlar, fakat artık bebeklerin hayata tutunacaklarından emin konuşuyorlardı. Başka bir aksilik olmazsa Esra’nın durumu bebeklerinin hayatını tehdit etmiyordu. Doğum sonrası aynı özenli bakım devam edecek, bebekler yaşatılacaktı. Gözle görülür tek sorun, kilolarının beklenenin iki yüz gram kadar az olmasıydı. Bunu da uzman doktor önemli bulmuyordu.

*****

Kızlar odalarına girdikten beş dakika sonra Yiğit elinde bir dosya, yüzünde büyük bir sıkıntı ile kapıda gözüktü. Onu genelde ifadesiz görmeye alışmış olan kızlar önce birbirlerine baktı, sonra da genç adama dönüp beklemeye başladılar. 

“Bu adamlar yeni bir teklifle geldiler. Uzun süredir sesleri çıkmıyordu. Vazgeçtiler diye düşünmeye başlamıştım.”  
“Ne teklifi bu?” Mine, o dosyayı da alacağı yanıtı da biliyordu. Sabah uyandıran telefon onlardandı.
“Bir araziyi satın almak istiyorlar. Şu dededen kalma bor madeninin olduğu araziyi isteyen şirket. Yine teklif vermişler. Yasa ile ilgili değişiklik mecliste görüşülmeye başlayacak. Kokuyu almışlar. ”  
“İyi fiyat veriyorlarsa satalım.” Mine, kardeşinin ne diyeceğini bekledi. Sedef’ten önce Yiğit,  “Eğer öyle bir niyetiniz varsa satalım.” diye yanıt verince ikizler şaşkınlıkla ona baktı.

Sedef sinirine hakim olamayacağının farkında derin derin nefes alıyordu. Hani satışlarla ilgili durumlarda Yiğit ondan yana tavır sergileyecekti? Ne olmuştu da daha ilk olayda satalım diyecek kadar sözünü unutmuştu? Biraz daha iyi olduğunu düşünerek konuşmaya başladı. “Daha önce babam niye satmadı? Anımsıyor muyuz? Fiyat mı düşüktü? Hayır, aksine çok yüksekti. Babam bu araziyi asla satmazdı. Ben de satmayacağım.” Tahmininde yanılmıştı. Sakinleşmemiş, cümleler birbirini takip ederken sinirleri biraz daha gerilmişti.

“Her yeni teklifte fiyat en az yüze on artarak geliyor. Babanız belki de o yüzden satmadı.” Öyle olmadığını biliyordu ama kızların ne yapacaklarını bilmediği için olayı onların kararına bırakacaktı. 

Gerçek Mine, yerinden kalkıp genç adamın elindeki dosyayı aldı. “Benim adıma geçen arazi değil mi o?” Bilmiyormuş gibi değil de, anımsatıyormuş gibi bir tavırla konuşuyordu. Yiğit onun sesindeki kinayeyi duyup kaşlarını çattı.  “Evet, o arazi.”  
Onun çatık kaşlarına aldırmayan Mine, konuşmaya devam etti. “Fiyat iyi mi?”
“Çok iyi.” dedi Yiğit. 
“Şimdi satmazsam daha da artar mı?”  
“Değerinin yüzde elli üstüne çıktılar. Daha artar mı rakam bilmem. Bu rakam orası için yerli bir yatırımcıdan alacağınızın çok üstünde.” Tüm bunlar gerçekti.
Mine, kardeşinin gözlerine baktı. Orada büyük bir kızgınlık vardı. Belki de ilk kez kendisine bu kadar kötü bakıyordu ikizi.

Babası asla satmayı düşünmüyordu. Kardeşi de kendisi de bunu çok iyi biliyordu. Hatta ölmeden hemen önce hep bu işle ilgili toplantılara girmişlerdi. Şimdi ikizi sanki babası sadece fiyatı yükseltmek için adamları oyalamış gibi davranıyordu ve mirasta kendi adına geçen madeni hemen satmak istiyordu. İşte bunların hepsi bir araya gelince korkuları artıyordu. Kendi düşünceler içindeyken kardeşinin, “O zaman satalım. Israrcılar desene.” dediğinin duymuştu. 

Sert ve hızlı bir tonla “Satamazsın!” dedi.  
“Neden satamıyormuşum?”  
“Sen de çok iyi biliyorsun ki orasını satmayı hiç istemiyordu babam. Hatta o kadar çok toplantıya katıldım ki beynim patlıyordu. Adam ısrarla bu madeni asla satmayacağım derken sen nasıl olur da hemen satalım dersin? Orası dedemizden miras, sadece babamızdan değil. Şirketimizin sermayesi olan madeni hem maddi hem manevi değerlerle satmayacağız.” Kazanın ardından, kardeşinin el koyduğu eski masasına doğru yürüdü, ellerini masaya yasladı, Yiğit’in duyabileceği bir sesle “O arazi asla satılmayacak. Hatta ben ölene kadar satılmayacak.” dedi. Sonra da yönetim kurulu başkanının daha rahat duyacağı bir sesle devam etti. “Satış kararı almanız halinde dava açar, yerime geçtiğini söylerim. O araziden elde edeceğimizden çok daha fazlasını kaybederiz. Ama inan zerre umursamam. O arazi satılmayacak. Anlaşıldı mı?”  

Yiğit ilk kez böyle bir manzara ile karşılaşıyordu. Kızlar onun yanında atışıyor ve inatlaşıyordu.

Mine, son cümlelerden sonra savunmaya geçmek, ikna edici olmak zorunda olduğunu anlamıştı. “Sedef benim diye daha kaç kere söyleyeceğim? Neden böyle bir takıntı edindin anlamıyorum.”

“Bu saçmalığın çözülmesi için ne gerekiyorsa yapacağım. Sen de ben de gerçekleri biliyoruz. İkiniz de iyice dinleyin. O satışa imza verirseniz işi mahkemeye kadar götürürüm. Bunca zaman saçma bir oyunun içinde olduğunu hatta aklından zorun olduğunu bile iddia ederim. Bizi ayırt edecek mutlaka bir yol vardır. Şimdi sakinleş, yerine otur ve satmayacağımızı söyle.” 

Mine, ikizinin gerçekten çok sinirli olduğunu oyunun artık devamının zora girdiğini anlıyordu. Şu an konuşamayacağını düşünüp başını hafifçe eğdi.

Onlar böyle atışırken Yiğit merak içinde sonucu beklemek yerine ortamdan uzaklaşmayı tercih etti. Kızların çözmesi gereken bir konuydu. Sedef, haklıydı. Mine, onun yerine geçip imza attığı takdirde illa bir şekilde ispatlanır, bu da holdingin çok büyük zarar etmesine neden olurdu. Güvenilirlik biter, sözleşmeler iptal olabilirdi. Etkisinin uzun yılarda silineceği bildiği bir yola kimseyi yönlendiremezdi. “Ben dışarı çıkıyorum, rahat rahat konuşun siz.” Kendini kapıdan dışarı hışımla attı. Kızlar itiraz bile edememişti.

“Kırdık onu!” diyen Mine, sanki o an en önemli olay Yiğit’in kırılmasıymış gibi davranıyordu.

“Gönlünü alırız. Önemli olan ikimizin arasında yaşananlar. Farkında değil misin, oyun oynadığını biliyorum ve sen ısrarla devam ediyorsun. Anlat ve rahatla. Tehdit mi ediliyorsun? Satmazsan ölecek misin? Öyle ise hemen yarın polise gidiyoruz ve tüm tehditleri anlatıyorsun. Bu kadar üzülmeye ve korkmaya değmez. Onlar nasılsa çözer. Hadi anlat…”

Mine, bir an kardeşine her şeyi anlatmak istedi. Tehdidin Sedef’e yapıldığını, ikizini kaybetmemek için sustuğunu, polise giderlerse ikisini de öldüreceklerini anlatmak istedi. Tüm vücudu ter ile kaplanmıştı. Fincana uzanan eli titriyordu. Sımsıkı tuttuğu fincanı dudaklarına yaklaştırırken, “Mine, o arazi benim adıma geçiyor. İnat etmenin gereği yok. İyi fiyat veriyorlarmış. Satalım kurtulalım.” diyebildi.
  
“Satamazsın. Ben imza vermediğim sürece bir tek gayrimenkulü, tek bir işletmeyi satamazsın.”  
“İşimizi çok zorlaştırıyorsun.”  
“O zaman canım kardeşim, Mine, olduğunu kabul edene kadar bu tarz tekliflerin hepsine kapalıyız. Bana hala Sedef olduğunu söyleyeceğini biliyorum ama ikimiz de bunun yalan olduğunu biliyoruz.”  
“Yine başa döndük.” Genç kız kardeşinin en az kendisi kadar inatçı olduğunu biliyordu. Böyle başa çıkamazdı. Olayı uzattıkça kardeşinin inadını körüklüyordu. En iyisi satıştan şu an için vazgeçmekti. Bir süre sonra o madenlerde zararlar oluşursa, ki bunun için elinden geleni yapacaktı, işte o zaman satış için ikna ederdi. Tehditleri anlatıp hem korkutmanın hem de ikisinin de hayatını tehlikeye atacak bir harekette bulunmasına neden olmanın gereği yoktu.  Evde bir kişinin korkması ve uykusuz geceler geçirmesi yeterliydi.  

Yiğit’i aradıklarında genç adamın ofisine geçtiğini öğrendiler. Satışı kabul etmediklerini bildirdiler ve konuyu kapattılar.  

  
***** 

Dileklerinin aksine hafta kötü başlamış, kötü devam ediyordu. Hafta sonunda başlayan süreç artarak devam etmiş, Esra’nın durumu kritik noktaya hızla yaklaşmıştı. Doktor bebekleri almaları gerektiğini bildirmişti. Bebeklerin doğumundan sonra Esra’nın ne kadar dayanacağı hakkında kimsenin öngörüsü yoktu. O gece son gecesi olabilir denmişti.
  
Erkek kardeşi Suat odanın kapısında duruyordu. Kızlar genç adama yaklaşıp sarıldılar. “Doktorlar bir saate kadar bebekleri alacaklarını söylediler. Gecikirlerse onları kaybedebilirmişiz.” Cümlesi biterken gözleri dolmuş sesi titremeye başlamıştı. Bilmek, kabullenmek başkaydı, o anı yaşamak bambaşka.
  
“Öyle bir şey olmayacak. Kardeşlerimiz yaşayacak.” diyen Sedef’e Mine’ de “Mucizeler bizler için, umudumuzu yitirmiyoruz.” diyerek destek verdi.  
“Keşke ben de kardeşim için aynı şeyi söyleyebilsem!”  
“Çok üzgünüm.”  
“İnan çok üzgünüz.”  

İki kardeşte aynı anda konuşmuştu. Suat onlara yeniden sarıldı. Ablasını kaybediyor, kardeşi gibi gördüğü ikizlerle teselli bulmaya çabalıyordu.  

Genç adam kapıdan iki adım daha uzaklaşıp yüzünü duvara dönüp derin bir nefes aldı. Geri dönüp ikizlere küçük bakışlar atarak konuşmaya başladı. “Esra, nihayet mutluydu. Nihayet yüzü gülüyordu. Annem başlarda bu evliliğe, hatta sizlere tepkiliydi. Ablamı huzursuz edeceğinizi, kötü üvey kızlar olacağınızı sanıyordu. Esra, defalarca anlattı sizi. Sonra o da tanıdı ve sevdi sizleri. Belki o duyguları sizler de hissettiniz. Ama artık her şey değişti. Söylemek istediğim… Şey… Bebekleri görmesine engel olmazsınız değil mi? Bu onu çok üzer.” Nihayet asıl konuyu söylemişti. Çok zor olmuştu anlatmak…

“Ah, Suat, bunu düşünmüş olamazsın. Yapma, sakın böyle şeyler düşünme. Şu an sadece bebeklerin doğmasını ve bir mucize olmasını dileyelim. Gereken düzenlemeleri sonra yaparız. Asla aklına böyle şeyler getirme. Hümeyra anne de getirmesin. Hem o nerede?”

“Vedalaşmasını istediler. Doğumdan sonra hayatta kala…” Cümlesini tamamlayamamıştı. Kızlar da onunla birlikte ağlamaya başladılar. Mucize beklemek ile gerçeklerle yüzleşmek arasındaki ince çizgiyi geçmişlerdi son cümle ile.



Bir süre sonra gözyaşları duruldu. Hümeyra Hanım halen dışarı çıkmamıştı.

Mine, kardeşine baktı, onun da başı ile onaylamasının ardından, “Biz ablalarıyız. Öz kardeşimiz olduğu için zaten mahkeme onları bize verecek. Size de daha önce avukatların söylediği gibi gelişir olaylar. Fakat biz bu konu hakkında avukatlardan farklı düşünüyoruz. Yasal olarak vasileri biz olacağız ama annen de isterse kardeşlerimizi hep birlikte büyüteceğiz. Bizim bebek bakımı tecrübemiz yok. Böyle bir durumu düşünmediğimiz için sadece ara sıra bakarız bebeklere diyorduk. Oysa şimdi tüm bakımlarından mesul olacağımız iki kardeşimiz olacak.”
“Eeee ne demek istiyorsun?”
“Şunu demek istiyor, yalı büyük, gelin birlikte yaşayalım, bebeklere birlikte bakalım. Sizlerin birer odası olur. İstediğiniz zaman gelir gidersiniz. Aynı zamanda bebeklere bakacak bir dadı da olacak. Yani kimse kendi yaşamını tamamen onlar için değiştirmek zorunda kalmadan, fakat istediği an görerek, vakit geçirerek yaşayabilecek.”

Suat bu teklife şaşırmıştı. “Bunu annemle konuştunuz mu?” Gidip gelmek sorun değildi ama annesinin birlikte büyütme teklifini daha çok seveceğini tahmin ediyordu. 

“İlk sana söylüyoruz.”  
“Kararı o versin.”  Az sonra yeğenleri dünyaya gelecek, ablasını ise büyük ihtimalle kaybedecekti. Ruh hali zaten karışıktı ve tüm bunların üstüne bu iki genç kız kendilerine çok tuhaf bir teklifle gelmişti. Gözlerinin yeniden dolduğunu hissetti.

Onun bu halini anlayan Mine, “Acelemiz yok kararlarımızın. Annene de anlatacak ve bu çözümün aslında hepimiz için çok iyi olduğuna ikna etmeye çalışacağız. Kardeşlerimiz ne yazık ki uzun süre kuvözde kalacak. Bizler de bu süreçte ne yapacağımıza karar veririz.”  
“Tamam, annem ile de konuşuruz. Bu teklifi sevecek.” O sırada koridorun ucunda gözüken Banu ile bir an dikkati dağıldı. Genç kız önce Suat’a sarıldı. Gözleri doluydu. Sonra ikizleri öpüp yeniden Suat’ın yanına gitti.  
“Çok üzgünüm. Çok da şaşkınım. İnsan böyle bir zamanda ne diyeceğini bilemiyor.” 
“Hepimiz aynıyız. Hem büyük bir üzüntü hem umut bir arada.” 

Banu’nun gelişi biraz ortamı rahatlatmıştı. Bebeklerin gelecek olması bunca zaman dayanmış olmaları ve bir iki saate kadar doğacak olmaları… Hepsi bekleyenler için mucize gibiydi. Hemşireler, gazetecileri engellemek istiyordu. Sedef, hemşireye yönelip, “Arkadaşlar görevini yapacak. Sizleri rahatsız etmeyeceklerinden eminim.” dedi. Üç gazeteci teşekkür edip bekleyen grubun yanına geldi. Soruları peş peşe gelmeye başlayınca Sedef elini kaldırdı. “Böyle olmaz, farkına varmadan ses yükseliyor. Şöyle bekleme kısmına geçelim. Suat, sen de gelir misin? Eminim sana da sorulacak sorular vardır.”

Gazetecilerin soruları daha önce sorulanlarla aynıydı. Tek fark artık bebeklerin doğacak olması yüzünden bakımları ve vesayetleri ile ilgiliydi. Suat, bebeklerin ablaları tarafından bakılacağını, annesinin ve kendisinin de fırsat buldukça bebeklerin yanında olacak şekilde hayatlarını düzenleyeceklerini, bu konuda tarafların anlaştığını anlattı. Annesi henüz konudan habersizdi fakat itiraz edilmeyecek kadar güzel bir teklifti.

Bu konularla ilgili sorular bitince gazetecilerden biri Sedef’e, Necdet Söğüt’ün kazasını sordu. Gelişme var mıydı? Jandarma ve polis olayın kaza olduğundan emin miydi? Kamyon çarptı denmesine rağmen kazaya karışan kamyonun bulunamamış olmasını neye bağlıyorlardı?

Sedef, soruları olayın kaza olduğunu kabul ederek yanıtlamıştı. Aksini iddia edecekleri bir delil yokken yeni bir malzeme vermek en son isteyeceği şey bile değildi.

Annesinin yaptıkları ile ilgili sorulara ise biraz bıyık altı gülerek yanıt verdi. “Annem mezar ziyaretinin sık yapılabilmesi için naklini düşünmüş olmalı. Bizim için ise dedemin yanında olması en doğrusu.”

Son soruları Esra’nın sağlık durumunun doğumdan sonra ne olacağı yönündeydi. İkisi de soruya yanıt veremedi. Gazeteciler teşekkür ettikten sonra bilgileri gazetelerine aktarmak için hazırlamaya başladı. 

Diğerlerinin yanına döndüler. Banu, “Esra bebeklerine ne isim vereceğini hiç söylemiş miydi?” diye sordu. 

Suat yanıtladı. “Hayır, hiç birini beğenmiyordu isimlerin.”  

Banu yine arkadaşlarına dönüp “Siz ad düşündünüz mü, kızlar? En azından birine babanızın adını mı vereceksiniz?” diye yeni bir soru ile geldi. Suat da merakla bekledi yanıtı.

“Hayır, babamızın adını vermeyi düşünmüyoruz. Biz kazadan önce bir öneride bulunmuştuk ve Esra da babam da çok beğenmişti. Sanki o zamandan bugünleri görmüşüz. Onlar çok sağlam ve dirençli bebekler. Bunca olaya dayandıkları için birine Demir, diğerine de Tunç adını vermek istiyoruz.” Sonra Mine, Suat’a döndü, “Çift isim vermeyi istemiyoruz. Yine de sizin babanın adını vermek istersiniz. O zaman bebeklerden birinin iki adı olur.” 

“Bu konuda annem ne düşünüyor hiç fikrim yok. Ona…” derken Esra’nın yattığı yoğun bakım odasının kapısı açıldı ve annesi dışarı çıktı. Ağlamaktan yüzü gözleri şişmiş, burnu kıpkırmızı olmuştu. Perişan gözüküyordu.
  
Oğluna sarılan kadın bekleme koltuklarında bir yığın gibi gözüküyordu. Gazeteciler hareketliliği fark edip yanlarına geldiğinde Mine onlardan Esra’nın fotoğraflarını çekmemelerini rica etti. Sözünü dinleyeceklerini sanmıyordu. Belki yazı işleri resimlerin kullanılmasını doğru bulmazdı!

On dakika sonra Esra, doğum için ameliyathaneye götürülmek üzere odadan çıkartıldı. Herkes sessizliğe büründü. Rengi artık tamamen beyazlamış gibiydi. Serum ile beslendiği halde vücudu zayıflamıştı. Kızlar belki de son kez gördükleri genç kadının sağına soluna geçip soğuk ellerini kendi elleri arasına almış bebeklerini düşünmemesini, onlara çok iyi bakacaklarını söylüyorlardı. İkisi de eğilip soğuk ve matlaşmış yanağına birer öpücük bıraktılar. 

Sonra da Suat vedalaştı ablası ile. Ne söylediğini duyamasalar da omuzlarının titreyişinden ağladığını anlamak kolaydı. 

Annesi Hümeyra Hanım kızının sedyesinin yanında ameliyathanenin kapısına kadar yürüdü. Suat ve üç kız peşlerinden geliyordu. Kapıda kızının elini zorla bırakan yaşlı kadına sarılan Suat onu zorla bir koltuğa oturttu. Artık herkesin hıçkırıkları birbirine karışıyordu. Belki de ilk kez bir doğuma bu kadar göz yaşları ile hasta uğurlanıyordu.  
Bir saat sonra yeni doğan ünitesinde bebekleri kuvözde görebildiler. İkisi de bir kilo üç yüz gram doğmuştu. Uzun süre hastanede kalacaklar, ciğerlerinin gelişimi tamamlanana kadar herkesi merakta bırakacaklardı. Doktorlar, beklenenin üstünde sağlıklı olduklarına ikna etmişti hepsini.

Korkulan olmamış Esra doğuma dayanmıştı. Değerleri daha da düşmüştü ama annesi makinenin kapatılmasına izin vermemişti. Kızı dayanıyorsa o da dayanacaktı. Mucizelere inanıyordu. Doğumu bile atlatan kızının belki de kendilerine döneceğini düşünmek istiyordu.   


*****  


Doğumdan sonra üç gün geçmişti. Bebeklerin hayata tutunacağı belli olmuştu. İkisi de her gün biraz daha toparlanıyordu. Belki iki aya kadar taburcu olacaklardı. Hümeyra Hanım, torunları ile meşguldü. Biraz rahatlamıştı. Kızının geri dönüşünün olmayacağını kabullenmiş, doktora bir kez daha kalbi durursa geri döndürme işlemini tekrarlamamalarını söylemişti.
  
Kızlar bu kararı duyunca onun kendisini toparladığını düşünüp Suat’a konuşmasını söylemişlerdi. Suat ise “Siz konuşun. Benden çok daha iyi anlatırsınız.” demişti.  
Mine ve Sedef, hastanede yeni doğan bölümünde buldukları kadını kafeteryaya inmeye ikna etmişlerdi. Güzel birer kahve eşliğinde küçük pasta dilimleri ile biraz ağızlarını tatlandırıyorlardı. Yaşadıkları acılardan sonra ne kadar tat alabiliyorlarsa!

“Hümeyra Hanım, sizinle önemli bir konuyu konuşacağız. Umarım bizi kırmazsınız.” 
“Vasilik ile ilgili ise, Suat ile konuşmuştum. Sizin vasi olmanız daha iyi olacaktı. Bu konuda sorun çıkartmayacağım.” 
“Çok teşekkür ederiz. Ama konu bu değil. Biz biraz daha farklı şeyler düşünüyoruz. Biliyorsunuz ikimiz de henüz evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı düşünmüyoruz. Hayatımızda hiç bebek bakmadık ve bu konuda dadıları bile denetlemeden aciziz. Sizden rica etsek, en azından torunlarınız ile yakından ilgilenmek için bizimle yaşar mısınız? Evimi kapatmam, her gece kalmam derseniz,  müsait olduğunuz günler yalıda kalsanız? Hem birbirimize yoldaş olur hem biz kardeşlerimizle siz de torunlarınızla bolca vakit geçiririz. Çocuklar da iki ev arasında mekik dokumak zorunda kalmaz.”

Hümeyra hanım, daha ilk cümleleri duyduğu an donup kalmıştı. Asla ama asla beklemediği bir teklif almıştı. Evet, kurulu bir düzeni, komşuları arkadaşları vardı ama hiçbiri iki torununa yakın olmaktan daha önemli değildi. Tek sorun oğlunun ne diyeceği idi. Tüm vücudu mutlulukla dolmuştu. Suat’ı ikna etmeyi planlarken kızların son cümlesini duydu. “Suat da bu fikri çok sevmişti ama size sormak için biraz beklememiz gerektiğine bizi ikna etmişti.” 
“Suat biliyor mu bu düşüncenizi? Ne zaman planladınız bunu?” 
“Bebeklerin doğduğu gece ona anlatmıştık. Onun hiç itirazı yok. Umarım siz de bizi kırmazsınız.” 
“Kırmam, kıramam. Bu teklif gerçekten çok güzel. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Birlikte yaşamak sizleri rahatsız etmeyecek mi? Sizin bir hayatınız var. Bebekler yüzünden elbette değişecek ama ben ve oğlum bu düzeni daha da değiştireceğiz. Yani iyice düşündünüz mü?” 
“Siz o kısmı hiç düşünmeyin. Kendinizi de rahat hissedin. Ev hepimizin yaşayacağı kadar büyük ve herkes birbirine saygı gösterecek kadar olgun. Evde görevlilerimiz olduğu için siz sadece torunlarınızla ilgilenir, misafirlerinizi ağırlarsınız. Biz de toplantılarımız, iş seyahatlerimiz olduğunda gözümüz arkada kalmadan gidebiliriz.” 
“Düşünülmeyecek kadar güzel bir teklif. Evimi kapatmam, ara sıra gider bir iki gün kalırım. Hepimize nefes alma imkanı sağlayacak bir düzen kurarız. Bebeklerimiz hastaneden çıktığında yeni bir hayata başlayacağız. Hepimiz için hayırlı olsun, diyelim.” 
“Bu arada bebekler için bizim teklif ettiğimiz, Esra ve babamın beğendiği isimler var. Demir ve Tunç. Eğer eşinizin adını vermek isterseniz bebeklerden birini iki isimli yazdırırız.”
“Necdet Beyin adını vermek istemiyor musunuz?”
“Babam öyle şeyleri sevmezdi. Zaten Demir ve Tunç onların onayından geçmişti. İsterseniz siz eşinizin adını ilave ettirin. Hiç sakıncası yok bizler için.”
“Teşekkürler. İsterse Suat, oğlu olursa verir ona adını. Benim de öyle şeylerle başım çok hoş değil. Hem kızımın da beğendiği, onay verdiği isimleri olacak… Tunç ve Demir. Artık isimleri ile hitap edebiliriz onlara.” 

  
*****  


“Sedef hanım?”

Mine, sesi duyar duymaz yerinde doğruldu. Sabahın köründe gelen telefonla uyanmıştı. Kötü haber sanmış, kötü olay çıkmıştı. O sesi artık tanıyordu.

“Ne istiyorsun?”
“Ne istediğimi biliyorsun. Süren kısalıyor.”
“Satmıyor. Üstelik bunun sorumlusu sizsiniz. Beni o sandığınız için şimdi rahatlıkla ayak diriyor. İkimizin imzası olmadan zaten satamam. Yönetim kurulu ile ortak satışta da dava açar, hem satışı iptal ettiririm, hem holdingi batırırım, diyor. Onun inatçı olduğunu söylemiştim. Hata ettiniz. Beklemek zorundasınız. İkna edeceğim.”
“İkna etmezsen kardeşini kaybedeceğini anımsıyorsun değil mi? Üstelik o zaman ikinizin imzasının olması gibi bir sorunumuz da kalmayacak.”
“Tekrar edip durma.”
“O zaman yeni bir cümle kurayım. İkna edemezsen üç kardeşini de kaybedersin. Üstelik bunun tek sorumlusu sen olursun. Hepsinin hayatı senin başarına bağlı.”

Mine yanıt veremedi. Titremesini durduramıyordu. Farkında olmadan telefonu kapatmış, boş gözlerle pikesine bakıyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar çenesine kadar yol alıp oradan yatağa damlıyordu.


Basit ikna yöntemleri ile Sedef’in satışa yanaşmasını beklemek hayatlarını tehlikeye sokmaktı. Daha derin düşünmeli, bir çıkar yol bulmalıydı. Haftalardır madenlerin zarar etmesi için yöntem aramış, bulamamıştı. Aylar öncesinden alınmış siparişler vardı. Ocaklar kendi işlerini başarılı şekilde yapıyordu. Küçülmeye gitmek, sektör değiştirmek gibi mazeretleri biraz daha süsleyip yeniden kardeşinin önüne koymalıydı. Bu strese daha fazla dayanamayacaktı. 

2 yorum:

  1. Kardeşlerimin hayatının sorumluluğunu tek başına üstlenmek kötü ancak ikisi henüz bebek olan kardeşleri kenara koyarsak Mine Sedef ile artık konuşmalı gerçekleri görünen o ki artık hata yapmasına neden olacak bu ketumluğu ve ben bu konudaki israrını anlamıyorum

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Israr, inat, korku... tek nedeni yok ki susmasının. Susabildiği kadar susacak

      Sil