3 Şubat 2016 Çarşamba

KORKUTAN MİRAS 20. Bölüm

Yiğit arabasından inip lokantaya girdiğinde sadece Necdet Bey ile birlikte olacaklarını sanıyordu. Oysa kızlar da yanındaydı. Yiğit yüzüne yerleştirdiği hafif gülümseme ile otururken herkesle selamlaşmıştı. Onlar da yemeklerini henüz söylememişlerdi. Siparişler verildikten sonra iş hariç her şeyden konuşmaya başladılar.  

Yiğit, uzun zamandır adı konulmamış bir soğukluk hissediyordu. Konuşuyorlar, gülüyorlar hatta ara sıra Sedef ile eskisi gibi dertleşiyorlardı ama şimdi de hissettiği gibi bir soğukluk vardı. Mine’nin tavrı normaldi. O konuda şüphesi yoktu. Acaba Necdet ve Sedef, o gezide olanları bildikleri için mi tavırlıydı? Neredeyse yedi sekiz aydır bunu hissederek yaşıyordu. Bu sürede hayatına Melda girmiş, Mine en az iki erkekle çıkmıştı. Onun yanında birilerini görmeye dayanmak güç olsa da buna alışmalıydı. Melda da böyle bir ilişkiyi hak etmiyordu. İyi birisiydi. sevilmeyi hak edecek kadar iyi birisiydi. Yoğun günlerin akşamlarında onun rahatlatıcı arkadaşlığını seviyordu. Günü konuşmak, hayatı paylaşmak...Hayatı paylaşmak  derken? Acaba artık farklı bir adım atma zamanı gelmiş miydi? O sırada kendisine seslenildiğini duyup başını tabağından kaldırdı.  


“Nereye daldın öyle? İki kez seslendim ama duyuramadım. İşin yoksa biz günü bitirelim. Kızlar işe dönecekler.” 
“Benim de…” derken bir anda Necdet’in bakışlarındaki anlamı çözüp “… erken kaçmaya ihtiyacım vardı. Feneri nerede söndürelim?”  Bu konuşma ile az önceki konuyla ilgili düşünceleri de bir süre daha uzaklaşmıştı aklından. Acaba Necdet ne konuşacaktı? İçini kemiren şüphe ile tabağındakileri iştahsız şekilde yedi. Duyacaklarına kendisini hazırlamalıydı.

Sedef, babasına bakıp sözde kızgın bir suratla “Biz köleler işe dönelim siz efendiler eğlenin. Öyle olsun görüşürüz.”  Masadan kalkarken çantasını da sert hareketle sandalyeden alıp omzuna taktı.

Mine ona gülümserken sadece babasına “Evde görüşürüz baba.” dedi. Yiğit’e de başı ile selam vermeyi ihmal etmedi.


***

Sedef önce çıkmasına rağmen otoparka yürürken önüne geçen Mine’ye yetişmek için adımlarını hızlandırdı.  
“Kızım beklesene, uçuyorsun.” 
“İşler bizi bekliyor. Toplantım var, yetişmem lazım.” 
“Yarım saat var daha. Sen hala Yiğit’e mi takılıyorsun? Olanları aştığınızı düşünüyordum. Melda ile bile daha samimisin.”
“Melda iyi biri. Yiğit de onunla mutlu. Sadece işim olduğunu, toplantıya girmeden önce aklımdaki konuya acil olarak bakmam gerektiğini anımsadım. O yüzden acele ediyorum.” Yalan söylüyordu. Arada böyle hissediyor, içinde büyük bir üzüntü volkanı patlıyor, lavlar tüm vücudunu yakıyordu. O an ortamdan uzaklaşmazsa duygularını açık edecek gibi hissediyor ve çareyi kaçmakta buluyordu.

Sedef, kardeşinin her şeyi kabullendiğini düşündüğü anlarda aslında kendini kandırdığını anlıyordu. Aylardır üstü örtülmüş bir sorun olarak duruyordu Yiğit… 
  
*****  

Kızlar gittikten sonra Yiğit ile Necdet Bey bir saate yakın lokantada kaldı. Konuştukları konular Yiğit’i şaşırtmıştı. Beklemediği konuları açmıştı Necdet Bey.

Az önce düşündüğü her şey rafa kalkmıştı. Şu an çok daha önemli konular vardı düşünmesi gereken. Düşünmek tam durumu anlatacak kelime değildi. Duydukları beynini kemirecek şeylerdi. Dikkatli olması gerekiyordu… Çok dikkatli olması gerekiyordu.


***** 

Karnı iyice belli olan Esra bebeklerin kontrolü için doktora gitmek üzere hazırlanıyordu. Hava tahammülleri zorlayacak kadar sıcaktı ya da ona hamilelik yüzünden öyle geliyordu. İlk kalp atışlarını duyduğundan beri farklı bir ruh halindeydi. İkiz bebek beklediğini, bir beklerken iki taneye birden sahip olacağını öğrenmek, kaybının acısını da biraz hafifletmişti. Düşük yaptığı zaman bebeğinin ultrason resminin bile olmamasına hayıflanıyordu. Sonra psikolog böylesinin daha iyi olduğuna inanmasını sağlamıştı. Şimdi ise iki tane can taşıyordu ve ikisinin de görüntülerini her ay başucuna koyuyordu.   İlk üç ayın ardından rahatlamış normal hayata dönmüştü.

Önce Sedef’in kapısına gelip kısaca tıklattıktan sonra açtı. “Benimle gelmek istediğine emin misin?” 

“Hazırım bile. Babam burada olsaydı sorun yoktu ama madem biz bizeyiz birlikte gideceğiz.” 
“Mine uyanmış mıdır?” diye sorarken yan odadan çıkan Mine.“Adım çıkmış dokuza inmez sekize…” diye söyleniyordu.  
“Bugün cumartesi ve sen dün akşam sanırım evde yoktun.” 
“Bir olmadan gelmiştim. Çok sıkıcı bir geceydi. Hadi bir şeyler yiyelim ve çıkalım. Merak ediyorum, ben de duymak istiyorum şu dilinden düşürmediğin kalp atışlarını, paşaların.” 
‘Paşa’ kelimesini duyan Esra, kızlara “Kız olmalarını ister miydiniz?” diye sordu.
“Babama haksızlık olurdu. Evde beş kadın, tek erkek. İkisinin de erkek olması bizim için iyi ama sen belki bir kız bir erkek isterdin.” dedi Mine.
“Evet, Necdet tek kalmasın, sayı eşitlensin. Güzelmiş bu, çok sevdim.”
“Hem bir düşün bizim gibi iki kız! Ama eminim sen onları hiç karıştırmazsın. Tüm numaralarımızı öğretsek bile sizleri kandıramazlar.” Sedef bunu söylediğinde Esra sarılmıştı genç kıza. Annelerinin uzaklığı bazen böyle kendini gösteriyordu. Çok önemsiz sanılan bir konuşmada onların üzerindeki etkisini görüp üzülüyordu. Binnur gerçekten anne olacak en son insandı.  

“Öğretmenleri siz olunca o kadar iddialı olamıyorum. Sizi ayırt etmek için kendimi paralıyorum. Onlar bu kadar benzemesinler.” 
“Bence bizim gibi olacaklar.” 
“Siz onlara her numaranızı öğretmeyin, onları bize karşı doldurmak yerine bakımlarına yardım edin, gerisini hallederiz. Ben başa çıkamam ikizlerle.” 
“Bebeklerine bakmak için bizden izin alman gerekecek. Size haftada bir gün bakım izni veririz!”
“Mineciğim, bu sözlerini sana anımsatacağımdan emin olabilirsin. Hem belki de kaçmak için evlenir kendi bebeğini yapmaya karar verebilirsin.”
“Adayım yok ki. O yüzden en azından ilk sene kesin ben bakacağım o bebeklere.”
“Aaa adaya ne oldu? Ayrıldınız mı?”
“Dün akşam… Boşa vakit geçiriyordum. Hiç heyecanlanmıyorum, özlemiyorum. Niye vakit kaybedeyim?” Melda’yı gördüğünden beri küçük flörtlerle vakit kaybettiği üçüncü kişiydi.

*****
  
Doktorun muayenehanesinden çıktıklarında hepsinin yüzünde kocaman gülücükler vardı. İki erkek de çok sağlıklıydı. Kiloları ve boylarının kontrolleri, annenin kilo alım miktarı, vitaminlerin düzenlenmesi gibi konular konuşulmuş, yeni ultrason resimleri alınmıştı. Beş aylık ve sağlıklı bebekler yine sarılmış halde gözüküyorlardı. Esra ilk bebeğinin kaybından sonra yaşadığı kaybetme korkusundan tamamen arınmıştı. Doktorun ikizlerin erken doğacağını söylemesine bile aldırış etmemişti. Öncesinden bildiği bir konu olunca rahatlıkla sonraki adımları dinlemişti.

“Kızlar, artık neredeyse sadece üç ay kaldı. Sekiz aylık gibi doğacaklarını söylediğine göre temmuz ayında bizi tatil yerine bebek odası paklayacak.”
“İsim düşünmeye başladınız mı? Aklında isim var mı?”
“Hayır, hiçbir ismi beğenmedim. Sizin aklınızda var mı?”
“Biz düşündük. Siz kendi fikirlerinizi ortaya koyun, sonra da biz söyleriz. Teklif olur, ısrar olmaz.”
“Sedef, sizin fikirleriniz babanız için çok önemli. Aynı şekilde ben de sizin istediğiniz isimleri duymak istiyorum.”
“Akşama söyleriz.”    

Esra, kızların tavırlarında samimi olup olmadıklarını anlamaya çalışıyordu. Necdet o kafada bir baba olmasa da erkek çocuk sahibi olmak tüm dengeleri değiştirebilirdi. Elbette kızlarla arada yirmi altı yaş fark olacaktı. Evlenmiş olsalar onların çocukları bile kendi oğullarından büyük olurdu. Tüm bunları düşünürken kızların önde keyifle oturuşu, şarkılara eşlik edişi, arada bebekler konusunda neler yapacaklarının hayalleri ile kendi düşüncelerinden utandı. Bebek odası için bir ay sonraya randevu vermişlerdi. Dekorasyon için anlaştığı firmanın tam istediği gibi bir oda yaratacağından emindi. Kızların şimdiden bir sürü şey almasına mani olmak istiyor fakat şu andaki gibi onlardan daha hevesle mağazaları geziyordu. Son girdikleri yerde seçtiklerini gördükçe zevklerine olan hayranlığı arttı. Bir servete mal olacak kadar çok şey alınmıştı.
“Kızlar yeter, çok hızlı büyüyecek, sonra bunlar ziyan olacak.”
“Ziyan mı olacak? Onlar büyüyünce dünyaya gelmiş bir sürü küçük bebeğin de ihtiyacı olacak şeyler bunlar. Paylaşmayı bilmedikten sonra kazanmanın anlamı olmadığını söyleyen bir dede, her şeyini paylaşan bir baba ile büyüdük biz.”
Esra, Mine’nin cümlesi bitmeden sarılmıştı bile. Bu kızları da onları yetiştiren babalarını da, hiç görmediği ama çok dinlediği dedelerini de çok seviyordu.
“Sanırım, bebeklerime benden bile iyi bakacaksınız!”
“Emin olabilirsin. Düşünsene evde iki tane haydut var ve biz onlar ağlarken ‘annesi bunlar seni istiyor’ deyip kaçma hakkına sahibiz. Bundan daha keyifli bir şey yok.”
“Çok kötüsünüz. Asıl ağlarken size ihtiyacım olacak.”
“Merak etme, dönüşümlü olarak yanında olacağız. Sen sadece sağlıklı olarak doğuma kadar onlara bak yeter. Sonrasını biz hallederiz.”
“Biraz da şımarıp kapris yapabilir miyim?”
“Biraz ama!”
“Anlaştık.”

Akşam, zorunlu olarak katıldığı toplantıdan dönen babaları ile gördükleri bebeklerin hareketlerini defalarca konuştular. Cep telefonun kayıt ettikleri görüntüleri izleyip durdular. Sıra kahvelerin eşliğinde muhabbete gelince aynı zamanda isim konusuna da geldi.
“Biz daha düşünmedik. Siz söyleyin, biz daha iyisini bulursak onları koyarız.”
“Emin misin baba? Bak biz bu konuda iyiyiz.”
“Siz çok konuda iyisiniz. Hadi biriniz söyleyin artık, merakta bırakmayın.”

Kızlar bir süre birbirine baktı ve Mine akıllarındaki isimleri açıkladı. “Demir ve Tunç olmasını isterdik. Hem bizim gibi birer materyal olacaklar hem de söyleniş olarak farklı anlam olarak yakın olacaklar.”

Esra’nın gözleri parlamıştı. Güçlü iki isim önerilmişti. “Çok güzelmiş. Başka alternatif aklımıza gelirse yine konuşuruz ama şimdilik bu iki isim çok güzel.” O sırada aklına geleni de sormadan edemedi. “Sizin isimleriniz aynı anlamda ama ayrı söylenişli. Kardeşlerinize de öyle isim bulmuşsunuz. Niye benzer söylenişli isimlerden aramadınız? Seslenirken karışmasın diye mi?”

Sedef, babasına baktı, “Babam, anlatsın. Bize bu isimleri o vermiş.”

“İyi bir pedagog arkadaşım ikizlerim doğmadan tavsiye etmişti. Birbirlerinden anlam olarak ayırmamamı, ama söyleniş olarak mutlaka ayrı olmasını söylemişti. Böylece çocuklar değer olarak gözümüzde farklı olmadıklarını bilecekler ve seslenenler de isimleri daha az karıştıracak. Çocuklar da duydukları isim benimki mi onunki mi demeyecekmiş. Bu konuda kesinlikle haklı çıktı ama kızların bu kadar benzeyeceğini o bile tahmin etmemişti.”
“Bunlar da benzerse? Nasıl ayırt edeceğiz?”
“Ben nasıl ayırt ediyorsam ve son zamanlarda sen nasıl ayırt ediyorsan onları da aynı şekilde ayırt edeceğiz.”
Esra, Necdet’e baktı, doğru mu söylüyordu? Kendisi son zamanlarda ayırt edebiliyor muydu?
“Nasıl? Ben ayırt edebiliyor muyum? Kızlar söylemeden anlıyor muyum artık?”
“Hem de son üç dört aydır, rahatlıkla ayırt ediyorsun.”
“Hiç dikkat etmemişim. Sanırım haklısın.”
“Haklı, biz de fark etmemişiz. Ama sen gerçekten bizi ayırt ediyorsun. Hadi formülü söyle. Ne yapıyorsun?”
“Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum!”
“Seviyorsun. Tek ölçü bu. Severken farklılıklarını görüyorsun.”
“Elbette seviyorum. Kız kardeşim gibiler.”
“İşte bu. O yüzden rahat ol, oğullarını hiç karıştırmayacaksın!”

Esra, dilinin ucuna kadar gelen ‘Binnur sevmiyor muydu?’ sorusunu yuttu. Kızların tadını kaçıracak bir şeyler söylemek istemiyordu. Kahveler tazelenirken gündüzün sıcağının yerini gecenin serinliğine bıraktığını görüp bahçeye çıkmaya karar verdiler.

Necdet, bahçedeki güvenlik görevlilerinin ortama hakim olduklarından emin olduktan sonra rahatça oturdu yumuşak minderli koltuklara. Çiçeklerin kokusu burunlarını doldururken bir yandan da denizden gelen iyot kokusuyla rahatlıyorlardı. Müzik sesleri uzaklardan birbirine karışıyor, ara sıra havai fişekler patlatılıyordu.

Tüm bu seslere rağmen dingin bir akşamdı. Keyifli kahkahalar eşliğinde geçen saatler boyunca sadece bebeklerden konuştular.


***** 


Fırat, bağlı olduğu uluslararası eğitim kurumunun davetlisi olarak New York’a  gitmek için hazırdı. Tüm çalışmaları bitmişti. Yeni yıl girdiğinden beri zamanının çoğunu neredeyse yurt dışında geçirmişti. Çok yoğun iş gezileri arasında hayatında noksanlıkların farkına varıyordu. Asıl yapmak istediklerinin çok uzağındaydı. Bir gün belki istediği adımları atacaktı. O güne kadar biraz daha çalışmalıydı. Hatta Söğüt Holdingin eğitimindeki son ayı da bitirip daha sonra Necdet Bey ile görüşmeliydi. Amacına en uygun zamanın bu ayın sonu olduğuna karar verdi.

Ayça’yı ararken odasında buldu. Genç kadın arkası kapıya dönük çok alçak sesle konuşuyordu. Büyük ihtimal özel bir görüşmeydi. Üstelik kızgın olduğunu anlamak için yüzünü görmeye ihtiyacı yoktu. Onun siniri yatışana kadar konuşması gerekmiyordu. Dönüp giderken genç kızın, “Tamam, tamam yapacağım. Akşama görüşürüz.” dediğini duydu. Telefon kapanmıştı ama hala camdan dışarı bakıyordu. Konuşmak için doğru zaman değildi. İlk kararını uyguladı ve dönüp odasına gitti.  


*****


Yiğit, yine seyahatteydi. Artık sıkılıyordu. Otel odasındaki yatağına uzanarak düşünmeye başladı. Bir saat sonra katılacağı toplantıda konuşacakları yerine, İstanbul’da bıraktıklarını düşünüyordu.

İlk aklına gelen Melda olmayınca kendisine sinirlenip düşüncelerini ona yöneltti. Bir arada iyilerdi. Gülüyorlar, eğleniyorlar, hep olmasa da aynı şeylerden keyif aldıklarını da biliyordu. Yatakta en başından beri iyilerdi. Yani artısı çok bir ilişkiydi. Ama üç gündür ondan uzaktı ve aklına ilk onun gelmesi gerekirken düşünmek için kendini zorlamıştı.

Tüm bu iyi vakit geçirmeler yeterli miydi? Yeterliyse böyle mi devam edecekti? Bu Melda’ya yetecek miydi? Son zamanlarda yaptığı gibi evlenmeyi ima edecek miydi? Ya kendisi! Evlenmeyi düşünüyor muydu?

“Elbette düşünüyorum, evlenmeyi, çocuklarımın olmasını istiyorum. Gri gözlü, siyah saçlı, annesine benzeyen kızım olsun istiyorum.” dedi yüksek sesle. Sonra kendi sesi kulaklarına geldi. Bu söyledikleri ile çelişen düşünceleri yüzünden elinin alnına vurup yattığı yerden doğruldu. “Aptal, o başkasının çocuklarını doğuracak senin değil!” dedi ve toplantı için giyinmek üzere dolabın kapağını açtı.  Son toplantı için valizine yerleştirmediği takımı dolaptan aldı. Nihayet akşam uçağı ile sevdiklerinin yanına dönüyordu.


***** 


“Artık harekete geçin.”
“B Planı mı?”
“Sormana gerek var mı?”
“Ne yapacağımız hakkında bir fikir verecek misin? Ne gerekirse yapalım mı?”
“Tek bir sonuç istiyorum. Yok olmalılar. Ne yaparsanız yapın ama hepsini yok edin. Sıktılar artık. Tek tek uğraşmayacağız. Tüm holdingi istiyoruz.”

David Massey’in direktifleri Ronald Craig tarafından karşısında oturan kişiye açıklanıyordu. Son aylarda üçüncü kez gelmişti İstanbul’a. Üstelik bu kez yol arkadaşı da vardı. Tüm yol boyunca planlarını sessizce konuşmuşlar, neler yapabileceklerini detaylıca planlamışlardı. Kimsenin duymaması için neredeyse dudak okuyacak kadar sessiz geçen konuşma nihayet akıllarında kendileri için başarılı, başkaları için ölümcül olacak sonuçlar doğuracaktı.
Karşısında oturan adama ve yanındaki kadına bakıp planı bir kez daha anlatmaya başladı. Uçaktaki planlar nihayet harita üzerinde şekilleniyordu. Tehditlerin başarısız olması, tekliflerin göz ardı edilmesi ve farklı stratejilere verdikleri tepkiler yüzünden olayı uzatmak yerine sonuç alacak hareket için emir verilmişti. Artık dönüş yoktu.


***** 



İki kızın dört valizi görevliler sayesinde alt kata indirilmişti. Tüm kuzenlere ve büyüklere götürülen hediyeler iki valiz doldurmuştu. Son katın merdiven boşluğuna geldiklerinde ikisi birden dedelerinin tablosuna bakıp bir ağızdan konuştu. “Günaydın dede, sana geliyoruz.” Daha sonda Sedef devam etti konuşmaya. “Biliyoruz, sen böyle şeyleri saçma buluyorsun. Seni anmak, seninle dertleşmek için mezarının başına gelmemiz gerekmiyor ama biliyorsun herkes dedikoducu. Gelmezsek ‘dedelerini unuttular’ derler diye korkuyoruz. Kuzenler, onların çocukları, bir sürü akraba ve komşu… Anlayacağın bizi yoğun bir program bekliyor. Şimdi sen bizim için dua et, biz de senin için edeceğiz. Seni seviyoruz.”
“Kendi adına konuş, ben belki sevmiyorum… Ayrıca evet dede sana kızgın olduğumu bu sene de söylemeden duramayacağım. Ne vardı o kadar erken bizi bırakıp gidecek? Çok özlüyorum seni biliyorsun değil mi? Eminim sen de bizi özlüyorsun. Kızgınım ama hem özlüyorum, hem de seviyorum seni. Sedef haklı, sen bize, biz de sana dua edelim. Bir şekilde görüşürüz…”
Bahçeye çıkarken kızlar birbirine sarılmıştı. Hüzün ile huzur aynı anda yüzlerine yansımıştı. Necdet onların yüzlerine bakıp yine dedeleri ile konuştuklarını tahmin etti. Her zaman yaptıkları ama ölüm yıldönümlerinden ayrı bir ruh hali ile gerçekleştirdikleri konuşmayı duymayı isterdi. Kızlar iki yanağına birer öpücük kondurup iki yanına oturdular. Babasına iki araba yola çıkacaklarını Sedef söyledi.
“Gerek yok. birlikte gideriz. Güvenliklerin de işini aksatmayın.”
“Onu biz de düşündük. Bizim arkamızdan gelirler. Biz de yakın gideriz sorun olmaz. Hem zaten ne olabilir ki?”
“Bir şey olacağından değil ama aynı araçta olsak daha rahat olurum.” Sözlerinin aksine hiç de rahat değildi bu konuda. Sessizlik korku verici boyuta gelmişti. Gerçekten vazgeçmişler miydi? Son teklifler ve son retler uzun süre önce yaşanmıştı. Artık kimse tehdit etmiyordu. Defalarca kez yaşanan saçma inatlaşma galiba bitmişti. Necdet böyle düşünse de içinde bir yerlerin rahat olmadığını biliyordu. Zaten güvenlik tedbirlerini azaltmamıştı.

Onun düşüncelerinden habersiz Sedef devam etti. “Baba, sen karını al yanına, rahatça devam et yoluna. Esra uzanmak isterse arka koltuğa geçer rahatça yatar. Yol yoracaktır. Zaten o niye gitmek istiyor hiç anlamıyorum. Yol uzun, hava sıcak. Zor olacak!”
“Doğumdan önce aile ile görüşmek istiyor. Sonra en az iki sene gidemeyecek. Hem ona da biraz tatil gibi olabilir. Çiftliğini de görmek istiyormuş.” Babasının aldığı çiftlik üzerinde inşaat başlamıştı. Çok güzel bir kütük ev yapılıyordu.

“O zaman siz kalırsınız biraz daha, hem evin inşaatına bakarsınız, hem başka neler eklemek istiyorsunuz karar verirsiniz. Biz döneriz, şirkette de aklın kalmaz.”

O sırada merdivenden zorla inen eşini gördü, Necdet. “Hayatım, bak kızlar ne diyor! Biz çiftlikte biraz daha kalabilirmişiz. Onlar idare edermiş!”
Altıncı ayında olan Esra kızlara gülümsedi. “Ederler elbette. Orası biraz rüzgarlı, hiç de fena olmaz kalmak. Sağlık merkezlerine ne kadar uzak olduğuna bakar karar veririz. Şöyle bir haftalık tatil çok iyi gelirdi dördümüze de.” Bir eli ile bahçeye çıkan kapının pervazını tutuyor, diğer eli ile karnını okşuyordu.

Necdet Bey, uzun zamandır böyle yolculuk yapmadığı için keyiflenmişti. Sedef arkasındaki aracı kullanacaktı. Babasının huyunu bilen Sedef özellikle Esra’ya duyurarak babasından söz almaya çalıştı. “Çok hızlı gitmeyeceksin. seni gözden kaybetmek istemiyorum. Esra’yı da rahatsız eder sürat.”
“Oooo pazarlık yapıyorsun. Tamam merak etme. O istemezse sürat yapmam. Siz neden kendi cipinizle gitmiyorsunuz? Hem o daha güvenli.”

Uzun yola gidecekleri için zırhlı araçlardan biri yerine üstü açılan spor arabayı tercih etmeleri hepsini düşündürse de Mert, iki araçla onları korumaya alacaklarını söyleyip Necdet Beyi razı etmişti. Kızların mazeretleri hazırdı. Kuzenlerini gezdirirken üstü açılan bir araba ile daha havalı olacaklardı.  

Her sene kiralanan helikopter ile çıkılan yolculuk bu yıl Esra’nın hamileliği yüzünden arabaya çevrilmişti. Uzun zamandır böyle bir yolculuk yapılmadığı için herkes heyecanlıydı. Önden gidecek güvenlik aracı kontrolleri yapacak uygun yerlerde yemekler yenecek, molalar verilecekti.

Kafana göre takılmak… Hayatlarında neredeyse hiç olmayan bu duyguyu şu yolculukta bile yaşayamamak sinir bozucuydu. Bir kır lokantasına park edip dilediği gibi vakit geçirmek… Basit şeyleri yaşayamamak bazen gerçekten sinir bozucu oluyordu. Necdet, daha fazla düşünmek yerine marşa bastı ve aracını hareket ettirdi. Sedef de aracını hareket ettirince, son araba olan diğer güvenlik ekibi arkalarından hareketlendi. 


Yolculuk, sorunsuz ve keyifli geçiyordu. Şehir dışına çıktıktan bir saat kadar sonra sedef aracın üstünü açmıştı. Güneş yükseldikçe ısı artmış, üstü kapatsak, klimayı mı açsak konuşmaları ile öğlen yemeği için mola verecekleri lokantaya gelmişlerdi. Öndeki güvenlik aracı gerekli incelemeyi yapmış, lokantanın uygun yerinde masa ayrılmasını sağlamıştı. Garsonların şaşkın bakışları arasında dörtlü içeri girip gösterilen yere oturdu. İkizler ilgi odağı olmuştu. Kızlar çok fazla etrafa bakmıyor, yolda gördükleri şeyleri konuşuyorlardı. Bu keyifli anları bozan tek şey Esra’nın söylenmeleri idi.
  
Yolun yorgunluğu ile biraz naz karışımı bu söylenmelere kimse takılmıyordu. O da en çok yemeklerin tadına kulp buluyordu. Evdeki lezzeti bulamayacağını bilse de diline hakim olamayıp, bu da çok tuzlu, deyince, Necdet tam ters bir laf edecekken ikizlerin kalkan kaşları ile sustu.  Yol uzun, hava sıcak ve o hamileydi. Biraz kapris yapması için her şey vardı. Gelmek için kendisinin ısrar ettiğini anımsatıp daha fazla tat kaçırmanın gereği yoktu. Mola verdikleri yerin yakınında küçük bir dere akıyordu. Yemeğini bitiren kızlar ellerini karınlarının üstüne koyup şişkinliklerini kontrol etti. Mine hallerine gülerek, sordu. “Esra, sana yakın olduk bak, nasıl şiştik? Biraz yürüyelim mi? Hem midemiz rahatlar hem de bacaklarımız açılır.” Esra’nın havası anında değişmişti. Gülerek kalktı masadan.

On dakikalık yürüyüşten sonra Necdet’in işareti ile arabaların olduğu tarafa yöneldiler.

“Tamam kızlar yola çıkıyoruz. İki de bir de bana selektör yapmayın. Bir şey oldu sanıyorum.”

Sedef, babasının dediklerine kızmıştı.“Oluyor tabii baba. Sen hızlı gidiyorsun. Sana yetişmek için gaza basmam gerekiyor. Öndeki ekibe vuracaksın neredeyse, tamponlarına yapışıyorsun adamların. ”  O sırada iki güvenlik aracı da yola çıkmak için hazırdı. Şoförlük yapanlar yerlerini almış, yanlarında gidenler son kez etrafa bakınıyordu. Onların bu hali lokantada diğer yemek yiyenlerin de dikkatini çekmişti.

“O zaman ver arabayı Mine kullansın.” Necdet daha fazla ortada konuşmak istemiyordu. Bir an önce yola çıkmak için hareketlerini hızlandırdı.
“Olmaz. O senin gibi kullanıyor.” 
“Tamam işte. Ver ona.”  
Mine, elini uzatıp anahtarları alırken pis pis sırıtıyordu. “Hadi baba, şunlara araba nasıl kullanılır gösterelim.” 
“Şımarma Mine. Sakın ha delilik yapayım deme. Bozuşuruz.” Necdet kızının yüzündeki gülümsemeden korkmuştu. Kendisini dizginlemek gerekiyordu asıl. Kızlarının kaza yapmasını istemiyordu.
“Tamam baba. Sen ne yaparsan ben de onu yapacağım.”  
Sedef gözlerini devirerek ikizine baktı ve babasına “Yavaş ve dikkatli ol, üç can daha taşıyorsun!” diye anımsattı.
Mine şoför koltuğuna oturdu, arabaya binen Sedef’e dönerek sırıttı. “Emniyet kemerini tak güzelim, uçuşa geçiyoruz!”

*****   

Tek şeritli yolda süratle giden, son model cipin iki yüz metre kadar gerisinde,  üstü açık spor araba aynı hızla takipteydi.  

Mine, babasına ayak uydururken eğleniyordu. Sedef ise çok da düzgün olmayan asfalt üzerinde bu kadar sürat yapılmasından tedirgin olarak bir süre sakin olmasını söylemiş, babasının da benzer bir tempoda gidişi yüzünden susmuştu. Neyse ki trafik yoktu. Aslında babası da az önceki kadar hızlı kullanmıyordu. Sözleri etkili olmuştu.

Kızlar son kilometreleri alırken dinledikleri şarkıya yüksek sesle eşlik ediyorlardı. Mine karışık şarkılardan oluşan bir bellek takmıştı. Yanlarından geçen otobüslerden ya da araçlardan kendilerine yönelen başları görüyor, umursamadan şarkı söylemeye devam ediyorlardı. Şımarıkça ve vurdumduymaz davrandıklarını biliyor, buralarda tanınmıyor olmanın rahatlığını yaşıyorlardı. Dikiz aynasından kendilerini görüyorsa babalarının da sinirden kudurduğunu tahmin edebiliyorlardı. İstanbul’a dönünce yine yaşlarına ve konumlarına yakışır terbiyeli kızlar olacaklardı. Madem bu yola çıkılmıştı, o zaman en azından eğlenerek yolculuk yapmak haklarıydı!
  
*****   
   
Bigadiç’e kırk kilometre kaldığını gösteren tabelayı gördüklerinde, Mine gülerek, “Nihayet. Yol hiç bitmeyecek sanmıştım.” dedi.   
   
“Kullanmayı sen istedin. Şikayet etme.” Sedef hem kardeşine yanıt veriyor, hem de eli ile tempo tutmaya devam ediyordu. Bir örnek giyinmişler, sadece renkleri değiştirmişlerdi. Mine, beyaz, Sedef limon sarısı bluz giymişti. Akrabalara fazla eziyet etmeye gerek duymamışlardı. Rengi aklında tutan kızları karıştırmazdı! Aslında çok farklı kıyafetler almışlardı yanlarına. Sadece ilk karşılaşma için her zamanki oyunlarına başvurmuşlardı.   
   
Güneşli hava, yolculuğu biraz daha çekilir kılıyordu. Manzara genelde güzeldi. Dağların arasından geçerken içlerine çektikleri temiz hava başlarını döndürüyordu. Mayıs ayına rağmen ısı yüksekti. Ağaçların bahar çiçekleri yerlerini yapraklara bırakmıştı. Bazen küçük şelaleler görüyorlardı. Eriyen karların oluşturduğu bu küçük şaheserler, geçtikleri her yere bereket taşıyordu. Bir süre sonra bunların yerini daha kıraç topraklar aldı. Bu görüntü onlar için olağandı. Bazı madenlerin olduğu yerlerde ağaçların yetişmemesi normaldi.

Birbirlerine gördükleri güzellikleri gösterirken arada çalan şarkıların sözleri ile bir anda geçmişe dalıyorlardı. Hayatlarında son bir yılda inişli çıkışlı zamanlar olmuştu. İkisi de gerçekten etkilendikleri, hatta Mine, aşık olduğu bir erkeği hayatının merkezi yapmak istemiş, erkekler ise onları istememişti. Sedef, ne yaptığı bilinmez bir adamı biraz fazla düşünmüş ve aklını karıştırmasına izin vermişti. Yiğit ve Fırat hayatlarında izler bırakmış, neyin neden olduğunu hiç anlamadıkları bir şekilde uzaklaşmışlardı. İkisinin de konu hakkındaki konuşmalarından çıkarttıkları sonuç ailenin maddi gücünün gözlerini korkuttuğu oldu. Milyarlarca dolar değerinde bir servetin sahibi olan kızlarla baş etmek ezilmeden hayatlarında yer almak her erkeğin harcı değildi.

Oysa ikizlerin tek istediği gerçek sevgiydi.

Müziklerin sürüklediği duygusal ruh halleri aracın çukurlardan birine girip çıkması ile dağıldı.

“Dikkat et, içinde su olsaydı batmıştık.”

Mine, babasının aracını gözden kaybetmeden yol almaya devam ederken bir yandan da gözündeki güneş gözlüğünün kulaklarının üstünde yaptığı baskıyı azaltmaya çalışıyordu. 

“Dünya para verdim, yine de başımı ağrıtıyor.” 
“Uzun süredir takıyorsun da ondan başın ağrıyor. Biraz da güneş başına geçmiş olabilir.”  
Elini saçlarında gezdirip gerçekten çok sıcak olduğunu hissedince “Üstünü kapatıp klimayı açayım mı?” diye sordu.
“Güneş güzel ama daha en az bir saate yakın yolumuz var. Kapat, rahat edelim.”
Arabanın üstü kapanırken müziği değiştirdi.  

Mine, yine gözlüğü ile uğraşırken, “Biz ne yapacağız dört gün burada? Babamın bu inadına sinir oluyorum.” diye söyleniyordu. Dikiz aynasında kısa bir an burnuna baktı. Kıpkırmızı olduğunu görünce daha da sinirlendi. Kulaklarının arkasını görebilse orada da aynı manzarayla karşılaşacağından emindi. İstanbul’a döner dönmez gözlüğü iade edecekti.    

Sedef, onun uğraşısını fark etmemiş manzarayı izliyordu.  “Buluruz yapacak bir şeyler. Üç gün sıkalım dişimizi, dördüncü gün de sabah erkenden yola çıkarız. Yarın zaten kabristandayız, akşama dua var. Diğer günler için plan yaparız.” 
Kuzenleri ile vakit geçirmeyi seviyorlardı ama yapacak şey o kadar azdı ki neredeyse günlerin tamamı sadece konuşarak geçiyordu. Kendi düzenli hayatlarının içinde hareketli yaşam çok fazla yer kaplamasa da mutlaka haftada en az iki akşam programları oluyordu. Kuzenlerinin İstanbul'a geldiği günleri düşünüp gülümsedi. Çok yorgun dönmüşlerdi geriye. Konserler, sergiler, davetler derken bir haftada ondan fazla programa dahil olmuşlardı. Aldıkları keyfi hala anlatıyor, hemen ardından, biz o tempoya asla iki hafta bile dayanamayız, diye ekliyorlardı.

Başını sağ tarafa çevirmiş hızla değişen manzaraya bakıyor, oldukça seyrek gözüken köy evlerini yüzündeki tebessümle izliyordu. Öyle bir ortamda yaşayamazdı ama görmekten keyif alıyordu.  Yılın bir kaç gününü böyle bir yerde geçirmek aslında hepsini mutlu ediyordu. Ayrılıklar hep hüzün veriyordu.    
Mine’nin sesi ile kafasını çevirdi. Kardeşi “Cebin mi çalıyor?” diyordu. Akrabaları ile olan anılara o kadar dalmıştı ki hiç ses duymamıştı.  

“Aaaa evet. Çantamda bırakmışım.”   
Sedef, arka koltuktaki çantaya elini uzattı. En uzak köşeye kaymış çantaya ulaşamayınca, emniyet kemerini açarak iki koltuk arasından yeniden uzandı. Çantasını almak yerine telefonuna ulaşmak için fermuarı açamaya uğraşıyordu.

Tam o an, iki koltuk arasında sıkışmış arkaya eğildiği o an önce bir sarsıntı, sonra bir çığlık ve ardından çok daha büyük bir sarsıntı ile neye uğradığını şaşırdı. Önce sağa doğru yatan araç yüzünden belinde bir acı hissetti. Daha sonra tam terse, sola yatan araç yüzünden kaburgalarının sızladığını duydu.

Neler olduğunu anlamadan koltukta önüne dönmek için uğraşırken arabanın üçüncü kez ve daha büyük hareketlerle savrulduğunu, kardeşinin direksiyon hakimiyetini kaybettiğini anladı. Başını bir yere vurduğunu hissettiği an Mine’nin dudaklarından yükselen feryat ile kendi dudaklarından dökülenler birbirine karışıyordu. Sanki çok uzun süren bir sahne izliyor gibiydi. Oysa tüm olanlar en fazla yirmi saniye içinde yaşanmıştı.  

Kulağında kalan son iki sesten biri kardeşinin çığlığı idi. 

“Hayırrrrrrrrrrrrrrrrrr”   

Sonrasında da kendi sesini duymuştu, “Mineeeeee… Neler oluyor Mineeeeeeee?”   


    

2 yorum: