Severek ayrılalım,
diye sözleri olan bir şarkı var. Hiç anlamadım ben o şarkıyı. Severken neden
ayrılır insan, dedim. Aşk biter, sevgi biter sonra zaten ayrılık gelir, dedim.
Oysa
yanılıyormuşum. Hala seviyorum ama ayrılıyorum da… Çünkü artık yapamıyoruz. Her
an kavga ediyoruz. Sudan sebeplerle bir dolu kavga…
Oysa
nişanlandığımızda “en kısa sürede evlenelim” diye tutturmuştuk. Büyüklerimizin
bir bildiği varmış, “Biraz nişanlılık yaşayın” diye boşuna dememişler.
Daha altı ay olmadı
nişanlanalı ama artık yeter… Her yaptığıma karışıyor. Her an haber vermemi
istiyor. O isteyince ben de istiyorum tabii. Sonra da başlıyoruz “Sen bana
güvenmiyorsun” kavgalarına.
Bazen kendimi
sorguluyorum. Ben gerçekten güvenmiyor muyum? Yanıtım hep düşünmek oluyor. Ne
zaman güveniyorum? Ne zaman güvenmiyorum?
İşte bunun
yanıtını verdiğimde işleri çözeceğim. Ama veremiyorum. Çünkü dürüst bir yanıt
verdiğimde kendimi de suçlayacağım. İşime geldiği zamanlarda onu suçlayacağım “güvensizlik”
seçeneğini kullanıyorum. Barışmak istediğim zamanlarda ise tam tersi “güvendiğim”
olayları önüne seriyorum.
Bunu seslendirmek
kolay mı? Kabahatimi kabul etmek değil mi bu? O zaman susmak en iyisi. Hem
zaten o bana hiç güvenmiyor. Benim en azından güvendiğimi ispatlayacağım bir
iki olayım var. Onda o da yok.
Bir hafta öncesini
düşünmeye başladım. O gün olaylar şöyle gelişti;
Cuma sabahı odamda iş için hazırlanırken kapıdan
kocaman kıvırcık bir kafa uzandı. Üç yaş küçük kız kardeşim… Başımın kıvırcık
püsküllü belası…
“Ablaların en iyisi, bu akşamki konsere
senin siyah tişörtünü giyebilir miyim? Hani şu barış amblemi olanı!”
“Senin de vardı ondan! Ne oldu?”
“Şey… sanırım yıkarken fark etmemişim
çamaşır suyu leke yapmış. Artık temizlik yaparken giyebilirim.”
“Benimkini batırma.”
“Teşekkürler, Meriç”
“Ablaya ne oldu?”
Yanıt, parmak uçlarına kondurduğu öpücüğü
bana üflemek ve ardından kapıyı kapatmak oldu. Pınar hep böyledir. İşi görülene
kadar politik yaklaşımlar sergiler. İstediğini elde ettikten sonra da normale döner.
Pınar hakkında
bilmeniz gereken bir nokta daha var. Üç aydır nişanlımın kardeşi ile çıkıyor.
Erdem, Ertan’dan daha yumuşak başlı. Yani benim nişanlım daha sert bir yapıya
sahip. Kafanız mı karıştı. Ertan benim nişanlım, Erdem, Pınar’ın sevgilisi…
O akşam dördümüzün gideceği bir konsere
Ertan Beyin mesaisi olması nedeniyle gidemiyoruz. Zaten son aylarda çok fazla
çalıştığı için çıkıyor kavgaların çoğu. Aslında başta bu mesailerden de
şüphelendim ama bir iki ani baskından sonra rahatladım. Tabii her baskın
sonrası kavga çıkarttı. Neden çıkartıyor ki? Nişanlımın iş yerine ziyarete
gitmemde anormal bir şey mi var? Neymiş, gece on buçuk da ziyaret mi olurmuş?
Mesai oluyorsa, ziyaret de olur.
Akşama kadar çalıştığım ve toplantılarım
olduğu için Ertan ile hiç konuşamadım. Sonra…
Akşam eve tıkıldım. Elbette Pınar ile Erdem
“Bizimle gel” dedi ama ne işim var onların yanında “üçüncü” konumunda? Otururum
evimde paşa paşa Ertan’a saracak yeni konular bulurum. Ama önce sesini duyayım.
Çok özledim. Dedim ve telefona sarıldım.
“Canım, nasılsın?”
“Nasıl olayım Meriç? Kaç gündür doğru
düzgün uyuyamadım çok yorgunum.”
“Kalma bu akşam mesaiye!”
“Aslında düşünmedim değil ama bu akşam
hazırlanacak malları denetlemek zorundayım. Sabah erken yola çıkacaklar. Dosyalarının
da hazır olması lazım. Tüm ekip masasının başında olacak.”
“Sen şef değil misin? Bırak biri yapsın
senin yerine. Sen de dinlen.”
“Keşke o kadar kolay olsa. Yarın da
çalışacağım.”
“Offf yine mi?”
“Oflama. Zaten isteksizim daha çok isteksiz
oluyorum.”
“Ama kaç haftadır yorgunsun diye doğru
düzgün bir araya gelemiyoruz. Bir gün dinlensen ertesi gün rahat rahat
gezeriz.”
“Biraz daha dayan hayatım. Sonra çok rahat
olacağız. İki günümü de seninle geçirebileceğim. Şu işler bir hafiflesin önce.”
“Tamam canım.”
İşte böyle… güzel
güzel konuştuk o gün. Sonra ne mi oldu? Sonra fabrikadaki üretim bantlarından
biri arızalanmış. Mesai iptal olmuş. Benim nişanlım saat daha sekiz olmadan eve
gitmiş. Vurmuş kafayı yatmış. Haftalardır ilk kez eve erken gitmiş, onda da iki
sokak aşağıdaki evime uğramayı zul görmüş. On dakika görseydim ne olurdu? Hatta
biraz oturur dinlenir saat dokuz gibi konsere bile gidebilirdik. Yorgunum dese
evde otururduk. Ama o ne yaptı? Gitti uyudu.
Zaten yorgundu,
iyi yapmış, ne var bunda, demeyin. Demeyin çünkü bu dedikleriniz beni
yatıştırmaz. Çünkü o gece uyuması ile olay kapanmadı. Zaten ben bunları o gece
değil sonra öğrendim. Nasıl öğrendiğimi de anlatayım;
Ben ertesi gün yine mesai yapacağını
sandığım için aramadığım nişanlımı, öğlen paydosu saatinde aradım. Ama o uykulu
bir şekilde açtı telefonu. O sesi duyunca aklımdan normal bir şeyler geçebilir
mi?
Beni birisi ile aldattığından emindim. Bir
kadının yanında uyanmış ve boş bulunup açmıştı telefonu. Acaba daha önce de
mesai diye başka kadınla mı buluşmuştu?
Ben bunları kurarken telefondan adımı
duydum. “Meriç, hayırdır?”
“Hayır falan değil. Neredesin sen?”
“Evde.”
“Bir evde olduğun kesin de kimin
evinde?” Ailesinin evine beni aldattığı
kadını götürecek değil ya.
“Meriç, evdeyim. Üstelik on altı saattir
uyuyorum. Telefonun sesi ile uyandım.”
“Anlamadım.”
“Anlaşılmayacak bir şey yok. Dün akşam
üretim bandı arızalandı. Düzelince haber verecekler işe gideceğim. Onlar aradı
sandım.”
“Sen dün akşam mesaiye kalmadın mı?”
“Söyledim ya.”
“Mesaiye kalmadın ve beni aramadın…”
İşte asıl olay
burada koptu. Ben telefonun ucunda avaz avaz bağırdım. Haklıyım. On dakika
ayırmamıştı ve ben onu çok özlemiştim. Telefonun öbür ucunda da o bağırmaya
başladı. O da kendisini haklı görüyordu.
Kavga sadece akşam
görüşmemiş olmamız ile sınırlı kalmadı tabii. Geçmişteki tüm kavga nedenlerimiz
tek tek ortaya döküldü. Benim sesim çok yüksek çıkınca annem ile Pınar kapıya
geldi. Bana sakin olmamı sessimi alçaltmamı söyledikleri için ikisini de odamdan
çıkarttım ve kapıyı yüzlerine kapatıp kilitledim. Bir yandan da ağzıma geleni
söylemeye devam ettim.
Hatta abarttım. ‘Cehennemin dibine kadar
yolun var…’ dedim. Ne yazık ki dedim. Aldığım yanıt ile yerimde çakılı kaldım.
“Sayende her günüm cehennem azabı zaten”
İşte bir hafta
önceki olaylar bunlar. Şimdi baktığımda haksızlığımı çok net görüyorum. Ama o
gün haklıydım. Lanet dilim tutulsaydı da konuşamasaydım ama konuştum. Ağzıma
geleni söyledim ve yanıtımı aldım. Artık dönüş yok. Nişanı ikimiz konuşup
bitireceğiz.
Bugün yüzüğü ve
nişanda takılanları iade edeceğim. Oysa ne hayaller kurmuştuk. Nerede
oturacağımızı bile kararlaştırmıştık. Aynı mahallede kalmaya ikimizin ailesine
de yakın olmaya, çocuklarımızı anneanne ile babaanne elinde büyütmeye, şımarıklıklarına
katlanmaya bile karar vermiştik.
Oysa Ertan
cehennemde yaşıyormuş.
Ben ona hayatı
cehennem azabına çevirmişim.
Bizim mahallemize
taşınalı bir buçuk yıl kadar oldu. İlk kez markette görmüştüm Ertan’ı.
Annesinin yazdığı listedekileri alacaktı ama ıspanak ile pazı arasındaki farkı
bile bilmiyordu. Ben de iyi komşu olarak yardımcı olmuştum. Ispanak sandığı
pazı demetini yerine bırakıp doğrusunu uzatmıştım. Sonra domates seçmesine
yardımcı olmuş, “Mevsiminde yemeye bakın domatesi, kışın çok da faydası yok.” deyivermiştim.
Televizyondan duyduklarımı satmak, biraz büyüklük taslamak hoşuma gitmişti.
Sonra da Selahattin amcanın tezgahındakileri listeye göre birlikte seçmiştik.
Elbette tanışmış ve konuşmayı devam ettirmiştik. Sonra bana teşekkür için kahve
ısmarlamıştı.
Taşınalı bir hafta
olduğunu o zaman öğrenmiştim. Benden dört yaş büyüktü. Bir fabrikada
çalışıyordu. Makine mühendisiydi. Bölümün başındaydı, ben de işimi anlatmıştım.
O günden sonra sık sık beni aradı. Yemeğe, sinemaya gittik.
Yine bir sinema gecesinde izlediğimiz
filmdeki adam sevgilisine evlenme teklif ederken kulağıma eğilip “Bu soru sana
sorulsaydı ne yanıt verirdin?” dedi.
“Kim soracak o aktör mü? Sen mi?” diyerek
köşeye sıkıştırdım. Kafasını perdeye hiç çevirmeden yine kulağıma “Bir daha bu
adamın filmini izlemeyi yasaklıyorum. Ben soruyorum tabii ki.”
“Daha evet demeden yasaklar sıraladın.
Hayır mı desem acaba?”
“Sana hayır demeyi de yasaklıyorum” dedi.
Yüzü ne kadar güzeldi. O karanlıkta bile gözleri parlıyordu. Sevgisi
ışıldıyordu gözlerinde. Ben de sevgiyle baktım ona.
“Sana hayır diyemem. Seni seviyorum. Evet
evlenirim.” dedim. Bu konuşma sekiz ay kadar önce yaşanmıştı. Sonra ailelere
açıklamış isteme merasiminden sonra nişan takmıştık. Altı aydır da nişanlıydık.
Nişanı atmak zaten
sinir bozucu ama onu hep göreceğimi bilmek daha da sinir bozucu! Ya kardeşim
kardeşiyle evlenirse? Ya biz akraba olursak? Ya o başka birini bulur, koluna
takar karşıma gelirse? Ya çocukları olursa? Bunlara nasıl katlanacaktım?
O benim bunları
yaşamamı önemsemeyecekti. Önemsese benimle öyle kavga etmezdi… Ayrılacak
noktaya getirmezdi.
Ne giyeceğimi
düşünerek dolabımın kapağını açtım. Öyle giyinmeliydim ki bu ayrılığı hiç
umursamadığımı sanmalıydı. En iyisi kot ve gömlek giymekti. Sade ve özensiz.
Gömleklerimin
olduğu kapağı açtığımda nişanda giydiğim elbisemi gördüm. Birlikte seçmiştik.
Söz nişan bir arada halletmiştik. Hepsi için ayrı ayrı zaman geçmesini
istememiştik. Onun en sevdiği renk olan koyu mavi bir elbise almıştım. Hafif dekoltesi
olan kolsuz elbise aslında başka zaman da giyilecek bir tarza sahipti. Gereksiz
masraf olmasın kokteyllere falan da giyerim demiştim. Şimdi onu giysem üstüne
de bir ceket giysem, böylece neyi kaybettiğini anımsatsam?
Gerek yok. O
anlayacak zaten neyi kaybettiğini. Bu kadar boş sebepler yüzünden beni
kaybettiğini anladı bile… Anlamıştır. Anlamış mıdır?
Off kafam çok
karışık.
Kimseye bir şey
söylemedim. Ayrılacağımızı anlatamadım. O yüzden de kafamı toparlayamıyorum.
Saçma sapan şeyler düşünüyorum. Birileri ile konuşsam onlar bana “ne kadar
haklısın” dese ben de tüm hırsımı Ertan’dan çıkartsam?
Bunları yaşarken
hiç ağlamıyorum.
Ağlayamıyorum.
Sanki ağlarsam
dönüşü olmayanı kabullenmiş olacağım. Ama zaten kabullenmem gerekmiyor mu?
Dedim ya kafam çok karışık.
En sonunda onun
çok sevdiği bir eteğimi giydim. Üstüne de birlikte aldığımız bir gömlek seçtim.
Evden çıkarken sadece “Ertan ile buluşacağım” dedim.
Buluşacağımız yere
yürürken kiralamak istediğimiz evin önünden geçtim. İlan inmiş. Bir an yerime
çakıldım. Kavga ettiğimiz konuşmadan önceki hafta bu evi tutalım diye
kararlaştırmıştık. Hatta ben içini gezmiş ona her odayı nasıl döşemek
istediğimi anlatmıştım. En çok da mutfağını sevmiştim. Sanki çok yemek
bilirmişim gibi… Ama kocam için yapacaktım. Hatta birlikte girecektik o
mutfağa… Dört odası vardı. Bir odasını çocuk odası yaparız, demiştim. Onunla
sevişeceğim günleri düşünerek utanmıştım da. Şimdi hepsi acı birer hatıra
olarak arşivlenecek.
Başımı eğip bir
daha bakmadan uzaklaştım binanın önünden. İnşallah tutanlar mutlu olurlar diye
dua ettim.
Buluşacağımız yere
geldiğimde onu gördüm. Yüksek bir yerden boğaza bakan kafenin cam kenarındaki
masalarından birine oturmuş. Denizi seyrediyor. Düşüncelere daldığı belli. Beni
masaya gelene kadar fark etmedi.
“Merhaba.” dediğimde
sıçradı. Yerinden kalktı elimi tuttu. Yüzüme baktı kısacık. Sonra yanaklarımdan
öptü. Hala beni etkiliyor. Nasıl etkilemesin ki? Ben hala seviyorum onu.
Karşısındaki koltuğa oturdum. Başımıza dikilen garsona kahve söyledim. Çay
hemen bitiyor. Kahve elimi biraz daha uzun süre oyalar diye düşünmüştüm.
“Nasılsın?”
Söze nasıl
başlayacağını bilemeyen insanların ses tonuyla sorulan bu soruya kısa yanıt
verdim. “İyiyim. Sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim.”
Belli. Üstünde hiç
sevmediğim kazağı var. Şirketten bir kız yılbaşı kurasında almış. Kazak belki
güzel ama ben sevmedim. Bunu söylediğimde kıskandığım için böyle dediğimi,
aslında bir erkek verseydi sesimi çıkartmayacağımı söylemişti. Haklıydı ama
asla itiraf etmemiştim. Ben onun sevdiği eteğimi giymiştim. O ise benim
sevmediğim kazağını. Bu bile ilişkiye nasıl baktığımızı gösteriyordu.
“Ertan, konuşmamız
lazım. Bu işi bugün bir karara bağlamalıyız.”
“Ben de konuşmak
için geldim zaten.”
“O zaman sen
başla.”
“Hayır. Sen başla
davet senden gelmişti.”
Ya o başlasa ve
“ayrılmayalım” diyecek olsa? Ama ilk ben başladığım için “ayrılalım” desem ve o
da istemeyerek kabul etse? Ya da ben “ayrılmayalım” dediğimde o “ayrılalım”
derse… belki de benim dudaklarımdan “ayrılalım” dökülecek ve o “ayrılmayalım”
diyecek…
Nasıl başlayacağım
konuşmaya? Bu kadar kararsızken nasıl karar açıklayacağım? Derin bir nefes
aldım ve hemen söyledim.
“Ertan, biz
yapamıyoruz.”
“Doğru.”
“Birbirimizi
kırkıyoruz.”
“Haklısın.”
“Bu ailelerimizi
de üzüyor.”
“Çok doğru.” Nihayet iki kelimeye çıktı yanıtı. Bu adam mı
ayrılmayalım diyecek. Bu zaten ayrılmış benden. Yutkundum. Derin bir nefes
aldım.
“Ben nişanı
bozalım diyorum.”
“Olur”
Bu kadar… İşte tüm
konuşma bu kadar. Ben yavaşça nişan yüzüğümü çıkarttım. Anne ve babasının
taktıklarını da çantamdan çıkarttım. Önce yüzüğü aldı. Cebine attı. Sonra takı
kutularını yanındaki montun ceplerine tıkıştırdı. En son onun taktığı kolyeyi
çıkarttım boynumdan. Ucunda kalp ve anahtar olan sade bir kolyeydi. Kalbinin
anahtarını vermişti bana. Onu da uzattım.
Alırken eli
titredi. Ama aldı. Sonra avucunu sımsıkı kapattı. Kotunun cebine soktu. Ve
sonra kendi nişan alyansını da çıkarttı. Onu da aynı cebine tıktı.
Onu izledikten
sonra kendi boş parmağıma baktım. Altı aydır orada alyans olmasına ne kadar
alışmışım. Ellerim bomboş geldi. Sanki çok önemli bir parçamı kesip atmışım
gibi.
Kahvemi bitirmeyi
düşündüm ama tadı çamur gibiydi. Yutmakta güçlük çektim. Konuşacak da bir şey
yoktu artık. Zaten konuşmamıştık ki. Sadece ben yapamadığımızı söylemiştim,
Ertan da kabul etmişti. Bitmişti işte…
“Ben kalkayım
artık. Pınar ile buluşacağım. Alışverişe gideceğiz.” Bak seni hiç umursamıyorum
dedim ona. O da “Selam söyle, ben de Erdem ile maça gideceğim” dedi.
Masadan kalktım.
Ayağa kalktı. Son kez… Belki de son kez değil ama o gün için son kez elimi
uzattım. Tokalaştık. İlk buluştuğumuz anki gibi kısaca yanağından öptüm. Çok
normalmiş gibi. Ama hiç normal değil. Yanağını öpmek bile tüm vücudumu
ürpertti. Diğer yanağını da öptüm. Sonra hızlıca uzaklaştım. Arkamı dönüp
bakmadım. Bakamadım. Sadece çıkarken kendi kendime “Seni seviyorum.” dedim…
Duymadı… Duymak da
istemedi… Peşimden gelmedi… Beni durdurmadı… Hiçbir şey yapmadı…
Hızlı adımlarla
uzaklaştım. Çok üşüyordum. Hava çok soğuk değildi ama ben çok üşüyordum. Başka
bir kafeye girdim. Daha fazla yürüyecek halim kalmamıştı. Çay istedim ve
telefonumu çıkarttım. Pınar’ı yanıma çağırdım. Kardeşimle konuşacaktım önce. Sesimden
bir şeyler olduğunu anlamış olmalı. İkiletmeden geldi.
Kısaca anlattım.
Zaten kısaydı konuşma, uzun uzun nasıl anlatacaktım ki? Pınar hiç sesini
çıkartmadan dinledi. Sözlerim bitince,
“Siz nasıl bu aşkı
yok edebildiniz? Nasıl bu hale getirdiniz bilmiyorum. Ama ikinizde çok
başarılısınız.”
“Biliyorum.”
“Biliyorsun da
neden bu hale getirdin?”
“Bilmiyorum.”
“Biliyorsun.
Dilini dizginlemeyi bilemedin. Her an kavga yarattın.”
“O da yarattı.”
“Ben o suçsuz
dedim mi? Bizim yanımızda bile bit kadar nedenlerle dünya kadar laf saydınız.”
“Demek ki biz
doğru kişileri bulamamışız.”
“Ne demek doğru
kişiyi bulamamak? Biz sizi örnek alıyorduk. Sizin aşkınız bize yol
gösteriyordu. Ama nişandan sonra sizin aranızdaki büyü bozuldu.” Çok doğruydu
bu tespit. Havayı dağıtmak istedim.
“Annemler birlikte
yaşamamızı kabul etseydi nişanlanmaz böylece ilişkimizi bozmazdık.”
“Tabii. Çok güzel
olurdu. Sonra da biz sizin gibi nikahsız yaşardık.”
“İşte asıl o zaman
çok güzel olurdu. Biz mezara babam hapse.”
“E biliyorsun da
neden saçmalıyorsun?”
“Komik olmaya
çalışıyorum.”
“Hiç değilsin
abla. Şu an gülecek durumda da değilim. Erdem duyduğunda ne yapacak acaba?”
“Bilmem. Maça
gideceklermiş.”
“Maça mı? Bugün
mü?”
“Evet. Ertan
söyledi.”
“Anladım. İyi
gitsinler. Bol bol bağırıp küfür etsinler. Ben de mi gitsem acaba? Böylece
rahatlarım. Sana sayamadıklarımı futbolculara sayarım. Rahatlar gelirim eve.”
“Pınar, beni
yalnız bırakma.”
“Bırakmam merak
etme. Annemlere ne zaman söyleyeceksin?”
“Bilmiyorum. Nasıl
söyleyeceğimi hiç bilmiyorum. Neden ayrıldınız dediklerinde ne diyeceğim?”
“Neden ayrıldın?”
“Beni sevmediği
için.”
“Bunu Ertan mı
söyledi?”
“Hayır. Ama sevse
ayrılmayalım derdi.”
“Sen sevmiyorsun o
zaman.”
“O nereden çıktı?”
“O sevse
ayrılmayalım diyecek demedin mi? Sen sevsen ayrılalım demezdin.”
“Ben onu çok
seviyorum.”
“O zaman neden
ayrıldın?”
“O beni sevmiyor!”
“Meriç, senin
mantıksızlıklarınla uğraşamayacağım. O demedi ama sen biliyorsun öyle mi? Bu
kadar saçma nedenle ayrılık mı olur?”
“Asıl neden bu
değil. Geçen hafta sizin konsere gittiğiniz gece mesaisi yokmuş.”
“EEE”
“Ne eee? Mesaisi
yokmuş ama bana gelmedi. Hatta aramadı bile.”
“Bu mu yani?”
“Çok mu tuhaf?”
“Hayır yani
devamında başka kadına gitti falan demeni bekliyorum da.”
“Hayır, eve gitmiş
uyumuş.”
“EEE”
“Bak bana ikide bir
de eee deme. Evlerin arası beş dakika. Evde olduğumu biliyor. Bana gelmek çok
mu zor? Beni özlememiş. Görmek istememiş. Bir haftadır geç geliyordu.
Görüşmemiştik. İlk kez erken geldi ve benim yerime uyumayı tercih etti.”
“Adam yorgundur
Meriç. Ne var uyuduysa?”
“Anlamıyorsun.
Uyusun tabii ama on dakikacık geç uyusun. Beni görmek istese on dakikanın lafı
olmazdı.”
“Bak abla. O kalın
kafan hala basmamış. Bizim eve gelse, seni görse bırakıp gidemezdi. Annem de
bunu bildiği için dünya kadar öteberi hazırlar çocuğun önüne koyardı. Senin on
dakika, daha öncekiler gibi iki üç saate çıkardı. O da bulduğu uyuma fırsatını
kaçırırdı.”
Böyle söyleyince
gayet mantıklı bir açıklamaydı. Ne yani ben saçmaladığım için mi bu nişan
bozulmuştu? Ama… O istemese bozmazdı. Demek ki o da istiyordu. Mazeret ne
olursa olsun Ertan bu nişanı bozmak istiyordu. Ben de ekmeğine yağ sürdüm.
Belki onun bile umduğundan erken bozulmasını sağladım. Aferin bana.
“Yanıt
veremiyorsun.”
“Senin
söylediklerini düşünüyordum Pınar. Haklı olduğun yanlar var. Ama yanıt
bulamadığın bir nokta var. O da ayrılığı kabul etti.”
“Eder tabii. Sen
ayrılalım dersen o da kabul eder.”
“Ayrılmayalım
demedi. Hatta üç kelimden başka söz etmedi. Sonra da yüzüğünü çıkarıp cebine
koydu. Üstelik kolyeyi de aldı.”
“Hangi kolyeyi. Şu
kalpli anahtarlı olanı mı?”
“Kaç kolye taktı o
bana? Onu tabii.”
“O mu istedi sen
mi verdin?”
“Ben verdim. Ama
çıkartırken kalsın demedi.”
“Of Meriç.
Saçmalamaların tavan yapmış. Sen dinamiti koyan taraf olmuşsun. O da fitili koparıp
atacağına boyunu kısaltmış. Daha çabuk sonuca ulaşmış.”
“İşte sen de dedin
o sonuca ulaştırdı.”
“Meriç, kabahatin
büyüğü sende. Şimdi Ertan’ı suçlu çıkartmak için kelimelerin arasından cımbızla
laf seçme. Onu boş ver de gerçekten bizimkilere ne anlatacaksın?”
“Bilmiyorum.”
“Sen düşün. Ben de
tuvalete gideyim.”
“Olur.”
Pınar, masadan
kalktı. Ben de yine tek başıma kaldım. Ne yapmıştım? Gerçekten bu nişan benim
yüzümden mi atılmıştı? Galiba… Yok galiba değil büyük kısmı benim yüzümden
atılmıştı. Ertan’ın da kabahati vardı ama benim yanımda çok küçük kalıyordu.
Keşke dünyayı birkaç saat öncesine döndürebilseydim. Buluştuğumuz zaman saçma
sapan konuşacağıma sıkıca sarılsaydım. Onun hareketlerine göre konuşmayı
yönlendirseydim. Aylar önce karanlıkta bile gördüğüm sevgisini arasaydım o
gözlerde. Göremesem karar verseydim.
Neden yapmadım?
Çünkü korktum.
Onun beni
sevmemesini ve bunu bana söylemesini kabul edemeyeceğim için ilk davranan ben
olayım dedim. İyi halt ettim. Artık hiçbir şeyi geri alamam. Severken ayrılmak
için elimden geleni yaptım.
Pınar yerine
oturduğunda yüzünde rahatlamış bir ifade vardı. Keşke tuvalete gitmek kadar
kolay olsaydı hayat. Keşke insan tuvaletten çıkınca hissettiği rahatlığı
hayatın her yerine dağıtabilseydi. Ama bu kadar kolay değildi yaşam.
“Bana bir kahve
daha verir misiniz?” diyerek garsona seslendi. Ben susmayı tercih etmiştim. Bir
süre düşüncelere daldım. Artık hayatımda Ertan yoktu. Onunla yaptığımız ve
yapacağımız planlar ya yapılmayacak ya da tek başıma yapacağım şeyler olacaktı.
Bir an hayatımın bomboş kaldığını hissettim. Büyük bir boşluğa düştüğümü
anladım.
Kahvesi gelirken
Pınar’ın telefonu çalmaya başladı. Pınar çığlık atınca garson dahil herkes
sıçradı.
“Ne zaman oldu?
Nasıl iyi mi?” diye çığlık çığlığa soruyordu.
O an yüreğime
bıçak saplandı. Ertan’a bir şey olmuştu. Sadece ayağa kalktığımı ve çantamı
aldığımı biliyorum.
“Meriç dur” diye
sesleniyordu Pınar.
“Ertan nerede? Ne
olmuş? Yaşıyor mu?” Ben soruları sıraladıkça Pınar susuyordu. “Konuşsana” diye
bağırdım. “Yaşıyormuş ama durumu ağırmış.”
İlk geçen taksiyi
durdurdum. Pınar da attı kendini arabaya. Hastanenin adını söyledi. Yarım
saatlik mesafedeydi hastane.
“Ölmeyecek”
diyordum. Sadece “Ölmeyecek” diyebiliyordum. Oysa söylemek istediğim ne çok şey
vardı. O sırada Pınar kısık sesle anlatıyordu. Maça giderken iki takımın
taraftarları arasında kavga çıkmış. Ertan arada kalmış bıçak darbesi almış.
Acile kaldırılmış. Doktorlar başındaymış.
Pınar konuşuyordu
ama ben aslında çoğunu duymuyordum.
Ölmeyecek…
ölmeyecekti ve ben o nişan yüzüğünü yine parmağıma takacaktım. Kolyem de yerini
bulacaktı. Gözlerini açtığında beni öyle görecekti. Nasılsa hepsi cebindeydi.
Erdem almıştır onları. Ondan isteyecektim.
Ertan’ı çok
seviyorum. Bunu zaten biliyordum ama onun yaralı olduğunu duyduğum an daha çok
anlamıştım. Çünkü canımı vermek istemiştim. O yaşayacaksa ben son damlama kadar
kanımı canımı verebilirdim. Yeter ki o yaşasın diyordum. O ölmesin. Onun nefes
aldığını bileyim. Gerisi hiç önemli değildi. Pınar telefonunu çıkartmış
arıyordu.
“Erdem, nasıl?”
“…”
“Az kaldı. On
dakikaya kadar oradayız. Bak doğru söyle yaşıyor değil mi?”
“…”
“Görüşürüz.”
Boşuna soruyordu.
Ölemezdi Ertan. Ben verirdim canımı onun yerine. O ölemezdi. Pınar koluma
girmiş elimin üstünü okşuyordu. Ertan da severdi elimi okşamayı. Yine
okşayacaktı. Unutturacaktım yaşadıklarımızı. Unutturacaktım ona yaptıklarımı.
Onu boşu boşuna üzdüğüm zamanların hepsini unutturacaktım.
İçim katılmış
gibiydi. Sanki nefes almıyordum. Ertan hastanede can çekişirken ben nefes
alamazmışım gibi geliyordu. Kesik kesik soluyordum ciğerlerim boşaldığında.
Pınar, yüzümü silince anladım ağladığımı.
“Silme” dedim. O
yaşlar aptallıklarımın yaşları. Aksın gitsin. Artık aptallık yapmayacağım.
Çünkü hayatın nasıl anlık olduğunu yaşayarak öğrenmiştim. İki saat önce
konuştuğum nişanlım artık bir hastanede yaşama tutunmaya çalışıyordu. Hayat
aptallık edilmeyecek kadar pamuk ipliğine bağlıydı.
Aklımdan ve
kalbimden geçenleri sıraya sokamıyordum. Tek bildiğim Ertan’a bir kez daha
sarılmak için hayatımı vereceğimdi. Ayrılmak ölümden beterdi. Keşke o değil de
ben ölüm döşeğinde olsaydım.
En sonunda taksi
hastanenin acil kapısına yanaştı. Nasıl indiğimi bilmiyorum. Pınar parayı
uzatmış üstünü beklemeden peşimden gelmişti. Yanımda biri daha koşuyordu
hastane kapısına. Onun adımları büyük olduğu için benden önce ulaştı kapıya.
Ama hemen ardından ben de girdim. Hemşire bankosuna yanaşıp aynı anda konuşmaya
başladık.
“Ertan Kayasu
hangi odada?”
“Meriç Sümer hangi
odada?”
O an zaman durdu.
O an hayat yeniden güneşli yüzünü gösterdi. O an tüm kötü anlar, tüm üzüntüler
uçtu gitti. O an yaşam yeniden başladı.
Sadece baktık.
Uzun uzun baktık.
O güzel yüzün her
milimine baktım doya doya. O da baktı. Sonra kolunu uzattı ve beni kendine
çekti.
Hemşire “Bu
isimlerde hasta hastanemize ulaşmadı” diye açıklama yaparken ben çoktan
öpülmenin zevkine varmıştım.
Kısa öpüşmeden
sonra, hastanede kendi dertleri ile uğraşan insanlara saygısızlık etmemek için
çıktık oradan. Bizim o halimizi görüp son anda kapıdan girmekten vazgeçen Erdem
ile Pınar gülümseyerek bize bakıyordu.
Tam onlara bizi
çok üzdüklerini söyleyecektim ki Ertan beni susturdu. “Sonra kızarız. Bırak
şimdi verdikleri ödülün tadını çıkartalım.”
Haklıydı. O an sadece
gülümsedik. Ertan arabada arkaya oturdu. Cebinden önce kolyemi çıkarttı.
“Bunu nasıl
çıkartabildin?”
“Hiç istemeden.”
“Bir daha
çıkartma.”
“Çıkartmam ama
çıkartsam bile senin kalbin de anahtarı da bende. Bunu bil.”
“Biliyorum.”
Sonra da yüzüklerimizi
çıkarttı cebinden. Önce benimkini taktı. Sonra da ben onunkini taktım. Sonra
öptü beni. Hem de uzun ve derin bir öpücükle öptü.
Pınar dalga
geçiyordu “Bu nişanı kutlamak lazım” diye. “Kutlarız” dedi Ertan. Sonra sıra
ikilinin yaptıkları oyunu açıklamaya geldi.
Pınar tuvalete
diye gittiğinde Erdem ile konuşmuş. Ertan’ın çok üzgün olduğunu ve beni sevdiği
halde nasıl bu duruma geldiğimizi anlayamadığını söylediğini, anlatmış.
Birbirimizi sevdiğimizi bilen iki sevgili iki ayrı yalanla bizi hastanede
buluşturmuş. Ertan da benim kaza geçirdiğimi sanıyormuş.
Gerçekten
kaybettiğimizi sandığımız an her şeyin düzeleceğini düşünmüşler. Çok ağır bir
dersti. Ama hak ettiğimi biliyordum. Kızamadım. Aksine bu olay bana Ertan’ı
kaybedersem nasıl olacağımı anlattı.
Mahalleye
yaklaştığımızda tutmak istediğimiz evi anımsadım. “Bizim evi birisi kiralamış”
dedim. Sesim kırıktı. Ertan boynumdaki kolunu sıkarak beni kendine yaklaştırdı.
Kulağıma, “Ben kiraladım. Evin büyük kısmı senin istediğin gibi döşendi.” Dedi.
“Sen mi kiraladın?
Döşedin mi? Nasıl? Ne zaman?” Çok sevinmiş, bir o kadar da şaşırmıştım. Ispanak
ile pazıyı ayıramayan adam koca bir evi mi döşemişti?
“Sen bana
anlattıktan sonra hemen ev sahibi ile görüştüm. Aylardır mesai yapmamın nedeni
evin eşyalarını almak içindi. O evi de sen beğenince biriktirdiğim para ile
çoğu eşyayı hallettim. Bana telefonda seninle beğendiğimiz mobilyaları o eve
nasıl yerleştireceğini anlattığın için işim çok kolaydı.”
“Neden benim
desteğimi istemedin?” Maddi manevi destek verecektim ben nişanlıma. Tam bunu
yapamadığım için üzülürken söyledikleri ile rahatladım.
“Mobilyaları zaten
sen seçmiştin. Ben sadece satın aldım. Ama asıl iş sana kaldı. Perdeler ve
halılar var daha. Onları ben beceremem.”
“Ya bugün
ayrılsaydık? Ya bir daha bir araya gelemeseydik? O ev ve eşyalar ne olacaktı?”
“Ben yine orada
yaşayacaktım. Sen yanımdaymışsın gibi o evi seninle paylaşacaktım. Seninle
yemek hazırlayacaktım. Senin çocuğumu doğurduğunu hayal edecektim.”
Onca olayda sadece
takside kısa süre ağlayan ben artık hüngür hüngür ağlıyordum. Bu aşkı ben nasıl
bu hale getirmiştim? Ertan elinde mendil yüzümü sildikçe ben daha çok
ağlıyordum. Sıkıca sarılmış beni hafifçe sallıyordu.
“Kardeşlerimizi
çok seviyorum. Bizi bir araya getirdikleri için ölene kadar borçlu kalacağım
onlara.” Yine kısık sesle konuşuyorduk. Ertan gülümsedi “Ben de ama sakın bunu
onlara söyleme.”
Yüzümü dayadığım
göğüsten yanağıma sürtünen kazağı o an anımsadım.
“Bu kazağı
yakacağım.”
“Belki kazağı
görünce sinirlenir ve beni hala sevdiğini belli edersin dedim. Oysa sen hiç
tepki vermedin.”
“Verdim ama belki
de ilk kez en olmayacak zamanda tepkimi sessiz verdim.”
“Bundan sonra
sesli ver tepkini. Dürüstçe anlat ne istediğini. Ne hissettiğini söyle. Sor her
şeyi bana. Ama sakın bırakıp gitme.”
Başımı biraz
çevirip gözlerine baktım. “Neden kabul ettin ayrılığı?”
Çenemden tutup
yüzümü iyice kaldırdı. Gözlerime baktı. İlk kez duyduğum bir ses tonu ile
sadece benim duyacağım şekilde yanıt verdi. “Beni artık sevmiyorsun sandım.”
Ben de sadece onun
duyacağı şekilde yanıtladım. “Seni seviyorum. Sana canımı verecek kadar çok
seviyorum.”
“Ben de seni
canımdan çok seviyorum. En kısa zamanda evlenelim.”
“En kısa zamanda”
SON
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder