7 Şubat 2016 Pazar

Ayrılık Ölümden Beter - Tek Bölüm



Severek ayrılalım, diye sözleri olan bir şarkı var. Hiç anlamadım ben o şarkıyı. Severken neden ayrılır insan, dedim. Aşk biter, sevgi biter sonra zaten ayrılık gelir, dedim.

Oysa yanılıyormuşum. Hala seviyorum ama ayrılıyorum da… Çünkü artık yapamıyoruz. Her an kavga ediyoruz. Sudan sebeplerle bir dolu kavga…

Oysa nişanlandığımızda “en kısa sürede evlenelim” diye tutturmuştuk. Büyüklerimizin bir bildiği varmış, “Biraz nişanlılık yaşayın” diye boşuna dememişler.


Daha altı ay olmadı nişanlanalı ama artık yeter… Her yaptığıma karışıyor. Her an haber vermemi istiyor. O isteyince ben de istiyorum tabii. Sonra da başlıyoruz “Sen bana güvenmiyorsun” kavgalarına.

Bazen kendimi sorguluyorum. Ben gerçekten güvenmiyor muyum? Yanıtım hep düşünmek oluyor. Ne zaman güveniyorum? Ne zaman güvenmiyorum?

İşte bunun yanıtını verdiğimde işleri çözeceğim. Ama veremiyorum. Çünkü dürüst bir yanıt verdiğimde kendimi de suçlayacağım. İşime geldiği zamanlarda onu suçlayacağım “güvensizlik” seçeneğini kullanıyorum. Barışmak istediğim zamanlarda ise tam tersi “güvendiğim” olayları önüne seriyorum.

Bunu seslendirmek kolay mı? Kabahatimi kabul etmek değil mi bu? O zaman susmak en iyisi. Hem zaten o bana hiç güvenmiyor. Benim en azından güvendiğimi ispatlayacağım bir iki olayım var. Onda o da yok.

Bir hafta öncesini düşünmeye başladım. O gün olaylar şöyle gelişti;

Cuma sabahı odamda iş için hazırlanırken kapıdan kocaman kıvırcık bir kafa uzandı. Üç yaş küçük kız kardeşim… Başımın kıvırcık püsküllü belası…

“Ablaların en iyisi, bu akşamki konsere senin siyah tişörtünü giyebilir miyim? Hani şu barış amblemi olanı!”

“Senin de vardı ondan! Ne oldu?”

“Şey… sanırım yıkarken fark etmemişim çamaşır suyu leke yapmış. Artık temizlik yaparken giyebilirim.”

“Benimkini batırma.”

“Teşekkürler, Meriç”

“Ablaya ne oldu?”

Yanıt, parmak uçlarına kondurduğu öpücüğü bana üflemek ve ardından kapıyı kapatmak oldu. Pınar hep böyledir. İşi görülene kadar politik yaklaşımlar sergiler. İstediğini elde ettikten sonra da normale döner.

Pınar hakkında bilmeniz gereken bir nokta daha var. Üç aydır nişanlımın kardeşi ile çıkıyor. Erdem, Ertan’dan daha yumuşak başlı. Yani benim nişanlım daha sert bir yapıya sahip. Kafanız mı karıştı. Ertan benim nişanlım, Erdem, Pınar’ın sevgilisi…

O akşam dördümüzün gideceği bir konsere Ertan Beyin mesaisi olması nedeniyle gidemiyoruz. Zaten son aylarda çok fazla çalıştığı için çıkıyor kavgaların çoğu. Aslında başta bu mesailerden de şüphelendim ama bir iki ani baskından sonra rahatladım. Tabii her baskın sonrası kavga çıkarttı. Neden çıkartıyor ki? Nişanlımın iş yerine ziyarete gitmemde anormal bir şey mi var? Neymiş, gece on buçuk da ziyaret mi olurmuş? Mesai oluyorsa, ziyaret de olur.

Akşama kadar çalıştığım ve toplantılarım olduğu için Ertan ile hiç konuşamadım. Sonra…

Akşam eve tıkıldım. Elbette Pınar ile Erdem “Bizimle gel” dedi ama ne işim var onların yanında “üçüncü” konumunda? Otururum evimde paşa paşa Ertan’a saracak yeni konular bulurum. Ama önce sesini duyayım. Çok özledim. Dedim ve telefona sarıldım.

“Canım, nasılsın?”

“Nasıl olayım Meriç? Kaç gündür doğru düzgün uyuyamadım çok yorgunum.”

“Kalma bu akşam mesaiye!”

“Aslında düşünmedim değil ama bu akşam hazırlanacak malları denetlemek zorundayım. Sabah erken yola çıkacaklar. Dosyalarının da hazır olması lazım. Tüm ekip masasının başında olacak.”

“Sen şef değil misin? Bırak biri yapsın senin yerine. Sen de dinlen.”

“Keşke o kadar kolay olsa. Yarın da çalışacağım.”

“Offf yine mi?”

“Oflama. Zaten isteksizim daha çok isteksiz oluyorum.”

“Ama kaç haftadır yorgunsun diye doğru düzgün bir araya gelemiyoruz. Bir gün dinlensen ertesi gün rahat rahat gezeriz.”

“Biraz daha dayan hayatım. Sonra çok rahat olacağız. İki günümü de seninle geçirebileceğim. Şu işler bir hafiflesin önce.”

“Tamam canım.”


İşte böyle… güzel güzel konuştuk o gün. Sonra ne mi oldu? Sonra fabrikadaki üretim bantlarından biri arızalanmış. Mesai iptal olmuş. Benim nişanlım saat daha sekiz olmadan eve gitmiş. Vurmuş kafayı yatmış. Haftalardır ilk kez eve erken gitmiş, onda da iki sokak aşağıdaki evime uğramayı zul görmüş. On dakika görseydim ne olurdu? Hatta biraz oturur dinlenir saat dokuz gibi konsere bile gidebilirdik. Yorgunum dese evde otururduk. Ama o ne yaptı? Gitti uyudu.

Zaten yorgundu, iyi yapmış, ne var bunda, demeyin. Demeyin çünkü bu dedikleriniz beni yatıştırmaz. Çünkü o gece uyuması ile olay kapanmadı. Zaten ben bunları o gece değil sonra öğrendim. Nasıl öğrendiğimi de anlatayım;

Ben ertesi gün yine mesai yapacağını sandığım için aramadığım nişanlımı, öğlen paydosu saatinde aradım. Ama o uykulu bir şekilde açtı telefonu. O sesi duyunca aklımdan normal bir şeyler geçebilir mi?

Beni birisi ile aldattığından emindim. Bir kadının yanında uyanmış ve boş bulunup açmıştı telefonu. Acaba daha önce de mesai diye başka kadınla mı buluşmuştu?

Ben bunları kurarken telefondan adımı duydum. “Meriç, hayırdır?”

“Hayır falan değil. Neredesin sen?”

“Evde.”

“Bir evde olduğun kesin de kimin evinde?”  Ailesinin evine beni aldattığı kadını götürecek değil ya.

“Meriç, evdeyim. Üstelik on altı saattir uyuyorum. Telefonun sesi ile uyandım.”

“Anlamadım.”

“Anlaşılmayacak bir şey yok. Dün akşam üretim bandı arızalandı. Düzelince haber verecekler işe gideceğim. Onlar aradı sandım.”

“Sen dün akşam mesaiye kalmadın mı?”

“Söyledim ya.”

“Mesaiye kalmadın ve beni aramadın…”

İşte asıl olay burada koptu. Ben telefonun ucunda avaz avaz bağırdım. Haklıyım. On dakika ayırmamıştı ve ben onu çok özlemiştim. Telefonun öbür ucunda da o bağırmaya başladı. O da kendisini haklı görüyordu.

Kavga sadece akşam görüşmemiş olmamız ile sınırlı kalmadı tabii. Geçmişteki tüm kavga nedenlerimiz tek tek ortaya döküldü. Benim sesim çok yüksek çıkınca annem ile Pınar kapıya geldi. Bana sakin olmamı sessimi alçaltmamı söyledikleri için ikisini de odamdan çıkarttım ve kapıyı yüzlerine kapatıp kilitledim. Bir yandan da ağzıma geleni söylemeye devam ettim.

Hatta abarttım. ‘Cehennemin dibine kadar yolun var…’ dedim. Ne yazık ki dedim. Aldığım yanıt ile yerimde çakılı kaldım. “Sayende her günüm cehennem azabı zaten”

İşte bir hafta önceki olaylar bunlar. Şimdi baktığımda haksızlığımı çok net görüyorum. Ama o gün haklıydım. Lanet dilim tutulsaydı da konuşamasaydım ama konuştum. Ağzıma geleni söyledim ve yanıtımı aldım. Artık dönüş yok. Nişanı ikimiz konuşup bitireceğiz.

Bugün yüzüğü ve nişanda takılanları iade edeceğim. Oysa ne hayaller kurmuştuk. Nerede oturacağımızı bile kararlaştırmıştık. Aynı mahallede kalmaya ikimizin ailesine de yakın olmaya, çocuklarımızı anneanne ile babaanne elinde büyütmeye, şımarıklıklarına katlanmaya bile karar vermiştik.

Oysa Ertan cehennemde yaşıyormuş.

Ben ona hayatı cehennem azabına çevirmişim.

Bizim mahallemize taşınalı bir buçuk yıl kadar oldu. İlk kez markette görmüştüm Ertan’ı. Annesinin yazdığı listedekileri alacaktı ama ıspanak ile pazı arasındaki farkı bile bilmiyordu. Ben de iyi komşu olarak yardımcı olmuştum. Ispanak sandığı pazı demetini yerine bırakıp doğrusunu uzatmıştım. Sonra domates seçmesine yardımcı olmuş, “Mevsiminde yemeye bakın domatesi, kışın çok da faydası yok.” deyivermiştim. Televizyondan duyduklarımı satmak, biraz büyüklük taslamak hoşuma gitmişti. Sonra da Selahattin amcanın tezgahındakileri listeye göre birlikte seçmiştik. Elbette tanışmış ve konuşmayı devam ettirmiştik. Sonra bana teşekkür için kahve ısmarlamıştı.

Taşınalı bir hafta olduğunu o zaman öğrenmiştim. Benden dört yaş büyüktü. Bir fabrikada çalışıyordu. Makine mühendisiydi. Bölümün başındaydı, ben de işimi anlatmıştım. O günden sonra sık sık beni aradı. Yemeğe, sinemaya gittik.

Yine bir sinema gecesinde izlediğimiz filmdeki adam sevgilisine evlenme teklif ederken kulağıma eğilip “Bu soru sana sorulsaydı ne yanıt verirdin?” dedi.

“Kim soracak o aktör mü? Sen mi?” diyerek köşeye sıkıştırdım. Kafasını perdeye hiç çevirmeden yine kulağıma “Bir daha bu adamın filmini izlemeyi yasaklıyorum. Ben soruyorum tabii ki.”

“Daha evet demeden yasaklar sıraladın. Hayır mı desem acaba?”

“Sana hayır demeyi de yasaklıyorum” dedi. Yüzü ne kadar güzeldi. O karanlıkta bile gözleri parlıyordu. Sevgisi ışıldıyordu gözlerinde. Ben de sevgiyle baktım ona.

“Sana hayır diyemem. Seni seviyorum. Evet evlenirim.” dedim. Bu konuşma sekiz ay kadar önce yaşanmıştı. Sonra ailelere açıklamış isteme merasiminden sonra nişan takmıştık. Altı aydır da nişanlıydık.

Nişanı atmak zaten sinir bozucu ama onu hep göreceğimi bilmek daha da sinir bozucu! Ya kardeşim kardeşiyle evlenirse? Ya biz akraba olursak? Ya o başka birini bulur, koluna takar karşıma gelirse? Ya çocukları olursa? Bunlara nasıl katlanacaktım?

O benim bunları yaşamamı önemsemeyecekti. Önemsese benimle öyle kavga etmezdi… Ayrılacak noktaya getirmezdi.

Ne giyeceğimi düşünerek dolabımın kapağını açtım. Öyle giyinmeliydim ki bu ayrılığı hiç umursamadığımı sanmalıydı. En iyisi kot ve gömlek giymekti. Sade ve özensiz.

Gömleklerimin olduğu kapağı açtığımda nişanda giydiğim elbisemi gördüm. Birlikte seçmiştik. Söz nişan bir arada halletmiştik. Hepsi için ayrı ayrı zaman geçmesini istememiştik. Onun en sevdiği renk olan koyu mavi bir elbise almıştım. Hafif dekoltesi olan kolsuz elbise aslında başka zaman da giyilecek bir tarza sahipti. Gereksiz masraf olmasın kokteyllere falan da giyerim demiştim. Şimdi onu giysem üstüne de bir ceket giysem, böylece neyi kaybettiğini anımsatsam?

Gerek yok. O anlayacak zaten neyi kaybettiğini. Bu kadar boş sebepler yüzünden beni kaybettiğini anladı bile… Anlamıştır. Anlamış mıdır?

Off kafam çok karışık.

Kimseye bir şey söylemedim. Ayrılacağımızı anlatamadım. O yüzden de kafamı toparlayamıyorum. Saçma sapan şeyler düşünüyorum. Birileri ile konuşsam onlar bana “ne kadar haklısın” dese ben de tüm hırsımı Ertan’dan çıkartsam?

Bunları yaşarken hiç ağlamıyorum.

Ağlayamıyorum.

Sanki ağlarsam dönüşü olmayanı kabullenmiş olacağım. Ama zaten kabullenmem gerekmiyor mu? Dedim ya kafam çok karışık.

En sonunda onun çok sevdiği bir eteğimi giydim. Üstüne de birlikte aldığımız bir gömlek seçtim. Evden çıkarken sadece “Ertan ile buluşacağım” dedim.

Buluşacağımız yere yürürken kiralamak istediğimiz evin önünden geçtim. İlan inmiş. Bir an yerime çakıldım. Kavga ettiğimiz konuşmadan önceki hafta bu evi tutalım diye kararlaştırmıştık. Hatta ben içini gezmiş ona her odayı nasıl döşemek istediğimi anlatmıştım. En çok da mutfağını sevmiştim. Sanki çok yemek bilirmişim gibi… Ama kocam için yapacaktım. Hatta birlikte girecektik o mutfağa… Dört odası vardı. Bir odasını çocuk odası yaparız, demiştim. Onunla sevişeceğim günleri düşünerek utanmıştım da. Şimdi hepsi acı birer hatıra olarak arşivlenecek.

Başımı eğip bir daha bakmadan uzaklaştım binanın önünden. İnşallah tutanlar mutlu olurlar diye dua ettim.

Buluşacağımız yere geldiğimde onu gördüm. Yüksek bir yerden boğaza bakan kafenin cam kenarındaki masalarından birine oturmuş. Denizi seyrediyor. Düşüncelere daldığı belli. Beni masaya gelene kadar fark etmedi.

“Merhaba.” dediğimde sıçradı. Yerinden kalktı elimi tuttu. Yüzüme baktı kısacık. Sonra yanaklarımdan öptü. Hala beni etkiliyor. Nasıl etkilemesin ki? Ben hala seviyorum onu. Karşısındaki koltuğa oturdum. Başımıza dikilen garsona kahve söyledim. Çay hemen bitiyor. Kahve elimi biraz daha uzun süre oyalar diye düşünmüştüm.

“Nasılsın?”

Söze nasıl başlayacağını bilemeyen insanların ses tonuyla sorulan bu soruya kısa yanıt verdim. “İyiyim. Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim.”

Belli. Üstünde hiç sevmediğim kazağı var. Şirketten bir kız yılbaşı kurasında almış. Kazak belki güzel ama ben sevmedim. Bunu söylediğimde kıskandığım için böyle dediğimi, aslında bir erkek verseydi sesimi çıkartmayacağımı söylemişti. Haklıydı ama asla itiraf etmemiştim. Ben onun sevdiği eteğimi giymiştim. O ise benim sevmediğim kazağını. Bu bile ilişkiye nasıl baktığımızı gösteriyordu.

“Ertan, konuşmamız lazım. Bu işi bugün bir karara bağlamalıyız.”

“Ben de konuşmak için geldim zaten.”

“O zaman sen başla.”

“Hayır. Sen başla davet senden gelmişti.”

Ya o başlasa ve “ayrılmayalım” diyecek olsa? Ama ilk ben başladığım için “ayrılalım” desem ve o da istemeyerek kabul etse? Ya da ben “ayrılmayalım” dediğimde o “ayrılalım” derse… belki de benim dudaklarımdan “ayrılalım” dökülecek ve o “ayrılmayalım” diyecek…

Nasıl başlayacağım konuşmaya? Bu kadar kararsızken nasıl karar açıklayacağım? Derin bir nefes aldım ve hemen söyledim.

“Ertan, biz yapamıyoruz.”

“Doğru.”

“Birbirimizi kırkıyoruz.”

“Haklısın.”

“Bu ailelerimizi de üzüyor.”

“Çok doğru.”  Nihayet iki kelimeye çıktı yanıtı. Bu adam mı ayrılmayalım diyecek. Bu zaten ayrılmış benden. Yutkundum. Derin bir nefes aldım.

“Ben nişanı bozalım diyorum.”

“Olur”

Bu kadar… İşte tüm konuşma bu kadar. Ben yavaşça nişan yüzüğümü çıkarttım. Anne ve babasının taktıklarını da çantamdan çıkarttım. Önce yüzüğü aldı. Cebine attı. Sonra takı kutularını yanındaki montun ceplerine tıkıştırdı. En son onun taktığı kolyeyi çıkarttım boynumdan. Ucunda kalp ve anahtar olan sade bir kolyeydi. Kalbinin anahtarını vermişti bana. Onu da uzattım.

Alırken eli titredi. Ama aldı. Sonra avucunu sımsıkı kapattı. Kotunun cebine soktu. Ve sonra kendi nişan alyansını da çıkarttı. Onu da aynı cebine tıktı.

Onu izledikten sonra kendi boş parmağıma baktım. Altı aydır orada alyans olmasına ne kadar alışmışım. Ellerim bomboş geldi. Sanki çok önemli bir parçamı kesip atmışım gibi.

Kahvemi bitirmeyi düşündüm ama tadı çamur gibiydi. Yutmakta güçlük çektim. Konuşacak da bir şey yoktu artık. Zaten konuşmamıştık ki. Sadece ben yapamadığımızı söylemiştim, Ertan da kabul etmişti. Bitmişti işte…

“Ben kalkayım artık. Pınar ile buluşacağım. Alışverişe gideceğiz.” Bak seni hiç umursamıyorum dedim ona. O da “Selam söyle, ben de Erdem ile maça gideceğim” dedi.

Masadan kalktım. Ayağa kalktı. Son kez… Belki de son kez değil ama o gün için son kez elimi uzattım. Tokalaştık. İlk buluştuğumuz anki gibi kısaca yanağından öptüm. Çok normalmiş gibi. Ama hiç normal değil. Yanağını öpmek bile tüm vücudumu ürpertti. Diğer yanağını da öptüm. Sonra hızlıca uzaklaştım. Arkamı dönüp bakmadım. Bakamadım. Sadece çıkarken kendi kendime “Seni seviyorum.” dedim…

Duymadı… Duymak da istemedi… Peşimden gelmedi… Beni durdurmadı… Hiçbir şey yapmadı…

Hızlı adımlarla uzaklaştım. Çok üşüyordum. Hava çok soğuk değildi ama ben çok üşüyordum. Başka bir kafeye girdim. Daha fazla yürüyecek halim kalmamıştı. Çay istedim ve telefonumu çıkarttım. Pınar’ı yanıma çağırdım. Kardeşimle konuşacaktım önce. Sesimden bir şeyler olduğunu anlamış olmalı. İkiletmeden geldi.

Kısaca anlattım. Zaten kısaydı konuşma, uzun uzun nasıl anlatacaktım ki? Pınar hiç sesini çıkartmadan dinledi. Sözlerim bitince,

“Siz nasıl bu aşkı yok edebildiniz? Nasıl bu hale getirdiniz bilmiyorum. Ama ikinizde çok başarılısınız.”

“Biliyorum.”

“Biliyorsun da neden bu hale getirdin?”

“Bilmiyorum.”

“Biliyorsun. Dilini dizginlemeyi bilemedin. Her an kavga yarattın.”

“O da yarattı.”

“Ben o suçsuz dedim mi? Bizim yanımızda bile bit kadar nedenlerle dünya kadar laf saydınız.”

“Demek ki biz doğru kişileri bulamamışız.”

“Ne demek doğru kişiyi bulamamak? Biz sizi örnek alıyorduk. Sizin aşkınız bize yol gösteriyordu. Ama nişandan sonra sizin aranızdaki büyü bozuldu.” Çok doğruydu bu tespit. Havayı dağıtmak istedim.

“Annemler birlikte yaşamamızı kabul etseydi nişanlanmaz böylece ilişkimizi bozmazdık.”

“Tabii. Çok güzel olurdu. Sonra da biz sizin gibi nikahsız yaşardık.”

“İşte asıl o zaman çok güzel olurdu. Biz mezara babam hapse.”

“E biliyorsun da neden saçmalıyorsun?”

“Komik olmaya çalışıyorum.”

“Hiç değilsin abla. Şu an gülecek durumda da değilim. Erdem duyduğunda ne yapacak acaba?”

“Bilmem. Maça gideceklermiş.”

“Maça mı? Bugün mü?”

“Evet. Ertan söyledi.”

“Anladım. İyi gitsinler. Bol bol bağırıp küfür etsinler. Ben de mi gitsem acaba? Böylece rahatlarım. Sana sayamadıklarımı futbolculara sayarım. Rahatlar gelirim eve.”

“Pınar, beni yalnız bırakma.”

“Bırakmam merak etme. Annemlere ne zaman söyleyeceksin?”

“Bilmiyorum. Nasıl söyleyeceğimi hiç bilmiyorum. Neden ayrıldınız dediklerinde ne diyeceğim?”

“Neden ayrıldın?”

“Beni sevmediği için.”

“Bunu Ertan mı söyledi?”

“Hayır. Ama sevse ayrılmayalım derdi.”

“Sen sevmiyorsun o zaman.”

“O nereden çıktı?”

“O sevse ayrılmayalım diyecek demedin mi? Sen sevsen ayrılalım demezdin.”

“Ben onu çok seviyorum.”

“O zaman neden ayrıldın?”

“O beni sevmiyor!”

“Meriç, senin mantıksızlıklarınla uğraşamayacağım. O demedi ama sen biliyorsun öyle mi? Bu kadar saçma nedenle ayrılık mı olur?”

“Asıl neden bu değil. Geçen hafta sizin konsere gittiğiniz gece mesaisi yokmuş.”

“EEE”

“Ne eee? Mesaisi yokmuş ama bana gelmedi. Hatta aramadı bile.”

“Bu mu yani?”

“Çok mu tuhaf?”

“Hayır yani devamında başka kadına gitti falan demeni bekliyorum da.”

“Hayır, eve gitmiş uyumuş.”

“EEE”

“Bak bana ikide bir de eee deme. Evlerin arası beş dakika. Evde olduğumu biliyor. Bana gelmek çok mu zor? Beni özlememiş. Görmek istememiş. Bir haftadır geç geliyordu. Görüşmemiştik. İlk kez erken geldi ve benim yerime uyumayı tercih etti.”

“Adam yorgundur Meriç. Ne var uyuduysa?”

“Anlamıyorsun. Uyusun tabii ama on dakikacık geç uyusun. Beni görmek istese on dakikanın lafı olmazdı.”

“Bak abla. O kalın kafan hala basmamış. Bizim eve gelse, seni görse bırakıp gidemezdi. Annem de bunu bildiği için dünya kadar öteberi hazırlar çocuğun önüne koyardı. Senin on dakika, daha öncekiler gibi iki üç saate çıkardı. O da bulduğu uyuma fırsatını kaçırırdı.”

Böyle söyleyince gayet mantıklı bir açıklamaydı. Ne yani ben saçmaladığım için mi bu nişan bozulmuştu? Ama… O istemese bozmazdı. Demek ki o da istiyordu. Mazeret ne olursa olsun Ertan bu nişanı bozmak istiyordu. Ben de ekmeğine yağ sürdüm. Belki onun bile umduğundan erken bozulmasını sağladım. Aferin bana.

“Yanıt veremiyorsun.”

“Senin söylediklerini düşünüyordum Pınar. Haklı olduğun yanlar var. Ama yanıt bulamadığın bir nokta var. O da ayrılığı kabul etti.”

“Eder tabii. Sen ayrılalım dersen o da kabul eder.”

“Ayrılmayalım demedi. Hatta üç kelimden başka söz etmedi. Sonra da yüzüğünü çıkarıp cebine koydu. Üstelik kolyeyi de aldı.”

“Hangi kolyeyi. Şu kalpli anahtarlı olanı mı?”

“Kaç kolye taktı o bana? Onu tabii.”

“O mu istedi sen mi verdin?”

“Ben verdim. Ama çıkartırken kalsın demedi.”

“Of Meriç. Saçmalamaların tavan yapmış. Sen dinamiti koyan taraf olmuşsun. O da fitili koparıp atacağına boyunu kısaltmış. Daha çabuk sonuca ulaşmış.”

“İşte sen de dedin o sonuca ulaştırdı.”

“Meriç, kabahatin büyüğü sende. Şimdi Ertan’ı suçlu çıkartmak için kelimelerin arasından cımbızla laf seçme. Onu boş ver de gerçekten bizimkilere ne anlatacaksın?”

“Bilmiyorum.”

“Sen düşün. Ben de tuvalete gideyim.”

“Olur.”

Pınar, masadan kalktı. Ben de yine tek başıma kaldım. Ne yapmıştım? Gerçekten bu nişan benim yüzümden mi atılmıştı? Galiba… Yok galiba değil büyük kısmı benim yüzümden atılmıştı. Ertan’ın da kabahati vardı ama benim yanımda çok küçük kalıyordu. Keşke dünyayı birkaç saat öncesine döndürebilseydim. Buluştuğumuz zaman saçma sapan konuşacağıma sıkıca sarılsaydım. Onun hareketlerine göre konuşmayı yönlendirseydim. Aylar önce karanlıkta bile gördüğüm sevgisini arasaydım o gözlerde. Göremesem karar verseydim.

Neden yapmadım?

Çünkü korktum.

Onun beni sevmemesini ve bunu bana söylemesini kabul edemeyeceğim için ilk davranan ben olayım dedim. İyi halt ettim. Artık hiçbir şeyi geri alamam. Severken ayrılmak için elimden geleni yaptım.

Pınar yerine oturduğunda yüzünde rahatlamış bir ifade vardı. Keşke tuvalete gitmek kadar kolay olsaydı hayat. Keşke insan tuvaletten çıkınca hissettiği rahatlığı hayatın her yerine dağıtabilseydi. Ama bu kadar kolay değildi yaşam.

“Bana bir kahve daha verir misiniz?” diyerek garsona seslendi. Ben susmayı tercih etmiştim. Bir süre düşüncelere daldım. Artık hayatımda Ertan yoktu. Onunla yaptığımız ve yapacağımız planlar ya yapılmayacak ya da tek başıma yapacağım şeyler olacaktı. Bir an hayatımın bomboş kaldığını hissettim. Büyük bir boşluğa düştüğümü anladım.

Kahvesi gelirken Pınar’ın telefonu çalmaya başladı. Pınar çığlık atınca garson dahil herkes sıçradı.

“Ne zaman oldu? Nasıl iyi mi?” diye çığlık çığlığa soruyordu.

O an yüreğime bıçak saplandı. Ertan’a bir şey olmuştu. Sadece ayağa kalktığımı ve çantamı aldığımı biliyorum.

“Meriç dur” diye sesleniyordu Pınar.

“Ertan nerede? Ne olmuş? Yaşıyor mu?” Ben soruları sıraladıkça Pınar susuyordu. “Konuşsana” diye bağırdım. “Yaşıyormuş ama durumu ağırmış.”

İlk geçen taksiyi durdurdum. Pınar da attı kendini arabaya. Hastanenin adını söyledi. Yarım saatlik mesafedeydi hastane.

“Ölmeyecek” diyordum. Sadece “Ölmeyecek” diyebiliyordum. Oysa söylemek istediğim ne çok şey vardı. O sırada Pınar kısık sesle anlatıyordu. Maça giderken iki takımın taraftarları arasında kavga çıkmış. Ertan arada kalmış bıçak darbesi almış. Acile kaldırılmış. Doktorlar başındaymış.

Pınar konuşuyordu ama ben aslında çoğunu duymuyordum.

Ölmeyecek… ölmeyecekti ve ben o nişan yüzüğünü yine parmağıma takacaktım. Kolyem de yerini bulacaktı. Gözlerini açtığında beni öyle görecekti. Nasılsa hepsi cebindeydi. Erdem almıştır onları. Ondan isteyecektim.

Ertan’ı çok seviyorum. Bunu zaten biliyordum ama onun yaralı olduğunu duyduğum an daha çok anlamıştım. Çünkü canımı vermek istemiştim. O yaşayacaksa ben son damlama kadar kanımı canımı verebilirdim. Yeter ki o yaşasın diyordum. O ölmesin. Onun nefes aldığını bileyim. Gerisi hiç önemli değildi. Pınar telefonunu çıkartmış arıyordu.

“Erdem, nasıl?”

“…”

“Az kaldı. On dakikaya kadar oradayız. Bak doğru söyle yaşıyor değil mi?”

“…”

“Görüşürüz.”

Boşuna soruyordu. Ölemezdi Ertan. Ben verirdim canımı onun yerine. O ölemezdi. Pınar koluma girmiş elimin üstünü okşuyordu. Ertan da severdi elimi okşamayı. Yine okşayacaktı. Unutturacaktım yaşadıklarımızı. Unutturacaktım ona yaptıklarımı. Onu boşu boşuna üzdüğüm zamanların hepsini unutturacaktım. 

İçim katılmış gibiydi. Sanki nefes almıyordum. Ertan hastanede can çekişirken ben nefes alamazmışım gibi geliyordu. Kesik kesik soluyordum ciğerlerim boşaldığında. Pınar, yüzümü silince anladım ağladığımı.

“Silme” dedim. O yaşlar aptallıklarımın yaşları. Aksın gitsin. Artık aptallık yapmayacağım. Çünkü hayatın nasıl anlık olduğunu yaşayarak öğrenmiştim. İki saat önce konuştuğum nişanlım artık bir hastanede yaşama tutunmaya çalışıyordu. Hayat aptallık edilmeyecek kadar pamuk ipliğine bağlıydı.

Aklımdan ve kalbimden geçenleri sıraya sokamıyordum. Tek bildiğim Ertan’a bir kez daha sarılmak için hayatımı vereceğimdi. Ayrılmak ölümden beterdi. Keşke o değil de ben ölüm döşeğinde olsaydım.

En sonunda taksi hastanenin acil kapısına yanaştı. Nasıl indiğimi bilmiyorum. Pınar parayı uzatmış üstünü beklemeden peşimden gelmişti. Yanımda biri daha koşuyordu hastane kapısına. Onun adımları büyük olduğu için benden önce ulaştı kapıya. Ama hemen ardından ben de girdim. Hemşire bankosuna yanaşıp aynı anda konuşmaya başladık.

“Ertan Kayasu hangi odada?”

“Meriç Sümer hangi odada?”

O an zaman durdu. O an hayat yeniden güneşli yüzünü gösterdi. O an tüm kötü anlar, tüm üzüntüler uçtu gitti. O an yaşam yeniden başladı.

Sadece baktık. Uzun uzun baktık.

O güzel yüzün her milimine baktım doya doya. O da baktı. Sonra kolunu uzattı ve beni kendine çekti.

Hemşire “Bu isimlerde hasta hastanemize ulaşmadı” diye açıklama yaparken ben çoktan öpülmenin zevkine varmıştım.

Kısa öpüşmeden sonra, hastanede kendi dertleri ile uğraşan insanlara saygısızlık etmemek için çıktık oradan. Bizim o halimizi görüp son anda kapıdan girmekten vazgeçen Erdem ile Pınar gülümseyerek bize bakıyordu.

Tam onlara bizi çok üzdüklerini söyleyecektim ki Ertan beni susturdu. “Sonra kızarız. Bırak şimdi verdikleri ödülün tadını çıkartalım.”

Haklıydı. O an sadece gülümsedik. Ertan arabada arkaya oturdu. Cebinden önce kolyemi çıkarttı.

“Bunu nasıl çıkartabildin?”

“Hiç istemeden.”

“Bir daha çıkartma.”

“Çıkartmam ama çıkartsam bile senin kalbin de anahtarı da bende. Bunu bil.”

“Biliyorum.”

Sonra da yüzüklerimizi çıkarttı cebinden. Önce benimkini taktı. Sonra da ben onunkini taktım. Sonra öptü beni. Hem de uzun ve derin bir öpücükle öptü.

Pınar dalga geçiyordu “Bu nişanı kutlamak lazım” diye. “Kutlarız” dedi Ertan. Sonra sıra ikilinin yaptıkları oyunu açıklamaya geldi.

Pınar tuvalete diye gittiğinde Erdem ile konuşmuş. Ertan’ın çok üzgün olduğunu ve beni sevdiği halde nasıl bu duruma geldiğimizi anlayamadığını söylediğini, anlatmış. Birbirimizi sevdiğimizi bilen iki sevgili iki ayrı yalanla bizi hastanede buluşturmuş. Ertan da benim kaza geçirdiğimi sanıyormuş.

Gerçekten kaybettiğimizi sandığımız an her şeyin düzeleceğini düşünmüşler. Çok ağır bir dersti. Ama hak ettiğimi biliyordum. Kızamadım. Aksine bu olay bana Ertan’ı kaybedersem nasıl olacağımı anlattı.

Mahalleye yaklaştığımızda tutmak istediğimiz evi anımsadım. “Bizim evi birisi kiralamış” dedim. Sesim kırıktı. Ertan boynumdaki kolunu sıkarak beni kendine yaklaştırdı. Kulağıma, “Ben kiraladım. Evin büyük kısmı senin istediğin gibi döşendi.” Dedi.

“Sen mi kiraladın? Döşedin mi? Nasıl? Ne zaman?” Çok sevinmiş, bir o kadar da şaşırmıştım. Ispanak ile pazıyı ayıramayan adam koca bir evi mi döşemişti?

“Sen bana anlattıktan sonra hemen ev sahibi ile görüştüm. Aylardır mesai yapmamın nedeni evin eşyalarını almak içindi. O evi de sen beğenince biriktirdiğim para ile çoğu eşyayı hallettim. Bana telefonda seninle beğendiğimiz mobilyaları o eve nasıl yerleştireceğini anlattığın için işim çok kolaydı.”

“Neden benim desteğimi istemedin?” Maddi manevi destek verecektim ben nişanlıma. Tam bunu yapamadığım için üzülürken söyledikleri ile rahatladım.

“Mobilyaları zaten sen seçmiştin. Ben sadece satın aldım. Ama asıl iş sana kaldı. Perdeler ve halılar var daha. Onları ben beceremem.”

“Ya bugün ayrılsaydık? Ya bir daha bir araya gelemeseydik? O ev ve eşyalar ne olacaktı?”

“Ben yine orada yaşayacaktım. Sen yanımdaymışsın gibi o evi seninle paylaşacaktım. Seninle yemek hazırlayacaktım. Senin çocuğumu doğurduğunu hayal edecektim.”

Onca olayda sadece takside kısa süre ağlayan ben artık hüngür hüngür ağlıyordum. Bu aşkı ben nasıl bu hale getirmiştim? Ertan elinde mendil yüzümü sildikçe ben daha çok ağlıyordum. Sıkıca sarılmış beni hafifçe sallıyordu.

“Kardeşlerimizi çok seviyorum. Bizi bir araya getirdikleri için ölene kadar borçlu kalacağım onlara.” Yine kısık sesle konuşuyorduk. Ertan gülümsedi “Ben de ama sakın bunu onlara söyleme.”

Yüzümü dayadığım göğüsten yanağıma sürtünen kazağı o an anımsadım.

“Bu kazağı yakacağım.”

“Belki kazağı görünce sinirlenir ve beni hala sevdiğini belli edersin dedim. Oysa sen hiç tepki vermedin.”

“Verdim ama belki de ilk kez en olmayacak zamanda tepkimi sessiz verdim.”

“Bundan sonra sesli ver tepkini. Dürüstçe anlat ne istediğini. Ne hissettiğini söyle. Sor her şeyi bana. Ama sakın bırakıp gitme.”

Başımı biraz çevirip gözlerine baktım. “Neden kabul ettin ayrılığı?”

Çenemden tutup yüzümü iyice kaldırdı. Gözlerime baktı. İlk kez duyduğum bir ses tonu ile sadece benim duyacağım şekilde yanıt verdi. “Beni artık sevmiyorsun sandım.”

Ben de sadece onun duyacağı şekilde yanıtladım. “Seni seviyorum. Sana canımı verecek kadar çok seviyorum.”

“Ben de seni canımdan çok seviyorum. En kısa zamanda evlenelim.”

“En kısa zamanda”

SON







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder