Giriş
Tek şeritli yolda süratle giden, son model cipin iki yüz metre kadar
gerisinde, üstü açık spor araba aynı hızla takipteydi.
Arkadaki arabada bulunan kız kardeşler, yol için hazırladıkları
hareketli şarkılardan oluşan bellekten yükselen seslere, bazen tempo tutarak,
bazen avaz avaz şarkıyı söyleyerek eşlik ediyordu. Ara sıra yanlarından geçen
araçlardan kendilerine yönelen bakışları görüyor, ellerini kollarını sallayarak
onlara doğru şarkı söylemeye devam ediyorlardı. Şımarıkça ve vurdumduymaz tavırlarla
davrandıklarını biliyor, buralarda tanınmıyor olmanın rahatlığını yaşıyorlardı.
Dikiz aynasından kendilerini görüyorsa babalarının da sinirden kudurduğunu
tahmin edebiliyorlardı. İstanbul’a dönünce yine yaşlarına ve konumlarına
yakışır terbiyeli kızlar olacaklardı. Madem zorla bu yola çıkılmıştı, o
zaman en azından eğlenerek yolculuk yapmak
haklarıydı!
Aslında on yıl önce vefat eden dedelerinin ölüm yıl dönümü için
gidiyorlardı köylerine. Köy sınırlarına geldiklerinde tüm bu şımarıklık
rafa kalkacak, ertesi gün yaşanacak hüznün ağırlığına yakışır hale geri
döneceklerdi. Kızlar, her sene zorla gittikleri bu anma töreninden
hoşlanmıyor ama akrabalarını görecek olmanın keyfini yaşıyordu. Aile kalabalık,
okunacak duaya katılanlar çok daha kalabalıktı. İşte asıl kaçtıkları oydu.
Her sene aynı kalabalık ile aynı şeyleri konuşuyorlardı. Komşular ve
çok uzak akrabalar, "Ne zaman evleneceksiniz? Dedeniz sizin hala
evlenmediğinizi bilseydi kahrolurdu. Size bilmem kimin oğullarını
gösterelim." gibi cümleler en azından son beş yılın değişmez
muhabbeti olmuştu. Amcalarının ve halalarının çocukları ile görüşecek olmanın
tadını kaçıran bu uzak akrabaların çenesini bir türlü
kapatamamışlardı. Sırf bu yüzden bile babalarının kendilerine kızma hakkı
yoktu.
Dedeleri ise o insanların sandığı gibi biri değildi. Ayrıca onu anmaları
için bu tarihlere ya da bu yollara hiç ihtiyaç duymazlardı. Mezarlığa gitmek
yerine, ruhen hiç ayrılmadığını bildikleri evlerinde ondan kalan hatıralarla bu
günleri doya doya yaşamayı tercih ederlerdi. Ve en önemlisi, evdeki portresi
ile her sabah konuşmak keyifle yaptıkları bir rutindi. O resimdeki adam,
hayattayken de çok neşeliydi. Oğlu boşandıktan sonra torunlarını görmek için
çok daha sık yalıya gelmesi, eski gelininin adını anmamak için kırk takla
atması kızları hep neşelendirmişti. Hayatta olsa, torunlarının şu haline kızmak
yerine onlara katılacağından eminlerdi.
Bigadiç’e kırk kilometre kaldığını gösteren tabelayı gördüklerinde, Mine
gülerek, “Nihayet. Yol hiç bitmeyecek sanmıştım.” dedi.
“Kullanmayı sen istedin. Şikayet etme.” Sedef hem kardeşine yanıt veriyor,
hem de eli ile tempo tutmaya devam ediyordu.
Mine, babasının aracını gözden kaybetmeden yol almaya devam ederken bir
yandan da gözündeki güneş gözlüğünün kulaklarının üstünde yaptığı baskıyı
azaltmaya çalışıyordu.
“Dünya para verdim, yine de başımı ağrıtıyor.”
“Uzun süredir takıyorsun da ondan başın ağrıyor. Biraz da güneş başına
geçmiş olabilir.”
Elini saçlarında gezdirip gerçekten çok sıcak olduğunu hissedince “Üstünü
kapatıp klimayı açayım mı?” diye sordu.
“Güneş güzel ama daha en az bir saate yakın yolumuz var. Kapat bence
de.”
Mine, düğmeye basmış, aracın üstü kapanmaya başlamıştı. Müziği biraz
kısınca farklı bir ses duydu. Sedef’in fark etmediğini anlayınca eli ile
bacağına dokunup arka koltuğu işaret etti. “Cebin mi çalıyor?”
Akrabaları ile olan anılara o kadar dalmıştı ki hiç ses
duymamıştı. “Aaaa evet. Çantamda bırakmışım.”
Sedef, arka koltuktaki çantaya elini uzattı. En uzak köşeye kaymış
çantaya ulaşamayınca, emniyet kemerini açarak iki koltuk arasından
yeniden uzandı. Çantasını almak yerine telefonuna ulaşmak için
fermuarı açamaya uğraşıyordu.
Tam o an, iki koltuk arasında sıkışmış şekilde arkaya eğilmişken önce bir
sarsıntı, sonra bir çığlık ve ardından çok daha büyük bir sarsıntı ile neye
uğradığını şaşırdı. Önce sağa doğru yatan araç yüzünden belinde bir acı
hissetti. Daha sonra tam terse, sola yatan araç yüzünden kaburgalarının
sızladığını duydu. Toparlanmak için elini attığında boşlukta kalan kolunda
hissettiği acı ile bir an nefessiz kaldı. Takla atmadıklarını ama aracın büyük
hareketler ile savrulduğunu yan camlardan gördüğü anlık asfalt ve gökyüzü ile
algılayabiliyordu. Saliseler içindeki hareketleri anlamlandıramadan üçüncü
sarsıntı ile kendini iki koltuk arasındaki sıkışıklıktan kurtarmış bu kez de ön
cama doğru savrulmuştu. Aynı anda bir çarpma ve kırılan camların seslerine
Mine’nin dudaklarından yükselen feryat ile kendi dudaklarından dökülenler
eklenmişti. Sanki çok uzun süren bir sahne izliyor gibiydi. Oysa tüm olanlar
otuz kırk saniye içinde yaşanmış olmalıydı.
Kulağında kalan son iki sesten biri kardeşinin çığlığı
idi. “Hayırrrrrrrrrrrrrrrrrr”
Sonrasında da kendi sesini duymuştu, “Mineeeeee… Mineeeeeeee?”
Harika başlangıç merak ve heyecan dolu 👌okuyucusu bol olsun😊
YanıtlaSil:)) teşekkürler ve amin
Sil