2 Aralık 2015 Çarşamba

KORKUTAN MİRAS


Giriş

Tek şeritli yolda süratle giden, son model cipin iki yüz metre kadar gerisinde,  üstü açık spor araba aynı hızla takipteydi.  

Arkadaki arabada bulunan kız kardeşler, yol için hazırladıkları hareketli şarkılardan oluşan bellekten yükselen seslere, bazen tempo tutarak, bazen avaz avaz şarkıyı söyleyerek eşlik ediyordu. Ara sıra yanlarından geçen araçlardan kendilerine yönelen bakışları görüyor, ellerini kollarını sallayarak onlara doğru şarkı söylemeye devam ediyorlardı. Şımarıkça ve vurdumduymaz tavırlarla davrandıklarını biliyor, buralarda tanınmıyor olmanın rahatlığını yaşıyorlardı. Dikiz aynasından kendilerini görüyorsa babalarının da sinirden kudurduğunu tahmin edebiliyorlardı. İstanbul’a dönünce yine yaşlarına ve konumlarına yakışır terbiyeli kızlar olacaklardı. Madem zorla bu yola çıkılmıştı, o zaman en azından eğlenerek yolculuk yapmak haklarıydı!     


Aslında on yıl önce vefat eden dedelerinin ölüm yıl dönümü için gidiyorlardı köylerine. Köy sınırlarına geldiklerinde tüm bu şımarıklık rafa kalkacak, ertesi gün yaşanacak hüznün ağırlığına yakışır hale geri döneceklerdi. Kızlar, her sene zorla gittikleri bu anma töreninden hoşlanmıyor ama akrabalarını görecek olmanın keyfini yaşıyordu. Aile kalabalık, okunacak duaya katılanlar çok daha kalabalıktı. İşte asıl kaçtıkları oydu.

Her sene aynı kalabalık ile aynı şeyleri konuşuyorlardı. Komşular ve çok uzak akrabalar, "Ne zaman evleneceksiniz? Dedeniz sizin hala evlenmediğinizi bilseydi kahrolurdu. Size bilmem kimin oğullarını gösterelim." gibi cümleler en azından son beş yılın değişmez muhabbeti olmuştu. Amcalarının ve halalarının çocukları ile görüşecek olmanın tadını kaçıran bu uzak akrabaların çenesini bir türlü kapatamamışlardı. Sırf bu yüzden bile babalarının kendilerine kızma hakkı yoktu.

Dedeleri ise o insanların sandığı gibi biri değildi. Ayrıca onu anmaları için bu tarihlere ya da bu yollara hiç ihtiyaç duymazlardı. Mezarlığa gitmek yerine, ruhen hiç ayrılmadığını bildikleri evlerinde ondan kalan hatıralarla bu günleri doya doya yaşamayı tercih ederlerdi. Ve en önemlisi, evdeki portresi ile her sabah konuşmak keyifle yaptıkları bir rutindi. O resimdeki adam, hayattayken de çok neşeliydi. Oğlu boşandıktan sonra torunlarını görmek için çok daha sık yalıya gelmesi, eski gelininin adını anmamak için kırk takla atması kızları hep neşelendirmişti. Hayatta olsa, torunlarının şu haline kızmak yerine onlara katılacağından eminlerdi.
   
Bigadiç’e kırk kilometre kaldığını gösteren tabelayı gördüklerinde, Mine gülerek, “Nihayet. Yol hiç bitmeyecek sanmıştım.” dedi. 
     
“Kullanmayı sen istedin. Şikayet etme.” Sedef hem kardeşine yanıt veriyor, hem de eli ile tempo tutmaya devam ediyordu.
  
Mine, babasının aracını gözden kaybetmeden yol almaya devam ederken bir yandan da gözündeki güneş gözlüğünün kulaklarının üstünde yaptığı baskıyı azaltmaya çalışıyordu.  
  
“Dünya para verdim, yine de başımı ağrıtıyor.”
     
“Uzun süredir takıyorsun da ondan başın ağrıyor. Biraz da güneş başına geçmiş olabilir.”   

Elini saçlarında gezdirip gerçekten çok sıcak olduğunu hissedince “Üstünü kapatıp klimayı açayım mı?” diye sordu.

“Güneş güzel ama daha en az bir saate yakın yolumuz var. Kapat bence de.” 

Mine, düğmeye basmış, aracın üstü kapanmaya başlamıştı. Müziği biraz kısınca farklı bir ses duydu.  Sedef’in fark etmediğini anlayınca eli ile bacağına dokunup arka koltuğu işaret etti. “Cebin mi çalıyor?” 

Akrabaları ile olan anılara o kadar dalmıştı ki hiç ses duymamıştı. “Aaaa evet. Çantamda bırakmışım.” 
  
Sedef, arka koltuktaki çantaya elini uzattı. En uzak köşeye kaymış çantaya ulaşamayınca, emniyet kemerini açarak iki koltuk arasından yeniden uzandı. Çantasını almak yerine telefonuna ulaşmak için fermuarı açamaya uğraşıyordu.

Tam o an, iki koltuk arasında sıkışmış şekilde arkaya eğilmişken önce bir sarsıntı, sonra bir çığlık ve ardından çok daha büyük bir sarsıntı ile neye uğradığını şaşırdı. Önce sağa doğru yatan araç yüzünden belinde bir acı hissetti. Daha sonra tam terse, sola yatan araç yüzünden kaburgalarının sızladığını duydu. Toparlanmak için elini attığında boşlukta kalan kolunda hissettiği acı ile bir an nefessiz kaldı. Takla atmadıklarını ama aracın büyük hareketler ile savrulduğunu yan camlardan gördüğü anlık asfalt ve gökyüzü ile algılayabiliyordu. Saliseler içindeki hareketleri anlamlandıramadan üçüncü sarsıntı ile kendini iki koltuk arasındaki sıkışıklıktan kurtarmış bu kez de ön cama doğru savrulmuştu. Aynı anda bir çarpma ve kırılan camların seslerine Mine’nin dudaklarından yükselen feryat ile kendi dudaklarından dökülenler eklenmişti. Sanki çok uzun süren bir sahne izliyor gibiydi. Oysa tüm olanlar otuz kırk saniye içinde yaşanmış olmalıydı.  

Kulağında kalan son iki sesten biri kardeşinin çığlığı idi. “Hayırrrrrrrrrrrrrrrrrr”  

Sonrasında da kendi sesini duymuştu, “Mineeeeee… Mineeeeeeee?”  


2 yorum: