Rezervasyon
defterini aramadığı yer kalmamıştı. Bilgisayara gireceği notları vardı. Sibel,
kafasını toplamaya çalıştı. Aklı çok karışıktı. Yıllar geçtiği halde neden
kafasını toparlayamıyordu? Çünkü yılbaşı geliyordu ve her yılbaşı aynı acıyı yaşayacaktı.
Evine
dönmesine neden olan olayı anımsamak istemiyor ama aklından çıkartamıyordu.
İkilem dedikler tam da buydu. İki hafta sonra tam üç yıl olacaktı. Üç yıl önce,
hayatındaki erkek onu yılbaşı için evine davet etmişti. Şerefsiz herif saati
yanlış söylemese belki şu an onunla evli olabilirdi. Sibel’e yedi diyeceğine on
yedi demiş, Sibel de saat beşi gösterirken kapıyı çalmıştı. İçerideki hareketin
heyecanını dışarıdan bile hissetmişti. Kapının açılması geciktikçe kendisine
sürpriz hazırladığını düşünmüştü. Ne kadar salaktı!
Kapı
açıldığında saçı başı dağınık bir Semih vardı karşısında. Neredeyse kapıyı
yüzüne kapatacaktı. İçeri almak istememiş, hadi dışarı çıkalım, diye
tutturmuştu. Sibel o an nihayet aklının başına gelmesine seviniyordu. “İçeride
bir kadın var değil mi?” diyebilmişti. Hem erkek arkadaşı, hem de tiyatrodan
oyuncu arkadaşı olan Semih, o an rol kesememişti. Yakalanmış olduğunun
bilincinde sadece başını eğmişti. O günden beri her yılbaşında aynı acıyı
yaşıyordu. Aldatılmanın verdiği hüzün, aşka inancını gölgeliyordu.
Tiyatro
grubunu terk etmiş, köyüne dönmüş ve ablası Ece ve eniştesi Toprak ile birlikte
bağlarda çalışmaya başlamıştı. Oyunculuk onun için bitmişti.
Eniştesinin
akrabalar için planladığı bungalovlar yaz kış dolmaya başlayınca ve ablası
üçüncü çocuğu kucağına alınca işlerin çoğunu Sibel sırtlamıştı. Artık tüm
işleri severek yapan bir Sibel vardı. Bağların arasında gezmenin bile zul
geldiği yılları yok etmek istercesine çalışıyordu.
Nihayet
aradığı defteri bulup bilgisayarı açtı ve notlarını girmeye başladı. Yılbaşında
eniştesinin İzmir’den ve askerlikten arkadaşları toplanacaktı. Tanımadıkları
iki aile vardı. Onları da gelenler tanıyordu. Böylece kalabalık bir yeni yıl
eğlencesi yapacaklardı. Sibel’in katılmayacağı bir eğlence!
*****
O kadar
gençti ki! Onun başına böyle bir şeyin gelmesini aklı almıyordu. Neyse ki yine
de büyük bir iyileşme göstermişti.
Pınar’ın
beyin kanaması ardından felç geçirmesi aileyi şoka sokmuştu. Polat, kız
kardeşinin tedavisini yaptırmış, kaslarındaki rahatsızlıkların geçmesi için
birçok yeni tedavi uygulamasını araştırmaya başlamıştı.
Fizik
tedavi uzmanı Uğur’un tavsiye ettiği çiftliği duyar duymaz araştırmalarını o
yönde derinleştirmişti. Annesi ile babası alternatif tedavilere inanmadıkları
için itiraz etmişti. At binmenin daha da zarar vereceğini düşünüyorlardı. Fakat
yaptığı araştırmalar hipoterapi ile kasların güçlendirildiğini ispatlıyordu. Bahsi
geçen çiftlikte, Rus uzmanlar tedavi yapıyordu. Tek sorun tüm zamanlarının dolu
olmasıydı.
Teklif
ettiği para, başka bir yer olsa havada kapacakları kadar yüksekti ama onlar biz
ücret almıyoruz ve yılbaşında kapalıyız demekten öteye gitmemişti. En sonunda
orda çalışan uzmanlardan birine ulaşmanın yolunu bulmuştu. Nihayet kadını
ülkesine gitmekten vazgeçirecek bir rakamda anlaşmışlardı. Eğer tedavi işe
yararsa bitene kadar orada kalabilirdi. İşletmeciler ile görüşmüş ve on beş aralıkta
giriş yapacakları konusunda onları da ikna edebilmişti. Fizyoterapist Uğur’un
adı işe yaramıştı!
Uğur’un kocası,
çiftlik sahibinin askeriyede komutanı olduğu için dolaylı yoldan da iknada
faydası olmuştu. Zaten uzman kadının kabul etmesi yeterliydi aslında. Tesis
nasılsa her zaman açıktı.
Valizlerini
hazırlarken kışın sert geçtiğini düşünüp kalın şeyler almıştı yanına.
Kardeşinin de benzer şeyler koyması için annesini uyarmıştı. Tedavinin ne kadar
süreceğini bilmiyorlardı. Gerekirse sonra yine eşya isteyebilirdi. Kendisi için
önemli olan elektrik olması ve ara sıra da olsa internete bağlanabilmesiydi! Köyde
olduğunu öğrendiği çiftliğin tanıtım yazılarında internet olduğu belirtilmişti.
Bu bilgiye inanmak zorundaydı.
Arabanın
bakımı yapılmıştı. İçi rahat olarak yola çıkacaktı. Uzun bir yolculuk olacaktı.
Kardeşinin rahat etmesi için yanlarında yastıklar vardı. Koltuk değnekleri de
bagajdaydı.
Pınar,
yerine yerleştiğinde her şey hazırdı.
***
“Sibel,
hepsi tamam mı? Aşçılar iki tane olacak. Onların kalacağı yer hazır değil mi?”
“Hazır
abla. Eniştemden betersin.”
“Çünkü
Toprak, önem veriyor bu gruba. Arkadaşlarını bekliyor ve çok heyecanlı. Aksilik
olmasını istemem.”
“Komutanının
karısının yolladığı müşteri de bugün giriş yapacak.”
“Onlar
burada kalacak, bungalovları hazır mı?”
“Abla,
sen Ekin’i emzirsene! Her şeyi kırk kere sorma. Ya da git biraz bağların
arasında dolaş. Bak bakalım don tehlikesi var mı?”
“Sibel Hanım,
ablalar kovulmaz. Ekin’i yeni uyuttum. Karnı tok altı temiz. Bağlarımın başında
iyi adamlarım var. Tehlike yok. Tek tehlike senin beni kızdırman! Huysuzluk
yapmaya başladın yine.”
Ece,
Sibel’in kötü bir aşk tecrübesi yaşadığını biliyordu ama ayrılık nedeni
hakkında fikri yoktu. Tek bildiği yılbaşı günü ayrıldıkları idi. Köyde böyle
günlerin kutlanma adeti zaten yoktu. Her zamanki gibi bir gündü. Oysa bu sene
özel bir geceye dönüşecekti. Toprak’ın arkadaşları aileleri ile gelecek ve
büyük bir grup olarak kutlayacaklardı. Ece için de bir ilkti bu.
“Aşçılar
haftaya gelecek. Bu gelen hastanın ve yanındakilerin yemeklerini siz mi
yapacaksınız?”
“Toprak
yapacak canım. Ben o mutfağa girmem. Kızıyor bana. Elimin hiç tadı yokmuş!”
“Abla,
yerden göğe haklı eniştem! Berbatsın hala.”
“Ukala.
Şaraplara tat katıyorum ben. Yemekler Toprak’ın işi.”
Sibel,
başını sallayarak işine döndü. Giriş yapacak olan müşterilerin bungalovunu son
kez kontrol etmesi gerekecekti. Ablası konuştuysa mutlak bir aksilik çıkardı.
Anahtarı alıp evin yolunu tuttu.
Dışarıda
yirmi santime yakın kar vardı. Buz gibi havaya aldırmadan hızlı adımlarla eve
yaklaştı. Bacasından hafif bir duman yükseliyordu. Ateş geçmek üzere, diye
düşünüp hızlı bir şekilde kuru odunların olduğu yere gitti. Kucak dolusu odun
alıp eve odunluk olarak kullanılan bölümün iç kapısından geçti. Çok soğuk
günlerde konukların dışarı çıkmadan odunlara ulaşabilmeleri için iki kapı
yapmışlardı.
‘Murat
Ağabey çok iyi iş çıkarttı. Her isteğe yanıt veren evler oldu bunlar’ diye
düşünerek şömineye odunları yerleştirdi. Evin içi gayet güzel ısınmıştı.
Dileyen konuklar klima ile de ısınabiliyordu. Ama bunu tercih eden çok az kişi
oluyordu.
Odaları
gezip gerekli kontrolleri yaptı. Üstteki banyoda havlu olmadığını görünce
kontrol etmekle doğru karar verdiğini gördü. Küçük aksaklıklar her zaman
olabilirdi.
İşi
bittiğinde gönül rahatlığı ile çıktı evden. Isıtmalı havuzun yanından geçip
büyük eve girdi.
***
Çok daha
dikkatli kullanıyordu arabayı. Yollarda kar ve buz artmıştı. Bu kadar karlı bir
ortam olacağını düşünmemişti. Pınar, ön koltuğa geçmiş, belindeki koruyucu
korse ile dimdik oturuyor, dışarıda gördüğü her beyaz ağacı gösteriyordu. Yirmi
beş yaşındaydı. Son bir yılın büyük bir kısmını hastanelerde geçirmişti. Felç
erken anlaşılıp hemen hastaneye gidildiği için şanslıydılar. Yine de
tekrarlayan beyin kanaması yüzünden tahminlerinden uzun süren bir tedavi
uygulanmıştı.
Doktorları
artık sorun kalmadığını, kasları kuvvetlendikten sonra yürümesindeki sorunun da
tamamen yok olacağını söylüyorlardı. Yavaş hareketlerle müziği değiştirmek için
uzanıp, başka bir kanala geçmişti. Yöresel bir kanal olma ihtimali yüksekti.
Türküler çalmaya başlayınca yüzü de gülmeye başlamıştı.
Polat,
‘Nihayet artık gülüyor!’ diye düşündü. Aylarca sadece ağlamıştı. Normale
dönüyordu artık.
“Sen
orada sıkılmayacak mısın? Eğer ortamı beğenirsen ve için rahat edecekse beni
orada bırakır dönersin. Ne de olsa köyde yaşayacağız. Senin gibi şehir hayatına
alışmış birini sıkar.”
“Bir süre
deneriz canım. Ben sıkılırsam annem gelir, o sıkılırsa babam gelir. Hepimiz
için değişiklik olur, sen kendini üzme.”
“Bence
sen oradan ayrılmak istemeyeceksin.”
“Neden?”
“Çünkü
orada şu bıktıklarından uzak kafanı dinleyecek ve rahat rahat yazacaksın. Bunun
tadını alınca da orada kalmak isteyeceksin.”
Polat, Pınar’ın
dediklerini dinlerken kendi hayatını düşünüyordu. Polisiye dizi senaryosu
yazıyordu. İkinci sezonundaki dizi çok beğenilmişti. Elinde üç bölümlük yedek
vardı ama yeni bölümleri oluşturması için çalışması gerekecekti. Kardeşi haklı
olabilirdi. Burada rahatça yazıp daha iyi şeyler yaratabilirdi. Denemeden
bilemeyeceği bir yaşamdı. Hem İzmir ve Muğla yakındı. Gece hayatı ya da biraz
farklı eğlenceler ararsa nerelerde bulacağını biliyordu.
Öğlen
yemeği yerken yollarının çok az kaldığını da anladılar. Garson, kalacakları
yeri iyi biliyordu. Buralarda çok tanınan bir çiftlikti. Yazın garson olarak
orada bir süre çalışmıştı. Yolu tarif ederken mutlaka zincir takmasını
söylemişti. Kar lastikleri kullandığını, zincire gerek olmadığını söylese de
ısrarcı olmasından sonra kardeşini tehlikeye atamayacağını anlayıp yardım
alarak kısa sürede iki lastiğine zincir takmıştı.
***
Sinem
telefon açmış ablası ile konuşuyordu. O hala oyunculuğa devam ediyordu. Sibel
bazen sahneyi özlediğini düşünüyordu. Sinem’in verdiği haber ile yüzünde
kocaman bir gülümseme oluştu. Tiyatro çok keyifliydi ama televizyonda oyuncu
olmak, tanınmak için her zaman daha etkendi. Ve kardeşi teklif almıştı. Yeni
sezonda başlayacak bir dizide rolü olacaktı. İki kardeş heyecanla on dakikadan
fazla konuştular. Sibel bir araç sesi duyduğunda hala konuşuyorlardı. “Kapatmam
lazım canım, beklediğimiz konuklar geldi. İnşallah çok iyi olur senin için.”
“İnşallah
ablam, herkesi öp benim için. Ve lütfen sen anlat onlara. Saatlerce itiraz
dinlemek istemiyorum.”
“Ah neden
beni aradığın çıktı ortaya. Anlatırım tatlım, hadi kapattım.”
Elinde
telefon ile dış kapıya gelmişti. Ablasının evinin alt katında büro olarak
kullandıkları küçük oda tüm işlerin düzenlendiği yerdi. O nedenle misafirlerini
de orada ağırlayacaktı...
Araçtan otuz
yaşlarında, koyu renk saçlı uzun boylu bir erkek, aynı renklere sahip, erkek
kadar olmasa da uzun boylu olan bir kadın indi. Polat ve Pınar Özcan…
Pınar
Özcan, bagajdan çıkartılan koltuk değneklerine yaslanarak yürürken Polat Özcan
da onun düşmesini engellemek için her an tetikteydi. Evin önündeki yol ve
bungalovlara giden yolların kardan temizlenmiş olması kayma riskini
azaltıyordu. Sibel, tehlikenin olmadığından emin, bekledi konuklarını. ‘Ne
kadar uyumlu bir çift” diye düşünürken benzerliği yakaladı. Yakışıklı adamın
yüz hatları ile genç kızın yüz hatları neredeyse aynıydı. Kardeş olduklarını
söylemelerine gerek yoktu.
“Hoş
geldiniz. Umarım yolculuk sorunsuz geçmiştir?”
“Hoş
bulduk, teşekkürler sorun yaşamadık.” Sesi de kendisi gibi güçlü, dedi Sibel.
Ses tonu onu yine oyunculuk zamanlarına götürdü. Meraklı gözlerle bakmıştı genç
adama. Sonra da hızlıca başını çevirdi. Çünkü o da kendisine ilgiyle bakıyordu.
“Pınar
Hanım, biraz dinlenin, müsait olduğunuzda eğitmeniniz ile tanışırsınız. Yarın
da çalışmalara başlarsınız. Aç mısınız?”
Genç kız
gülümseyerek yanıtladı, “Hayır teşekkürler yolda yedik. Bu arada adınızı
öğrenemedik!”
“Özür
dilerim, Sibel ben. Burası ablam ile eniştemin evi. Çiftlik de hepimizin. Sonra
bunları bol bol konuşuruz.” Tekrar Polat’a dönüp, “ Size de teşekkür borçluyuz.
Bu yılbaşı Uğur Hanım ile birlikte kalabalık bir grup gelecek. Sizin
anımsatmanız ile karar vermişler.”
“Teşekkür
ettiğinize göre iyi bir şey yaptığımızı düşünüyorum. Sizi de yılbaşı üstü
zorladık. Kardeşimin tedavisini geciktirmek istemiyorum. Benim de birkaç hafta
vaktim vardı. Bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.”
“Tedaviniz
için elimizden geleni yapacağımızdan emin olabilirsiniz. Fakat önümüzdeki hafta
bolca çocuk sesi olacağını şimdiden söylemeliyim. Tüm aileler çocukları ile
gelecek. Evler ses geçirmez şekilde yapıldı ama bahçeye çıktığınızda aynı
sessizliği bulamayacaksınız. Yemekler çoğu zaman burada ve birlikte yenecektir.”
Pınar, “Ağabeyim
için sorun olmaz. O gününün çoğunu bilgisayarının başında geçirecektir.
Kulaklıklarını takar ve yumuşak bir müzik dinlerken saatlerce yazar. Arada
dürtmezsek yemek yemeyi bile unutuyor. Çocuk sesi beni hiç rahatsız etmez.”
dedi. O an daha fazlasına gerek olmadığını düşünmüştü.
Polat
kardeşine gülerek baktı. Genç kızın samimi gözleri mi acaba onu bu kadar
rahatlatmıştı? Yoksa burada göreceği tedavinin onu tamamen iyileştireceğini
düşünmek mi moralini düzeltmişti? Ne olduğu önemli değildi, önemli olan neşeli
şekilde konuşması ve kendisine takılmasıydı. Üstelik yola çıktıklarından beri
mutluydu!
“Benim
yemeğime karışma, ölmeyecek kadar yiyorum. Çocuk sesleri çoğalırsa o zaman da
kulaklıklarımı takarım. Dinlenmek ister misin? Kalacağımız eve gidelim mi?”
“Size
evinizi gösterebilirim ama isterseniz önce şaraplarımızdan birer kadeh
tadabilirsiniz. Burası bizim aynı zamanda şarap tadım ve satış alanımız.
Şöminemiz de cazip bir şekilde yanıyor. Büyük bir kütüphanemiz var. Okumak
istediğiniz kitabı oradan almanız yeterli.”
Sibel,
bunları söylerken Polat soran bakışlarla kardeşine döndü. O da başını
sallayınca teklifi kabul edip bürodan çıkıp sıcak odaya yürüdüler. Sibel,
kırmızı mı beyaz mı diye sormuş, yanıtlarından sonra ikisine de kırmızı şarap
koymuştu. Pınar, ilaç kullandığı için kadehin dibine tadımlık koymasını rica
etmişti. Kadehleri verirken, “Akşam kar yağmaya devam edecekmiş. Bizde adettir,
kardeşler kar yağarken kartopu oynar. Şu an sadece iki kardeş burada olduğu
için eniştemi ve çocukları da kattık işin içine. Siz de katılırsanız sıcak şaraptan
da akşama tadarsınız.”
“Şu an
söz vermeyelim. Uyuyup kalmazsak katılırız size.”
“İzlemek
için sıcak bir yer var mı?” diyen Pınara bakıp gülümsedi Sibel, “Koca
varillerde ateş yakıyoruz. Evden de gözükürüz zaten. Tercih senin!” diyerek
açıklamıştı. Onların katılmasından hoşlanacaklarını biliyordu.
İkisi de
sıcak insanlardı. Hava daha çok kararmadan onları evlerine götürdü. Hem evi hem
de kömürlüğe ulaşan kapıyı gösterip şömine sönerse klimayı çalıştırmalarını
söyledi. En kısa sürede şöminelerini yeniden yakacak birilerinin geleceğini de
ekledi.
“Başka
bir sorunuz yoksa akşam yemeği için saat yedide sizi büyük binaya bekliyoruz.
Ama isterseniz buraya da yollayabiliriz.”
“Oraya
gelmeyi tercih ederiz sanırım. Ablanız ve enişteniz ile tanışmayı çok isteriz.”
“Akşam
yemeğinde ikisi de masada olacaktır. Eniştem İzmir’deki lokantasına gitmişti.
Ablam da ufaklıktan bulduğu fırsatı değerlendirip uyuyordu. Dokuz aylık bir
erkek bebekleri var. Birazdan okuldan gelecek iki de kızımız var. Hepsini
akşama görebilirsiniz.”
Polat, üç
çocuk olduğunu anlayınca akşam yemeğini kendi evlerinde yemeyi ciddi olarak
düşündü. Sonra kabalık olacağını düşünüp vazgeçti. Genç kıza dönüp, yüz
hatlarını yumuşatan gülümseme ile bakıp “Son bir sorum var, internete bağlanmak
istediğimde ne yapmam lazım?” diye sordu.
“Kablosuz
bağlantınız her zaman açık olacak. Şifresi televizyonun yanındaki kitapçıkta
yazılı.”
Sibel
dışarı çıkıp kapıyı arkasından çekerken kendisine şaşkınlıkla bakan Polat’ı ve
ağabeyine bakıp gülen Pınar’ı fark etti. Komik olan neydi acaba?
***
“Çok
güzel bir kız. Bayıldım. Eh artık uzaklara gitmeye gerek yok. Sıkılmadan burada
vakit geçirirsin.” Pınar, ağabeyinin beğenerek baktığını görmüştü.
“Kim o
güzel kız? Sibel Hanım mı? Evet, sanırım güzel bir kız.” Polat, beğendiğinin
anlaşılmasına bozulmuştu.
“Sanıyor
musun? Ayıp ediyorsun! Gerçekten güzel bir kız. Üstelik çok da tatlı dilli!”
“Gözlerinde
hüzün vardı” dediği an pişman oldu. Güzelliğini fark etmemiş olması gerekirken
gözlerindeki hüznü gördüğünü itiraf etmişti. Pınar ağabeyinin haline bakıp
güldü sadece.
Uzun bir
süre burada kalacaklardı!
***
İlk akşam
yemekleri tahminlerinden daha güzel ve keyifli geçmişti. Ailenin iki kızını
tanımış, Özüm ile Tanem’in güzellikleri ve terbiyeleri ile mest olmuşlardı.
Polat, gelecek olanların çocuklarının da böyle olmasını umarken hayalperestlik
yaptığını düşünüyordu. Bebeği de görmüşlerdi. Ablalarına benzeyen renkleri, yüz
hatları ile yakında onların peşinde koşturacaktı.
Yemeğin
sonuna doğru Özüm, iki gün sonra doğum günü olduğunu anımsatıp babasından pasta
istedi. İki kardeş küçük kızın pastayı babasından istemesine şaşırmıştı. Polat
susmayı tercih ederken Pınar, “Annenden isteyecektin sanırım?” diye atlamıştı.
Ece kahkahalarla yanıtladı. “Emin ol canım, babalarından istediler. Benim
pastadan anladığım sadece yemektir. Ama kocam mutfakta bir harikadır. Yumurta
bile kıramayan ben gibi bir kadın için o bir hazinedir.”
Toprak
lafa karışıp, “Ailenin yüz karası odur. Gerçekten yumurta kıramaz. Ben de artık
öğretmeye çabalamaktan vazgeçtim.”
“Beni
kötüleyeceğine bunu neden yapıyor olduğumu düşünseydin şimdiye kadar o
mutfaktan çıkamayan ben olurdum. Akıllı bir kadınım, ne kadar kötü yemek
yaparsam o kadar mutfaktan uzak kalırım.”
“Bunu
bilmediğimi mi sanıyorsun üzüm gözlüm? Ben seni bağlarda seviyorum. Mutfak
benim krallığım.”
Konu
kapandığında Pınar, Sibel ile konuşmaya başladı. Ona sorular soruyor, tanımaya
çalışıyordu. Müşterilerin sorularını yanıtlıyor ama kendileri soru
sormuyorlardı. Ne zaman onlar konuşmak isterse o zaman soruları ile onların
daha rahat konuşmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Sibel yine aynı şekilde Pınar
tarafından sorulan soruları yanıtlamıştı. Aynı yaşta olduklarını hatta aynı
ayda doğduklarını öğrenince gülümsemişti ikisi de. Sibel’in lisede tiyatroya
başladığını ve üç yıl öncesine kadar tiyatro yaptığını öğrenince şaşırmış bir
şeyler söylemek istermiş gibi ağabeyine bakmış ama onun kısacık bir kaş
hareketi ile vazgeçmişti. Sibel o hareketin anlamını ve onların mesleklerinin
neler olduğunu sormayı çok istese de soru sormama kuralını anımsayıp sustu.
Pınar,
oradakilerin rahatsızlığı hakkında az bilgisi olduğunu tahmin edip, ani
tansiyon yükselmesi ile geçirdiği beyin kanamasını ve ardından yaşadığı felci
anlatmıştı. Hızlı teşhis, çabuk müdahale ve iyi bakımlarla konuşmasındaki ve
elindeki belirtiler tamamen geçmişti. Sadece belinden aşağısında kasların
çalışmasını gerektiren sorunlar vardı. Artık tedavinin sonuna geldiklerini
söyledi. Masadakilerin anlayışlı yüzleri ile içi daha da rahatlamıştı.
Tanıştığı Rus eğitmen de zaten iki ay gibi bir sürede büyük bir iyileşme
olacağını söylemişti.
Çocukların
uyku saatlerinin geldiğini söyleyerek masadan kalkmaları iki kardeşi de
şaşırttı. Henüz saat sekiz buçuktu. Bu saatte kendi isteği ile yatan çocukları
görünce şaşırmaları normaldi.
“Hep
erken mi uyurlar?” Polat, merakını yenememişti.
“Sabah
çok erken kalkıyorlar. Anaları kızları kendisine benzetti ne yazık ki.
Mayalarında üzüm var ikisinin de. Ekin de onlardan farklı olmayacak. İki kız da
her sabah erkenden bağlara gidiyorlar, anneleri ile birlikte çalışıyorlar.
Bazen de ilk işleri at binmek oluyor. Karımın normal bir merakı yok
anlayacağınız.”
“Ama
burada gerçekten çok güzel bir ortam yaratmışsınız. Bu büyük mutfak ve masa da
haklı olduğumu ispatlar gibi.” Polat, o masanın etrafındaki kalabalığı tahmin
edebiliyordu.
“Evet,
çok güzel yıllar geçti bu evde. Kötü zamanlar da oldu tabii. Kayıplar, düğünler
ve doğumlar bir ailenin yapı taşları. Önemli olan o taşların yerinden
oynamasını engellemek.” Toprak, erkekçe bir gurur ile konuşuyordu. Ailesinden
ve yaşadıklarından gurur duyduğunu gizlemek aklından bile geçmiyordu.
Yemek
süresince Sibel masadaki konuşmaları takip etmiş ve konukları tanımaya
çalışmıştı. Pınar’ın canlı yüzü, konuşurken bol bol gülümsemesi hoşuna
gitmişti. Ağabeyi de konuşkandı ama kardeşi kadar sık gülmüyordu. Yine de
aralarda yapılan esprileri kaçırmadığını anlatan gülümsemeler dudaklarında
uçuşuyordu.
Saat
dokuz buçuk olduğunda daha fazla dayanamayan Ece esnemiş, bunu gören Polat da
rahatsızlık verdiklerini düşünüp hemen kalkmıştı. Ece her ne kadar bebek
yüzünden uykusu bölündüğü için esnediğini söylese de ikna edememiş, yol yorgunu
mazeretine sığınan Polat ile Pınar’ı uğurlamıştı.
Sibel de
onlarla kalkmış, annesinin evine gitmek için yola düşmüştü. Kar yağıyordu ama
kimsenin kartopu oynayacak hali yoktu.
***
Pınar,
tedavi maksatlı at binmeye başlamış, Polat da önce onu izleyerek vakit öldürse
de işlerinin olduğunu anımsayıp eve kapanmıştı. Pencerenin önüne koyduğu masada
çalışıyordu. Böylece gün ışığını da kullanıyordu. Şömineyi ateşi söndürmeden
desteklemeye alışmıştı. Sık sık yerinden kalksa da aklı dağılmıyor, rahatlıkla
yazmaya devam ediyordu. Bunun nedeninin huzurlu ortam olduğunu itiraf etmişti
kendisine. İstanbul’da yazacağından çok daha fazlasını burada iki günde
yazmıştı. Üstelik internet bağlantısı sayesinde yollamıştı bile.
Yeni
bölümü düşünürken notlar almaya başlamıştı. Konu, kişiler, ipuçları derken yeni
bir cinayet daha çıkmıştı ortaya. Notlarını tamamlayınca yeni bölümü yazmaya
hazırdı. Henüz bölüm numarasını yazmıştı ki karşıdaki büyük evin kapısının
açıldığını ve birisinin dışarıya çıktığını gördü. İki gündür aralıksız kar
yağıyordu. O nedenle ortalıkta kimseyi görmemişti. Ne kahvaltıda ne de öğlen ve
akşam yemeğinde yoktu! Böylece, aslında görmek istediği kişinin Sibel olduğunu
kendine itiraf etmişti.
İşte
şimdi kapıda duruyor, temiz havayı içine çekip nefes verdikçe ağzından çıkan
buharın ardında görünmez oluyordu. O da ablası gibi saçını örüyordu. Ne kadar
benziyordu iki kadın! Biraz daha izledi. Üşüyor olduğu belliydi. Neden kapıya
çıkmıştı acaba? Yine yüzünde o üzgün ifade vardı. Konuşurken saklıyordu.
Tiyatrocu olduğunu öğrenince saklamayı başarmasına şaşırmaktan vazgeçmişti.
Ailesi biliyordur neden üzüldüğünü, diye düşündü. Elbette kendisine
söylemeyeceklerdi!
Tekrar
yazmaya çalıştı ama aklı kapıda duran ve üşüyen genç kızda takılı kalmıştı.
Ekranda “Bölüm 51” yazısından başka bir şey olmasa da ‘kaydet’ tuşuna basıp
öyle kalktı masadan. Kabanını alıp evden çıktı. Sıcak bir kahve içmenin zararı
olmazdı!
Kendisini
gören Sibel, küçük zoraki bir gülümseme yollamıştı.
“Kahve
bulma ihtimalim var mıdır?”
“Kahve,
çay ve salep, her zaman bulacağınız sıcak içecekler.”
“Salep!
Tarçın da vardır o zaman? Asla hayır diyemeyeceğim ikili.”
“Hadi
gelin üşümeyin.”
“Siz
üşüyordunuz ama! Neden burada üstünüze bir şey giymeden duruyorsunuz?”
“Az önce
keyifsiz bir telefon konuşması yaptım. Tepemden çıkan ateşin sönmesi
gerekiyordu.”
Polat
dayanamayıp kahkahayı bastı. “Sizi kim kızdırdıysa onun yerinde olmadığım için
mutlu oldum.”
“Olmalısınız.
O şu an burada olsa zevkle kara gömerdim.” Sibel de gülüyordu. Ve ilk kez Semih
ile ilgili konuşurken güldüğünü fark ediyordu. Utanmadan aramış, ona uygun bir
rol olduğunu, oyunun kadrosuna katılmak isterse geçmişi unutabileceğini
söylemişti. Sanki geçmişte unutması gereken hareketler yapan Sibel’miş gibi! Ya
salaktı ya da Sibel’i salak sanıyordu. Deminden beri kapının dışında soğuk
havayı ciğerlerine doldurmuş ve üç yıldır üzüldüğü adamın bu kadar sığ olduğunu
nasıl fark edemediğini düşünüp kendisine sövmüştü.
İçeriye
giren ikili sıcak hava ile bir anda gevşediler. Çok büyük olan alan gayet güzel
ısınmıştı. Sadece şömine ile ısınmıyordu ev. Aynı zamanda kaloriferler de
binayı ısıtmakta kullanılıyordu.
“Bu ev
çok güzel. İnternetteki bilgilerin doğru çıkmadığı çok tesis gördüm. Ama sizin
sitedeki resimleriniz burasının güzelliğini anlatmakta yetersiz kalmış.”
“Murat bu
sözlerinizi duyunca çok mutlu olacak.”
‘Murat?’
Bu kimdi acaba? Az önce sinir eden olamaz, o olsa bu kadar iyi bir ses tonu ile
söylemez, diye düşündü. Kim olduğunu sormanın dolaylı yolu vardı. “Mimar mı,
Murat?”
“Evet, o
ve eşi yılbaşı için gelecek olan gruptalar. Tanışırsınız nasılsa. Eniştemin
arkadaşı kendisi. Karısı da ablamın arkadaşı. Çöpçatanlık yapıldığını
düşünmeyin, tamamen rastlantı diyebiliriz. Gerçi Murat, ablamın çok faydasının
dokunduğunu söyler hep.”
“Çok
kalabalık olacağız sanırım yılbaşında. Diğerlerini tanıyor musunuz?”
“Ben
tanımıyorum. Eniştemin komutanı, asker arkadaşı, İzmir’den tanıdığı bir emniyet
müdürü ve birileri daha.”
“Hep
böyle kalabalık olur mu?”
“Yazın
artık çok kalabalık. Bağbozumu zamanında köydekiler bile pansiyonculuk yapar
hale geldi. Ablamın ve eniştemin etkisi büyük bunlarda. Diğer mevsimler genelde
aileden birileri, bazen arkadaşlar ya da sizin gibi tedavi maksatlı gelenler
ile dolu oluyor. Bu arada mutfağa geçersek ablamı da buluruz.”
“Geçelim
tabii ama lütfen bana siz demekten vazgeçin. Benim bulunduğum ortamlarda
isimlerle hitap etmek ve sen demek adettir. Kendimi tuhaf hissediyorum.”
“Nasıl
isterseniz… istersen.” Sibel onun bulunduğu ortamları merak ettiğini saklamak
zorunda kaldı yine.
Mutfakta,
karı koca ve bebekleri çok güzel bir ortamda hem konuşuyor hem de yemek
hazırlığı yapıyorlardı. Ece salata yapıyor olmalıydı. Elinde büyükçe bir bıçak
vardı ve kendisine takılan kocasına sallamaktan çekinmiyordu. İkisinin mutfağa
girdiğini görünce onlara döndüler.
“Kaynananız
sevecek! Çok güzel bir kek var. Kahvemiz de hazır. Çay isterseniz o da var.”
“Abla,
salep içmeye gelmiştik.”
“O da iyi
fikirmiş. Yine de önce kahve içip sonra salep içebilirsiniz. Hatta şu an yapacak
daha iyi bir şey olmadığına göre çatıya çıkalım.”
“Yine
hava mı atacaksın?” Toprak gülüyordu.
“Orayı
yaptırırken düşünecektin tatlım. Orası benim için dünyanın en güzel yeri. Hadi
tabaklarınızı alın da çıkalım.”
“Pınar
beni bulamazsa merak eder. Haber verseydim.”
“Çalışma
bitince buraya gelmelerini söylemiştim. Sizi de çağıracaktık zaten. Hadi
çıkalım.”
Kısa süre
sonra Polat ne denmek istendiğini anladı. Çok özel bir yere gelmişti. Camdan
gözüken bembeyaz topraklar, çatısı karla örtülü evler göz alabildiğine
uzanıyordu. Kalın minderlerle döşenmiş köşe kaçamak yapmak isteyen sevgililer
için özel yapılmış gibiydi. Köşede bir de gitar vardı. “Kim çalıyor?” diye
sordu. Toprak,”Ben,” diye yanıtladı. “Sen de çalıyor musun?”
“Eskiden
çalardım. Uzun zamandır elime almadım.”
“Al o
zaman. Ben alışkınım amatörlerin tıngırdatmasına!”
“Bana taş
atayım derken konuğumuza amatör dedin tatlım.”
“Kimse
sen kadar kötü çalamayacağı için sorun değil.”
“O kadar
mı kötü çalıyor?”
“Yemek
yapması, gitar çalmasından iyi.”
İkisinin
sevgi dolu takılmaları çok hoşuna gitmişti. Toprak karısını çok seviyor ve bunu
da göstermekten çekinmiyordu. Köşeye oturan karısının omzuna doladığı kolunu
biraz sıkıp yaklaştırmış ve saçlarına öpücük bırakmıştı.
“Sibel,
ablam bana bir dilim daha verir misin? Çok açım.”
“Uzat
tabağını. Abla, yarın Pınar ile Polat’a yukarıdaki atları gösterelim mi?”
“Göster
tabii. Ben yarın doğum günü için hazırlık yapacağım. Hanımefendi arkadaşlarını
istiyormuş. Eski köye yeni adet. Dört beş tane arkadaşı gelecekmiş, birlikte
eğleneceklermiş.”
“Pınar
yardım etsin size. Atlara sonra bakarız. Rahatsızlanmadan önce anaokulunda
çalışıyordu. Bir sürü oyun bilir. Oturduğu yerden yönetebilir.”
“Çok
teşekkürler ama onu yormayalım.”
“Yarın
dinlenme günü zaten ve yorulmaz. Uzun zamandır onu böyle iyi görmemiştim.
Çocuklarla oynamak da hoşuna gider.”
Ece kısa
bir an düşündü ve sonra başını sallayıp kabul etti.
Sibel’e
dönen Polat, “Kusura bakma, senin programını iptal etmiş gibi oldum ama ona iyi
gelecektir. Ertesi gün görelim atları olur mu?”
“Olur
tabii. Önemli olan Pınar’ın kendini iyi hissetmesi.”
Polat
kısık bir sesle, “Senin de kendini iyi hissetmen önemli.” demişti. Sibel doğru
duyduğundan emin olmadan başını kaldırıp bakmış, delici bakışları görüp başını yeniden
eğmişti. İkinci kez onun kendisine bakışlarından utanıyordu. Biraz fazla derin
bakışlardı. Heyecanlandıran, anlamlarını çözme isteği uyandıran bakışlar…
***
Doğum günü, Özüm’ün tahmininden daha eğlenceli
olmuştu. Pınar’ın öğrettiği oyunlarla arkadaşları çok gülmüş, babasının yaptığı
pasta ile ağızları tatlanmıştı.
Akşam
kalan pastadan tadan Polat, Toprak’a övgü yağdırıyordu. “Müthiş gerçekten.
Lokantanızın neden o kadar meşhur olduğunu anlamak güç değil.”
“İyi
aşçılarım var. Ben artık sadece ailem için yemek yapıyorum. Yarın iki aşçım
buraya geliyor. Ertesi gün de kabile toplanacak. İlginç bir ortam olacak.”
“Kimler
gelecek desem? Sibel, senin arkadaşların olduklarını söyledi.”
“Evet,
benim eski dostlarım! Askeriyede istihbaratta komutanım olan Erhan ve karısı
Uğur senin sayende gelmeye karar verdiler. Uğur’a hipoterapi yaptığımızı
bildirmiştik. Onlar ilginç bir aile. Üç kız kardeş, üç erkek kardeş ile
evlendi. Hepsi gelecek. Çocuk sayılarını sorma bilmiyorum. Yine asker arkadaşım
olan Ercan var. O da eşi Aslı ve bir başka çift ile gelecek. Alize ile Poyraz
benim arkadaşın evlenmesinde arabuluculuk yapmış. Hikayeyi onlardan dinleriz.
Alize ve Poyraz’ın çok olaylı bir evliliği olmuştu. Cinayetler aileyi epey sarsmıştı.”
“Cinayetler
mi? Ciddi misin? Geldiklerinde sorsam ayıp olur mu?”
“Sanmam,
uzun yıllar önceydi. Aile içinde yaşanmış olaylardı ama basına yansımıştı.
Poyraz Kurt’u bilirsin. Onun dedesi, babası cinayete kurban gitmişti.”
“Anımsadım.
Gazetede yazanları toparlarım ama onlardan dinlemek farklı olabilir.”
“Neden
toparlayacaksın gazetelerden bilgi?” Soran Sibel idi! Dayanamamış, kuralı
yıkmıştı. Pınar, ağabeyine baktı. Ne diyecekti?
“Merak
işte. Aile içinde olan olaylar ilginç olabiliyor.” Onun nihayet merak edip bir
şey sormasından hoşlanmıştı. Gizemli olmak iyi olabilirdi.
Bu kez
bakışanlar Ece, Toprak ve Sibel idi. Toprak konuyu yeniden gelecek olanlara
çevirdi.
“Bir
arkadaşım var. İzmir’de görev yapıyor. Emniyet Müdürüdür. Lokantaya sık gelirdi
eşi ile. Onlar da gelecek. Hakan ve Nil… Nil de Uğur’un arkadaşı aslında. Üç
çocukları var. Ece, sen Nil’in fal baktığını biliyordun değil mi?”
“Evet
aşkım, bana bakmıştı bir kere.”
“İstersen
sana da baksın. Tuhaf bir kadın. Sözde fal bakıyor ama bir sürü şey söylüyor.
Hakan bir ara cinayetleri çözerken fallarla yardımcı olduğunu söylemişti. Ah
aman Allah’ım, bu sırdı. Sakın kimseye söyleme.”
“Onlar
istemediği sürece söylemem.”
Tuhaf bir
yanıttı. Sanki onlara soracakmış gibi! Sibel şaşkınlıkla baktı. Toprak devam
etti.
“Bir
başka asker arkadaşımız var. Biz bitirirken o başlıyordu gerçi ama kısa süre de
olsa birlikte askerlik yaptık. Tayfun ile deli dolu karısı Çağla gelecek. Bak işte
onların da üç çocuğu var. Ve sanırım o çocuklara bakması için babaanneyi de
getirebilirler. Tanımak lazım. Hâlâ motora binen bir babaanne…”
“Murat
ile Didem’i unutma hayatım.”
“Evin
mimarı olan Murat değil mi? Sibel bahsetmişti ondan.”
“Evet,
onlar da geliyor. Kaldığın evi de Murat yaptı. Daha doğrusu buranın tamamını o
yaptı. İzmir’deki evimin de büyük kısmının onun emeği olduğunu bilmelisin. Şu
an oturduğumuz yerin aynısı o evde de var ve karım orayı görür görmez aşık
oldu.” Kısa bir an durup düşündü. Galiba tüm gelecekleri saymıştı. “Hepsi bu
kadar mıydı? Atladığım var mı?”
“Evet,
Erhan komutan, bir çift daha çağırmış. Aden ile Ferhat isminde bir çift. Onları
da Erhan komutan ile benzer bir işte olabilirler.”
“Anımsadım.
Tüm evler dolacak zaten. Çocuklar başımızı şişirirse ne yapacağız?” Ece bundan
gerçekten korkuyordu.
“Onlara
manejde at binme dersi veririz, yorgunluktan sızar kalır hepsi. Rahat edersiniz
merak etmeyin.”
“Çocukların
küçüğü var büyüğü var. Hepsinin terbiyesi aynı olur mu bilmem. Bizimkiler uslu
ama onları tahmin bile edemem. Daha önce hiç biri ile çocuklu ortamlarda bir
araya gelmedik. Ya yemekler ya partilerde buluştuk.”
“Çok
zorlanırsanız Pınar yine yardımcı olur. Partide çok eğlenmiş. Yaşı büyük
çocuklarla oyunlar oynamak onu mutlu etmiş.” Bunları söylerken Sibel ile derin
bir muhabbete dalmış olan kardeşine yan gözle bakıyordu.
“Yok
artık. O kadar çocuk ile uğraşmasını bekleyemeyiz. Bize fikir verse o bile
yeterli olur.”
“Dün
akşam çok mutluydu. Neredeyse parti süresi kadar zamanda bana partiyi baştan
sona anlattı. Onu gülerken görmek çok güzel ve inanın buraya geldiğinden beri
gülüyor.”
“Tedavisinin
iyi sonuçlanacağına inancı yüksek. O da moralini düzeltiyor ve gülümsüyor. Ne
güzel bir şey. Bu arada kahveler bittiğine göre ben saleplerinizi yapayım.”
Sıcak odada,
sıcak saleplerle ve sıcak muhabbetlerle zaman geçiriyorlardı. Oğlunun odasına
bakıp uyumaya devam ettiğini görünce mutlulukla mutfağa girdi.
Kar
yağmaya başlayınca çatı katındaki köşeye çıkmayı teklif etmişti Toprak. Hepsi
kabul edince Ece ile birlikte tepsileri alıp çıktılar. Kısa süre sonra
saleplerini bitirmiş, Polat’ın akort yapmasından sonra çalmaya başladığı
gitarın ezgilerini dinliyorlardı. Böyle bir yerde, insanın sevdiğine şarkı
söylemesi çok romantik olurdu. Oysa kendisi pek romantik biri değildi. Tüm
vaktini cinayet planlamakla geçiriyordu. Romantizmi düşünecek hali kalmıyordu.
Ayrıca
kim için düşünecekti?
Ortada
biri yoktu!
Var
mıydı?
Olabilirdi!
***
Misafirler
geldikçe ortalık şenleniyordu.
Polat ise
evden çıkmıyordu. Salep içtikleri günden sonra sadece yemek için evden
çıkmıştı. Atları göstermek isteyen Sibel, bir daha konuyu açmayınca Polat da
sormamıştı. Unutmuş olduğunu düşünüyordu.
Pınar
şimdiden ağrılarının azaldığını, yeni ağrılar oluştuğunu söylemeye başlamıştı.
Ham olan kasların çalışmaktan kaynaklanan sızılarının olacağını zaten
biliyorlardı.
Pınar
ağabeyine her fırsatta takılıyordu. Neden eve kapandın? Kimden kaçıyorsun?
Yoksa sıkıldın mı? Beni bırakıp git, ben burada Sibel ile kalırım o bana
arkadaşlık eder, deyip ağabeyinin damarına basıyordu. Oysa ilgisi olduğunun
farkındaydı ama sözlere döksün, kızın biraz peşine düşsün istiyordu.
Polat en
sonunda patlamıştı. “Eve kapanmadım, bölüm yazıyorum ve yemekler için evden
çıkıyorum. Etrafı gezmedim ama ona da vakit var. Kar eridi her yer çamur oldu.
Şimdi dolaşıp üstümüzü batırmanın manası yok. Biz şehir insanıyız. Gördüğün
gibi kaçtığım insan değil, çamur. Sıkılmadım. Çünkü işim var. Başka ne
demiştin? Ah evet sıkılırsam ben giderim annem gelir, Sibel ile kalman
gerekmez. Hem belki o istemez. Sordun mu?”
“Mazeret,
mazeret, mazeret! Dolapta herkesin kullanımı için konmuş lastik çizmeler var.
Ben nasıl gidiyorum maneje? Hem de koltuk değneklerim ile? Ayrıca Sibel iyi
biri, sorarsam kalır benimle. Hem belki bir sevdiği falan vardır, biraz konuşur
dertleşiriz. A bak bu fikri sevdim. Hadi sen git. Ben de ona benimle kalmasını
söyleyeyim. Kız kıza dertleşiriz biraz.”
Polat,
sevdiği vardır, kelimelerinin sonrasını duymamıştı bile. Kıskançlığı tanırdı.
Daha önce de aşık olmuş ve kıskanmıştı. Ama o ilişkisinin içine aşk ve
kıskançlık girene kadar aylar geçmişti. Sadece beş gün sonra kıskandığı kimseyi
anımsamıyordu. Yeni tanıştığı birini kıskanmış olmak tuhaftı. Bunun nedenini
düşündüğü zaman, etrafında tek bir kadın olmasına bağladı. Bekar ve güzel olan
tek kadın oydu! Ona ilgi göstermesi ve kıskançlık hissetmesi bundandı.
Evet
güzeldi. Bunu kabul edeli çok olmuştu zaten. Devamlı kot pantolon giyiyorlardı.
Bir nevi üniforma gibi olmuştu. Üstelik onun kotları genelde üstüne oturan
kesimler oluyordu. Ablası biraz daha bol kesimleri tercih ediyordu. Üç doğum
yapmış olmasına rağmen fazla bir iki kilosu belki vardı ablasının. Sibel de
acaba ona mı benziyordu? Neden bunu merak etmişti? Gülmeye başladı. Ona neydi
doğum yapan Sibel’in nasıl görüneceği?
Gülmesi
dudaklarında dondu. Sibel’in doğum yapması demek bir başka erkekle evlenmiş
olması demekti. Bu düşünceyi hiç sevmemişti işte. Hemen kovalamak istedi ama
bir kez aklına gelmişti. Çözüm bulana kadar da beyninde dönüp duracaktı.
Yazacağı bölümü bile etkilemişti. Sonunu getiremiyordu yazdıklarının.
“Pınar o
kadar çok konuştun ki yazacaklarımı unutturdun. Biraz nefes alayım sonra devam
ederim.”
“Hadi
gel, büyük eve gidip onlarla bir şeyler içelim.”
“Rahatsız
etmeyelim. Bak arkadaşları geldi. Onlarla vakit geçirsinler.”
“Aksine
gidip biz de tanışalım. Bir haftadan fazla süremiz birlikte geçecekse
tanışmakta fayda var.”
Polat,
kardeşini vazgeçiremeyeceğini anlamıştı. Hem az önce söylediklerini de
ispatlamış olacaktı. “Hadi gidelim o zaman.”
***
Büyük
evde çok büyük bir kalabalık vardı. Bir sürü çocuk ve anne baba neredeyse hep
bir ağızdan konuşuyordu. Kapıdan girince resmen gürültü yüzlerine çarpmıştı.
Ama konuşmaların yeni buluşmuş eski arkadaşların ilk heyecanı olduğu da çok
belliydi.
Kendilerini
ilk fark edenler Sibel ile Uğur olmuştu. İkisi de kendilerini doğru yürümeye
başlayınca diğerleri de o tarafa dönmüş gelenleri merak ettikleri için sesler
biraz kesilmişti.
Uğur,
tanıştırma işini üstüne almıştı. Kardeşleri, kocaları ve arkadaşları olarak
daha kalabalık grup onlardı çünkü. Kalanları da Toprak tanıştırmıştı. Böylece
tüm arkadaşları ile tanışmıştı iki kardeş.
Uğur
tanışmanın ardından Pınar’ı bir kenara çekmiş ve tedavisi hakkında konuşmaya
başlamıştı. Gelişimleri duydukça yüzü gülmüştü.
Polat ise
nihayet kaçamayacağı sorularla muhataptı. Sibel de o sorular sayesinde Polat
hakkında bir şeyler öğrenmeye başlamıştı.
Otuz
yaşında olduğunu, ilk mesleğinin gazetecilik olduğunu, kısa bir süre polis
muhabiri olarak çalıştığını ve şimdi de kendisinin de ara sıra izlediği bir
dizinin senaristi olduğunu öğrenmişti. Neden saklamıştı ki bunu? Saklamasını
gerektiren bir meslek değildi ki. Yazı yazdığını söylemiş ama senarist olduğunu
saklamıştı.
Elbette
ya… Kendisinin oyuncu olduğunu öğrendiği için söylememişti. Acaba ondan rol
falan isteyeceğini mi sanmıştı? Sibel, düşündükçe sıkılmış, sıkıldıkça yüzü
asılmıştı. Onların konuşmalarını takip etmek yerine yerinden kalkıp mutfak
tarafına geçip hazırlıkları kontrol etmeye başladı.
Uzun süre
sonra iki ayrı ortamda masalar hazırdı. Çocukların yiyeceği yer mutfaktaki
büyük masaydı. Büyükler ise tanıtım alanındaki yer masalarında oturuyordu. Tam
köy ortamı oluştuğunu düşünerek ağrıyan dizlerinin ve bacaklarının ne kadar ham
olduğunu anlatıp duruyorlardı.
Polat ve
Pınar, Uğur ile Erhan’ın da olduğu sofrada oturuyorlardı. Onlara bir de Sibel
katılmıştı. Toprak bir sofrada, Ece bir başka sofrada misafirlerine eşlik
ediyorlardı.
Yemek
devam ederken, Çağla, kocasının tüm ısrarlarına rağmen yapılacaklar listesini
yüksek sesle okuyordu. Tatil bitmeden hepsi yapılacak diye de baskı yapıyordu.
Çok neşeli ve komik bir kadındı. Üç çocuk doğurmuş olduğuna inanmak güçtü. Daha
kendisi çocuk gibiydi.
Herkes
ona uymuş, listeye yeni yapılacaklar ekliyorlardı. Gülüşmeler kesildiğinde
yemeğe döndü hepsi.
Sibel, oturduğu
sofrada hiç konuşmayan tek kişiydi. Erhan, Polat ile mesleği üzerinde
konuşurken Pınar Sibel’i izliyordu. “Neden konuşmuyorsun? Canın mı sıkıldı?”
“Hayır
canım, sadece konuşulanları dinliyorum. Herkesin keyfi yerinde! Dinlemek de
ayrı zevk.”
“Ama senin
yüzün kötü. Seni bir haftadır tanıyorum biliyorsun. O yüzün asıldığını anlamak
için medyum mu olmam lazım?”
“Belki
yorulmuşum da farkında değilim. Ya da kimse duymasın ama çocuk sesleri yormuş
olabilir.”
“Ah bak o
konuda ben tecrübeliyim. O sesleri fark etmiyorum bile.”
“Ne
güzel. Gerçi onlar da uzun zaman sonra ilk kez bir araya gelen çocuklar.
Haklılar konuşmakta. Özlemişler birbirlerini.”
“Çok
normal, insan sevdiğini özler. Sen bu aralar birisini özlüyor olabilirsin.
Nil’di değil mi? O sana bir fal baksın. Ben de rica edeceğim, bana da baksın.
Bakalım tamamen iyileşecek miyim?”
Onlar
konuşurken iki kişi kulak kabartmıştı, sessiz kalarak dinleyen Polat ve lafa
karışan Uğur. “Kesinlikle baktırın kızlar. Nil o konuda gerçekten iyidir. Aşk,
meşk, iş ve bebek… Her şeyi görür.”
“Biraz
korkutucu değil mi?”
“Ne kadar
inandığına bağlı! Bana ve kardeşlerime ne zaman baksa her söylediği çıkar. İyi
de bir kuafördür ve artık ortağına devrettiği bir eczanesi vardır. Yani
metafizik ile çok yakın bağları olan biri değildir ama işte bu da bir yetenek.”
“Öyle
olmalı. Yine de beni biraz ürküttü.”
Polat,
“Korkacak bir şeyin mi var? O zaman baktırma tabii.” deyince Sibel gözlerindeki
öfke ile dönüp baktı ona. “Korkmak mı? Sanırım başkaları benden korkmayı tercih
ediyor.”
Polat o
lafların kendisine söylendiğini anlamıştı. Neden böyle bir laf ettiğini ise
anlamamıştı. Uğur ile Pınar bakışırken Erhan gülümsüyordu. Yer sofrasında
oturanlar ikisi arasındaki kıvılcımları fark etmiş gibiydiler. Sözde ikisi de
belli etmiyordu. Oysa anlaşılacak şekilde ortaya döktüklerini şimdi fark
ediyordu. Pınar’ın sabahki baskısı da bu yüzden olmalıydı. Saklamaya uğraşmak
insanları kandırmaya uğraşmak onun tarzı değildi. O senaryolarında bile tüm
ipuçlarını ortaya koyardı. Önemli olan onları ortaya koyarken gizleyebilmekti.
Şimdi ise bunu yapamadığını anlamıştı. Rahat bir tavırla ve masadakilerin
bakışlarını umursamadan Sibel’e dönüp, “Neden korktuğumu düşündün?” diye sordu.
Sibel rol
yapmayı bir an aklından geçirdi. O kadar paslanmadığından emindi ama vazgeçmesi
için masadakilerin yüzüne bakması yetti. O insanlar yalanları hak etmiyordu.
“Ben tiyatrocu olduğumu saklamadım. Ama sen senaryo yazdığını sakladın. Camiayı
bilirim. Küçük bir rol için bile kimlerin neler yaptığının canlı şahidiyim. Benim
de onlardan olabileceğimi düşünüp sakladın.”
“Çok
yanılıyorsun. Kasıtlı saklamadım. Sormadınız. Neden sormadığınızı anlamadım ama
kimse sormadı, ben de söylemedim. Hem söylediğimde korktuğum tek şey oluyor, o
da ‘o cinayetleri planlarken gerçekten birilerini öldürmeyi düşünüyor musun?’
sorusu. Sanırım birilerinin beni potansiyel katil olarak görmesinden
hoşlanmıyorum. Ben sadece dizi senaryosu yazıyorum. Ne yapımcı olarak oyuncu
seçerim, ne de oyuncularla yakın ilişkiye girerim.”
Sibel,
son cümlenin üstüne basılarak söylenmiş olmasından iyice rahatsız oldu. Yakın
ilişkiye girmeyeceğini açıkça belli etmişti. Daha söylenecek ne vardı? Ne
bekliyordu ki? Sanki onunla bir ilişki bekliyormuş gibi saçmalıyordu. Sıra
tatlıya gelmişti ama yiyecek hali yoktu. Masada daha fazla oturmak
istemedi. Afiyet olsun diyerek, kalktı.
Mutfaktaki çocukları kontrol edip tezgahtan bir şişe şarap alıp kadehini
doldurdu. Kabanı içeride kalmıştı. Oraya yeniden dönmek yerine aşçılardan
birinin paltosunu alıp çıktı dışarı.
Kar
yağıyordu. İşte bu çok güzeldi. Tek tük düşen taneleri izlemeye başladı. O
kadar sakin hareket ediyorlardı ki onları takip etmek yapılacak en güzel vakit
geçirme şekli gibiydi. Tek yudum aldığı şarabını yanına koyup basamaklara
oturdu. Beş dakika sonra arkasındaki kapının açıldığını duydu. Kimin geldiğine
bakmadı. Nasılsa o kişi kimse sesini çıkartacaktı.
Yanına
oturan bir erkekti. Hafifçe başını çevirince Polat olduğunu anladı. Uçuşan
karlar saçlarına konuyor ve eriyordu. Biraz daha artmıştı kar.
“Neden
burada oturuyorsun?”
“Sen
neden oturuyorsun?”
“Temiz
hava almak için çıktım dışarıya. Güzel bir şarap ve yağan kar. Daha ne olsun?”
“Bana
kızdığını biliyorum. Neden olduğunu anlamaya çalışıyorum.”
“Sana
kızmadım. Kızmamı gerektiren ne oldu ki?”
“Şu
oyunculuk kısmını açıkladığımı sanıyordum. İnan o işlerle hiç ilgim yok. Hatta
tanıdığım oyuncu sayısı bir elin parmağını geçmez. Ne saat olarak ne de kapris
olarak onlara katlanabileceğimi sanmıyorum. Bunun senin oyuncu olmanla uzak
yakın ilgisi yok. Ayrıca üç yıl gibi bir süredir buradaymışsın. Yani artık sana
oyuncu demek güç. Tabii o ortama geri dönmeyi istiyorsan o başka.”
“Ben
tiyatrocuydum. Dizi ya da sinema oyuncusu hiç olmadım. Olmayı da düşünmedim.
Kız kardeşim ise yeni bir diziden teklif almış. Yani o piyasaya girmeye niyeti
olan o. Yolu açık olsun ama benim Semih gibi birinden sonra öyle ortamlarda
olmaya hiç niyetim yok.” Bunları söylemeye de niyeti yoktu ama söylemişti.
“Semih
demek ki. Ne yaptı? Rolünü başkasına mı verdi?”
Sibel ilk
kez bu konuya güldü. “Öyle sayılır. Sözde erkek arkadaşımdı ama sonra daha
ileri bir rolü başkasına verdiğini gördüm. Güzel geçecek bir yılbaşı akşamımı
tiyatroya istifa dilekçemi yazarak geçirdim. Üç gün sonra evimi kapatmış, bir
iki arkadaşım ile vedalaşmış ve evime dönmüştüm.”
“Neden
kaçmayı seçtin? Tek neden o salağın seni aldatması mı?”
“Kaçmadım.”
“Sen
kaçmayı alışkanlık haline getirmişsin. Az önce de masadan kaçtın.”
“Kaçmadım…
Kaçtım. Haklısın. Bazen sormak yerine sonuç çıkartmayı tercih ediyorum. Sonra
da aklımdaki ile yaşadığım uymayınca kaçmayı seçiyorum. Sanırım aptallıklarımın
yüzüme vurulmasını sevmediğim için.”
“Yine
düşündün ve karar verdin galiba? Seni kim aptallıkla suçlayacak? Ben mi,
masadakiler mi, ailen mi? Kimsenin böyle bir şey yapacağını sanmam. Semih denen
şerefsizin yaptığını doğru bulan oldu mu? Ne dediler sana?”
“Hiçbir
şey.”
“Neden?
Yoksa onu mu haklı buldular.” Gerçek bir şaşkınlık vardı sesinde. Ailesinin
onun tarafını tutacağından emindi. Aileler genelde haksız da olsa kendi
canlarından olanın haklı olduğunu düşünme eğilimindeydiler çünkü.
“Ondan
kimsenin haberi yok. Anlatmadım.”
“Kimseye
anlatmadın mı? Ablana bile mi?” Bu kez daha da şaşırmıştı. Nasıl tutmuştu
içinde. Sibel’in hayır anlamında başını sallamasından sonra devam etti. “Yine kaçmayı seçmişsin yani. Bu kez başka
yere gitmemiş burada içine kapanmışsın.”
“Sanırım
haklısın. Üç yıl önce olmuş bir olayı hala yaşatmam büyük hata. Gerçi çoğu
zaman aklıma gelmiyor. Yılbaşı yaklaşınca biraz kötü oluyorum. Kötü anılar ne yazık
ki küçük bir tetikleme bekliyor. Sonra yine normale dönüyorum.”
“Onu hala
sevdiğin içindir. Aşk böyle bir şey işte. Sen istemesen de o bir yerlerde
kendine kalacak yer bulup ayrılmıyor.” Bu üzüntünün altında hala o kişiye
duyulan aşk olmalıydı. Bu da kıskançlık hislerinin yeniden kabarmasına neden
oldu. Şansını denemeyi düşünmüş ama bu konuşmadan sonra vazgeçmişti. O hala
eski sevgilisine aşıktı!
“Onu
sevmiyorum. Zaten hiç aşık olmadım ona. Sadece birlikte vakit geçirmekten
hoşlanıyor ve ilişkimizin güzel olacağını düşünüyordum. Sanıyorum aşkı
bulamayacağımı sandığım zamanda bana ilgi göstermesi hoşuma gitmişti.”
“Eğer bu
dediklerinde samimi isen neden bu kadar kafana taktın? Neden geçen gün
aradığında o kadar kızdın? Oydu değil mi arayan?”
“Evet
oydu. Hala benim onunla iş yapacağımı sanacak kadar beni tanımamış olmasına
kızdım. Elbette ona değildi tepkim. Ben nasıl öyle birini adam sanmıştım? Ne
beklemiş, ne bulmuştum? Ablam gözümün önünde en iyi örnektir. On dört yaşında
aşık olduğu adamı inat ve sabırla bekledi. Köy yerinde yirmi dört yaşına kadar
inatla hayatına kimseyi sokmadı. Evde kaldın demelerine aldırmadı. Ben ise on
yedi yaşımdan beri erkenden evlenip öyle bir lafı dedirtmemenin derdine
düşmüştüm. Sonuç? Yaşım yirmi beş ve…” ‘evde kaldım’ diye tamamlayacakken son
anda sustu. Tek yudum içtiği şaraba da suçu atamazdı. O yüzden umursamaz bir
omuz silkiş ile gülümsedi “Çok konuştum. Yarın atların harasına gezi var. Geçen
gün konuşmuştuk, yarın bize katıl. Hadi artık girelim. Ayak parmaklarım buz
tuttu.”
“Gireriz.
Şu şarabını paylaşalım mı? Ben de üşüdüm. Isıtır biraz.”
Sibel,
bir yudum alıp kadehi uzattı. Polat büyük bir yudum alıp dibinde kalanı yine
Sibel’e uzattı. “Bitirseydin.” diyen
Sibel’e başı ile hayır deyip yudumu yavaşça yuttu. Son yudumu alan Sibel boş
kadeh ile kalkmak istiyordu ki kolundan tutan Polat durdurdu. “Son yudumun tadı
daha güzel olurmuş. Onun tadına bakmak istiyorum” dedi. Sibel ne olduğunu
anlamadan Polat eğilip dudaklarının üstünde kendi dudaklarını gezdirmeye
başladı. Kaçmaya çok müsait bir öpücüktü. Sarılmak, tutmak yoktu. Sadece
dudaklar tadına bakmak ister gibi dolaşıyordu. Sonra dilini hissetti
dudaklarının üstünde. Küçük dokunuşlarla alt dudağını yaladığını anlayınca
biraz daha araladı dudaklarını. Birkaç saniye sonra gerçek bir öpüşmeye
dönmüştü o dokunuşlar.
Arkalarındaki
kapının açılması ile ikisi de uzaklaştı ama dışarı çıkan her kim ise mutlaka
anlamıştı öpüştüklerini. Kısa bir süre sonra Ece’nin sesini duydular. “Bize kar
yağdığını neden haber vermiyorsunuz. Hadi kartopu oynayacağız. Herkes
hazırlandı. Sizi bekliyoruz çabuk olun” dediğinde etraflarını bembeyaz olduğunu
görebildiler. Ece onları tekrar baş başa bırakmak yerine kapıyı tutmuş bekliyordu.
İkisi birer adım ara ile içeri girerken ikisinin de duyacağı bir ses ile
“Etrafı görmektense birbirini görmek iyidir” demişti. Sibel kızardığını
hissediyordu. Neyse ki herkes bunu soğuk nedeniyle sanacaktı.
***
Ertesi
gün tüm ekip ve tabii çocuklar atların olduğu boxları görmek için annelerine
ait evin oradaki ahırlara gittiler. Şampiyon at Yakışıklı boxında dinleniyordu.
Ali ve Yakup seyis gelenlere atları tanıtıyor, isteyene atlara vermeleri için
elma dağıtıyorlardı. Polat en arkada yanında Pınar ve Sibel ile yürüyordu. Ara
sıra Sibel’e dönüyor ve gülümsüyor, bazen örgüsünden çıkıp uçuşan saçını
kulağının arkasına atıyordu. Ona dokunmak hoşuna gidiyordu. Sibel de şikayetçi
gözükmüyordu. Ve Polat o gözlerdeki hüznün yok denecek kadar azaldığını söyleyebilirdi.
“Sizi
haramızın en önemli atı ile tanıştırayım. Bu Yakışıklı! Büyük şampiyon. Üç
büyük yarışı aynı yıl içinde kazanan atımız. Uğrunda cinayetlerin işlendiği
at.”
“Cinayet
mi? Ciddi misin? Nasıl oldu bu?”
Sibel
gülümseyerek Polat’a döndü. “Sen bu grupta normal bir ilişki yaşamış kimseyi
bulamazsın. Hepsinin evliliğinin başlangıcı ya da evlilik içinde büyük
olaylarla dolu hayatları oldu. Mesleki merak ile sorarsan sana çok konu çıkar.
Buradaki cinayetleri de ablama sor anlatsın. Ben o zaman on yedi yaşındaydım.
Çok zaman geçti. Hem zaten çok da ilgili değildim. O ve eniştem sana her şeyi
anlatabilir.”
“Diğerlerinde
ne var ki?”
“Ercan
ağabeyimizde çok önemli bir sorun yok ama onların tanıştığı dönemde Alize ile
Poyraz epey olay yaşamış.”
“Evet onu
enişten söylemişti. Poyraz Kurt’un dedesi ve babası cinayete kurban gidiyor.
Bana izin verirlerse onların hikayesini bir bölümde dizide kullanabilirim.”
“Hakan
ile Nil’in tanışması da bir seri katile dayanıyor. Bak onlar da anlatabilir ama
ne kadarını kullanabilirsin bilmem. Erhan komutan ve onun arkadaşları ortak bir
olay ile tanışmışlar ama sormanı tavsiye etmem. Sanırım onların işi gizli.
Ağabeyim komutanın çoğu zaman ortalarda olmadığını söylerdi. O olmadığı
zamanlarda başka yerlerde gizli görevdeymiş.”
“Anladım.
Anlatırlarsa farklı bir şekilde kullanabilirim. Zaten kimsenin deşifre olacağı
bir şey yazamam. Gerçekten çok konu var burada.”
“Sıkılacağını
düşünüyordun ama bak sana bir sürü malzeme var.” Pınar gülümsüyordu.
“Sıkıldın
mı?” Sibel üzülmüştü. Buradaki yaşam hareketli değildi ama bu kadar kısa sürede
sıkılmış olmasına üzülmüştü. Zaten tedavi bitince gidecekti.
“Hayır
sıkılmadım. Sıkılacağımı da sanmıyorum. Bir haftada iki bölüm yazdım. Biri
bitmedi ama sadece on sayfa kadar kaldı. Onu bitirmek yerine buraya gelmeyi
tercih ettiğim için. Ve bence çok da iyi yapmışım. Çocuklar bugün daha sakin
sanırım.”
Sıkılmadım
dediği için keyfi yerine gelen Sibel yüzüne yerleştirdiği gülümseme ile
yanıtladı. “Ablamın kızları onlara sessiz olurlarsa doğada yaşayan yırtıcıların
seslerini duyabileceklerini söyledi. Bazen çocukların zekasına yetişemiyoruz.”
“Hangi
yırtıcılar var burada?”
“Hiç
yok.”
“Ah..
anladım… zeki çocuklar!”
“Kesinlikle.
Hadi gelin grup turu bitirdi, biz rahatça görelim hepsini.”
Yakışıklı’nın
önünden ayrılmak zor gelmişti üçlüye. Adının hakkını veren atın artık damızlık
aygır olarak kullanıldığını öğrenmeleri ile ona bakış açıları da değişmişti.
Yeni şampiyonlar getireceği belliydi. Diğer atları da görüp haklarında bilgi
aldıktan sonra annelerinin evinin mutfağına doluştular. Yaşlı emektar Ayşe
Hanım üç büyük çaydanlık ve iki semaver dolusu çay hazırlamıştı. Börekler ve
kekler de masanın üstüne yığılmıştı.
Anneleri
Hülya Hanım konukları ile ilgileniyordu. Polat ile Pınar da ilk kez
tanışıyorlardı. Pınar’ın durumunu sormuş ve gelişmesinin nasıl olduğunu
konuşmuştu. At binmenin tedavi olduğunu gözleri ile görmüş biri olarak bu güzel
kızın da iyileşeceğinden emindi. Pınar konuştukça daha da rahatlıyordu. Artık o
da normale döneceğinden emindi. Herkes yanılıyor olamazdı!
***
Yeni yıla
üç gün kalmıştı. Herkes birbirinin kalabalığına alışmıştı. Polat, kabaca
dinlediği olayların detaylarını öğrenmiş ve dizide kullanılmak üzere hepsinden
izin almıştı. İsimler yerler ve belki biraz olaylar değişecekti. Ama sonuçta
herkesin hikayesi televizyona aktarılmış olacaktı.
Umut ve
Onur eşlerinin başının etini yiyordu. Neden bizim büyük bir maceramız yok diye
dertleniyordu. Polat en sonunda senaryolarındaki iyi insanlara onların adını
vereceğini söyledi. Hepsi mutlu olmuştu. .
Ece ve
Toprak da kendi hikayelerini anlatmıştı. Gözü ile gördüğü yerlerde bir
cinayetin işlenmiş olması yazmayı kolaylaştıracaktı. Tüm notlarını
bilgisayarına kaydetmiş ve yeni bir bölüme başlamıştı. Çok verimli iki hafta
olacaktı.
İki
haftada beş bölüm! Neredeyse aralıksız yazmıştı. Bulduğu fırsatlarda da büyük
eve geçmiş, diğerleri ile konuşmuş, Pınar’ın çalışmasını izlemişti. Rus
eğitmenin parasını hak ettiği bir gerçekti. Ailesi ile konuşmuş, gelişmeleri
anlatmıştı. Herkes halinden memnundu.
Sibel ile
de fırsat buldukça bir araya geliyordu. Çok tuhaftı ama ne zaman büyük eve
geçse onu orada tek başına buluyordu. O kadar kalabalık nereye gidiyordu? Sonra
bunu bilinçli yaptığını itiraf etti. Çoğu aile öğlen yemeğinden sonra kendi
bungalovunda dinlenmeye ya da tv izlemeye çekiliyordu. Çocukların uyuması
sağlanıyor böylece akşamları biraz daha geç yatmalarına izin veriliyordu. Ekin
bile onların tempolarına uymuş, akşamları daha geç uyur olmuştu. Çok güzel bir
bebekti. Çok da usluydu. Annesinin nasıl bu kadar kişi ile ilgilenip o kadar
işe yetiştiğini anlamak güç değildi.
Sibel’i
şöminenin karşısında kitap okurken buldu. Koltuğun arkasından gidip eğilip
saçlarına öpücük bıraktıktan sonra ne içeceğini sordu. Salep içmek aslında
aralarında bir söz gibiydi. Arka tarafa geçip iki salep alıp döndüğünde
Sibel’in yeniden kitaba dalmış olduğunu gördü. “Ne okuyorsun?” diye sorduğunda
bir polisiye kitap okuduğunu anlayıp gülümsedi. Demek ki seviyordu böyle
konuları.
Saleplerini
içerken yeniden konuşmaya daldılar. Ara sıra eğilip küçük öpücükler ile
birbirlerini hissetmeyi seviyorlardı. Herkesin onlara bir çift olarak bakması
da hoşlarına gidiyordu. Saklamaya uğraşmıyorlardı.
“Kimse
yok. Bunu iyi denk getiriyorum.” diyen Polat’a güldü Sibel. “Başarılısın. Ablam
ve eniştem aşçılardan biri ile alışverişe çıktı. Yılbaşı için özel istediğiniz
bir şey var mıydı? Arar söyleriz alıp gelirler.”
“Bizim
yılbaşında olmazsa olmazımız hep kabak tatlısı olmuştur. Başka bir şey aramayız.
Sanırım sizde yapacakmışsınız.”
“Evet,
ondan başka bir şey ister misiniz?”
“Hayır
tatlım. Burada sizlerle olacağız. Bu güzel bir yılbaşı olacak.”
“On gün
önce biri bana hayatına biri girecek dese ona gerçekten çok gülerdim. Şimdi ise
gideceğin günü düşünüp üzülüyorum.”
“Çok var
o günlere. Üzülme boşuna. Senden çok hoşlanıyorum ve her anımı seninle geçirmek
istiyorum. Ve sanırım bunu yılbaşından sonra daha rahat yapabileceğim. Şu an
biraz yoğunum ve sana gerekli ilgiyi gösteremiyorum. Ama Ocak ayı girer girmez
işler değişecek. Yani ben öyle umuyorum.”
“Ben de
senden hoşlanıyorum. Üç gün daha sabırlı olabilirim.”
Sabırlı
olduğunda ne kazanacaktı? Onunla biraz daha fazla zaman geçirecek, daha çok
bağlanacak ve sonra arkasından el sallayacaktı. Buna değer miydi? O acıyı
yaşamak için mi kendisini bu ilişkinin içine atıyordu? Yatağına uzandığında
aklındaki tek düşünce Polat oluyordu. Sabah uyandığında da onu düşünürken
buluyordu kendisini. Bir yerlerde okumuştu, en son onu düşünerek uyuyor ve
sabah onu düşünerek uyanıyorsan aşıksın, demektir… Aşık mıydı? Aşk bu kadar
kısa sürede olabilir miydi? Kiminle konuşacaktı? Elbette Ece ile.
Polat
akşam yemeği için kardeşini evden almaya gittiğinde o da ablasının yanına
çıktı. Saatlerce oturup konuşmak güzel olsa da şimdi bu duygularını tartmak
için ablası ile paylaşmalıydı. Onu yeğenini uyuturken buldu. Ekin yatağına
bırakıldıktan sonra ablası ile üst kattaki köşeye çıktılar. Orası aşk konuşmak
için uygundu.
Biraz
sıkılarak başlasa da anlayışlı bakışların ardından rahatça duygularını
anlatmıştı. Ece’nin soruları ve yönlendirmeleri ile rahatlamıştı. Aşıktı. Buna
şüphe kalmamıştı. Önemli olan o ne hissediyordu? İşte bunu da zamana
bırakmalıydı. Hem ablasının dediği de çok doğruydu, adamın nerede yaşadığının
önemi olmayan bir işi vardı. Her yerde yazabiliyordu. İstediği zaman İstanbul’a
gider sonra yine buraya dönebilirdi.
Aşağıdan
gelen sesleri duyduklarında kadınların kendilerini aradıklarını anladılar.
Sibel inip hepsini en üst kattaki yere çıkardı. Didem ve Pınar zaten biliyordu.
Diğer kadınlar da bayılmıştı köşeye. Yemeğe az kalmıştı ama herkes orada
oturmak ve bir şeyler içmek isteyince Sibel aşağı inip içecekleri aldı.
Erkeklere de karılarını merak etmemelerini söyledi. Kendisine yardım için
yerinden kalkan Toprak’ı oturtan Polat, “Ben yardım ederim.” dedi.
Tepsilerden
birini eline alıp Sibel’i takip etti. Orta kata geldiklerinde durmasını
söyledi. Kendisi de tepsiyi kenara koyup Sibel’i kollarına aldı. “Kendimi kötü
hissettim. Hepsi evli. Bari dedim ben de kız arkadaşımı biraz öpeyim de moralim
düzelsin.”
“Amacın
yardım etmek değildi yani? Terbiyesiz.”
“Kesinlikle
haklısın. Çok oturma orada. Özledim seni.”
“Yarım
saat önce görmedin mi?”
“Otuz
koca dakika olduğunu unutma. Çok zaman geçmiş.”
“Bir ara
bana romantik olmadığını söylemiştin ama şu an tam tersini ispatlıyorsun. Hadi
soğumadan çıkartalım şunları.”
“Ben
senden romantikmişim bunu anlamamı sağladın. Soğuyormuş. Sen uzak durunca da
ben soğuyorum. Kalbim buz kesiyor.”
“Ooo… ooo…
ah ne diyeceğimi bilemedim.”
“Zamanla
öğretirim tatlım. Hadi çıkalım artık.”
***
Yılbaşı
günü gelip çatmıştı. Sözde kimse hediye almayacaktı ama herkes elinde
paketlerle gelince kimsenin söz dinlemediği anlaşılmıştı. Küçük hatıra
niteliğindeki hediyeler çok hoştu.
Pınar da
ev sahiplerine, eğitmenine ve Sibel’e hediye almıştı. Oraya gider gitmez kime
ne alacağını düşünmüş ve internetten sipariş vermişti. Çocuklar için ise bir
sürü küçük hediyeler seçmişti. Kargo firması iki gün önce getirmişti. Polat ile
ikisinin hediyesi olarak vereceklerdi.
Polat da
elinin altında bir dosya ile gelmişti. Senaryo dosyası olduğunu anlayan Pınar
soru dolu bakışlarını yöneltmişti ama aldığı tek yanıt gülümseme olmuştu.
Artık
alıştıkları yer sofralarında yiyeceklerdi ama bu kez yeni masalar da ilave
edilip herkesin karşılıklı oturması sağlanmış, tek ve büyük bir yer sofrası
kurulmuştu. Etrafta çiçekler ve mumlar vardı. Işıklar azaltılmıştı.
Çocuklar
da anne babaları ile birlikte yerde oturuyordu. Ağaç yoktu ama hediyeler bir
koltuğun üstüne yığılmıştı. Yemek bitip hediyelerin açılmasını bekliyordu
hepsi.
Yarım
saat sonra ortalık kağıt ve boş poşetlerle dolmuştu. Poyraz ve Ercan toparlayıp
hepsini şömineye attı. Herkes hediyesini aldıktan sonra koltuklara yayılıp
konuşmaya başladılar. Saat daha dokuzdu. Gece yarısına üç saat vardı ve
çocuklar uyumayacaklarını söylüyorlardı. En sonunda Ece onlara bir öneride
bulundu. “Hepiniz yorgunsunuz. Orta kata çıkın ve bulduğunuz yere kıvrılın. Ben
saat on bir buçukta hepinizi kaldıracağım. Söz veriyorum.”
Kısa süre
sonra ortalıkta sadece büyükler kalmıştı. Polat, Sibel’e yanına gelmesini
işaret etmişti. Oturacak yer vardı. Onun uzağında olmasından hoşlanmıyordu.
Sibel yanına oturduğunda aralarındaki mesafeyi yine de beğenmemişti. Biraz daha
yakın oturmasını tercih ederdi. Ama Sibel’in hiç niyeti yoktu.
Diğer
tarafında oturan Pınar ise rahatça yaslanmıştı ağabeyine. Bu hareketi yapması
bile büyük bir ilerlemeydi. Konukların hepsi de benzer şekilde oturuyordu.
Kimsenin birbirinden utanacağı bir ortam yoktu. Yine de Sibel’in oturuşu
değişmemişti.
“Neden
uzak duruyorsun? Kötü mü kokuyorum?”
“Hayır,
aksine mis gibi kokuyorsun ve ben daha fazla yakın olmak istemiyorum.”
“O niye?
Kabahatim ne?”
“Kabahatin
yok, ayıp, baksana herkes bize bakıyor.”
“Toprak,
baldızının omzuna kolumu dolarsam o kolu kırmazsın değil mi?” dediğinde en çok
şaşıran Sibel oldu. Konuklar gülerek onaylarken Toprak da ağabey edası ile
başını sallıyordu. “Şimdilik kırmaya niyetim yok. Yarın düşünürüm.”
“Gördün
mü kimsenin ayıpladığı yok. Yakınıma gelir misin lütfen.”
Kaçarı
yoktu. Omzuna dolanan kolun sıcaklığı ile gevşemişti. Herkesin bakışları
ikisini onaylıyordu.
Saat tam
on iki olduğunda herkes birbirini ve eşlerini öperek yeni yılı kutladılar.
Polat önce Pınar’ın yanaklarını öptü. Sonra da kim görür, ne düşünür diye
düşünmeden Sibel’in dudaklarına eğildi. Onun işi insanların iç dünyasına
bakmaktı. Cinayetlerin en büyük nedeni iç dünyalarda yaşanan karmaşaydı. Şu an
Sibel’in iç dünyası karışıktı bunu görüyor ve hatta hissediyordu. Bir süre
sonra ona sarılıp kulağına eğildi. “Senin için o Semih denen herifi
öldürürdüm.” dedi. Sibel’in ne düşündüğünü anlamak için gözlerine baktığında
onun gülümsediğini gördü. O da kulağına, “Öldürdün zaten. Artık yılbaşının
anlamı değişti.” dedi.
“Sana bir
hediyem var. Zamanı geldiğinde istersen bunu herkesle paylaşabilirsin. İstersen
de sadece senin olur. Tercihini yarın bildirirsin.”
Hediye o
dosyadaydı. Sibel o gece ablasında kalacaktı. Herkes evlerine gitmeden önce
yine bol bol karda dolaşıp birbirlerine yumuşak kartopları attılar. Çoğu
şehirde denk gelemeyecek bu karlı yılbaşı ortamı mutluluklarını arttırdı.
***
Geç saate
kadar okumuştu o dosyayı. Bırakmak istememişti. Polat gerçekten Semih’i
öldürmüştü. Dizi senaryosu olarak yazdığı cinayetin katili aslında Semih
karakteri idi. Onun peşindeki polislerden birinin adı Sibel idi. Ve en son
sahnede Semih, Sibel’i öldürmek isterken Sibel onu öldürmüştü. Katili yakalayan
ve kendini savunan polis olarak adını okumak tuhaftı. Ama en önemlisi hayalî
bile olsa geçmişinden kurtulması için ona bir fırsat verilmiş olması çok hoşuna
gitmişti.
Ertesi
sabah erkenden kalkmıştı. Oysa gece üçe geliyordu yattığında. Alt kata
indiğinde Nil’i gördü. O kadar erken kimsenin olmayacağını sanıyordu.
“Günaydın, çok erkencisin. Kahvaltı ettin mi?”
“Hayır,
sadece kahve içtim. Gel mutfakta bir şeyler yiyelim ve sen bir Türk kahvesi iç.
Sana fal bakmam lazım.”
“Hiç
gerek yok.”
“Gerek
var demedim ki. Fal bakmam lazım dedim.”
“Nil, çok
sağ ol ama sanırım ben söyleyeceklerinden korkuyorum.”
“Ah
canım, o zaman şöyle diyeyim fala gerek yok. Bugün çok güzel olacak. Senin
düşündüklerinin yanlış olduğunu anlaman için illa dile gelmesi lazım ve inan
gelecek. O sana aşık!”
“Bu kadar
kısa sürede? Sanmıyorum.”
“Neden
sanmıyorsun? Sen ona bu kadar kısa sürede aşık olduysan o da sana olur, ki
zaten bunu saklamaya çalışmıyor. Sadece söze dökmedi. Hem biliyor musun benim
de Hakan’a aşık olmam iki gün sürmüştü. Görümcem ve kocası ile geçen kısa süre
sonunda ona aşık olmuştum.”
“Burada
seçenekler kısıtlı. Bir tek ben varım. Belki de sadece bu yüzden bana ilgi
gösteriyor.”
“Of, sana
yazdığı yazıda aslında senin için neler yapabileceğini anlatmak istemiş.
Okumadın mı yoksa?”
“Sen
nerden biliyorsun? Okudun mu?”
“Hayır
tatlım, görmedim bile. Ama benden pek fazla şey gizlenmez. Allah vergisi
diyelim geçelim. Eskiden fala bakardım artık ona bile gerek kalmıyor böyle.
Korkmanı gerektiren bir şey yok. Sadece olacaklar bunlar. Kısa sürede neler
yaşayacağını gösteriyor sanırım yaradan. Kardeşinin de kısa süre sonra
üzüleceğini ama sonra yine çok mutlu olacağını görmem gibi. Yeni aldığı iş onu
mutsuz edecek ama buna kimse engel olamayacak. Sonra ise çok güzel bir işe
başlayacak. Bazen kötü adımlar atılması lazım.”
Sibel,
şaşkınlıkla dinliyordu. Kardeşini arayıp vazgeçmesini söylemek istediği an son
cümleyi duymuştu. O kötü adımı atmadan diğerinin olmayacağını düşününce
vazgeçti. Aslında Nil, hayatın düzenini değiştirmiyor sadece yakın zaman içinde
olacakları söylüyordu.
Onlar
kahvaltılarını edip kalktığında diğerleri de yavaş yavaş gelmeye başladı. Bir
kısmı o gün ayrılacaktı. Kimisi de iki gün sonra. Tatil bitmişti.
***
Polat,
merakla alacağı yanıtı düşünüyordu. Pınar, ‘Ne hissediyorsun? Onu seviyor
musun?’ diye sordu. Ona yanıt vermeyecekti. Konuşacağı kişi Sibel olacaktı.
“Beni
sıkıştırıp durma, hadi hazırlan ve gidelim. Kahvaltı etmemiz lazım.”
“Onu
görmem lazım, özledim demiyorsun da acıktım mı diyorsun? Valla seni bu
senaryolar çok bozdu, bilmiş ol. Ayıp ya insan kardeşine anlatmaz mı?”
“Kardeşler
burada pek bi rahat oldu. Ağabey falan dinlemiyor pabuç kadar dille konuşuyor.
Hadi al şunları çıkalım.”
“İki
haftaya kadar onlarsız rahatça yürüyeceğim. Dönüşte bir yere hibe edelim
şunları. Yanımda götürmek istemiyorum.”
“Dönüş…
Döneceğimizden emin misin? Ya de benim seninle geleceğimden?”
“Ne demek
bu? Beni yalnız mı yollayacaksın?”
“Yok,
seni götürürüm de ben geri dönerim. Burası bana çok yaradı. Yazmak hiç bu kadar
kolay olmamıştı.”
“Ciddisin
değil mi? Burada kalmak istiyorsun. Hemen annemi aramam lazım. Hazırlıklara
başlasın. Düğünümüz varrrrr!” Pınar böyle zamanlarda rahatsızlığına lanet
ediyordu. Şimdi hoplayıp zıplamak vardı.
“Susar mısın
sen. Daha fol yok, yumurta yok.”
“Eh
folluk da burada yumurtada. Görünen köydeyiz bak kılavuza gerek yok.”
“Atasözlerini
deforme etmeden konuşur musun?”
“Şimdiki
hallerinin en iyisi olduğunu kim söyledi? Bence ben daha iyi yorumluyorum.”
“Tatlım,
neşeli olmana bayılıyorum ama karnım aç. Hem yemeğe hem de Sibel’i görmeye
ihtiyacım var. Anlatabildim mi?”
“Çok açık
ve net. Hadi gidelim.”
***
Sibel,
gözü kapıda Polat’ı bekliyordu. Ece ve Toprak da onun bu haline gülüyordu.
“Gülüp
durmayın. Ne düşündüğünüzü biliyorum ama bu sırıtmanızı gerektirmez.”
“Kızım,
sen bu kadar mutluysan biz de mutlu oluruz ve sırıtmamızı engelleyemeyiz.
İnşallah her şey gönlünüze göre olur.”
“Hop,
yavaş biraz. Daha hiçbir şey yok ortada. Sadece bir beğeni var. Bakalım neler
olacak? O da başka şehirde yaşıyor. Engelleri büyük olan bir ilişki olur bu.”
“Engeller
aşılmak içindir. O yüzden şimdiden kendini kısıtlama. Bırak neler olacak
birlikte görün.”
O sırada
kapı açılıp içeri giren Polat ile Pınar onların kendilerinden konuştuklarını
anlamıştı. Polat, sessizliği kötüye yormuştu.
“Kötü bir
zamanda mı geldik? Evde kahvaltı edebiliriz.” Polat’ın ses tonundan üzgün
olduğunu anlayan Sibel dayanamayıp güldü. “Hadi gelin, ablamların bana
takılmalarını engelleyecek her şeye razıyım şu an. Ve sizleri aç bırakmayı asla
düşünmem.”
“Ne
diyorlardı sana?” Polat rahat bir tavırla sormuştu. Oysa yanıtı çok merak
ediyordu. Sibel kızarınca Ece yanıtladı. “Onu mutlu görmeyi sevdiğimizi
söylüyorduk. Nedense utandı, aynen şimdi utandığı gibi.”
“O zaman
siz onu biraz daha utandırmadan ben biraz dışarıda konuşabilir miyim?” Ailenin
onayını zaten ilk andan beri hissediyordu. Bu sabahki konuşmaların da kendi
tahmini gibi kötü değil aksine iyi olduğunu anlamak hoşuna gitmişti. İçi
rahatlayarak konuşacaktı. İşlerinin sürüncemede kalmasından hoşlanmazdı. Açık
olmayı hep sevmişti. Birazdan yapacağı konuşma da öyle olacaktı.
Masadan
kalkarken, üç çift gözün kendisine gülerek bakması ve olumlu tavırlarla
uğurlaması hoşuna gitti, Sibel’in. Ön kapıdan çıkarken konuklardan içeri
girenlere kapıyı tuttular. Sonra karların üstünde yürümeye başladılar. Evlerden
ve görüş açılarından uzaklaşınca durdu, Polat. Sibel’i de durdurup kendisine
çevirip iki kolundan da tuttu. Sanki kaçmasına izin vermeyecekmiş gibiydi.
“Okudun değil
mi?”
“Okudum.”
“Kararın
ne?”
“Neden
karar vermem gerekiyor? O senin yazdığın bir senaryo. İster dizi olarak çektir,
ister çektirme.”
“Sen
hangisini istersin?”
“Yayınlamanı
isterim.”
“Neden
bunu istiyorsun?”
“Aksini
söyleseydim yine soracaktın değil mi?”
“Evet,
elbette soracaktım.”
“Polat,
benim için bir bölüm yazmış olman çok güzel. Adımın kahraman olarak geçmesi de
çok güzel. Belki başka bir hikayesi olsaydı yayınlama bana kalsın derdim ama
içinde onun adının olduğu bir bölüm benim için özel bir bölüm değil. Geçmiş ile
hesaplaşmamda bana yardımı olmuş birisinin emeği var. Sırf bu nedenle çok
değerli ama kendime saklayacak kadar önemli birisini hikayesi değil. Semih
geçmişteki büyük bir hata idi. Kendime kabul ettirdiğim hatalı kararlarımın
sonucu o. Üç yıldır manasız yere üzdüğüm kendim ve ailem için bile onun hayali
ölümü hoş olacak.”
“Seni
doğru anlıyorum değil mi? O geçmişte kaldı ve sen onu hayali olarak bile olsa
öldürdün.”
“Aslında
sen öldürdün ama ben de buna hayır demedim.”
“Evet,
haklısın. Ölümünü ben yazdım. Çünkü onun bir daha senin hayatında tek bir
saniye bile yer almasını istemiyorum. Hatta sen bana mimar Murat’tan
bahsettiğinde anladım ki, ben senin hayatında hiçbir erkeğin mevcudiyetini
istemiyorum. Sadece ben olmak istiyorum.”
“Kıskanıyorsun
öyle mi?”
“Evet,
kıskanıyorum.”
“Kıskanmak
için sevmek gerektiğini okumuştum bir yerlerde. Haklılar mı?”
“Çok soru
soruyorsun. Ama yanıtı basit bir soru bu. Evet seviyorum. Sakın bana çok kısa
zaman olduğunu, bu kadar kısa zamanda aşık olunmayacağını söyleme. Çünkü bizim
bugün bir arada olduğumuz on yedinci gün. Ve hemen her gün seni en az beş saat
gördüm. Biraz matematik ile uğraştım ve eğer seninle günde iki saatten oluşan
buluşmalar yaşasaydık, kırk kez buluşmuş olacaktık. Haftada bir olsa kırk hafta
edecekti. Yani on ay. Anlayacağın biz seninle çok uzun zamandır birbirimizi
tanıyoruz ve sana aşık olmam çok normal.”
Sibel
kahkahalar ile gülüyordu. Kendisini durdurmak istese de aklına gelen kırk
buluşma, on ay hesapları yeniden kahkaha atmasına neden oluyordu.
“Bu kadar
komik olan ne? Sen beni sevmiyor musun? Bu süre sana yetersiz mi? O zaman sana
biraz daha süre verebilirim. Sen ne zaman istiyorsan o zaman bana kararını
bildirirsin. Yine de seni sevdiğimi bilerek bu süreyi geçirmelisin. Sana
istediğin kadar süre… Sibel şu gülmeyi keser misin artık? Nedir bu kadar komik
olan?”
“Polat,
senin senaryo yazman yeterli, matematiği bırak. Aşk bu, matematiğe uyması mı
lazım? Ayrıca, geçen süre hiç de azımsanacak gibi değil. Ve benim düşünmem
gereken bir şey yok. Çünkü hep seni düşünüyorum. Akşamları uyuyana kadar
aklımdasın. Sabah seni görene kadar her an yine aklımdasın. Yani düşünme
kısmını geçeli çok oldu. Ben onu hep yapıyorum. Tanımak için yaşanılan
flörtlerin de insanları tanımada faydası olmadığı ortada.”
“Beni
tanıdığından emin misin?”
“Çok iyi
tanıdığımı asla iddia etmem. Yine de senin kardeşin için başka bir şehre
gelecek kadar ailene önem verdiğini biliyorum. Hiç tanımadığın insanlarla bir
araya geldiğinde soğuk ve uzak durmak yerine muhabbete girip eğlenmeyi
biliyorsun. Duygularını saklamak yerine ailemin anlayacağı şekilde davranan
birisin. Çalışkansın. İyi bir işin var. Cinayet planlıyor olman biraz ürkütücü
ama neyse ki bu isteğini yazarak tatmin etmeyi biliyorsun… Gülme. Yalan mı? Ya
katiller ya da yazarlar plan yaparmış. Neyse ki sen yazarsın. Gülmesene…”
“Seni
seviyorum.”
“İyi.”
“İyi mi?
O kadar mı? Sen beni sevmiyor musun?”
“Bana
güldün…” Biraz daha uzatmak istiyordu ama dayanamadı. “Ben de seni seviyorum.”
Nihayet
söylemişti. Tam bunun rahatlığını yaşayacağı anda kollarındaki ellerin beline
sarılıp kendisine çekmesi ile yeni bir heyecan dalgası kapladı içini. Kendisine
doğru eğilen o yakışıklı yüzdeki isteği görebiliyordu. Kendi yüzünde de benzer
duyguların uçuştuğundan emindi.
“Buralarda
ev yaptırabileceğimiz başka arazi var mı?”
“Buraya
yerleşmeyi mi düşünüyorsun?”
“Kesinlikle…
Pınar’ın tedavisi bittiğinde ailem ile tanışmaya gelir misin?”
“Evet, gelirim.”
“O zaman
konuklarımıza onları düğünümüzde görmekten memnun olacağımızı söyleyelim.”
SON
Inanılmaz keyif aldım 😃eski dostları okumak harikaydı 😊teşekkürler asuman 💐
YanıtlaSilTeşekkürler Özlemciğim
SilÜç çocukla kutsanmış 19 yıllık evliliğim parçalanmak üzereydi çünkü sevgili kocam birlikteliğimizden bıktığını ve sebepsiz yere boşanmak istediğini söyledi, bir yerlerde bir terslik olduğunu biliyordum, bu yüzden 4 ay sonra yardım aramaya gittim. Arama ve diğer insanlardan gelen birçok hayal kırıklığı sonunda tanrıları tarafından farklı yaşam problemlerini çözme konusunda süper doğal bir güçle kutsanmış ruhani bir adam olan Dr. Ajayi ile tanıştım. Ona durumumu anlattım ve bana içtenlikle cevapladığım birkaç soru sordu, Dr AJAYI sorunun ne olduğunu bana bildirdi ve yapılması gerekenleri söyledi, tüm talimatlarını yerine getirdim ve bir hafta sonra kocam eve geldi. iki aydır dışarıda kalıyor ve boşanma kağıdını yırtıyor ve bugün evde huzur içinde yaşıyoruz. Hayatınızı rahatsız eden herhangi bir şey varsa ve hızlı ve güvenilir bir çözüm istiyorsanız Dr Ajayi ile iletişime geçin ve benim gibi tanıklığınızı paylaşmak için bir nedeniniz olacak. İletişim Whatsapp : +2347084887094
YanıtlaSilYahu her yerde aynı yorum var. Farklı farklı sitelerde aynı yorum var. Dr ajayı denilen kişi dolandırıcı olabilir. Ve bizzat kendisi bu metinleri sağa sola kopyala yapıştır ile yapıştırmış olabilir. Her yorumda tel nosu var. Bu kadar mı olur?
Sil