30 ARALIK
“Beni doğru düzgün dinleyecek misin? Sana film tadında rüya
anlatıyorum, sen ise sadece ‘yok artık’ diyorsun.”
“Şûra, anlattığın rüyalarında FBI ajanısın, ne dememi
bekliyorsun?”
“Zuhalciğim, adı üstünde rüya! Her şey, herkes ve her
meslekten biri olabilirim. Rüyama niye
karışıyorsun?”
“Senin bu kanlı, cinayetli… ne cinayeti, bildiğin katliam
dolu rüyaların beni korkutuyor.”
“Olay çözüyorum işte. Hem bu kez bizim katta benden başka
kimse hayatta kalmamıştı.”
“Hiç kimse mi?”
“Bakıyorum ilgini çekti!”
“İlgimi çekmedi, sadece bu, beni de öldürdüğün kaçıncı rüya
diye hesaplamaya çalışıyorum.”
“Sen ölmedin ki bu kez. Yani seni görmedim…Sanırım
görmedim…Yok, yok seni hiç anımsamıyorum cesetler arasında.”
“Ah ne kadar mutlu oldum.”
“Sonra en alt kata iniyorum ve birilerinden yardım istemeye
çalışacağıma masalar arasında deli gibi dolaşıyorum. Çünkü en alt kat, yani
buranın bir üstü, birbirine girmiş. O kadar karışık ki, masaların arasında
yürümek bile imkansız.”
“Bir şeyler karışacak. Dikkatli ol!”
“Olurum.”
“Şûra…”
“Efendim?”
“Kan var mıydı?”
“16. Katın çalışanı yirmi bir kişinin on dokuzunu vurdular...
Kan gölü vardı.”
“Oh çok şükür.”
“Güldürme beni, rüya bu.”
“Sen yaz bu rüyalarını. Film senaryosu olarak kullan sonra.
Tabii FBI demeyeceksin. Bizim var mı böyle bir ekibimiz? Varsa öğren, onlardan
biri ol.”
“İyi fikir ama biliyorsun benim işim çizgi çubuk ve
rakamlarla. Kelimelerle aram yok.”
Bankanın genel müdürlük binasının kafeteryasında kahvaltı
ederken her sabahki konuşmalara benzer şeyler dökülüyordu dudaklarından.
İzlediği filmlerin, okuduğu kitapların etkisinde kalıp gördüğü kan revan
içindeki rüyaları iş arkadaşına anlatıyor, o da hemen her seferinde bir daha
anlatma diyerek dinliyordu.
Sadece bir aydır bu binada çalışıyorlardı. Hala yabancılık
çektikleri yerler vardı. Tek rahat oldukları yer herkesin, kadın-erkek herkesin
takım elbiseler giydiği, erkeklerin saç ve sakal tıraşlarının öğrenciden bir
miktar daha iyi gözüktüğü, kadınların abartılı görüntülerinin olmadığı bu
kafeteryaydı. Burada o klasik görünümlü çalışanlar bile biraz daha fazla insana
benziyordu. Şûra, onları merdivenlerde ya da asansörlerde gördüğünde robot
olduklarını düşünmeye başlıyor, konuşur ya da selam verirlerse ileri
teknolojiye geçmişiz diye eğleniyordu.
Neyse ki onların ekibine kıyafet şartı getirilmemişti. Hepsi
16. Kattaki bölümde bir arada çalışıyorlar, sadece sabah kafeteryada, öğlen
lokantada karşılaşıyorlardı. Kendilerini diğer çalışanlardan tecrit etmeden
önce bir iki masaya dağılan yirmi bir kişinin masalardaki konulara yabancı
oluşu, kendilerine soru dolu bakışlarla bakanlardan rahatsız oluşu ekibi bir
arada oturmaya zorlamıştı.
Grafik tasarım yapan Şûra, aynı işi yapan arkadaşı ile
asansöre yürürken arkalarından gelen üç kişilik grubun farkında değillerdi.
Kapılar açılıp karşı duvardaki ayna beşini birden gösterince keyifle üç
yakışıklıya baktı kısa bir an. Sonra toparlanıp bindi. Zuhal de hemen yanına
gelip elini düğmelere uzatmıştı ki erkeklerden biri “16. Kat değil mi?” dedi.
Zuhal sesin sahibine sadece başını salladı.
Cüzzamlı gibi her şeyleri dikkat çekiyormuş hissini yine
iliklerinde hissetti Şûra. Bu kötü müydü acaba? Üç erkek, üçü de yakışıklı, üçü
de koyu renk takımlar içindeki beyaz, acık mavi gömleklerle, uygun renk
kravatlarıyla tornadan çıkmış gibiydi. Sadece birinin mavi gözleri
diğerlerinden ayırt edilmesine yarayacaktı. Biraz da saçları uzundu. Hem burnu
ne kadar düzgündü! Tam dudaklarına iniyorken kapı açılmış, birileri daha
asansöre binmiş, Şûra da incelemesini yarıda bırakmak zorunda kalmıştı.
Bakarken yakalanmış olabilir miydi?
16. Kat… Bunca katı bir iki dakika içinde çıkmak çoğu zaman
iyiydi ama şu an nedense incelemesi bitmemiş, biraz daha vakti olsa iyi
olacakmış gibi hissediyordu. Zuhal’in arkasından itmesi ile inmesi gerektiğini
anımsadı.
“Bu sıkıcı adamların bu kadar yakışıklı olması zorunluluk
mu? Acaba eleman seçerken özel bir tip mi belirtiyorlar?”
“Bak kendin söyledin Zuhal… Yakışıklı ve sıkıcı!”
“Bizim ekiptekilerde de var yakışıklılar. Onlara sıkıcı
demiyoruz ama biriyle de çıkalım, şansımızı deneyelim de demiyoruz. Bu binada
bine yakın eleman var, yarısından çoğu erkek ve biz hala birilerini
bulamıyoruz. Sanırım çirkiniz.”
“Daha dün, güzelliğin ve çirkinliğin göreceli olduğunu
konuşmuyor muyduk? Nereden çıktı şimdi bu çirkiniz lafı?”
“Ne bileyim, baksana adamlar bize bakmadı bile.”
“İş düşünüyorlardır. Hem biz onların standartlarına
uymuyoruz. Bak ikimizin de üstünde kotlar, gömlek üstüne giyilmiş, onların halı
bile yıkarken kullanmayacağı salaş kazaklar var. Mürdüm takımlı genç bir kadın
bindi, fark ettin mi nasıl baktılar ona?”
“Fark ettim. Onu fark ettim de halı yıkamakla kazağın
bağlantısı ne?”
“Eskiden eski yünlülerle sabunu köpürtürlermiş. Aklıma
geldi. Bunlar halı yıkama şirketini kullanıyordur.” Sanki o an asıl konu halı
yıkanmasıymış gibi devam ediyordu konuşmaya. Sonra aklına asıl konu gelince
laftan lafa atladı. “Gördüğün gibi canım, robotlar, robotları çekici buluyor.
Biz ayrık otuyuz. Hadi gel kendi çöplümüzde ötelim biraz.”
Rüyasında ölmüş olan herkesi kanlı canlı karşısında görüp gülümsedi.
“Sizleri canlı görmek büyük keyif, gece katliama kurban vermiştim de!” diye
rüyasını özet geçti.
İçlerinden bir iki kişi, kan var mıydı, diye sorunca da
kahkahayı bastı. “Vardı, vardı rahat olun.”
*****
“Logoyu değiştirmeden yenilik istiyorlar. O zaman renklerle
oynayalım diyorum, olmaz, bankamızın renkleri belli diyorlar.”
“Sen de onların istediğine göre bir şeyler tasarla.”
“Öncekileri beğendirdim ama ne hikmetse son tasarladıklarımı
bir türlü beğendiremiyorum. Biraz mizah katsam çözerim de, burada mizah
denilince koşarak kaçacaklar sanıyorum.” Bankanın kullandığı broşürlerden,
evraklara kadar her şey değişecekti. Asıl değişim bankanın logosunda olacaktı. Yeni
logo için bir sürü çizim hazırlanmış, köklü bir değişim olacağı için herkesin
onay vermesi beklenmişti. Hala istenilen etkiyi bulamıyorlardı. Belli miktar
hisse el değiştirmiş, yeni ortaklar çoğunluğa sahip oldukları için kendi
çizgilerini belli etmek istemişti. Bunların hiç biri kendi dertleri değildi. Ne
istendiğini anlamışlar, istenene çok yakın çizimler vermişlerdi. Sadece biraz daha
denemeleri isteniyor, beğendik ama …, denilerek bir kademe daha iyi iş
beklendiği belli ediliyordu.
“Abartıyorsun. Çok önyargılısın farkında mısın? Kafeteryada kahkaha
sesi hiç bitmiyor.”
“Sanırım biraz öyle. Laf aramızda sevmiyorum bu sektörü.
Herkes buz gibi!”
“Yine abartıyorsun. Şu geçen gün asansörde denk geldiğimiz
vardı ya, bana hiç de buz gibi gelmemişti. Çok güzel gülüyordu.”
“Hangisi? Mavi…” neyse ki sorusunu tamamlamasına gerek
kalmadan Zuhal, 16. Kat mı diye soran, demişti. Mavi gözlüyü anımsayınca
yüzünde minik bir gülümseme oluşmuştu. Yakışıklıydı. Hafif dalgalı saçları
vardı. Tabii biraz daha uzarsa dalgalı olduğundan emin olacaktı. Yine de
diğerlerinden daha uzundu. Boyu da uzundu. Biraz daha düşünürse işe
odaklanamayacaktı.
Çizimlerine döndü. Uzun bir şeyler çizmeye başladı.
*****
Asansör beklerken küfredecekti. Saat neredeyse yedi olmuş
işleri ancak bitmişti. Ama bu saatte bile binanın asansörleri yoğundu. Mesaiye
mi kalınmıştı? Ah tabii kafeteryada yan masada konuşanların seslerini duyacak
kadar sustuğu bir an, sene sonunun geldiğini, her bölümün yoğun dönemlerinin başladığını
özellikle onay yetkisi olan bölümlerin mesai yapacağını duymuştu. Onay yetkisi
kimdeyse kendi işlerini de onaylasaydı artık!
Bu saatte de hepsi akşam yemeğine iniyor olmalıydı.
Nihayet bir kapı katında açılınca mutlulukla arkasındaki
asansöre döndü. Tanıdık biri vardı. Tanımadık kıyafetlerin içindeydi. Bu
soğukta bacaklarında basketbol şortu vardı. Tabii uygun spor ayakkabı ve top
da… Şaşkınlıkla bakarken kapı neredeyse kapanıyordu. Bir elindeki topu kapıya
doğru uzatıp kapanmasını engellemişti.
“Gelmeye niyetiniz yoksa ben maça geç kalmayayım.”
“Geliyorum.”
“Nihayet!”
“Nihayet mi? Binada robotlardan ve bizim ekipten başka insan
yok sanıyordum. Görünce şaşırdım sadece!”
“Robot mu?” Mavi gözler gülerek bakıyordu. Şakayı da anlamış
mıydı? İkinci şoku daha zor atlatacaktı.
“Bir ara izleyin. Aynı giyinen yüzlerce kişi aynı yöne
doğru, aynı adım mesafesi ile yürüyor. Güzel bir bilim kurgu konusu
olabilirsiniz. Yani onlar olur… siz arada fişten çekilenlerdensiniz sanırım.”
“Ben daha ileri teknolojiyim. Basketbol da oynayabiliyorum.
Teknoloji gelişiyor.”
“Üstelik şakadan da anlıyorsunuz. Tüm yargılarım yerle bir olmadan
ben ineyim en iyisi. Umarım kazanırsınız.”
“Umarım…”
*****
“Sen o mavi gözlü ile asansörde tek kaldın, sonra da adama,
hepiniz şakadan anlamaz robotlarsınız, fişinizi çektiler falan gibi laflar mı
ettin?”
“Ettim valla. Benden adam olmaz. Yani tamam adam olmam zaten
kadın olmaz demeliyim de niye ben böyleyim kısmına hiç yanıt bulamıyorum. Adam
yakışıklı. Üstelik en azından basketbol oynayacak kadar aktivitesi var. Ayrıca
takım elbise çıkınca da ayrı güzeldi. Ama ben resmen gömdüm onu.”
“Eh dua et de yönetici falan olmasın, seni şikayet etmesin.”
“Yok artık. Daha neler. Böyle bir şey için insan şikayet
edilir mi?”
“Geçen hafta Murat’ı asansörde cep telefonu ile konuştu diye
biri şikayet etmiş.”
“Murat, anlattı. Karşıdakine biraz küfür etmiş.”
“Küfür mü? Biraz mı? Şimdi o şikayet mantıklı oldu. Murat’ın
küfürlerinin hızına ve çeşitliliğine yetişmek ne mümkün?”
“Hadi işimize bakalım. Artık şu çizimi beğensinler yeter,
fikir bitti bende!”
“Sende fikir bitmez. Çalışalım biraz, haklısın.”
*****
Çalışamıyordu. Aklı takılıyor, bir türlü işine
odaklanamıyordu. En sonunda kalemi attı elinden. Robot ha? Şakadan da
anlıyormuşmuş… Kendisi hakkında mı böyle düşünüyordu yoksa gerçekten tüm
çalışanları mı genellemişti? Sabah kafeteryada görmüş, her zamanki arkadaşı ile
oturduğunu anlayınca yakın bir yerlerde masa aramış, hepsinin dolu olduğunu
görüp hayal kırıklığı yaşamıştı. Bu sabah biraz yüzü asık gibiydi. Canı mı
sıkılmıştı, kötü bir şey mi olmuştu? İki kızın oturduğu masaya onların
ekibinden dört erkek gelmişti. Biri iki kızın arasındaki küçük boşluğa yan
masadan aldığı sandalyeyi sokmayı başarmıştı. Ne kadar yakın oturmuştu kızlara!
Diğer üçü ise karşı tarafa oturmuş, masaya bir anda neşe getirmişlerdi. Onun da
yüzü gülmeye başlamıştı.
Arkadaşları ile bir aradayken hep gülüyordu zaten. Yüzünü
astığı bir iki görüntüsünü anımsıyordu. Güldüğünde çok güzel oluyordu.
Gülmediğinde de güzeldi. Dün akşamki gibi saçlarında kalemle asansöre
bindiğinde de güzeldi. Kalem… az önce elinden attığı kalemi geri alıp işe dönmesi
gerekiyordu. Onayını bekleyen bir sürü evrak vardı.
*****
Şûra, öğle paydosuna çıkarken Zuhal’i beklemek zorunda
kalmıştı. Telefondaydı. On dakika geçmişti bile bir saatlik süreden.
“Gelmiyorsan ben iniyorum.” dedi, kısık sesle ve ayağını
yere vura vura.
“Patlama.” Oldu aldığı yanıt, elini ahizeye kapatan
Zuhal’den.
Gözlerini devirerek baktı yeniden arkadaşına. Hem acıkmıştı,
hem de 30 aralıkta oynanacak bir oyuna bilet almak istiyordu. İnternet
sitesinin laneti tutmuş, sabahtan beri açılamamıştı. Tiyatroyu aramış, bilet
ayırmadıklarını, çok az bilet kaldığını,
hemen gelip alabileceğini söylemişlerdi.
“Bak daha fazla gecikemem, ben gidiyorum. Görüşürüz.” der
demez fırlamıştı. Asansörler yine aynı yoğunlukla iniyordu aşağıya. Bu kez
biraz daha az beklemiş, sığabileceği bir tane geldiğinde gözleri başka gözleri
aramıştı. Papaz her zaman pilav yemediği için kendisine tuhaf tuhaf bakanlardan
başka birini görememişti. Asansörden ilk inen ve çıkışa koşarak giden o
olmuştu.
Bir üst kattaki çıkış kapılarını gören boşlukta duran, aşağıdaki
kalabalığın görüntüsüne bakarken bir anda koşan biri ile robotların
dalgalandığını fark eden kişinin gülümsemesine neden olan da o olmuştu.
Sonra gülümseme silinmişti dudaklarından. Neden o kadar
acele ediyor, nereye koşuyordu? Biri ile mi buluşacaktı? Randevusuna geç mi
kalmıştı? Dışarıda deli gibi taksiye el salladığını görünce haklı olduğuna
karar verdi. İştahı kaçmıştı. Yemek yemek yerine üst kata çıkıp biraz çalışmaya
karar verdi.
*****
Zuhal, arkadaşına yetişemeyeceğini anlayınca yemek kısmına
geçti. Kendi arkadaşları her zamanki masada oturuyordu. Yemeğini almış onlara
doğru yürürken birisi hafifçe koluna dokundu. Başını çevirdiğinde asansördeki
adamın gülümseyerek baktığını gördü.
“Merhaba, her gün onlarla yiyorsunuz. Bugün bir değişiklik
yapsanız kızarlar mı?”
“Çok kızarlar. Biz yapışık ekibiz. Ayrı yediğimizde gruptan
atılıyoruz.”
“O zaman bana masada bir yer açsınlar. Olmaz mı?”
“Sizi o kurtların sofrasına yem etmeye gönlüm razı gelmez.
Belki beni affederler.” Karşısındaki adamın gülerek gösterdiği yere oturdu.
Masada ikisinden başka diğer uçta oturan iki kadın daha vardı. Kendi aralarında
konuşuyor, ikisinden yana dönüp bakmıyorlardı.
“Tanışalım artık. Ben Selçuk Değirmenci. İnsan kaynaklarında
görevliyim.”
“Zuhal Gümüşçü, grafiker.”
“Biliyorum. Yani işinizi. Sizleri biz işe almadığımız için
tek bildiğim de oydu.”
“Evet, birkaç ay çalışıp sonra kendi ofisimize döneceğiz.”
“Daha uzun sürer belki.”
“Sanmıyorum. Yeni logo, yeni tasarımlar en geç şubat ayı
sonunda onaylanmış olmalı.”
“Anladım. İş konuşmayalım. Yemeğimizi de soğutmayalım.
Arkadaşınız nerede?”
“Bir işi vardı. Dışarı çıktı. Birlikte gidecektik ama
telefonum uzayınca beni bırakıp gitti.”
“Bu da benim şansım olmuş.”
Zuhal, içinden, benim de, diye geçirdi. Şûra, kendisine
kızacak olsa da bu tanışma için değer diyordu.
*****
“Olamaz. Gerçekten Çarşamba akşamına mı aldın bileti?”
“Zuhal, sen öğlen zehirlenecek bir şeyler mi yedin? Kaç
gündür bu gösterinin 30 Aralıkta olduğunu konuşmadık mı? Otuzu da Çarşamba
değil mi?”
“Ama o güne ben randevu verdim.”
“Randevu mu? Kime? Ne zaman? Ne yapacaksınız? İptal et!”
“Evet, randevu. Selçuk Değirmenci’ye. Bugün yemekte
sözleştik. O gün bankanın yemeği varmış. Birlikte gidelim dedi. Ondan önce de
görüşeceğiz ama o akşam için şimdiden söz aldı. Edemem iptal miptal!”
Arkadaşının soru sırasına aynı yanıt sırası ile karşılık
vermişti. Yılların alışkanlığı ile birbirlerinin sözlerini takip edebiliyorlardı.
“Selçuk da kim?” Soruyu sorarken etrafına bakınıyordu.
Selçuk diye biri yoktu ki onların bölümde.
“Şu asansördeki…”
“Asansör… Ah ciddi misin?” Çığlığına dönüp bakan gözler,
ellerini tamam tamam der gibi salladığını görünce yeniden önlerine dönmüştü.
“Anlat!”
Anlattı. Nasıl yolunu kestiğini, yemeği birlikte
yediklerini, bol bol konuştuklarını, çok neşeli ve sosyal bir tip olduğunu,
zamanın nasıl geçtiğini anlamadığını, yemek davetini kabul ettiğini, hepsini
bir çırpıda sıraladı.
Şûra, dilinin ucuna kadar gelen soruyu sormadı. Anladığı
kadarıyla ikisinden başka kimse yoktu yemekte.
Oyun için birisini bulmalıydı. Daha bir haftadan fazla vardı
o güne. Mutlaka birisi uygun olurdu.
Artık biraz çalışmalıydı. Nihayet bir iş daha onay almış,
yeni bir tanesi için süreç başlamıştı.
*****
“Zuhal mi? Zuhal kim?”
“Şu grafiker var ya. işte o!”
Grafiker? Yoksa? Ama o koşarak gitmişti. Diğer kız
olmalı. Evet, diğer kızdı. Tarif edilen
tip hiç ona benzemiyordu. Rahatlamıştı. En azından Selçuk ile aynı kızı
beğendiğini düşünmeyecekti. Nereye gittiği konusunda bilgisi var mıydı acaba?
“Eee neler konuştunuz?”
“Çok eğlenceli biri. Bir sürü şeyi konuşabildiklerimizden.
En önemlisi iş konuşmadıklarımızdan!”
“Senin adına sevindim.”
“Yılsonu yemeğine davet ettim.”
“Oooo çok hızlısın.”
“Öyle deme. Başka birisi teklif etmeden ben ettim işte.”
“İyi yaptın. Sadece günlerdir dalgın olma nedenini
anlamadığım için kendime kızdım. Umarım iyi anlaşırsınız.”
“Sağ ol. Evet hep denk gelmeye çabaladım ama bugün bir anda
gelişti her şey. A sahi sen neden yemeğe inmedin? Hani geliyordun hemen?”
“Bir iş çıktı.” Sesi kötü çıkınca Selçuk arkadaşının yüzüne
baktı.
“Ters giden bir şey mi var?”
“Hayır, sadece acıktığımı anımsadım. Lokantada bir şey
kalmamıştır.”
“Kafeteryada vardır. Kahve molanı erken vermiş olursun.”
“Orada da düzgün bir şey yok. Karbonhidrat zehirlenmesi
yaşar insan.”
“Aç kal o zaman, ne diyeyim!”
“Akşama maç var, o kadar saat aç kalıp güçsüz düşemem.”
Çalışırken çıkarttığı ceketini alıp giydi. “Soran olursa söylersin.” Telefonunu
yanına alıp asansöre yürüdü.
*****
“Siz robotların aykırı şeyler yapması, programınızın
bozulduğu anlamına mı geliyor?”
‘sana robot olmadığımı ispatlamak büyük bir zevk olurdu da
neyse…’ Kulağına gelen sesle, kime teşekkür edeceğini düşündü… kader, şans,
tesadüf, karma… ya da hepsi…
“Yemek saatini kaçırmak gerçekten bozuk bir program sorunu.”
“Maçı kim kazandı?”
“Hangi maçı?” Aklı karışmıştı. Maç bu akşamdı.
“Ah pardon, ben geçen gün öyle gidince birileri ile maç
yapacaksın sanmıştım. Sadece hava olsun diye bu soğukta şortla dolaşmak çok
akıllıca değil.”
“Ben ve diğer arkadaşlarım için tek bir olumlu düşüncen yok
mu?”
“Olmaz mı? Hepiniz çok dakiksiniz. Aynı saatte gelip aynı
saatte çıkıyorsunuz. En kötü biraz geç kalan eline top alıyor, hava atıyor.”
“Elindeki ile üst kata çıkmayacaksan buyur otur, birlikte
yiyelim.”
“Bu kadar kibar bir davete kim hayır diyebilir ki?”
“Burası bize ait bir kafeterya. Yani herkes her yere
oturabilir. Kimse yabancı değil. Aynı bankanın çalışanları!”
“Ben bu bankanın çalışanı değilim.”
“Şu an bu banka için çalışıyorsun.”
“Off, çok ‘sen de bizim kölemizsin’ ifadesi oldu bu. Fakat
doğru olduğu su götürmez bir gerçek.”
“Tüm nefretini dökmeni bekleyeyim mi, yoksa tanışalım mı?”
“Aaa biz daha tanışmadık değil mi? O kadar muhabbet edince
insan tanıyor gibi hissediyor.”
“Serkan Arayıcı”
“Şûra Gerçek”
“Değişik…”
“Sakın, YAŞ kararları ne zaman falan gibi berbat bir şaka
yapma.”
“Berbat şeyler şaka olmaz.”
“Doğru söz.”
“Biliyor musun, robot tanımıyla haklı olduğunu düşünmeye
başladım.”
“Bunu itiraf etmene ne neden oldu?”
“İzledim. Hepimiz aynıyız. Tabii mesai saatleri içinde.”
“Sen spor yapıyorsun diye herkes iş çıkışı değişmiyordur.”
“Herkes değil, bir kısmı. Senin şu önyargılarını silmek
lazım.”
“Zor iş!”
“Niye?”
“Vakit yok.”
“Bu akşam maç var. Geçen gün antrenman vardı. Bu akşam da
maç… ama yarın akşam bir saat, yok iki saat kadar burada kalabilirsen sana bir
tur yaptırırım. Sanırım ikna olursun.”
“Ne turu?”
“Sen vaktini ayarla, görürsün.”
“Yarın akşam… Tamam. Dahili numaram…” diyerek hattını söyledikten
sonra yerinden kalktı. “Artık iş başı yapayım. Bir türlü beğendiremediğim
çizimlerimin başına geçmem lazım.”
“Beğeneceklerdir. Sadece sen daha iyisini yapabileceğinin
farkında değilsindir.”
“İmdattttt”
“Ne oldu?”
“Bir an kendimi kişisel gelişim eğitimde hissettim.
İçinizdekini keşfedin, siz her şeyi yaparsınız… bla bla bla…”
“Gerçekler rahatsız edicidir.”
“İşte bu doğru. Afiyet olsun!”
“Bekle, birlikte çıkalım.” Kahvesinin son yudumunu içip o da
kalktı. Asansöre yürürken aklına geleni sordu. “Sen niye yoktun öğlen
yemeğinde?”
“Sen nereden biliyorsun olmadığımı?”
“Benim arkadaşım, senin arkadaşınla konuşmuş. Yanında
olmadığına göre yemekte yoktun demek ki!” Koşa koşa gidişini izledim, iştahımı
kaçırdın, diyememişti.
“İnternetin gazabına uğradım. Bilet almak için bilet kadar
parayı taksiye verdim.”
“Ne bileti bu, bu kadar çaba harcadığın?”
Oyunun adını söyleyince kaşları kalkmıştı. “Tiyatroda
polisiye izlemek…seviyor musun polisiyeleri?”
“Çok severim.”
“FBI da çalışacak kadar mı?” Onu dinlediği anlaşılacaktı. Biraz
da bu yüzden söylemişti zaten.
“FBI mı?”
“Geçenlerde arkadaşınla konuşuyordun. Kendini FBI da
çalışıyormuş gibi görmüşsün rüyanda.”
“Sen bizi mi dinledin?”
“Çok canice bir rüya anlatıyordun. Tüm iş arkadaşlarının
öldüğünü söyleyince, merakım uyanmış olmalı.”
“Yani dinledin. Tamam canım, sorun değil. Zaten ben de halka
açık bir yerde anlatıyordum. Fazla polisiye okuyunca gece etkisinde kalıyorum. Katliam
dolu rüyalarım boldur benim. Ertesi gün hepsini canlı olarak görünce keyfim ve
sevgim artıyor. ”
“Sevgim derken?”
“İş arkadaşlarını sevmezsen iş çekilmez oluyor. Hepsini aynı
derecede sevemezsin ama ölmesini istemediğin sürece seviyor sayılırsın.”
“O zaman ben de hepsini seviyorum demektir. Kimse ölsün
istemedim henüz.”
Asansör katta durunca Şûra bir adım attı. Serkan kolundan
tutup, “Son soru” dedi.
Asansörün kapısı kapanmasın diye elini uzatıp bekledi. Beklerken
mavi gözlere baktı. O gözler de soru sormadan yanıt bekler gibi bakıyordu. Koridorda
biri yürüyünce ikisi de hayata döndü. Serkan aklındaki soruyu sözlere döktü.
“Kan gördün mü diye niye sordu Zuhal?”
Şûra minik bir kahkaha attı. Bu soruyu beklemediği belliydi.
“Zuhal, her böyle rüyamın bir gün gerçek olacağını düşünüp korkuyor. Kan
görülünce rüya bozuldu derler. O da bu yüzden soruyor.”
“İnanıyor yani? İlginç. İyi çalışmalar.”
“Teşekkürler.”
Asansör iki kat yukarı çıkarken aynada kendisine baktı.
Keyfi yerine gelmişti.
*****
“Kazandık!”
Bu kez de Şûra, kulağına söylenen sözle gülümsemişti. Arkadan
gelen adamı görmemişti. “Sevindim. Kutlarım.”
“Teşekkürler.”
“Otursana. Zaten uzunsun, bir de ben otururken bakınca
heyula gibi geliyorsun.”
Eliyle kapının orada bekleyen beş kişilik farklı yaş
grubundan erkeği gösterip, “Arkadaşlar bekliyor. Belki öğlen birlikte yeriz.
Denk gelebilirse saatler.” dedi.
“Ben bu öğlen yokum. Bir ara görüşürüz. Bekletme
arkadaşlarını.” O az önce adama trip mi atmıştı? Niye? Orada dikilmiş bekleyen
bir grup erkek vardı ve yine de bozulmuştu.
“Şûra…”
“Efendim?”
“Yok bir şey.”
*****
“Adamın arkadaşları bekliyormuş. Sen buna mı bozuldun?”
“İş arkadaşlarının beklemesi benimle iki dakika
konuşmasından önemliymiş. Buna bozuldum. Yoksa kimseyi bekletmek ya da yok
saymak hoş değil.”
“Belki bir işleri vardı.”
“Tamam işte. Benim de işim var. Öğlen görüşürmüşüz. Zaten
herkes aynı lokantada yiyor. Randevu verir gibi bunu söylemesi de çok komik.”
“Biz de Selçuk’la öğlen görüşeceğiz. Bu havada dışarı çıkmak
dert. Uçuyor resmen dışarısı. Eh burada da yemek var. Hem zaten topu topu bir
saat için sokaklara çıkmanın anlamı ne? Akşam yemeğini burada yiyelim dememiş
ki!”
“Bana mantıklı bir şeyler söyleme. Şu an hiç mantık kuracak
halim yok.”
“Niye bu kadar kızdığına dair bir bilgi alabilir miyim?”
“Bilmiyorum.”
“Bildiğinde söylersin.”
“Git çalış, işleri bitirelim ve bu ortamdan uzaklaşalım.”
“Benim hiç öyle bir niyetim yok canım. Keşke daha uzun
kalsak burada.”
“Benim de kalmak gibi bir niyetim yok.” Yok muydu?
*****
Saat beş olduğunda masasındaki dahili hat çaldı.
“Alo?”
“Akşam kalıyor musun?”
“Serkan?”
“Başka birisi daha mı akşam kalman için teklifte bulundu?”
“Arkadaşlarından ayrılabilecek misin?”
Karşı taraftan gelen kahkaha sesi ile iyice sinir oldu.
“Bu tribi beklemeliydim. Özür dilerim, önemli bir toplantıya
gidiyorduk ve herkes beni bekliyordu.”
“Mantıklı bir açıklaması varsa, o an yapılır açıklama. Bir
kez daha davette bulunmayacağım sana.”
“Ben seni davet ediyorum ve bu şekilde kendimi de
affettirmeyi umuyorum.”
“Üzgünüm. Bazı konularda kolay kolay karar değiştirmem.”
“Ben de. Akşam altı buçukta 7. katta buluşalım!”
“İşimin olmadığını nereden biliyorsun?”
“Casuslarım var.”
“Casus mu?”
“Senin gibi polisiyelere meraklı birisi onun kim olduğunu
hemen anlar sanıyordum.”
“Şu an o casusa öldürücü bakışlar atıyorum. O da karşımda
omuz silkiyor.”
“Sakın öldüreyim deme, arkadaşım çok üzülür.”
“Ben de kıyamam.”
“Sevindim. Altı buçukta 7. Katta.”
“Tamam.”
*****
“Sen nasıl ona casusluk yaparsın?”
“Çünkü sen onunla ilgileniyorsun. O da seninle… bu durumda
aksi söz konusu olamaz. Gereken tarafa gereken yardım yapılır.”
“Bana yardım edebilirsin de ona niye ediyorsun? Ayıp ya!”
“Sen de mutlusun, hiç boşa konuşma.”
“Aman iyi tamam!”
“Niye aradı seni?”
“Bu akşam bana bir şeyler gösterecekmiş.”
“Anladım.”
“Ben anlamadım, sen ne anladın acaba?”
“Seninle vakit geçirecek işte, ne var bunda anlaşılmayacak?”
“Sen ne yapacaksın akşam?”
“Eve gidiyorum.”
“Selçuk’la buluşmuyor musun?”
“İşi varmış.”
“Anladım. Hadi biraz çalışalım.”
“Erken bitsin diye mi?” Az önceki konuşmayı anımsatıyordu.
“Evet, her durumda bitsin istiyorum, çünkü ne yapsam
beğendiremiyorum.”
“O senin suçun değil. Bence son onayı verecek olanın
müşkülpesentliği!”
“Bence de.”
*****
7. katta kimse yoktu. Saat altı buçuk olmuş ama hala Şûra
gelmemişti. Birkaç dakika bekletip sabahki olayın intikamına devam edeceğini
düşündü. On dakika geçtiğinde telefon aramaya başlamıştı. Dahili hattı
çevirdiğinde kimse yanıt vermedi. Gitmiş miydi? Tamam demişti! Söz verdiği
halde ekecek biri değil gibi düşünüyordu. Acaba yanılmış mıydı? Cep telefonunu
neden almamıştı ki? Aklına Selçuk’u aramak geldi. O Zuhal’den alır, kendisine
verir, böylece ulaşabilirdi. Tam cep telefonunu çıkartmış numarayı tuşlamıştı
ki asansörden çıktı Şûra. Selçuk da yanıtlamış olunca, “Tamam, sorun kalmadı!”
dedi ve kapattı.
“Sorun mu? Ne sorunu vardı?”
“Geciktin!”
“Arkadaşlarım bekliyordu. Onlarla biraz lafladım.”
“Off, hala mı? Özür dilerim.”
“Yok yok bu kez şaka yaptım. Bizim grup yeni çıkabildi.
Patron son verdiğimiz tüm grafikleri iade etti ve yeniden hazırlamamızı istedi.
Beğendiremiyoruz bir türlü. İlk kez bu kadar uğraşıyoruz.”
“Eninde sonunda olacak ve işler bitecek.” Bu söylediğini
sevmemişti. Şimdi iki kat aşağıda çalıştığını biliyor, istediği an
görebileceğinin rahatlığını yaşıyordu. İş bitince… Düşünmek istemedi. Daha en
az iki ay orada olacaklardı. “Hadi gel şimdi bunları konuşmayalım. Sana bir iki
şey göstereceğim.”
Girdikleri yer, bir sürü madalya, kupa ve fotoğraflarla
doluydu. Kuruluşundan beri kazanılmış ödüllerin ya kendileri ya resimleri
vardı. Bireysel ödüller, takım halindeki başarılar duvarlar dolusu belge ile
gözler önüne serilmişti.
“Ne kadar çok!”
“Bu sene en az üç dört tane daha eklenir.”
“Senin daha önce kazandığın ödülün var mı?”
“Ben burada yeni sayılırım. Ama önceden de basketbol
oynuyordum. O zamanlardan evet şampiyonluklarım var.”
“Golf turnuvası, kayak, kano, yüzme… Ne kadar çeşitli spor
dalı var. Bunları banka destekliyor mu?”
“Evet, teşvik ediyor. İnsan olmak öncelikli.”
“Bu taş bana mıydı?”
“Robotlar da taş atar!”
Bir başka salona geçtiklerinde el sanatları sergisi vardı. El
işi yapan kişilerin adları ve şube bilgileri ile sergilenmekteydi. Nakıştan,
ahşap oymaya, cam işçiliğinden çiniye kadar çeşit çeşit el işi ürün
sergileniyordu.
Üçüncü salonda resimler ve heykeller vardı. Üstelik önceki
resim ve heykellerin de katalogları yine orada sergileniyordu. Saatlerce inceleyebilirdi.
Keşke daha önceden bilseydi burayı. Bazı yağlıboya tabloları alıp evine
götürmek isterdi. İçlerinde kaybolacağın güzellikteki resimleri yapanların
isimlerini not etti. Sergi açarlarsa mutlaka gidecekti.
“Daha gözüme sokup ‘utandın mı?’ diye soracağın güzellik var
mı?”
“Utanman için göstermiyorum. Sadece işimiz gereği dış
görüntümüzle değerlendirdiğini anlamanı istiyorum.”
“İlk salonu gezerken anlamıştım zaten. Sanırım benim asıl
tepkim kıyafetlere. Bizi de sizler gibi giyinmeye zorlayacaklar sanmıştım. O
sinirle tüm takım elbiselere gıcık oldum.”
“Hala gıcık oluyor musun?”
“Sence?”
“Bana pek gıcık gıcık bakmıyorsun ama yine de fazla
güvenmemek lazım.”
“Başka salon var mı? Turu bu akşam bitiremeyeceksek ben
artık gitsem?”
“Yoruldun mu?”
“Acıktım.”
“Ben de acıktım. Bir salon daha var. Ondan sonra çıkıp bir
şeyler yiyelim, olur mu?”
“Olur tabii.” Ne kadar kolay geliyordu onunla zaman
geçirmek, programlar yapmak ve bunu yaparken bir adım sonrasını düşünmemek. Olağanmış
gibi, hep bunu yapmak istiyormuş gibi…
*****
“Yemeğe mi gittiniz? Oooo çok iyiymiş bu!”
“O kadar açtım ki, surat yapamadım.”
“Zaten niyetin yoktu, boşuna inkar etme.”
“Ne inkar edeceğim? Çok güzel vakit geçirdik. Eğlenceli,
konuşkan ve bir minik itiraf, takım elbisenin çok yakıştığı biri.”
“Sen ve takım elbise? Eyvah eyvah, ateş bacayı sarmış!”
“Ateş beni sarmış olsa da onu pek sarmamış gibi. Bak Selçuk
seni hemen bankanın yemeğine çağırdı. Serkan’ın aklına bile gelmedi. Demek ki
başkasını götürecek.”
“Sen o akşama bilet aldığını söylemedin mi adama? Nasıl
davet etsin seni?”
“Yine mantıklı açıklamalar yapma. O davet eder, ben önceden
alınmış biletim olduğunu, son gösteri olduğunu, , turneye çıkan oyunu çok merak
ettiğimi, bir daha izlemek için üç ay beklemem gerektiğini falan söylerdim.”
“Tüm bunları söylemek için hazırlık yapmışsın ama adam da o
akşam dolu olduğunu bildiği için susmuş.”
“Öyledir değil mi? Başka birini götürmez herhalde.”
“Götürürse ben görürüm. Böylece sen de boşa hevese
kapılmamış olursun.” Zuhal, son derece ciddi vermişti yanıtı. Arkadaşının gözlerinden
alev çıktığını görünce gülümsedi.
“Senin kadar sinir bozucu bir arkadaşı hak edecek ne yaptım acaba?”
“Tamam, başkasını getirirse sen üzülme diye söylemem.” Yine uğraşıyordu.
Aldırmadı bu kez Şûra. “Öyle bir şey yaparsa bana mesaj atarsın. Oyunun
bitmesini bekleyemem. Ölürüm meraktan.”
“Tamam, öyle yaparım.”
*****
Hafta sonu bankada çeşitli toplantılar vardı. Serkan da
onlara katıldığı için görüşememişler, akşamları telefonla konuşarak vakit
geçirmişlerdi. Sesi yorgun geliyordu. Şûra uzun konuşmak yerine dinlenmesi için
kısa konuşmayı seçmiş, bu kez de Serkan ne olduğunu anlamadığı için bozulmuştu.
“İşin mi var? Bir yere mi gidiyorsun?”
“Aslında bu akşam bir partiye davetliydim. Canım istemediği
için gitmedim.”
“Fikrini mi değiştirdin? Telefonu kapatınca gidecek misin?
Ben seni tutmayayım.”
“Yo değiştirmedim. Çılgın bir oje deneyeceğim. Başka işim
yok. Ama niye kapatıyorsun, ben konuşmak istiyorum dersen konuşurum. Hattın
ucunda uyursan da kızmam.”
“Uyursam mı?”
“Sesin çok yorgun geliyor.”
“Yorgunum.”
“Kapatalım, sen de dinlen. Yarın vakit bulunca ararsın.”
“Sen gerçekten beni düşünerek söyledin değil mi bunu?” onun
sesindeki merak eden, üzülen ve düşünen tonlamayı ancak ayırt edebilmişti. Aklındaki
olumsuz düşünceler geç anlamasına neden olmuştu.
Duygularını belli eden bir sesle yanıt verdi, Şûra. “Evet.”
“Anladım. Teşekkür
ederim. Ararım yarın. İyi bak kendine.”
“Sen de.”
*****
Pazartesi sabahı ikisi de kafeteryadaydı. Biri çayını diğeri
kahvesini yudumluyordu. “Özledim seni.”
“iki günde mi?”
“İki saatte…”
“İddialı bir süre!”
“Çok gerçekçi bir süre!”
“Çalışırken ne yapacaksın?”
“Çalışabilirsem sorun yok. Çalışamazsam sebebi sensin!”
“Abartma, işe dalacak, yemeği unutacaksın.”
“Sene sonu işler gerçekten çok. Senin burada olduğunu,
çalışıyor olduğunu bilmek biraz daha iyi hissettiriyor. Uzak olunca aklım sende
kalıyor.”
“Rahat rahat çalış. Benim de işim çok. Hafta sonu evdeydim
ve bir sürü yeni fikir gelişti. Bu kez beğenecek… Gerçekten niye beğenmiyor
acaba? Bizim işleri onaylayan kişiyi tanıyor musun?”
“Tanıyorum.”
“Hep böyle uy… Kılı kırk mı yarar?”
“Evet biraz zor beğenir. Uyuz mu diyecektin?” Gülüyordu.
Gülmek çok yakışıyordu. Mavi gizlerine kadar ulaşıyordu gülüşü… soğuk renktir
mavi diyenlerin bu gözleri görmediğinden emindi. Sıcacık bakıyordu. Zorla toparladı
yine kendisini. “Duymamış ol… Bu kez beğenecek.”
“Sonucu bana bildir.”
“Tamam.”
“Öğlen görüşürüz. Benim yine toplantıya gitmem lazım. Eğer
öğlen yemeğine gelemezsem bil ki bitmemiş toplantı. O zaman konuşur, çıkışta
bir şeyler yaparız.”
“Anlaştık.”
*****
Oyuna iki gün kalmıştı ve hala yanına bir arkadaş
bulamamıştı. Herkesin ya katılacağı bir yemek, ya da bir davet vardı. En son
gelirim diyen arkadaşı sabah aramış ve çok hasta olduğunu doktorun dört gün
rapor yazdığını söylemişti. Yeni yıla yatakta girecek olmak ceza sayılacaksa
arkadaşı kendisini ekmenin cezasını çekecekti. Çok mu kötü olmuştu? Aslında kızdığı
arkadaşı değildi. Bunu konuşmuş, Serkan ben gelirim dememişti. Şirket yemeği
daha önemliydi.
Bürodakilere kim gelmek ister diye sordu. Beş kişi gelmek
isteyince işler karıştı. Sesler yükselince herkesi susturdu.
“Bir soru soracağım, bilen gelir.”
Yirmi kişinin hepsine aynı anda mesaj atabiliyor olması çok
iyiydi. O gün o kadar soğuktu ki, altında yünlü bir çorap tayt, taytın üstünde
yine yünlü kumaştan bol paça olarak inen bir pantolon vardı. Ayağında üç çift
çorapla hala parmakları üşüyordu. pantolonun belinde kalın üç tur atan kumaş
kemeri vardı. Üstünde yine üç kat üst üste giydiği kazak ve kışlık ceketi
vardı. Ceketin de etek kısımları boldu. Kılığını tamamlayan kulaklarını kapatan
bir ince şalı saçına dolamıştı. Binanın içi sıcak olsa da o kat kat giyinmekten
şikayetçi değildi. Böyle zamanlarda hasta olmaktan korkardı. Bu kadar sıcak
binada bu kılık fazla gelmiyorsa korkuları gerçek olabilirdi. Ürperti
gelmesinden hiç hoşlanmayıp hemen kafeteryaya indi. Su bardağında ıhlamur
istedikten sonra bol limon ekledi.
“Hasta mı oluyorsun yoksa?”
“Bu sürpriz oldu. Kahve molası mı?”
“Evet. İşin var diye aramadım. Toplantı on beş dakika sonra
devam edecek. Seni görmek iyi geldi.”
“Bana da. Biraz içim ürperiyor. Ihlamur içersem geçer diye
düşündüm.”
“İyi yaptın. Kahve alıp geliyorum.” Yanından geçerken elini
alnına koymuş, ateşi olmadığını anlayıp gülümsemişti. Karşısına oturduğunda
üstündekilere daha dikkatli baktı. “Moda katalogundan fırlamış gibisin. Saçındaki
bant ne kadar hoş olmuş. Başka bir havan var. Neydi o saçın adı? Rasta mıydı?
Ondan yaptırsan süper görünürmüşsün.”
“Sen rastayı nereden biliyorsun?” Gözlerini kocaman açıp
baktığının farkında bile değildi.
“Yine başa mı sardık?”
“Niye?”
“Rastayı bilmem niye tuhaf geldi. Robot bankacıya dönüş mü
yaptım?”
“Hayır, genelde erkekler bilmez pek saçla ilgili şeyleri.
Üstelik senin saçların rasta için epey kısa.”
“Kendimi bankaya o saçlarla gelmiş düşünemiyorum bile.”
“Ben de düşünemiyorum.”
“Dalga mı geçiyorsun sen benimle? Çok ayıp? Tüm karizmam
yerle bir!”
“Hiçbir şey olmaz karizmana.” Telefonu çalıp Zuhal gelmesini
isteyince bardağında kalan ıhlamuru da içip bitirdi. “Çıkmam lazım. Kolay
gelsin sana. Görüşürüz.”
“Dikkat et kendine. Kötü olursan eve gidip dinlen. Hasta
olursan tiyatroyu kaçırırsın.”
“Şimdi bile daha iyiyim. Sağ ol.”
*****
Öğleden sonra gelmek isteyen kişilere soracağı soruyu
bulmuştu. Toplu e-posta atacaktı. Böylece kim bilirse onunla gidecekti oyuna.
Sevgili arkadaşlar,
Çarşamba akşamı sahnelenecek oyuna benimle birlikte gitmek isteyen
arkadaşlar. Bileti hak etmek için gereken tek şey aşağıdaki soruyu yanıtlamak.
Sağ ve sol kulağımda kaçar tane delik var?
e-postayı yolladıktan sonra gülerek arkasına yaslandı ve
yanıtları beklemeye başladı. Zuhal hariç herkes kendisine bakıyordu. Zuhal ise
gözünü ayırmadan ekrana bakıyor ve gözlerini kırpıştırıyordu.
“Eyvahhhh”
“Ne oldu?”
“Sen bittin!”
“Ne oldu, söylesene, korkutma beni!”
“Ne olacak, bize yollayacağın mesajı tüm genel müdürlük
personeline yollamışsın”
“Neeee?”
“Aklın neredeydi acaba?”
“Off, bir önceki toplu mesajı okudum. Herkese tek seferde
yollayayım dedim ve kendi adresimiz yerine bankanın adresini seçtim. Aferin
bana!” ekrana bakarken parmakları hızla hareket ediyordu.
“Umarım büyük sorun olmaz. Sen şunu geri almaya çabala. En
azından henüz okumamış olanların görmesini engellersin.”
“Sen söyler söylemez yaptım.”
“Her gelen mesajı anında okuyanlar açmıştır çoktan. Fakat
büyük çoğunluk görmemiş, duymamıştır.”
“İnşallah öyledir. Serkan toplantıdaydı. O da okumamıştır.”
Yanılmıştı. Toplantı bitmiş, odasına gitmiş olan Serkan,
e-postasına gelen, yollayıcı adında Şûra Gerçek yazan e-postayı çoktan açmıştı
bile. Yazılanların yanlışlıkla kendisine, hatta tüm genel müdürlük
çalışanlarına yazılmış olduğunu görünce bozulmuştu. Sonra bunun hata ile
olduğunu anlamış ve gülmeye başlamıştı. Onun da aklı karışık olmalıydı. İyi de
niye soru sorma gereği duymuştu? Yanıt zor değildi. Büyük ihtimal bir sürü kişi
onunla gitmek istemiş, o da aralarından birini seçemediği için böyle bir soru
sormuştu. Kendisini davet etmeyi düşünmemiş miydi? O akşam bankanın yeni yıl
yemeği ve partisi vardı. Bunu bildiği için davet etmemiş olmalıydı. Aslında ilk
konuştuklarından beri birlikte gitmek istediğini belli etmeyi düşünmüştü. Kiminle
gideceğini bilemediği bir gece için kendisini ortaya atmaktan son anda
vazgeçmişti. Şimdi ise yanında olacak kişi bir sorunun doğru yanıtı ile
belirlenecekti.
Sorunun yanıtını biliyordu… Yazmayacaktı. Kendisine yarım
ağız bile gel dememişti.
“Seninki ne yapıyor?”
“Kim benimki?”
“Şûra tabii ki!”
‘Benimki’ kelimesi Şûra için kullanılınca kulağa çok hoş
geliyordu. Onun içinde ‘benimki’ olmuş muydu acaba? “Ne yapmış?”
“Haaa seninki olduğu konusunda itirazın yok!”
“Olması mı lazım? Ne demek istiyorsun?”
“Eyvahhh, kıskançlıklar başlamış. Bir şey demek istemiyorum.
Tüm binaya mesaj atmış, kaç delik varmış kulağında. Bilenle bir yere
gidecekmiş.”
“Eee ne var bunda? Belli ki yanlışlıkla yazdı herkese.”
“İyi de bizim kattakiler bile tahmin yürütüp yanıt yazıyor.”
“Ne? Kim yazıyor?” Odadan çıkacakken Selçuk durdurdu. “Ne
hakla karışacaksın? Bırak yazsınlar. Sen farklı bir yol dene.”
“Neymiş o?”
“Telefon aç, söyle. Tabii biliyorsan.”
“Elbette biliyorum. Ama aynı zamanda gidecek kimse yok diye
dert yandığı halde, bana gel demedi, onu da biliyorum.”
“Kadın gibi trip atmayacaksın değil mi?”
“Ne tribi? Gerçek bu.”
“Yani sen, davet etse yemeğe gelmeyecek onunla tiyatroya
gideceksin!”
“Bir yol bulunurdu. Düşünmedi bile bence. ”
“Sen düşünmesini sağla o zaman.”
“Kendini zorla davet ettir diyorsun.”
“Soru herkese sorulmuş, büyük ihtimalle bir sürü bilen
arasından sen seçileceksin ama şansını denemiyorsun.”
Bunun şans denemekle ilgisi yoktu. Bir sürü erkeğin
yazacağından emindi. Selçuk haklıydı. Sinir olacağına tedbirli olacaktı. “Kimsenin
bileceğini sanmıyorum.”
“Neden?”
“Anlarsın şimdi.”
Telefonu kaldırdı, dahili numarayı tuşladı. İkinci çalışta
açıldı. Sesi berbattı.
“Doğru yanıtı veren oldu mu?”
“Çok moralim bozuldu. Nasıl yaptım böyle bir hatayı?”
“Merak etme, hemen her personel bir kere bu duyguyu
yaşamıştır.”
“Herkese yollanmış bir mesajı okuyordum. Adrese nasıl onu
yazdım anlamadım.”
“Kafanı karıştıran bir şey vardır.” Onun olayı hafifletme
çabası işe yaramış, az önceki hayata küsmüş Şûra, hayata dönmüştü. “Biri var.”
“Kimmiş o?”
“Tanımazsın.” Nihayet gülüyordu. Serkan rahatladı. “Tamam o
zaman. İlk soruma döneyim. Doğru yanıtı veren oldu mu?”
“Hayır.”
“Ciddi misin?”
“Evet, bir Zuhal biliyor, o da zaten gelemediği için böyle
oldu işler.”
“Beni neden çağırmadın?”
“Bankanın yemeği var, sen de beni çağırmadın.” Kırgındı bu
konuda. Saklamıyordu. Gidemese bile o daveti beklediği açıktı.
“Tiyatroya biletin var…” O da kırgındı. O da davet
beklemişti.
“Offf ikimizin de planının farklı olması ne kötü.”
Uzatmayacaktı. Kötü zamanlamaydı. Başka bir nedeni yoktu, sadece kötü
zamanlamaydı!
“Doğru yanıtı verirsem, önce benimle yemeğe, sonra birlikte
tiyatroya gider miyiz?”
“AAAAA süper fikir. Yetişir miyiz?”
“Yetişiriz.”
“Tamam. Ama olmaz ki, bir soru var ortalıkta. Yanıtı
verirsen ancak olur. Soruyu sormadan önce konuşsaydık sorun olmazdı ama şimdi
yanıt almam şart. Haksızlık edemem kimseye.”
“Sen damara basma konusunda bu kadar tecrübeyi nereden
edindin acaba?” Eski sevgililerden diyecek diye bir an soluğunu tuttu. Mutlaka etkileri
vardı ama yanıt daha basitti. “Üç erkek kardeşten.”
“Üç mü? Az bile yapıyorsun o zaman.”
“Yanıtı alayım.”
“Hiç.”
“Ne?”
“Hiç delik yok kulaklarında… Sen diğer tür küpelerden
takıyorsun. Klipsli olanlardan.”
“Bildin.”
“Aksini mi düşündün? Çok ayıp.”
“Dikkatlisin”
“Evet, sadece özel olanlar için.”
Selçuk, bu cümleden sonra gülmüş, el sallayıp odadan
çıkmıştı.
“Teşekkür ederim.”
“Hadi şimdi şu sopalık adamlara, hatalı mesaj yolladığını
bildir de beni kızdırmasınlar.”
“Bir tane daha mı atmam lazım?”
“Evet, yoksa her ihtimali deneyecek bir sürü adam
tanıyorum.”
“Ben mesajı iptal edene kadar ne çok insan okumuş.”
“Çoğunluğun, benim gibi e-posta ekranı açıktır. O yüzden
hemen okumuşlardır. Talimatlar çok hızlı ulaşmalı. Neyse artık dert etme.”
*****
30 aralık sabahı henüz Serkan ile Selçuk gelmemişti. Şûra,
Zuhal’e o gece gördüğü rüyayı anlatıyordu.
“o kadar parlak bir güneş vardı ki gözlerim kamaşıyordu. Arkamda
muhteşem bir çam ormanı vardı. Kumlar sıcak, deniz pırıl pırıldı. Tam üstümdekini
çıkarttım…”
“Devamını anlatma, yabancı kulaklar bizi dinliyor.”
Şûra şaşkınlıkla bakınınca yanında dikilen Serkan’ın
dehşetle açılmış gözlerini gördü.
“Ne?”
“Ne demek ‘ne’. Sen çıp…” Soramadı. Selçuk da yanındaydı ve soruyu
tamamlamak o an imkansızdı.
Kravatına asılıp başını kulağının hizasına kadar eğdi. “Çıplaklar
kampındaydım, etraf bir sürü…”
“Susar mısın?”
“Gel otur da devamını anlatayım.”
“Hayır, anlatma. Sonra anlat.. Yok yok anlatma. Ben yoksam
hiç anlatma.”
Selçuk ile Zuhal ikisinin haline gülerken onlar ciddi
yüzlerle bakıyorlardı.
“Üstümde bikinim vardı ve su enfesti.” Sustu, güldü ve
ekledi. “Sen ne kadar fesat çıktın böyle.”
Zuhal, lafa karıştı. “Sanırım son altı ay içinde dinlediğim
tek normal rüyası buydu. İlk kez cinayetler, kanlar olmadan bir rüya görmüş.”
“Mutlu ve huzurlu bir uyku uyudum.”
“Ne oldu diye sormayacağım.” Zuhal, arkadaşının mutlu
olduğunu görebiliyordu zaten. Kendisi de mutluydu.
“Sorma.”
Serkan yine kulağına eğilmiş, “Mutluluk nedenin olmak
istiyorum.” demişti. Yanıt, kısa ve basitti.
“Oldun bile.”
*****
30 Aralık günü, bitmez bir güne dönüşmüştü. İşlerin
yoğunluğuna, akşamki program yoğunluğu
da eklenmişti. Önce yemeğe gittiler. Genel Müdürlük binasına yakın bir yer
tutulmuştu. Kalabalık salon onu ilk kez güzel bir elbisenin içinde görüyordu. Zaman,
mekan ve ortam… Her zaman kotlarla, salaş kılıklarla gördükleri ekibin iki
üyesi o akşam çok farklıydı.
“Birkaç gözü oymadan masamıza geçelim.” Serkan, bordo
tuvalet içindeki genç kadına beğeni dolu bakışlarla bakıyordu. Ne renk
giyeceğini sormasının nedeni olan bordo kravat ve mendili ile daha da şıktı. Uyumlu
oluşları çok hoşuna gitmişti. Bunu düşünecek kadar ince bir erkekle birlikte
olmak başlı başına keyifti.
Saçlarını toplamış, kulaklarını özellikle boş bırakmıştı. Soruyu
okuyanların direkt kulaklarına bakacaklarını biliyordu.
Boynunda su damlası şeklinde inci kolyesi vardı. Takmaktan keyif
aldığı tek gerçek takı inciydi. Onun bile çok zor şartlarda çıkartılmasına
üzülüyordu. Yine de görüntüsündeki sadelik, hayatının hareketliliği ile
muhteşem bir tezat oluşturuyordu. Belki de zıtlıkları sevdiğinin bir
göstergesiydi. Kabuğun içinde saklanan hazine gibi…
Yemekten erken ayrılmış, o gecenin yaşanmasına neden olan
oyuna gitmişlerdi. Ucu ucuna da olsa yetişmiş, yerlerine oturduktan on saniye
sonra birleşen ellerle, sık sık kulağa fısıldanan tahminlerle izlemişlerdi
oyunu. Tüm o koşuşturmaya değer bir final ile bitmiş, oyuncular ayakta
alkışlanmıştı. Tahminlerinin yarısından
çoğu tuttuğu için kendileri tebrik ettiler.
Serkan, tiyatroda tuttuğu eli, eve gidene kadar bırakmadı.
Arabadan inmeden önce bir itirafta bulundu.
“Senin şu bir türlü onaylanmayan grafiklerin var ya…”
“Ne olmuş onlara?”
“Onaylamayan…”
“Benim demeyeceksin değil mi?”
“Yok, ben değilim.”
“E kim o zaman?”
“Babam.”
“Baban mı?” Bunu hiç beklemiyordu. Sahibin kim olduğu onu
ilgilendirmezdi. Zaten onlar yöneticilerle çalışıyordu. “Bu banka aile bankası
mı?”
“Sayılır. Selçuk da halamın oğlu. Ama ikimiz de eğitimini
aldık işimizin. Babamız sağ olsun diyemiyoruz pek. Seni üzdüğünün yüzlerce
misli, bizi üzüyor. ”
“Ciddi misin?”
“Şakaya benziyor mu?”
“Baban neden onay vermiyor? Gerçekten beğenmiyor mu?”
“Bunu söylediğimi bilmesin.”
“Söz, söylemem.”
“İlkini gerçekten beğenmemiş. Ama sonra yapılanı çok
beğenince, daha da iyisini yaparlar bunlar, demiş.”
“Baban beni deli etti. Beğenmedikçe kendimi paraladım. Meğer
iyinin de iyisini istiyormuş. Kendimle yarışıyorum desene.”
“Her seferinde kendini geçiyorsun. Bizim genel prensibimiz,
her hedef, kendini geçmek için verilir.”
“Zorlamayı seviyorsunuz.”
“Kesinlikle. Ama zorlamadan yapmak istediğim bir şey var.”
“O ne?”
Söylemedi, gösterdi. İlk kez öptüğünde yavaş, tepki bekler,
kendini dizginler şekilde hareket ediyordu. İkincisinde tepki beklemiyor, biraz
kendini dizginliyordu. Üçüncüsünde ikisi de nerede olduğunu unutmuştu.
*****
Bir sene sonra aynı gün şirket yemeği yerine düğünlerini
yapıyorlardı. Aynanın karşısına geçmiş son kontrollerini yaparken kulağındaki
inci küpelerine dokundu. Nihayet kulaklarını deldirmişti.
“Çok yakıştılar.”
“Biliyorum. Benim gibi birine inci küpe takmanın bu kadar
yakışacağını düşünmezdim.”
“Ben de yeni bir dövme yaptırmak isteyeceğimi sanmazdım.
Senin adının yanına ilk bebeğimizin adını yazdırmak için sabırsızlanıyorum.”
“Seni sevdiğimi söylemiş miydim?”
“En son on dakika önce söylemiştin.”
“Çok zaman geçmiş.”
“Bence de.”
“Kulağımda kaç delik var?”
“Şimdilik toplamda beş tane… Her biri için onlarca yıl
seveceğim seni.”
“En az elli yıl.”
“En az…”
SON
Herkese mutluluk, huzur, sağlık ve aşk dolu bir yıl diliyorum.
Sevgilerimle.
Sevgilerimle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder