1.Bölüm
Bir yıl önce
Genç kız, yalının dönerek yükselen merdivenlerinden önce orta
kata, daha sonra da kardeşi ile ortaklaşa kullandıkları üçüncü kata çıktı.
Babaları on sekizinci yaş günlerinde bu katı ikiye bölerek ayrı daireler
şekline getirmeleri için mimarlara çok para vermişti. Hâlâ aklına estikçe 'O
paraya ikinize yeni birer daire alırdım' diyordu. Tarihi eser özelliği olan
yalının dışında değişiklik yapılamıyordu. Zaten kimsenin de bu güzelliği
bozmaya niyeti yoktu. İçeride yapılanlar da tarihe uygun olmak zorundaydı.
Tamamen birbirinin aynı olan iki bölüm arasındaki antika halının
üstüne basmak yerine etrafından dolaştı. Evde o kadar antika eşya varken sadece
bu halıya bu kadar özen göstermeleri komik kaçıyordu. Kızlarının bunu yaptığını
bilmiyordu babaları. On üç yıldır, yani yalıya taşındıkları ilk gün başlayan
oyun hala devam ediyordu. Temizlemek amacı haricinde kimse bu halıya
basamamış, bu da artık oyundan çıkıp kural olmuştu. Zaten oyunlarla dolu
bir hayatları vardı. Kardeşlerin ne zaman bir oyun içinde olduğunu bir kişi
hariç kimse anlayamazdı. Babalarını henüz kandıramamışlardı.
Halının sınırları bittiğinde odaya ulaştı. İki insan boyundaki
orijinal masif kapıların üzerindeki işçilik göz kamaştırıyordu. Oymalarla dolu
kapıların güzelliği karşısında her seferinde nefesi kesiliyordu. İş gereği bir
sürü usta ile çalışıyorlardı. Bugünün teknikleriyle bile bu kadar güzel
bir ürün ortaya koyacak çok az kişi bulunurdu. Tek kusuru vardı kapıların. Çok
ağırlardı. Zayıf denilecek incelikte olan kızların bu kapıları açma çabaları
bir nevi spor sayılmalıydı. Spor… üç gündür spor odasına uğramamış olmanın
vicdan azabını bir tarafa bırakıp ağır kapıyı yavaşça açtı.
Çok yüksek tavanlı odalara uygun bu büyük kapıların son tadilatta değiştirilmemesini
isterken akılları neredeydi acaba? Elbette ki tarihi eserlere olan saygıları
buna engel olmuştu.
Aradan geçen yedi senede birkaç kez renkler, mobilyaların bazıları
değişmiş, ihtiyaç olanlar eklenmişti. Bu yıl renkler kum rengi ile gül kurusuna
dönmüştü. renkler değişebilir, mobilyalar değişebilir ama evin özünde var olan
tarih ve eserleri asla değişemezdi. Düşüncelerini az sonraki görevine
hedeflerken bir yandan da gülmeye başladı.
Ağır ağır açtığı kapıya bir an üzgün gözlerle bakıp fısıldadı. 'üzgünüm'.
Sonra da ağır, masif, işlemelerle dolu kapıyı büyük bir gürültü ile
kapattı.
Olan kapıya olmuş olabilirdi ama yatakta tek bir kıpırtı bile olmamıştı.
Belli ki tedbir almış, başını yine yastığın altına sokmuştu Mine! Elbette
sadece yastıkla alınmış tedbir de yeterli değildi. Kardeşinin o kadar
gürültüde bile uyanmamış olması iki nedene bağlanabilirdi. Ya çok geç yatmıştı
ki bundan kesinlikle emindi, ya da çok içmişti ki bundan da emindi. Birlikte
gittikleri bir partiden Sedef, Jale ve Banu ile dönmüş, Mine, Bora
ile kalmıştı.
Bora, ilk başlarda illa kızlardan biri ile çıkmayı düşünmüş, sonra arkadaş
olarak kalmalarının daha güzel olacağına karar vermişti. Bunu hiç saklamaz,
arada magazincilerin sorularına, ‘Onları ayırt edemeyince hışımlarından korkup
arkadaş kalmaya karar verdim. Bakmayın bu kadar masum durduklarına elleri çok
ağır.’ diye yanıt verirdi. Bora Taşkın'ı tanıyanlar onların arkadaş
olduklarından zaten emindi.
Jale Belkız ve Banu Şencan ise ikisinin de anaokulundan beri arkadaşıydı.
Üniversitede yolları ayrılana kadar tüm okul tercihlerini ortak yapmışlardı.
Zaten kolej eğitimi almamaları kabul edilir bir şey değildi. Ailesinin kökleri
üst tabakanın cemiyet diye sınıflanan kısmına ait olan kızların, hayatları
aslında bir şekilde planlanmıştı. ikizlerin de aynı cemiyete kabulü ile
arkadaşlıkları onay almıştı. Yazılı olmayan bu kuralların, hak eden aileler
için genişletilmesi her zaman için geçer kabul görmüştü. Bunda babalarından çok
geçen hafta ölüm yıl dönümü olan dedelerinin payı büyüktü. Bigadiç’deki anma
yine çok duygu yüklüydü. Bir de her şeye burnunu sokan birileri olmasa…
Sedef, ikizinin kendisi ile aynı olan odasında yatağa doğru ilerlerken
Bora’nın canına okumayı düşünmeye başlamıştı. İkizlerin aksine, ne Bora, ne de
Jale ile Banu çalışmıyordu. Sosyal faaliyetlerin, defilelerin, yardım
derneklerinin yoğun temposundan vakitlerinin kalmadığını söyleyen arkadaşlarına
hak veriyorlardı. Bir ara işe başlamak yerine onlar da böyle bir hayatın içinde
olmayı düşünmüş, ama babalarının ‘oğlum yok, iş size kalacak, koca bulana kadar
herkes çalışacak’ demesi ile hayatlarına yeni bir yön vermişlerdi.
Aklının bir köşesine Bora'yı daha az içmeleri konusunda uyarmayı da yazıp o
kadar gürültüde bile uyanmayan kardeşinin yatağına yaklaştı. Kendisininkilerle
aynı renge sahip saçların yastığa ve kardeşinin yüzüne dağıldığını
görebiliyordu. İkisinin arasında şu an bariz fark vardı. Sedef, duşunu
almış, saçlarını özenle kurutup zamanın büyük kısmını harcamış, sonra da
tepesinden aşağı doğru salınan güzel bir at kuyruğu ile toplamıştı.
İkisinin saçları da bellerine kadar iniyordu. Küçük
perçemlerin yüzlerine çok yakıştığını fark ettiklerinden beri model olarak
bunu benimsemişlerdi. Annelerinin aksine saçlarının doğal renginde kalmasını tercih
ediyorlardı.
Keşke annelerinin tek çılgın tarafı saç rengini değiştirmek olsaydı!
annelerinin ailesi İstanbul’un köklü ailelerinden idi. Yıllar içinde ailenin
içindeki çürük yumurtalar çoğalmış, aile dağılmıştı. Anneleri ellerinde
kalanların bitmek üzere olduğunu anladığında babasının peşine düşmüş olmalıydı.
Elbette bu evin duvarları arasında bile dile getirilmeyen bir sırdı. Aralarında
tek taraflı bir aşk olduğunu, babasının bu duygularının da kısa sürede
bittiğini anlamak için bir iki flört yaşamak yeterli olmuştu.
Annelerinin, babası ile evlilikleri boyunca ve boşandıktan sonra ailelerine
yakışmayan hareketleri devam etmişti. Kendisi de iyi bir aileden
gelmesine rağmen, onlara layık bir hayat sürmemişti. Para harcama
konusunda hiç tutumlu olmamış, ailesi iflas ettiğinde bile alışkanlıklarından
vazgeçmemişti. Tüm bu davranışları onu cemiyetin sosyal hayatından her geçen
gün biraz daha uzaklaştırmıştı. Artık eskisi gibi davetlerde görüşemiyorlardı.
Ne zaman sorsalar, başka işi olduğu için katılamadığını söylese de davet
almadığını biliyordu ikizler.
Sedef, sinir bozucu düşüncelere daha fazla dalmak yerine görevine
odaklandı.
Mine halen uyuyordu. Uyandırılması ve çıkış saatinde hazır olmasının
sağlanması gerekiyordu. Kolundaki zarif saatine bakıp, evden çıkmak için
bir buçuk saatlerinin kaldığını görüp gülümsedi. En az bir saat daha uyumasına
izin verebilirlerdi ama bu evin kuralları vardı. Babası kardeşinin masada
olmasını istiyorsa o da masada olacaktı.
Babasından aldığı koyu duman rengi gözlerini halen başını yastığın altından
çıkartmadan uyuyan kardeşine dikti. Gülümseyerek bakıyor, 'Bu sabah nasıl
uyandırsam', diye hain planlar düşünüyordu. O henüz planlarını tamamlayamadan
dağınık siyah saçlar hareketlendi. Nihayet yastığın üstüne çıkan başa ve hemen
ardından hareketlenerek pikeye tekme atan bacaklara baktı. Kendiliğinden
uyanıyordu!
Sevinci kısa sürdü çünkü kardeşi hafif bir hırıltı ile derin uykusuna devam
etti. Uğraşmak yerine hemen harekete geçip uyandırmaya karar verdi. Elini omuzuna
koyup çok hafif salladı. Onun bu küçük hareketi atkuyruğu şeklinde topladığı
saçlarının sallanmasına, ardından yataktaki genç kızın yüzüne düşmesine neden
oldu. İstemeden de olsa kardeşinin yüzünü gıdıklamış ve uyanmasını sağlamıştı.
Homurdanan kızın arada savurduğu küfürleri duymazdan gelip, sakin bir tonla
konuşmaya başladı, “Mine, hadi canım kalk artık. Babam bekliyor ve sen
daha yataktasın. Kaçta geldin?”
Kendisininki ile aynı olan saçların arasından gözüken yine aynı renkteki
gözün biri açılmış, başındakinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Tanımış olmalı ki bir mırıldanma duyuldu ama ne dediğini anlaşılmadı.
“Anlamadım, ne diyorsun?”
Saçları yeniden yüzüne boynuna sürünüp bir kez daha gıdıklayınca yataktaki
kız kardeş o saçlara asılıp yavaşça çekti ve burnuna kadar yaklaşan yüze bakıp
sadece homurdandı.
Sedef neredeyse burnunu tıkayacaktı. Hâlâ alkol kokuyordu kardeşi.
"Offf tekila fıçısına mı düştün? Kalk hemen toparlan ve önce
dişlerini fırçala. Hatta iki kez fırçala."
Mine ise kendi baş ağrısından başka bir şey düşünemiyordu. Tabii bir de
ikizinin ne kadar iyi gözüktüğünü görüp içinden lanetler sıralıyordu. Ne vardı
ki o kadar içecek?
"Defol başımdan, senden nefret ediyorum."
Sedef saçlarını kurtarmış gülerek uzaklaşırken Mine de acınası bir sesle,
iki kişilik yatağın en uzak köşesine kaçmaya çalışıyor ve homurtular arasında
derdini anlatıyordu.
“Sabah dörtte geldim. Üç saatlik uyku ile işe gidemem. Babama hasta
olduğumu söyle.”
Sedef yüzündeki hain gülümseme ile kardeşine bakıp, “Babam, az önce, 'bana
hastalık mazereti saymasın hemen giyinip insin iki aspirin ile düzelir', dedi.
Sanırım anladın!”
Sedef, babasının kızlarını ne kadar iyi tanıdığını düşündü. Hangisi ne
zaman ne yapar ya da ne söyler hep bilmişti. Bir erkeğin kız çocuğunu bu kadar
iyi tanıması, üstelik ikizlerini karıştırmadan bu kadar iyi ayırt etmesi ve
anlaması belki de bir ilkti.
Mine yattığı yerden konuşmaya devam ediyordu. “Ben bu adamdan nefret
ediyorum, biliyorsun değil mi?” Mine'nin sesi daha iyi çıkmaya
başlamıştı. Uyanıyordu ve birazdan tamamen ayılmış olacaktı.
“Evet canım biliyorum. O da senden nefret ediyor. Kalk hadi.”
Kardeşinin kalktığını görene kadar odadan çıkmayacaktı. Camın önündeki
Koltuğa oturup bakışlarını dışarıya çevirdi. Sabahın yedisinde şehir uyanmıştı.
Bu manzaraya hayran olmamak mümkün değildi. Ortaköy sahillerine bakarak
yataktaki kıpırtıları bekledi. Nihayet kalkmıştı Mine. Duşun sesini duyana
kadar beklemeye karar verdi. O ses de gelince denizin üzerinde balık avına
çıkmış martıları izlemekten vazgeçti.
Sedef kardeşinin üstünden çıkarıp yere attıklarını toplayıp
görevlilerin alacağı bir noktaya koydu. Sonra ağır kapıyı açıp bu kez
kendine yakışanı yapıp yavaşça kapattı. Antika halının yine etrafından dolaşarak
kendi odasının aynı güzellikteki kapısını açıp içeri girdi. Odalar da kendileri
gibi tıpatıp aynıydı.
Çantasını, telefonunu ve tabletini alıp merdivenlere yürüdü. Bu
kez biraz daha yavaş hareket edebilirdi. Nasılsa daha en az bir-bir buçuk saat
evdeydiler.
Boğazdaki bu yalıya on üç yıl önce yani babası annesinden boşandıktan
sonra taşınmışlardı. Anneleri burada hiç oturamamış hatta misafir olarak bile
gelememişti. Kızlarını ne zaman görse bu konuyu açar, babalarına söz
geçiremediklerini, evi sadece dergilerden görebildiğini, oysa o evde kendi
hakkının da olduğunu söylerdi. Hepsi çok iyi biliyordu,
Binnur Canel'in ne o evde ne de başka bir şeyde ‘kızları ölene kadar’
tek kuruşluk hakkı yoktu. Bu bile kızların kendi miraslarının dağılımını
değiştirmeleri halinde mümkün değildi.
Sedef de, Mine de annelerinin ucunda para olan her konuda aç gözlü olduğunu
biliyordu. Onu olduğu gibi kabullenmek, olmayan bir kalıba sokmaktan daha az
yorucuydu. Küçükken anneleri için hep bir mazeret bulma çabasındaydılar. O
mazeretleri ararken hata yaptıklarını anlamaları için anneleri her seferinde
özel bir çaba gösterir, affedilen hatalarına yenileri eklerdi.
Kızlar boşanmadan sonra tüm o çabalarının aslında malumun ilamını
geciktirmekten öteye bir anlamı olmadığını görmüşlerdi. Şimdi herkes
birbirine hak ettiği kadar saygı ve sevgi gösteriyordu, ne eksik ne fazla!
Cemiyet haberlerinde yıllarca konuşulmuş olan boşanma, babalarının yeniden
evlenmesi ile son yılların yine manşet haberleri arasında yer almaya başlamıştı.
Bu da annelerinin yeniden popüler olmasına yaramıştı. Bir iki haberi çıkınca
etrafında yeni bir kitle oluştuğunu görmek de şaşırtıcı değildi. Özellikle genç
erkeklerin peşinde olmasından hep mutlu olmuştu. Annesi ile ilgili
düşüncelerini bölen duvarlardaki resimler olmuştu.
Sedef, üçüncü kattan ikinci kata inene kadar duvarlardaki orijinal
tabloları küçük bakışlarla taradı. Aslında hepsini ezbere biliyorlardı.
Babaları Türk ressamların tablolarını biriktirmeyi seviyordu. Onlara gereken
önemi de veriyordu. Tüm tablolar güvenlik sistemine bağlıydı. Ev zaten birden
çok güvenlik sistemi ile korunmaktaydı. Aynı zamanda hem yakın
koruma hem de şoför olan elemanlar da kişisel güvenlik
tedbiriydi.
Dedesinin yatırımlarının babası tarafından da devam ettirilmesi ile
bugünkü duruma gelinmişti. Aile hiçbir zaman fakir olmamıştı. Büyük büyük
babaları toprak zenginiydi. Dedesi o topraklardan payına düşenleri satmış, o
para ile İstanbul'da kendine bir iş kurmuştu. Sermayesi bol, gözü karaydı.
Sattığı topraklar içlerindeki maden ocakları yüzünden sonradan çok değerlenmiş,
dedesi onları elden çıkarttığı için duyduğu üzüntüyü hemen hepsini yeniden
satın alarak biraz yok etmişti. Birinci katın sahanlığında bu muhteşem adamın
büyük boy portresi yer alıyordu. Babası bu resmi yine ünlü bir Türk ressama
yaptırtmıştı. Babasına çok benzediği için kızlarına, benim resmime gerek yok,
yaşlanınca aynen böyle olacağım, ikimiz adına da buna bakın, diyordu.
Sedef, duvardaki gözlerinin içi gülen adama bakıp, "Güzel bir gün
dile bize büyükbaba. Şu ‘evlenin, dedeniz üzülüyordur’ diyenler var
ya, oralardan akıllarına girebiliyorsan, söyler misin, bizimle uğraşmasınlar.
Henüz evlilik düşünmüyoruz." dedi ve kendine gülerek en alt kata
indi.
Alt kat, diğer katların dekorasyonu gibi yenilenmişti. Değişmeyen
tek şey evin anılarını taşıdığı resimler ve antikalardı. Eski büyük oymalı
mobilyalar yerlerini çok daha rahat ve modern eşyalara bırakmıştı. Esra ve
kızlar Necdet Beyin tüm ısrarına karşın ayak diremiş ve istedikleri şekle sokulmasını
sağlamıştı. Bu salon ailenin bir arada mutlu saatler geçirdiği bir
yerdi. Diken üstünde otururmuş gibi yaşamak istemiyordu kimse. Evin
dört bir köşesinde olan antika eşyalar yeni mobilyalara da uyum sağlamıştı. Çok
aykırı olanlar farklı yerlere kaldırılmış, hatta bir kısmı depoya indirilmişti.
Babası, 'Her lokmamızı helal para ile aldık, babamın on sekiz saatten az
çalıştığını bilmem', diyerek anlatırdı dedelerini. Akılları böyle şeylere
ermeye başladığında gözleri ile de görmüşlerdi. Babalarından daha uzun süre
çalıştığını, bazen evde de uzun saatler ikisinin odaya kapandığını
hatırlıyordu. Kızlar liseyi bitirdiğinde dede artık işleri oğluna
bırakmış, kendisi yönetim kurulu başkanı olarak biraz daha uzaktan takip
etmişti. Her başları sıkıştığında mutlaka devreye girmiş ve tecrübelerini
paylaşmıştı. Sedef ve Mine böyle kurulmuş ve büyümüş bir holdingin
varisiydiler. Erkek torun olmadığı için dedeleri onların iş ile ilgili
konuşmalarda yanlarında olmalarını, zamanı geldiğinde emaneti hakkıyla yönetebilmek
için konulara aşina olmalarını ister, buna önem verirdi.
İkizi ile birlikte holding bünyesinde çalışmaya başlayalı beş yıl oluyordu.
Üniversiteyi bitirmeden başladıkları şirkette stajyer gibi iş yapmışlardı.
derslerden arta kalan zamanları artık iş başında geçmeye başlamıştı. Okulu
bitirdikten sonra babaları ile birlikte şirkete gitmeye başlamış ve
üniversitedeki hocalarından daha zorlu bir eğitmenden ders almışlardı. Küçükken
dedelerinden, büyüdükçe babalarından aldıkları eğitim birkaç üniversite eğitimine
bedeldi.
Yüzündeki mutlu ifade ile bahçeye çıktı. Mayısın son günleri daha da
sıcak geçiyordu. Artık yaz geldi demek mümkündü. Bahçe ve gökyüzü bunu
ispatlayacak canlı renkleri ile karşılamıştı onu. Çiçeklerin burnunu dolan
kokusu ile yiyeceklerle dolu masaya doğru ilerleri.
Kahvaltı masası güneşli sabahın en güzel manzarasıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder