7 Aralık 2015 Pazartesi

KORKUTAN MİRAS 1. Bölüm

1.Bölüm 

Bir yıl önce


Genç kız, yalının dönerek yükselen merdivenlerinden önce orta kata, daha sonra da kardeşi ile ortaklaşa kullandıkları üçüncü kata çıktı. Babaları on sekizinci yaş günlerinde bu katı ikiye bölerek ayrı daireler şekline getirmeleri için mimarlara çok para vermişti. Hâlâ aklına estikçe 'O paraya ikinize yeni birer daire alırdım' diyordu. Tarihi eser özelliği olan yalının dışında değişiklik yapılamıyordu. Zaten kimsenin de bu güzelliği bozmaya niyeti yoktu. İçeride yapılanlar da tarihe uygun olmak zorundaydı.
  
Tamamen birbirinin aynı olan iki bölüm arasındaki antika halının üstüne basmak yerine etrafından dolaştı. Evde o kadar antika eşya varken sadece bu halıya bu kadar özen göstermeleri komik kaçıyordu. Kızlarının bunu yaptığını bilmiyordu babaları. On üç yıldır, yani yalıya taşındıkları ilk gün başlayan oyun hala devam ediyordu. Temizlemek amacı haricinde kimse bu halıya basamamış, bu da artık oyundan çıkıp kural olmuştu. Zaten oyunlarla dolu bir hayatları vardı. Kardeşlerin ne zaman bir oyun içinde olduğunu bir kişi hariç kimse anlayamazdı. Babalarını henüz kandıramamışlardı.

Halının sınırları bittiğinde odaya ulaştı. İki insan boyundaki orijinal masif kapıların üzerindeki işçilik göz kamaştırıyordu. Oymalarla dolu kapıların güzelliği karşısında her seferinde nefesi kesiliyordu. İş gereği bir sürü usta ile çalışıyorlardı. Bugünün teknikleriyle bile bu kadar güzel bir ürün ortaya koyacak çok az kişi bulunurdu. Tek kusuru vardı kapıların. Çok ağırlardı. Zayıf denilecek incelikte olan kızların bu kapıları açma çabaları bir nevi spor sayılmalıydı. Spor… üç gündür spor odasına uğramamış olmanın vicdan azabını bir tarafa bırakıp ağır kapıyı yavaşça açtı.
Çok yüksek tavanlı odalara uygun bu büyük kapıların son tadilatta değiştirilmemesini isterken akılları neredeydi acaba? Elbette ki tarihi eserlere olan saygıları buna engel olmuştu.

Aradan geçen yedi senede birkaç kez renkler, mobilyaların bazıları değişmiş, ihtiyaç olanlar eklenmişti. Bu yıl renkler kum rengi ile gül kurusuna dönmüştü. renkler değişebilir, mobilyalar değişebilir ama evin özünde var olan tarih ve eserleri asla değişemezdi.  Düşüncelerini az sonraki görevine hedeflerken bir yandan da gülmeye başladı.

Ağır ağır açtığı kapıya bir an üzgün gözlerle bakıp fısıldadı. 'üzgünüm'. Sonra da ağır, masif, işlemelerle dolu kapıyı büyük bir gürültü ile kapattı.  

Olan kapıya olmuş olabilirdi ama yatakta tek bir kıpırtı bile olmamıştı. Belli ki tedbir almış, başını yine yastığın altına sokmuştu Mine! Elbette sadece yastıkla alınmış tedbir de yeterli değildi. Kardeşinin o kadar gürültüde bile uyanmamış olması iki nedene bağlanabilirdi. Ya çok geç yatmıştı ki bundan kesinlikle emindi, ya da çok içmişti ki bundan da emindi. Birlikte gittikleri bir partiden Sedef,  Jale ve Banu ile dönmüş, Mine, Bora ile kalmıştı.  

Bora, ilk başlarda illa kızlardan biri ile çıkmayı düşünmüş, sonra arkadaş olarak kalmalarının daha güzel olacağına karar vermişti. Bunu hiç saklamaz, arada magazincilerin sorularına, ‘Onları ayırt edemeyince hışımlarından korkup arkadaş kalmaya karar verdim. Bakmayın bu kadar masum durduklarına elleri çok ağır.’ diye yanıt verirdi. Bora Taşkın'ı tanıyanlar onların arkadaş olduklarından zaten emindi. 

Jale Belkız ve Banu Şencan ise ikisinin de anaokulundan beri arkadaşıydı. Üniversitede yolları ayrılana kadar tüm okul tercihlerini ortak yapmışlardı. Zaten kolej eğitimi almamaları kabul edilir bir şey değildi. Ailesinin kökleri üst tabakanın cemiyet diye sınıflanan kısmına ait olan kızların, hayatları aslında bir şekilde planlanmıştı. ikizlerin de aynı cemiyete kabulü ile arkadaşlıkları onay almıştı. Yazılı olmayan bu kuralların, hak eden aileler için genişletilmesi her zaman için geçer kabul görmüştü. Bunda babalarından çok geçen hafta ölüm yıl dönümü olan dedelerinin payı büyüktü. Bigadiç’deki anma yine çok duygu yüklüydü. Bir de her şeye burnunu sokan birileri olmasa…

Sedef, ikizinin kendisi ile aynı olan odasında yatağa doğru ilerlerken Bora’nın canına okumayı düşünmeye başlamıştı. İkizlerin aksine, ne Bora, ne de Jale ile Banu çalışmıyordu. Sosyal faaliyetlerin, defilelerin, yardım derneklerinin yoğun temposundan vakitlerinin kalmadığını söyleyen arkadaşlarına hak veriyorlardı. Bir ara işe başlamak yerine onlar da böyle bir hayatın içinde olmayı düşünmüş, ama babalarının ‘oğlum yok, iş size kalacak, koca bulana kadar herkes çalışacak’ demesi ile hayatlarına yeni bir yön vermişlerdi.

Aklının bir köşesine Bora'yı daha az içmeleri konusunda uyarmayı da yazıp o kadar gürültüde bile uyanmayan kardeşinin yatağına yaklaştı. Kendisininkilerle aynı renge sahip saçların  yastığa ve kardeşinin yüzüne dağıldığını görebiliyordu. İkisinin arasında şu an bariz fark vardı. Sedef, duşunu almış, saçlarını özenle kurutup zamanın büyük kısmını harcamış, sonra da tepesinden aşağı doğru salınan güzel bir at kuyruğu ile toplamıştı.  

İkisinin saçları da bellerine kadar iniyordu. Küçük perçemlerin yüzlerine çok yakıştığını fark ettiklerinden beri model olarak bunu benimsemişlerdi. Annelerinin aksine saçlarının doğal renginde kalmasını tercih ediyorlardı.

Keşke annelerinin tek çılgın tarafı saç rengini değiştirmek olsaydı! annelerinin ailesi İstanbul’un köklü ailelerinden idi. Yıllar içinde ailenin içindeki çürük yumurtalar çoğalmış, aile dağılmıştı. Anneleri ellerinde kalanların bitmek üzere olduğunu anladığında babasının peşine düşmüş olmalıydı. Elbette bu evin duvarları arasında bile dile getirilmeyen bir sırdı. Aralarında tek taraflı bir aşk olduğunu, babasının bu duygularının da kısa sürede bittiğini anlamak için bir iki flört yaşamak yeterli olmuştu.

Annelerinin, babası ile evlilikleri boyunca ve boşandıktan sonra ailelerine yakışmayan hareketleri devam etmişti. Kendisi de iyi bir aileden gelmesine rağmen, onlara layık bir hayat sürmemişti. Para harcama konusunda hiç tutumlu olmamış, ailesi iflas ettiğinde bile alışkanlıklarından vazgeçmemişti. Tüm bu davranışları onu cemiyetin sosyal hayatından her geçen gün biraz daha uzaklaştırmıştı. Artık eskisi gibi davetlerde görüşemiyorlardı. Ne zaman sorsalar, başka işi olduğu için katılamadığını söylese de davet almadığını biliyordu ikizler.

Sedef, sinir bozucu düşüncelere daha fazla dalmak yerine görevine odaklandı.  
Mine halen uyuyordu. Uyandırılması ve çıkış saatinde hazır olmasının sağlanması gerekiyordu. Kolundaki zarif saatine bakıp, evden çıkmak için bir buçuk saatlerinin kaldığını görüp gülümsedi. En az bir saat daha uyumasına izin verebilirlerdi ama bu evin kuralları vardı. Babası kardeşinin masada olmasını istiyorsa o da masada olacaktı.

Babasından aldığı koyu duman rengi gözlerini halen başını yastığın altından çıkartmadan uyuyan kardeşine dikti. Gülümseyerek bakıyor, 'Bu sabah nasıl uyandırsam', diye hain planlar düşünüyordu. O henüz planlarını tamamlayamadan dağınık siyah saçlar hareketlendi. Nihayet yastığın üstüne çıkan başa ve hemen ardından hareketlenerek pikeye tekme atan bacaklara baktı. Kendiliğinden uyanıyordu!   

Sevinci kısa sürdü çünkü kardeşi hafif bir hırıltı ile derin uykusuna devam etti. Uğraşmak yerine hemen harekete geçip uyandırmaya karar verdi. Elini omuzuna koyup çok hafif salladı. Onun bu küçük hareketi atkuyruğu şeklinde topladığı saçlarının sallanmasına, ardından yataktaki genç kızın yüzüne düşmesine neden oldu. İstemeden de olsa kardeşinin yüzünü gıdıklamış ve uyanmasını sağlamıştı. Homurdanan kızın arada savurduğu küfürleri duymazdan gelip, sakin bir tonla konuşmaya başladı,  “Mine, hadi canım kalk artık. Babam bekliyor ve sen daha yataktasın. Kaçta geldin?”
  
Kendisininki ile aynı olan saçların arasından gözüken yine aynı renkteki gözün biri açılmış, başındakinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.  Tanımış olmalı ki bir mırıldanma duyuldu ama ne dediğini anlaşılmadı.
  
“Anlamadım, ne diyorsun?”  
Saçları yeniden yüzüne boynuna sürünüp bir kez daha gıdıklayınca yataktaki kız kardeş o saçlara asılıp yavaşça çekti ve burnuna kadar yaklaşan yüze bakıp sadece homurdandı. 

Sedef neredeyse burnunu tıkayacaktı. Hâlâ alkol kokuyordu kardeşi.

"Offf tekila fıçısına mı düştün? Kalk hemen toparlan ve önce dişlerini fırçala. Hatta iki kez fırçala."  

Mine ise kendi baş ağrısından başka bir şey düşünemiyordu. Tabii bir de ikizinin ne kadar iyi gözüktüğünü görüp içinden lanetler sıralıyordu. Ne vardı ki o kadar içecek?
   
"Defol başımdan, senden nefret ediyorum."  

Sedef saçlarını kurtarmış gülerek uzaklaşırken Mine de acınası bir sesle, iki kişilik yatağın en uzak köşesine kaçmaya çalışıyor ve homurtular arasında derdini anlatıyordu.
   
“Sabah dörtte geldim. Üç saatlik uyku ile işe gidemem. Babama hasta olduğumu söyle.” 

Sedef yüzündeki hain gülümseme ile kardeşine bakıp, “Babam, az önce, 'bana hastalık mazereti saymasın hemen giyinip insin iki aspirin ile düzelir', dedi. Sanırım anladın!”  

Sedef, babasının kızlarını ne kadar iyi tanıdığını düşündü. Hangisi ne zaman ne yapar ya da ne söyler hep bilmişti. Bir erkeğin kız çocuğunu bu kadar iyi tanıması, üstelik ikizlerini karıştırmadan bu kadar iyi ayırt etmesi ve anlaması belki de bir ilkti.  
Mine yattığı yerden konuşmaya devam ediyordu. “Ben bu adamdan nefret ediyorum, biliyorsun değil mi?”  Mine'nin sesi daha iyi çıkmaya başlamıştı. Uyanıyordu ve birazdan tamamen ayılmış olacaktı. 
  
“Evet canım biliyorum. O da senden nefret ediyor. Kalk hadi.”  

Kardeşinin kalktığını görene kadar odadan çıkmayacaktı. Camın önündeki Koltuğa oturup bakışlarını dışarıya çevirdi. Sabahın yedisinde şehir uyanmıştı. Bu manzaraya hayran olmamak mümkün değildi. Ortaköy sahillerine bakarak yataktaki kıpırtıları bekledi. Nihayet kalkmıştı Mine. Duşun sesini duyana kadar beklemeye karar verdi. O ses de gelince denizin üzerinde balık avına çıkmış martıları izlemekten vazgeçti. 

Sedef kardeşinin üstünden çıkarıp yere attıklarını toplayıp görevlilerin alacağı bir noktaya koydu. Sonra ağır kapıyı açıp bu kez kendine yakışanı yapıp yavaşça kapattı. Antika halının yine etrafından dolaşarak kendi odasının aynı güzellikteki kapısını açıp içeri girdi. Odalar da kendileri gibi tıpatıp aynıydı.

Çantasını,  telefonunu ve tabletini alıp merdivenlere yürüdü. Bu kez biraz daha yavaş hareket edebilirdi. Nasılsa daha en az bir-bir buçuk saat evdeydiler.  
   
Boğazdaki bu yalıya on üç yıl önce yani babası annesinden boşandıktan sonra taşınmışlardı. Anneleri burada hiç oturamamış hatta misafir olarak bile gelememişti. Kızlarını ne zaman görse bu konuyu açar, babalarına söz geçiremediklerini, evi sadece dergilerden görebildiğini, oysa o evde kendi hakkının da olduğunu söylerdi. Hepsi çok iyi biliyordu, Binnur Canel'in ne o evde ne de başka bir şeyde ‘kızları ölene kadar’ tek kuruşluk hakkı yoktu. Bu bile kızların kendi miraslarının dağılımını değiştirmeleri halinde mümkün değildi.  

Sedef de, Mine de annelerinin ucunda para olan her konuda aç gözlü olduğunu biliyordu. Onu olduğu gibi kabullenmek, olmayan bir kalıba sokmaktan daha az yorucuydu. Küçükken anneleri için hep bir mazeret bulma çabasındaydılar. O mazeretleri ararken hata yaptıklarını anlamaları için anneleri her seferinde özel bir çaba gösterir,  affedilen  hatalarına yenileri eklerdi. Kızlar boşanmadan sonra tüm o çabalarının aslında malumun ilamını geciktirmekten öteye bir anlamı olmadığını görmüşlerdi. Şimdi herkes birbirine hak ettiği kadar saygı ve sevgi gösteriyordu, ne eksik ne fazla!

Cemiyet haberlerinde yıllarca konuşulmuş olan boşanma, babalarının yeniden evlenmesi ile son yılların yine manşet haberleri arasında yer almaya başlamıştı. Bu da annelerinin yeniden popüler olmasına yaramıştı. Bir iki haberi çıkınca etrafında yeni bir kitle oluştuğunu görmek de şaşırtıcı değildi. Özellikle genç erkeklerin peşinde olmasından hep mutlu olmuştu. Annesi ile ilgili düşüncelerini bölen duvarlardaki resimler olmuştu.
  
Sedef, üçüncü kattan ikinci kata inene kadar duvarlardaki orijinal tabloları küçük bakışlarla taradı. Aslında hepsini ezbere biliyorlardı. Babaları Türk ressamların tablolarını biriktirmeyi seviyordu. Onlara gereken önemi de veriyordu. Tüm tablolar güvenlik sistemine bağlıydı. Ev zaten birden çok güvenlik sistemi ile korunmaktaydı. Aynı zamanda hem yakın koruma hem de şoför olan elemanlar da kişisel güvenlik tedbiriydi.
  
Dedesinin yatırımlarının babası tarafından da devam ettirilmesi ile bugünkü duruma gelinmişti. Aile hiçbir zaman fakir olmamıştı. Büyük büyük babaları toprak zenginiydi. Dedesi o topraklardan payına düşenleri satmış, o para ile İstanbul'da kendine bir iş kurmuştu. Sermayesi bol, gözü karaydı. Sattığı topraklar içlerindeki maden ocakları yüzünden sonradan çok değerlenmiş, dedesi onları elden çıkarttığı için duyduğu üzüntüyü hemen hepsini yeniden satın alarak biraz yok etmişti. Birinci katın sahanlığında bu muhteşem adamın büyük boy portresi yer alıyordu. Babası bu resmi yine ünlü bir Türk ressama yaptırtmıştı. Babasına çok benzediği için kızlarına, benim resmime gerek yok, yaşlanınca aynen böyle olacağım, ikimiz adına da buna bakın, diyordu. 

Sedef, duvardaki gözlerinin içi gülen adama bakıp, "Güzel bir gün dile bize büyükbaba. Şu ‘evlenin, dedeniz üzülüyordur’ diyenler var ya, oralardan akıllarına girebiliyorsan, söyler misin, bizimle uğraşmasınlar. Henüz evlilik düşünmüyoruz." dedi ve kendine gülerek en alt kata indi. 

Alt kat, diğer katların dekorasyonu gibi yenilenmişti. Değişmeyen tek şey evin anılarını taşıdığı resimler ve antikalardı. Eski büyük oymalı mobilyalar yerlerini çok daha rahat ve modern eşyalara bırakmıştı. Esra ve kızlar Necdet Beyin tüm ısrarına karşın ayak diremiş ve istedikleri şekle sokulmasını sağlamıştı. Bu salon ailenin bir arada mutlu saatler geçirdiği bir yerdi. Diken üstünde otururmuş gibi yaşamak istemiyordu kimse. Evin dört bir köşesinde olan antika eşyalar yeni mobilyalara da uyum sağlamıştı. Çok aykırı olanlar farklı yerlere kaldırılmış, hatta bir kısmı depoya indirilmişti.

Babası, 'Her lokmamızı helal para ile aldık, babamın on sekiz saatten az çalıştığını bilmem', diyerek anlatırdı dedelerini. Akılları böyle şeylere ermeye başladığında gözleri ile de görmüşlerdi. Babalarından daha uzun süre çalıştığını, bazen evde de uzun saatler ikisinin odaya kapandığını hatırlıyordu. Kızlar liseyi bitirdiğinde dede artık işleri oğluna bırakmış, kendisi yönetim kurulu başkanı olarak biraz daha uzaktan takip etmişti. Her başları sıkıştığında mutlaka devreye girmiş ve tecrübelerini paylaşmıştı.  Sedef ve Mine böyle kurulmuş ve büyümüş bir holdingin varisiydiler. Erkek torun olmadığı için dedeleri onların iş ile ilgili konuşmalarda yanlarında olmalarını, zamanı geldiğinde emaneti hakkıyla yönetebilmek için konulara aşina olmalarını ister, buna önem verirdi.    

İkizi ile birlikte holding bünyesinde çalışmaya başlayalı beş yıl oluyordu. Üniversiteyi bitirmeden başladıkları şirkette stajyer gibi iş yapmışlardı. derslerden arta kalan zamanları artık iş başında geçmeye başlamıştı. Okulu bitirdikten sonra babaları ile birlikte şirkete gitmeye başlamış ve üniversitedeki hocalarından daha zorlu bir eğitmenden ders almışlardı. Küçükken dedelerinden, büyüdükçe babalarından aldıkları eğitim birkaç üniversite eğitimine bedeldi.

Yüzündeki mutlu ifade ile bahçeye çıktı. Mayısın son günleri daha da sıcak geçiyordu. Artık yaz geldi demek mümkündü. Bahçe ve gökyüzü bunu ispatlayacak canlı renkleri ile karşılamıştı onu. Çiçeklerin burnunu dolan kokusu ile yiyeceklerle dolu masaya doğru ilerleri.

Kahvaltı masası güneşli sabahın en güzel manzarasıydı.  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder