Köylülerden
sadece Mehmet Ali ve oğlu İzmir’e geldi. Baba oğul bir örnek giyinmişti.
Ailesi ile
birlikte Ali ve Yakup da düğün için gelecekti. Çünkü iki aracı onlar
kullanacaktı. Tüm organizasyon tamamdı. Ece restoranın ilk katındaki düğün
hazırlıklarının çok güzel olduğunu görüp gülümsedi. Toprak bu işleri biliyordu.
Önce resmi
nikah kıyılmış, ardından düğün başlamıştı. Arkadaşları, akrabaları bir arada
saatlerce eğlenerek kutlamışlardı düğünü.
Deniz’in kız
kardeşi Derya da salondaydı ama masadan kalkmıyordu. Toprak, o kadar hengamenin
arasında Derya’nın halini görüp Ece’nin kulağına eğildi, “Mehmet Ali ile Derya
için ne dersin?” diye sordu. Ece şaşkınlıkla yüzüne baktı. “Deli misin? A yok
sen ciddisin. Aşkım, ama onlar iki ayrı şehirde…” derken sustu. Tekrar güldü.
Hatta bu kez kahkahaya dönüştü gülmesi. Yerinden kalkarken “Ben Mehmet Ali’ye
bir uğrayayım.” dedi.
Cumartesi
akşamı başlayan düğün, neredeyse Pazar sabahına kadar sürdü. Toprak’ın farklı
şehirlerde yaşayan ablaları da düğündeydi. Çok kalabalık bir aileydi. Çocukları
ile birlikte gelmişti hepsi. Ece çok mutlu olmuştu onları da görünce.
Didem
ile Murat hiç durmadan dans etmiş, düğünün tüm tadını onlar çıkartmıştı.
Lokantanın
ilk katının özel misafirlerinden birkaç kişi temiz elbiseleri ile masalarındaki
yerlerini almıştı. Toprak, Ece’nin başlattığı iş bulma operasyonunu
ilerletmişti. Artık iki tanesi kendi yanında çalışıyordu. Bir tanesini
müşterilerinden birisinin şirketinde çaycı yapmıştı. Bir diğeri de özel bir
okulda temizlik görevlisi olarak çalışmaya başlamıştı. İki tane genç için ise
başka planı vardı. İşte onların hepsi bu akşam düğünündeydi. Artık daha rahat
oturuyorlardı sandalyelerde. Eski hallerini üstlerinden atmışlar daha gülen
yüzlerle, daha güvenli bakışlarla bakıyorlardı etrafa.
Pazar
günü akşamüstü konvoy halinde döndüler köye. Didem ve Murat, ayrı ayrı
arabalarla görümcelerinin ailelerini de köye taşıdılar. Düğün alayı şeklinde
alınan yol, arabaların birbirine korna çalıp eğlendikleri bir yolculuğa
dönüştü.
Ece,
nikahını yapsa da köydeki düğün bitene kadar kendi evinde yaşayacaktı. Toprak
biraz bozulsa da o süreyi zaten düğünün ve diğer işlerin hazırlıkları ile
geçireceklerdi.
Çarşamba
akşamı kız evinde gelinin başına kına yakıldı. Bu kınada, adetler gereği
kınanın üstüne bir sürü madeni para yapıştırıldı. Ece yeter dedikçe konan
paralar yüzünden boynu ağrımaya başlamıştı bile. Üstelik daha dünya kadar saç
vardı kınalanacak. “Keşke saçlarımı erkek saçı gibi kestirseydim. Serap abla
bana da acı, boynum koptu.” derken yeni paralar yapıştırılıyordu. Uzun
saçlarına bir saate yakın süren kına ile iki yüz liradan fazla para
yapıştırılmıştı. O sırada konuklar kendi aralarında çalıp, oynayıp
eğleniyorlardı.
Ece
saçlarını yıkarken küvete düşen paraların hepsinde ayrı ayrı söyleniyordu. Çok
ağır olan kafasını zorla tutup banyoya koşturmuştu. Didem de ona yardıma gelmişti. Deniz kendi
salonunu kapatamayacağı için cumartesi akşamı gelebilecekti. Kınaya Derya’yı
yollaması için yapılan baskılara dayanamamıştı. Derya da onların ardından
banyoya girip saçların hemen yıkanması için uğraşmaya başladı.
Serap
kapıda duruyor “Bana bak gelin, buradayım, söylenip durma, görümceye öyle
şeyler söylenmez” diyordu. Ece hem gülüyor, hem de “Eh zamanı gelecek sen de
kız doğuracaksın… O kızın kınasını da ben yakacağım. Bak nasıl intikam
alacağım.” diyordu.
Artık
kına akıtılıp saçları havluya sarılırken konuşmalar da normele dönmüştü. Aşağıdan
hala eğlenen köy kızlarının şen kahkahaları duyuluyordu. Zeynep de davetliler
arasındaydı. Ece artık kıskanmadığını fark edip kendisini kutladı. Saçmalamayı
bitirmişti demek ki! Aşağı inmeden önce saçlarını kuruttular. O sırada Ece “Derya,
köyü nasıl buldun tatlım?” diye sordu. Didem ve Derya ilk kez köye geldikleri
halde sorunun sadece Derya’ya sorulması tuhaf olmuştu. Ama Ece hiç bozuntuya
vermedi. “Güzel Ece. Çok sevdim köyü.” deyince “İyi o zaman birisi sorup
duruyordu da beğenip beğenmediğini. Ona çok beğenmiş derim.” dedi.
Derya
kulaklarına kadar kızarınca diğer kızlar da gülmeye başladı. “Beğendimse ne
olacakmış? Güzel köy o kadar.”
“O
kadarı birilerine yetecektir canım.”
Cuma
sabahı düğün başlamıştı. Ece üç gün neredeyse üstünden çıkmayacak gelinliğini
giymeye başladı. Şalvarı, üç eteği ve beyaz gömleği ile başındaki altın
paralarla bezenmiş fesini taktı. Evin önüne dikilmiş ağaç süslenmiş, tepesine
Türk bayrağı asılmıştı. Uzun zamandır bu kadar detaylı bir düğün yapılmamıştı
köyde. Ne kadar eski adet varsa anımsayıp yerine getiriyorlardı. Eskiden uzunca
bir ağaç kesilir evin önüne dikilirdi ama Ece buna izin vermemişti. Zaten
annesinin bahçesinde ağaçlar vardı. Onlardan en uzun olanın tepesine asmışlardı
bayrağı. Ev yüksekte olduğu için rahatlıkla görülüyordu bayrak.
Evin
bahçesine kurulan ocakların üstünde koca kazanlarda yemekler pişiyordu.
Konukların bir kısmı gelmişti bile. Çalgıcılar tüm köyü çalarak dolaşıp ulaşmıştı
eve. Sabahın köründen beri müzik hiç susmamıştı.
Köyün
gençleri zorla taşınmış ağır dibekte buğday dövüyordu. Keşkek yapılacaktı. Küçükbaş
hayvanlar kesilmiş yemek için hazırlanmıştı. Ece tüm bu hazırlıklardan uzak
duruyordu. O gelindi. İş yapacak hali yoktu ya. Toprak ona evden çıkmamasını
söylemişti. Ece gülerek, “Sen beni eve mi kapatacaksın?” dediğinde, “Hiç kötü
fikir değil, sadece eve değil, yatak odasına kapatacağım seni.” demiş, Ece bu
fikre o an çok sıcak bakmıştı.
Ece
yemek masaları kurulduktan sonra ortaya çıkıp gelenlere hoş geldiniz demişti.
Oynayanları seyrediyor ara sıra yanına gelenlerle konuşarak vakit geçiriyor,
sonra da damat kıyafetlerinin içinde körüklü çizmeleri ile dolaşan Toprak’ı
izliyordu. Çok yakışmıştı kıyafeti. Ara sıra bakışları karşılaşıyor, bazen kısa
sürelerle konuşuyor sonra yine ayrı yerlerdeki konuklarla ilgileniyorlardı. Tüm
köy gelmişti. Bağbozumundan önceki üç günü düğün ile geçireceklerdi.
Akşam
maşala* yakılıp gençler yine etrafında oynamaya başlayınca ilk günün sonuna
gelindiğini anlamıştı herkes.
İkinci
gün de pek farklı değildi. Sabahtan akşama her yerde zeybek oynayan erkekler ve
onları izleyen kızlar vardı. Akşam saatinde ise kınası yapıldı Ece’nin. İşte şimdi tüm kadınlar ve genç kızlar bir
arada eğleniyordu. Hep bir ağızdan çalınan söylenen türkülerle geç saatlere kadar
eğlenilip el kınası yakıldı.
Aynı
saatlerde erkekler Mehmet Ali’nin sağdıçlığında baba evinde yiyor, içiyor ve
eğleniyordu. Toprak, ortamın güzelliğinde kendini kaybetmiş gibiydi. Üç gün
sürecek düğün ilk başta gözünü korkutsa da şimdi Ece’nin böyle gelin olmasından
çok memnundu. Konukları içerken o pek
fazla içmemişti. Sarhoş olursa, olur olmaz şeyler yaptıracaklarını duyduğu için
kendini tutuyordu. Ama konuklar neredeyse yıkılacaktı. Neyse ki artık dağılma
saati gelmişti.
Maşala*
Aydınlatma ve ısınma amaçlı yakılan ateş.
Pazar
sabahı damat tarafında, baş derilme ile başlamıştı. Toprak daha ne kadar böyle
dikileceğini düşünürken Mehmet Ali, “Sık dişini bir saat kadar daha bekleyeceğiz.”
dedi. “Bir saat daha mı? Oğlum belim koptu. Takan sonra taksın takısını. Bu ne
ya?”
“Bana
bak, şehirli züppe, burada o takılacak paralar ile borç ödeyecek kaç genç var
biliyor musun? Sen zenginsin diye adet mi değişecek? Dur bakalım ayakta. Kız
veriyoruz sana. O kadar zulmü olacak.”
“Sana
da bir şey denmiyor. Ama bir an önce bitse de gelin almaya gitseler, sen de
yolunu gözlediğini görsen, diyorum. Nasıl olur diyorum? Artık bitirsek
diyorum!” Toprak, iki gündür yanından ayrılmayan Mehmet Ali’nin, Derya’yı her
gördüğünde yüzünün değiştiğini fark edip eğleniyordu.
“Benimle
uğraşma. Sen kalktın köye geldin diye herkes gelecek değil ya!”
“O
zaman sen şehre gidersin.”
“O
çok zor. Buradaki düzeni bozmak imkansız. Hem ben şehirde ne yaparım?”
“Onu
bilmem. Hem belki gerek kalmaz.”
“O
ne demek?”
“Ece
sabah aradı. Seni aramadı mı? Aa bak bu önemli haberi sana vermemiş. Neyse
sağdıcımsın diye seni daha çok üzmeyeyim, Derya pek beğenmiş köyü.”
“Köyümüz
güzel tabi beğenecek. Ne var bunda?”
“Birileri
bunu merak etti deyince de kızarmış ama.”
Mehmet
Ali bunu duyunca gülümsemeye başladı. Önce küçük olan gülümseme sonra
kulaklarına kadar yayılmıştı. Tek laf etmedi ama yüzündeki gülümseme uzun süre
değişmedi.
Ece,
baba evinden koca evine gidecekti. Hazırlıklar tamamdı. At arabası ile
gidiliyordu eskiden ama o at arabası ile değil yakışıklısı ile gitmek
istiyordu. Evden çıkacağı zaman küçük kardeşleri odasına doluşup kapıyı
kilitleyince gülmeye başladı. “Açın çocuklar ayıp bu.”
“Ayıp
değil abla. Adetmiş öğrendik. Halil amca bize bahşiş vermeden bu kapı
açılmayacak.”
“Yapmayın
çocuklar ben veririm size para.”
“Olmaz,
bu adetmiş. Halil amca açtıracak bu kapıyı.”
Çocukların
inadı hepsinin yüzer lira alması ile son bulmuştu. Ece kapıdan çıkarken
ailesinde herkesin gözleri yaşlıydı. Asude kucağında bebeği ile en çok ağlayan
ikinci kişiydi. Osman Bey arabaya binmeden önce kızının atına binişini izledi. Atın
iki tarafında seyisleri vardı. Diğer
atların başında Toprak tarafından tutulmuş güvenliklerden biri kalmıştı.
İzmir’den
gelen adamlar etrafta dolaşıyor şüpheli birilerini gözlüyordu. Toprak, üç gün için sivil bir sürü güvenlik
görevlisi getirmişti. İlk iki gün kazasız belasız geçmişti ama son günden o
kadar emin değildi.
Ece’nin
at üstünde, kalın duvak örtüsü yüzünden etrafını çok az gördüğü yolculuk
tahmininden uzun sürdü. Atın yavaş adımlarla gitmesi ve köylülerinin iyi
dileklerini dinleyerek kat ettiği mesafeler her geçen dakika heyecanını
arttırıyordu. Köylüye göre ilk kez sevişecekti ama kendisi ilk olmadığını
biliyordu. Yine de çok heyecanlıydı. Ne de olsa ‘kocası’ ile ilk kez
sevişecekti. O bunları düşünürken evin önünde onu bekleyen Toprak huzursuzlaşıyordu.
Bir olay çıkmasından çok korkuyordu. Evin etrafındaki davetliler gelinin
gelişini izliyordu. Emine Hanım da gelinin başından aşağı dökmek için
hazırlanmış, bozuk paraların, kuru yemiş ve şekerlerin olduğu tası elinden
bırakmadan bekliyordu.
Ece’nin
at üstünde getirilecek olması ve atın Gümüş Kanat olması da ayrıca tedirgin
ediyordu, Toprak’ı. Sağdıçı da en az kendisi kadar tedirgindi.
Mehmet
Ali’nin gözleri bir Toprak, bir Derya arasında gidip geliyordu. Doğru düzgün
konuşamamıştı. Bir iki gün daha bağbozumu için kalacaklarını duyunca konuşmak
için bir fırsat yaratabileceğini düşünmüştü. Şimdi de bakışlarını sık sık ona
çevirip duruyor, bunu engelleyemiyordu. Üstelik bu bakışların çoğunda onun da
kendisine baktığını görüp ümitleniyordu. O bunları düşünürken Toprak evin
önündeki hareketlilik ile kendine geldi.
“İşte
şimdi kıyamet kopacak.” Toprak, fısıltıyla konuşmuş, onu zorlukla duyan Mehmet
Ali aynı tedirginliğin yansıdığı sesi ile yanıtlamıştı. “Belki kızmaz! Ne de
olsa sürpriz olacaktı. Söylemeni beklemesi saçma olmaz mı?”
“O
Ece, sence bu dediğin yeterli mi? Ayrıca daha önce bana gizli saklı bir şey istemediğini
söylemişti.”
“Haklısın
ne diyeyim. Sabaha sağ çıkar mısın acaba? İkna et de işkence etmeden öldürsün
seni!”
Toprak
yanıt vermedi. Veremedi. Çünkü gelini, karısı, atın sakin adımları ile eve
yaklaşıyordu. Ece’nin yüzünün örtülü olması durumu daha da kötüleştirmişti.
Toprak ne ile karşılaşacağını hiç bilmiyordu. Tek umudu sevgisinin kötü
tepkilere engel olmasıydı.
Ece
attan inerken Emine Hanım elindeki tastakileri havaya atmış, çocuklar
ayaklarının dibinde dökülenleri toplamak için civcivler gibi koşuşturmaya
başlamıştı. Onlara takılmadan yengenin evinin kapısına doğru bir iki adım attı
ve olduğu yerde kaldı. Geldikleri evin yengenin evi olmadığını yeni fark
ediyordu. İnşaatı henüz bitmiş olan yeni evin önündeydiler.
Konuklar
için küçük evlerin tutulduğunu biliyordu. Hatta Derya ile Deniz de o evlerden
birinde kalıyordu. Ama kendileri için büyük evi tutacağından hiç bahsetmemişti
Toprak. Ertesi gün bağbozumu olacağı ve köyde halen adet olmadığı için balayı
yapılmayacaktı. Ama yine de bu evin tutulması tuhaf değil miydi? Ece kalın
duvağın arasından artık kocası olan adama bakmaya çalıştı. Yüzünde korku mu
vardı?
Korku?
Evet
korkuyordu. Çünkü bir şeyler gizlemişti. Çok büyük şeyler gizlemişti. Kendisi
günlerce evin yeni sahibini düşünmüş, bağların ne olacağını merak etmişti ve
kocasının kendisi için büyük fedakârlıklar yaptığını sanıp üzülmüştü. Oysa
Toprak kendi topraklarına geri dönüyordu. Ve bunu karısından gizlemişti!
Ece
etrafındaki kalabalığı süzüp bakışlarını kocasına çevirdi, dişlerinin arasından
“Sen bana çok fazla yalan söylüyorsun! Kalabalık dağılsın seninle uzun uzun
konuşacağız.” dedi.
Toprak,
yüzünün rengi atmış olarak babası ile son kez oynamak ve düğünü bitirmek için
evin önündeki boşluğa doğru yürüyordu. Başına kötü şeyler geleceğini biliyordu.
Küsmesine dayanamayacağını bildiği gibi. Zoraki yaptığı oyundan sonra köylüler evin
etrafından alkışlarla ayrılmıştı.
Toprak,
gelin geldiği eve girmek için kocasını bekleyen Ece’nin yanına giderken onun
Mehmet Ali ile konuştuğunu görüp ne söylediğini merak etti.
Sağdıcın
kolunu tutup “Ne dedi sana?” diye sordu. Mehmet Ali bıkkın bir şekilde “Az önce
şaka yapıyordum ama inan bu kadar kızacağını ben bile tahmin etmedim. Allah
kolaylık versin.” dedi ve görevinin bitmiş olmasından duyduğu memnuniyetle
bahçe kapısına doğru yürüdü. Artık arkası dönük olduğu için yüzündeki sırıtmayı
da gizlemeye uğraşmıyordu.
Ece,
yanına gelen yakışıklı adama bakıp kaşlarını çattı. O kadar kızgındı ki
başkalarının görmesini umursamadan tepinebilirdi bile. Kapıdan içeri girer
girmez Ece sırtını kapıya yasladı. Tek bir adım bile atmaya niyeti yoktu.
Etrafına bile bakmadan kaşlarını çatarak konuşmaya başladı. “Bana neden
söylemedin? Neden yengenin evinde kalacağımız yalanını uydurdun? Neden benden
devamlı bir şeyler gizliyorsun?”
“Canım,
ne olursun sakin ol. Kızacağını biliyordum ama bu evin sürpriz olmasını
istiyordum. Hem senin istediğin gibi olsun, hem düğüne yetişsin diye herkes o
kadar çok çalıştı ki, şimdi bu kadar kızman o emeğe haksızlık.”
“Kimsenin
emeği ile bir derdim yok. Konuyu başka yere çekme. Bana yalan söyledin. Üstelik
benden bir daha bir şey gizlememeni istediğim halde!”
“Bu
bir şey gizlemek değildi. Bu sürprizdi. Seveceğini düşündüğüm, sevineceğini
sandığım bir sürpriz! Bağları satmadık. Bir iki küçük bağı sattık ama kalanını
satmadık. Başka planlarla çözdük.” Kapıya sırtını yaslamış karısının yanına
gidip elini tuttu. Üstlerindeki kıyafetlerle, eski bir köy filminden
fırlamışlar gibi duruyorlardı. Duvağın yanlarından sarkan süsler yüzünü
saklamış gibiydi Ece’nin ama sinirden çakmak çakmak olmuş gözlerini saklayacak
hiçbir şey yoktu. Çimen yeşiline dönmüştü o gözler.
“Gel
şöyle oturalım. İkimiz de çok yorgunuz. Gel sana tüm buralarda neler
yapıldığını ve neler yapılacağını anlatayım. Bittiğinde hâlâ bana kızgınsan
cezama razı olacağım.”
Ece,
üç günlük yorgunluğun o son cümlelerle üstüne çullandığının fark etmiş gibi
kapıdan ayrıldı. O artık nikâhlı kocası idi. Kavga edecekse de ona göre
edecekti. Kapı ağzında kaçmaya hazırmış gibi durmasının bir manası yoktu.
Kendisine uzatılan eli tutmak yerine içinde bulundukları odaya doğru bir adım
attı.
Oda
dediği yer neredeyse tüm alt katı kaplayan alandı. Sevil Hanımın anlattığı
şeylerin yapıldığını görünce beğeni ile baktı etrafına. Ortada güzel bir
şömine, etrafında rahat oturma alanları vardı. Büyük bir televizyon dolabı,
ahşap kapakları açık duruyordu. Onların kapanması halinde odada başka hiç
teknolojik bir ürün gözükmeyecekti. Tüm iç duvarlar ahşap kaplanmıştı. Burnuna
gelen kokunun bu duvarlardan kaynaklandığını anlamıştı.
Kışa
kadar yanma ihtimali zayıf olan şöminenin karşısındaki koltuğa oturdu. Toprak
da karşısına oturunca soru dolu bakışlarla süzdü.
“Ece,
bana öyle kızgın gözlerle bakma. İnan seni sevindirmekten başka bir amacım
yoktu. Üstelik senin verdiğin fikirler yüzünden böyle bir şeye kalkıştım. Bu
içinde bulunduğumuz alan evimizin şarap evi ile bağlantılı odası. Asıl dairemiz
üst katlarda. Bu kata da mutfak ve banyo yapıldı ama özel mutfağımız ve
banyomuz yine üst katta. Senin o çok sevdiğin İzmir’deki köşenin aynısı buraya
da yapıldı. İstediğin zaman orada yatıp yıldızları izleyebileceksin. Elbette
ben de orada yatacağım. Havuzumuzu yine senin eski evdeki havuzu kullanamaman
yüzünden yaptırdım. Bunu kullanacaksın. Çünkü artık işlere ben de yardım edeceğim.
Etrafa yapılmış on tane bungalov kardeşlerimiz ve dostlarımız için tatil evi
olarak planlandı. Birini Murat birini de annesi şimdiden tuttu bile. Üstelik
devre mülk yöntemi ile farklı zamanlarda farklı müşterilere kiralayacaklar.
Aynı şeyi kardeşlerimize ait olanlar için de yapacaklar. Küçük çaplı bir tatil
köyü olarak düşün. Senin şarap fabrikanda üretilecek şarapların teşhiri ve
tadımı için yan tarafa çok güzel bir bölüm yapıldı. Yine senin verdiğin fikirle
bir tadım bölümü de okuma odası şeklinde bu alana yapıldı. Konuklar, şarap
yudumlayıp kitap okuyabilecekler. Kalan misafirler orada saatlerce oturabilir.
Elbette o kadar uzun süre oturanlar acıkacak. İşte o zaman da devreye ben
gireceğim. Bir aşçımı da buraya getireceğim. İzmir’deki lokanta zaten kendisini
ispatlamış bir yer. Haftada bir denetlemeye gideceğim ve sonra yine buraya sana
döneceğim. Sen de ne köyünden, ne toprağından, ne de atlarından ayrılmamış
olacaksın. Hem senin boxlar doldu. Yeni atlar için ihtiyacın olan boxların
yerini de belirledik. Sadece kaç boxlık yer istediğini söylemen inşaatı
başlatacak.”
Toprak
nefes almadan aklındakilerin hepsini sayıp dökmüştü. Ece, başındaki duvağın
etrafındaki süsler ile yüzünü gizlemiş onun anlattıklarını dinliyordu. Ne çok
şey olmuştu o farkında olmadan! Burnunun dibinde dünyası değişmişti ama o
şüphelenmemişti bile.
“Recep’in
beni nasıl kandırdığını düşünüp duruyordum. Şimdi anlıyorum. Bağlardaki küçük
bir değişimi fark etmek çocuk oyuncağı! Atların derdini anlamam da öyle. Ama iş
hayata geldiği zaman ben burnumun dibini göremiyormuşum. Ben duymadan bu kadar
çok şeyi yaptın… Sürpriz! Gerçekten sürpriz oldu. Kendim hakkında bir şey daha
öğrendim. Ne kadar kör ve aptal olduğumu. Ben bunca zaman yaptığın fedakârlığı
düşünüp kahrolurken sen kendi keyfini sürecek şekilde düzenlemeleri yapmışsın. Ağzımdan
laf alıp burayı şekillendirmişsin. Etrafımdaki herkes neyin ne olduğunu
bilirken ben saf saf konuşup hayallerimi anlatmışım. Şimdi de ‘sana sürpriz
yaptım, kabul et’ diyorsun. O kadar kolay mı?”
“Seni
seviyorum.”
“Benim
söylediklerimin yanıtı bu değil.”
“Ama
benim yaptıklarımın nedeni bu. Seni seviyorum. Her şey senin istediğin gibi
olsun diye uğraşıyorum. Seni mutlu görmek istiyorum. Sana yalan söylemedim.
Sadece noksan bilgi verdim. Büyük ve kalabalık bir aile için yapıldığını
söylemiştim. İki kişi olarak gireceğimiz bu evde bir sürü çocuk istiyorum.
Zaten ikimizin annelerinin de az çocuk yapmayı başaramamış olması beni
umutlandırıyor. İki de kalacağımızı hiç sanmıyorum. Üç belki de dört çocuk
olabilir. Hem arkadaşlarımız ve kardeşlerimiz etrafımızda olacak. Üst kattaki
mutfakta sizin evdeki kadar büyük bir masa olduğunu gördüğünde şaşırma. Çünkü o
masanın etrafında kalabalık aile yemekleri vereceğiz. Ailemiz saydığımız
arkadaşlarımızı da sık sık ağırlayacağız.”
“Bunlar
çok güzel şeyler ama yine de beni kandırdığın gerçeğini değiştirmiyor.”
“Başka
oyun, sürpriz ya da kandırmaca yok. Bitti artık. Affet beni de evliliğimize
başlayalım. Lütfen bir tanem, affet beni.”
Ece
onun üzgün yüzüne bakıp deminden beri zorladığı kaşlarını düzeltti. Alnının
ortasında koca bir iz oluşacaktı biraz daha devam etseydi. Kocasının yakışıklı
yüzüne doğru eğilince duvağın üstündeki süsler de öne doğru sarkıp yüzünü biraz
daha kapattı. Ece onları geri iterken daha da eğildi ve bu kez keyifli bir
sesle “Bana şu yıldızları izleyeceğim yeri göster, sonra karar vereceğim.” dedi.
Toprak
gülümseyerek kendisine çekip sarıldı. Sonra da öpmeye başladı. Onun bu saman
alevi gibi olan kızgınlıklarını da seviyordu. Hemen affeden yapısının bazen çok
faydasını gördüğünü kabul etmeliydi.
Uzunca
bir süre öpüşerek aşağıda oyalandılar. Artık hava tamamen kararmıştı. Alt katın
zaten tüm pencerelerinin ahşap jaluzileri kapatılmıştı. Dilerlerse orada bile
sevişebileceklerdi ama Ece yeni evini merak ediyordu.
Üst
katları dolaşıp tüm evi gezdiler. En son küçük çatı katına çıktılar. Burası
plana sonradan ilave edilmişti. Özel bir cam kaplama ile tavanın bir kısmı açık
bırakılmıştı. Yerdeki minderlerin kalınlığı çok hoşuna giden Ece kendini
üstlerine attı. “Seninkinden bile güzel olmuş burası.” diyerek ellerini başının
altına koyup yeni yeni gözükmeye başlayan yıldızlara baktı.
“Bu
odadan bahsettiğin an seni affetmiştim biliyor musun? Ama yine de tüm detayları
sayıp dökmen iyi oldu. Tek bir sorum var.”
“Sor.”
“Ablaların?
Paylarını almaktan vaz mı geçtiler? Yıllık kazançları mı istiyorlar?”
“Evet,
kimse payını istemiyor. Artık yeniden işe sarılabileceğiz ve babam da yine
pazarlamasını yapacak.”
“Yarın
işçilere söyleyeceğim, iki bağın arasında bulunan çitleri kaldırsınlar. Sınır
olan bağların tek parça olması hem sürümü kolaylaştırır hem de işçilerin
çalışmasını rahatlatır. Uzak olanları idare ederiz.”
“Benim
de bir sorum var.”
“Sor.”
“Tüm
gece bağlardan mı konuşacağız?”
“Hayır.”
Harika bir sürpriz ❤️Ece nin damar yapmasını bile görmezden geliyor insan 😊
YanıtlaSil