Onlar
dışarıda notlar alırken Ece ile Sevil de içeride notlar alıyordu. Bu arada Ece,
bir şeyden haberi yokmuş gibi Didem’i arayıp hatır sormuş ve ondan kavgayı
dinlemişti. Üzgün ve kırgındı. Ece buna sevindi. En azından duyguların
karşılıklı olduğu ve iki tarafında bu dargınlığın bitmesini istediğini bilmek
rahatlatmıştı.
Murat’a
söylediklerinin kısa sürede eyleme dönüşeceğinden emindi. O akşam orada kalacak
olmasalar hemen yapılacağını da biliyordu. Biraz daha düşünmek ve planı
toparlamak o arada yengenin evinde yemek yemek ve çaylar eşliğinde muhabbet
etmek çok güzeldi. Eski evin sundurmasında ikinci çayları içerken Sevil defterine
yeni bir not yazdı.
“Ne
ekledin?” diyen Ece’ye, “Evin sundurması var ama bir de bahçeye yapacağım.
Havuzun yakınına. Nasıl düşünemedim ben bunu? Her taraf yeşillik olunca sanırım
atladım. Kameriye yapılacak. Ama öyle üç beş kişilik değil. Murat, büyük evin
havuzunun solunda kalan bir alan var. Orası çok büyük. En uygun yer orası. Büyük
bir kameriye yapacaksın. Ama aynı anda yirmi kişi, hatta otuz kişi oturacak
kadar büyük olsun. Gelen giden çok olunca orada otururlar. Aynı yeri kışın da
camla kaplanacak şekle getir. Kış bahçesi gibi olsun. Elektrik ve su tesisatı
istiyorum. Bir de ortaya bakır mangal koyduk mu süper olur. Tek mangal yetmez
en az üç hayır dört mangal, biri büyük öbürleri biraz daha küçük olabilir.
Kışın gelmeyi de cazip hale getirmeliyiz. Her evden oraya yürüyüş alanı
oluşturmalıyız. Bahçeyi düzenlerken bunu atlamayalım.” Hem düşünüyor, hem not
ediyor hem de yüksek sesle fikirlerini onlara da aktarıyordu. Ece gözünün önüne
gelen görüntüyü sevmişti. Bittiğinde gerçekten güzel olacaktı.
“Hadi
işi düşünmeyi bırakın çaylarınız soğudu.” diyen yenge oların düşüncelerini
böldü.
Ece
biraz daha oturup eve gitmek için kalktığında Toprak da onunla kalktı. “Seni
eve bırakayım.” dediğinde hem Ece hem de yenge çok güldü. “Bırak, bırak tabii,
kız eve gidene kadar kurtlar kapar.”
“Yenge,
şehir değil ama yine de tehlikeli gece vakti yollar. Ben de yediklerimi
hazmetmiş olurum hem.”
“Aman
ne yediniz ki? Amcanın yediğinin yarısını bile yemedin sen. Aç geziyorsunuz
siz.”
Hepsi
yengeye gülüşürken nişanlılar ayaklanmıştı bile.
Toprak
kapıdan çıkar çıkmaz sarılıp öptükten sonra yürümeye başladılar. “Ece, yengeme
dediklerimi yabana atma. O adam yakalanmadan sen buralarda özellikle gece sakın
tek başına dolaşma.”
“Jandarma…”
“Jandarma
nöbet tutuyor ama her noktayı gözetleyemezler. O yüzden tedbirli olacaksın,
tamam mı?”
“Tamam
canım. Ama ben yine de onun köyde bir şey yapabileceğini sanmıyorum.”
“Söz
dinle Ece. Yeter burnunun dikine gittiğin.”
“Ah
biraz daha konuş da kavga edelim.”
“Kaşınma
o zaman. Zaten aklım sende. O herif yakalanana kadar da içim rahat etmeyecek.”
“Tamam,
hava karardıktan sonra tek başıma dolaşmayacağım, söz.”
“Böyle
uysal olmana da bayılıyorum. Gelinlik işini ne yapacaksın?”
“Köy
düğünü için zaten annemin gelin olurken giydiği şalvarı, üç eteği, turalı fesi
falan duruyor. Buradakinde onları giyerim.”
“Ama
sen öyle giyinirsen benim de şalvar, göynek, kartal kanat kolsuz ceket falan
giymem lazım.”
“O
göynek diyen dillerini yerim senin. Evet canım aynen öyle giyineceksin. Efeler
gibi giyinip evleneceksin. Senin körüklü çizmen var mı? İyisini bulamazsın.
Yaptırman ya da ödünç alman lazım!”
”Var
tatlım. Bakma sen benim şehirde yaşadığıma. Yıllar önce aklıma esmiş
yaptırmıştım. Daha doğrusu babam aklıma sokmuştu. Üç sene falan oldu ama hiç
giymedim. Umarım bozulmamıştır.”
“Bozulmaz.
İyisini yıllarca giyersin. Tamam işte bak zaten en önemli aksesuar hazır. Diğerleri
zaten kolay bulunur. Olmayan varsa da üzülme.”
“Üzülmem.
Zaten süre var o arada tamamlarız. Yapılacak şeylerin çoğunu bana bırak tamam
mı? Yengemle de konuştum. Düzenlemeleri ben yapacağım. Sen sadece düğün
günlerinde hazır ol.”
“İzmir’dekini
bağbozumundan bir hafta önce mi yapacağız? O hafta burada iş çok olacak çünkü.”
“Neden
bağbozumuna denk gelsin diye bu kadar uğraşıyorsun?”
“Sen
köy düğününün dördüncü gününü biliyor musun?”
“Dördüncü
gün mü? Ne var ki o gün? Cuma başlayıp Pazar bitmiyor muydu?”
“Pazartesi
günü duvak günü yapılır. Kadınlar yeniden toplanır, gelin yeniden gelinliğini
giyer. Bir ibrikten sular saça saça gezer gelin. Kaynana ilk bebek için bir
bıçakla bir tarak saklayıp gelinin bulmasını bekler. İlk hangisi bulunursa
bebeğin cinsiyeti tahmin edilir.”
“Bu
güzelmiş. Tarak kız için mi?”
“Evet.
Bıçak da erkek için tabi.”
“Sen
hangisini bulmak istersin?”
“Fark
etmez. Nasılsa bir tane ile durmayacağız.”
“Bak
işte bu, bu gecenin en güzel sözü. Sen durana kadar ben durmam.”
“O
kadar da değil. İki ya da üç tane yeter.”
“Eh
düşünürüz.”
“Eve
geldik canım. Kapıya kadar bırakman gerekmez.”
“Biliyorum.
Buradan döneceğim. Ama tabii seni doya doya öpmeden dönmem.”
Ece,
ertesi gün de nişanlısını bol bol gördü. Dördü birlikte bağları gezdiler.
Toprak’ın bağlarını da gezip onun işçileri ile de görüştüler. Cevat kalfa çok
başkaydı artık. Ece’ye gösterdiği saygı biraz abartılı bile denebilirdi. Ece
yine de eski tavrını sürdürüyordu. Üzümlerin oluşumu çok iyiydi. Tanelerin
iriliği istenen boyutlara gelmek üzereydi. Renkleri de hafifçe dönmeye
başlıyordu. Kısa sürede hepsi kararacaktı.
Misafirleri
ile gezi bittiğinde onlarla vedalaştı ve uğurladı. Toprak gitmeyi istemez tavrı
ile mutlu ediyordu Ece’yi.
Ertesi
gün öğlene doğru Didem telefon açtı. Ece bu kadar kısa sürede aramasını
beklemiyordu.
“Kızım
sen deli misin? Adamı nasıl yollarsın kapıma?”
“Hiç
kızmış gibi yapma, sesinden belli barıştığınız.”
“Barıştık
tabi. Adam elinde küçük bir valiz ile gelmiş, paspasın üstüne oturmuş, köpek
yavrusu gibi duruyordu.”
“Sen
onu affetmeseydin annesi zaten kapı önüne koyacakmış zavallıyı. Ben de
‘koymuşlar gibi düşün, nereye gitmek istersin?’ diye sordum. O da senin
kapından başka yeri düşünemedi. Eh o zaman dedim al valizini git. Ve neler
hissediyorsan söyle… Söyledi mi?”
“Söyledi.
Özür diledi, affetmemi istedi ve evlenme teklif etti.”
Ece
sevinçle gülerek arkadaşını kutlamaya başladı. Gerçekten çok keyiflenmişti.
Arkadaşının da ne kadar mutlu olduğu belliydi. Sevgilerini ve tebriklerini
ileterek kapattı telefonu.
Gece
üçte çalan telefon ile evin hepsi Asude’den haber geldiğini tahmin edip fırladı
yataklarından. Mutlu haber ile evin neşesi arttı. Asude sağlıklıydı ve üç buçuk
kiloluk bir oğlu olmuştu. Sabah erken saatlerde yola koyulan aile hastanede bebeği
ve anneyi görüp mutluluklarını paylaştı. İlkay’ın ağzı kulaklarındaydı. Annenin
ise yorgun olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Ani sancının ardından aslında kolay
sayılacak bir doğum yapmıştı. Yine de vücudu çok yorgun düşmüştü. Sık sık
uykuya dalıyordu.
“Emzirme
saatine kadar rahat bırakalım da uyusun. Biz dışarıdayız.” diyen Hülya Hanım,
herkesi dışarı çıkarttı. Banklarda bir süre oturan Ece, Toprak’ı arayıp haber
verdi. Toprak, bebeğin adını sorunca “Adsız tabii. Daha koymamışlar.” diye
yanıtladı.
“İsim
mi düşüneyim ben? Onu mu demek istiyorsun?”
“Dalga
geçme benimle. Sen kendi bebeklerin için isim bulursun. İlkay bir ara Ali Osman
diyordu ama son kararlarını bilmiyorum.”
“Güzelmiş.
Ben de şimdiden uygun isimler aramaya başlayayım.”
“Beni
utandırmaktan vazgeç. Tüm ailem burada ve ben kolay kolay kızarmam. Neden
kızardığımı anlatamam.”
“O
kızarmış yanaklara, öpülmekten kızarmış dudaklar ne çok yakışırdı. Ne zaman
döneceksiniz? Ben de köye geleyim bari.”
Ece
yapmacık bir sinirle yanıt verdi. “Dönmüyoruz. Burada kalacağız. Ya ben sana
beni utandırma demiyor muyum? Sen benden ne istiyorsun?”
“Senden
seni istiyorum.”
****
Bir
hafta sonra gelen bir telefon ile Ece’nin tüm tadı kaçtı.
“Beni
anımsadığını biliyorum, Ece Kılıç. Peşime taktığın polislerin beni kolayca
yakalayacağını sanman en büyük hatandı. Senin yüzünden ailemi de kaybettim. Tüm
bunların bedelini ödeteceğim sana. Bundan sonra rahat uyku uyuyamayacaksın.”
Ece
tek kelime söyleyemeden telefon kapanmıştı.
Jandarmayı
arayıp kendisini arayan numaranın yerini tespit etmeleri için ne yapması
gerektiğini söyledi. Telefonda kendisine yöneltilen tehdidi de anlattıktan
sonra komutanın yanıtını dinledi.
Tam
unuttuğu bir anda Bülent Arıcı aramış ve Ece’nin günler süren rahatlığını bir
anda bitirmişti. Her ne kadar cesur görünmeye çalışsa da elinin titremeye
başladığını, dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. Yere çökerken telefonu
elinden düşürmüştü. Ne kadar süre öyle kaldığını bilmiyordu. Sonra toparlanıp
önce Eray ve İlkay’ı en son da Toprak’ı aradı. Onlara olanları anlatıp
sıraladıkları talimatları donuk bir ifade ile dinledikten sonra atların yanına
gidip adamlarını yeniden uyardı. Gümüş Kanat’ı bir süre sevdi. “Sen ne baş
belası bir atsın biliyor musun? Ama kim ne derse desin, kim ne yapmaya çalışırsa
çalışsın senden vazgeçmem.”
Yakup
ile Ali ondan yeni talimatları alıp işlerinin başına döndü. Tedbiri asla elden
bırakmamak gerekiyordu. Ece ne yapacağını düşünürken ertesi gün yine yola
çıkacağını anımsadı. Geri döndü. “Ali seyis, ben de römork ile geliyorum yarın.
Birlikte gideceğiz.” diyerek çıktı tekrar ahırdan.
Ertesi
gün öğlen yola çıktılar. Ece yine silahı ve bu kez fazladan bir de tüfeği
yanına aldı. Tüm belgelerini de çantasına koymuştu. Römork kilometreleri
aşarken Ece de dikkatle etrafı kontrol ediyordu. Bu kez tedbirli davranmış,
yiyeceklerini yanlarına almışlardı. Durmadan İzmir’e kadar gideceklerdi.
İhtiyaç molası vermek bile planlarında yoktu.
Hipodroma
girdiklerinde ikisi de rahatlamıştı. Stresin bittiği an derin nefesler alınıp
yüzlere gülümseme yerleşti. Ece, Ali seyise bakıp “Hiç bu kadar tedirgin
olacağımı düşünmemiştim, yarın yarışta görüşürüz.” diyerek indi araçtan. Bir
taksi ile nişanlısına gidecekken vazgeçip önce Deniz’e uğradı. Biraz muhabbet
edip saçını yaptırdıktan sonra gelin başı için randevu ayarladı. Deniz
kendisinden önce onun evlenmesine hâlâ içerliyordu. “Seni sevmesem ayırmaya
uğraşırdım biliyor musun? Ne bu ya? Didem de benden önce evlenirse avaz avaz
bağırırım.”
“Kızım
sen de ne kadar uyuşuk bir adam bulmuşsun. Biraz hızlandır şunu.”
“Ah
hızlanacak da ben göremeyeceğim. Aman neyse boş ver. Gel şu yüzüne biraz renk
verelim.”
Ece,
restorana geldiğinde saat ikiyi biraz geçiyordu. Kapıdan girdiğinde gördüğü ilk
masa özel konukların olduğu masaydı. İlk kez dört kişi birden görmüştü orada.
Toprak merdivenin başında kendisini beklerken Ece el sallayıp o masaya doğru
yürüdü. “Beyler, oturmamda sakınca var mı?”
“Hanımefendi,
buyurun.” diyen adama bakıp gülümsedi. Ece, yaşını tahmin edemediği adama
dikkatle baktı. Sonra diğerlerine çevirdi bakışlarını. Üstleri kirliydi.
Saçları tarakla değil parmaklarla taranmıştı. Yine de yüzleri ve elleri
tertemizdi. Yemek için gelirken bir yerlerde temizlendiklerini anlıyordu Ece.
Hiçbiri gerçek yaşını göstermiyordu. “Afiyet olsun. Nasılsınız?”
Onlar
konuşurken Toprak Ece’nin ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Saçları ve
yüzündeki makyaj, kuaför arkadaşına uğradığının ispatıydı. Çok güzel ve
renkliydi aşkı. Onun ne yapmak istediğini anlamak için bu konuşmanın sonunu
bekleyemeyecekti. Yanlarına inip masanın başında durdu. “Merhaba canım,
arkadaşlarla tanıştın mı?”
“Henüz
tanışmaya fırsat bulamadım. Ama kısa sürede tanışacağım. Önce daha önemli bir
sorum var. Beyler, kimin elinden ne iş gelir?”
Masaya
buyur eden adam yanıtladı. “Bizim işimiz yok hanımefendi. İşsiziz.”
“Onu
biliyorum. Elinizden ne iş gelir onu soruyorum.” Dört erkek de birbirine bakıp
kısa bir an sustu. Yine ilk konuşan önce yanıtladı. Ece diğerlerinin yaşının
daha küçük olduğunu ve ona saygı gösterdiklerini anlamıştı. “Ben eskiden bir
fabrikada montajcıydım. İşten çıkartıldıktan sonra bir sürü yerde çalıştım ama
özel bir şey yapamam. Bir mesleğim yok.” Adamın konuşması eğitimli olduğunu da
belli ediyordu. Ece, diğerlerinden de yanıt almak için onlara yöneldi. “Ya
sizler beyler?”
“Ben,
küçükken boya işleri yapardım.”
Üçüncü
erkek “Ben bir süre belediye de çalıştım.” diye yanıt verdiğinde Ece yeni bir
soru sordu. “Ne iş yapıyordunuz?”
“Bir
süre çöp topladım. Bir ara da park, bahçe süslemesinde çiçek ektim.”
“Ya
sen?” En sessiz olanına sorunca onun kıpkırmızı oluşuna şaşırdı. Elli
yaşlarındaki adam konuşmaya başlamadan önce derin bir nefes aldı.
“Ben
muhasebeciydim. Çalıştığım fabrika iflas edince tazminatımızı alamadan kapıya
konduk. Bu yaşımdan sonra kimse iş vermediği için evimden de oldum.”
Ece
gülümseyerek baktı adamların yüzlerine. Sonra en son konuşana döndü. “Sana da
bir şeyler buluruz.” Tekrar diğerlerine dönerek, “Şimdi beyler… Benim bağlarım
var. Büyük bir alan. O yüzden çok sayıda işçiye ihtiyaç duyuyorum. Bahçe
işlerinden anladığına göre sen zaten kesin yardımcı olabilirsin. Sen boya
işinden anlıyorsan tamir işlerinden de anlar mısın? Elin alet tutuyordur
nasılsa. O zaman sana da iş var. Ve siz ikiniz…” Montaj ve muhasebe işi
yaptığını söyleyen adamlara döndü. “Size de atlarımın bakımında iş düşecek.
Belki tam bildiğiniz işler değil ama iki seyisim var ve onlar hem işi öğretir
hem de onların nöbet tutmasında yardımcı olursunuz.” Bir an sustu. Sonra içinde
bulunduğu durumu onlara anlatmadan işi kabul etmelerinin doğru olmayacağına
karar verip yeniden konuşmaya başladı. “Atlarımı tehdit eden biri var ve ben
onların başına bir şey gelmesini istemiyorum. İş Denizli’de. Bir köyde
çalışacak, yatacak yere ve üç öğün yemeğe sahip olacaksınız. Ne dersiniz?”
Toprak
dahil beş adam da sustu. Yine ilk konuşan en yaşlıları söz aldı. “Hanımefendi,
neden böyle bir şey yapıyorsunuz?”
Ece
gülümsedi ve yanıtladı. “Neden mi? Sizin işe benim işçiye ihtiyacım var. Başka
neden gerekir mi?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder