27 Kasım 2015 Cuma

YAKIŞIKLI 55. Bölüm

Onlar dışarıda notlar alırken Ece ile Sevil de içeride notlar alıyordu. Bu arada Ece, bir şeyden haberi yokmuş gibi Didem’i arayıp hatır sormuş ve ondan kavgayı dinlemişti. Üzgün ve kırgındı. Ece buna sevindi. En azından duyguların karşılıklı olduğu ve iki tarafında bu dargınlığın bitmesini istediğini bilmek rahatlatmıştı.

Murat’a söylediklerinin kısa sürede eyleme dönüşeceğinden emindi. O akşam orada kalacak olmasalar hemen yapılacağını da biliyordu. Biraz daha düşünmek ve planı toparlamak o arada yengenin evinde yemek yemek ve çaylar eşliğinde muhabbet etmek çok güzeldi. Eski evin sundurmasında ikinci çayları içerken Sevil defterine yeni bir not yazdı.

“Ne ekledin?” diyen Ece’ye, “Evin sundurması var ama bir de bahçeye yapacağım. Havuzun yakınına. Nasıl düşünemedim ben bunu? Her taraf yeşillik olunca sanırım atladım. Kameriye yapılacak. Ama öyle üç beş kişilik değil. Murat, büyük evin havuzunun solunda kalan bir alan var. Orası çok büyük. En uygun yer orası. Büyük bir kameriye yapacaksın. Ama aynı anda yirmi kişi, hatta otuz kişi oturacak kadar büyük olsun. Gelen giden çok olunca orada otururlar. Aynı yeri kışın da camla kaplanacak şekle getir. Kış bahçesi gibi olsun. Elektrik ve su tesisatı istiyorum. Bir de ortaya bakır mangal koyduk mu süper olur. Tek mangal yetmez en az üç hayır dört mangal, biri büyük öbürleri biraz daha küçük olabilir. Kışın gelmeyi de cazip hale getirmeliyiz. Her evden oraya yürüyüş alanı oluşturmalıyız. Bahçeyi düzenlerken bunu atlamayalım.” Hem düşünüyor, hem not ediyor hem de yüksek sesle fikirlerini onlara da aktarıyordu. Ece gözünün önüne gelen görüntüyü sevmişti. Bittiğinde gerçekten güzel olacaktı.
“Hadi işi düşünmeyi bırakın çaylarınız soğudu.” diyen yenge oların düşüncelerini böldü.
Ece biraz daha oturup eve gitmek için kalktığında Toprak da onunla kalktı. “Seni eve bırakayım.” dediğinde hem Ece hem de yenge çok güldü. “Bırak, bırak tabii, kız eve gidene kadar kurtlar kapar.”
“Yenge, şehir değil ama yine de tehlikeli gece vakti yollar. Ben de yediklerimi hazmetmiş olurum hem.”
“Aman ne yediniz ki? Amcanın yediğinin yarısını bile yemedin sen. Aç geziyorsunuz siz.”
Hepsi yengeye gülüşürken nişanlılar ayaklanmıştı bile.
Toprak kapıdan çıkar çıkmaz sarılıp öptükten sonra yürümeye başladılar. “Ece, yengeme dediklerimi yabana atma. O adam yakalanmadan sen buralarda özellikle gece sakın tek başına dolaşma.”
“Jandarma…”
“Jandarma nöbet tutuyor ama her noktayı gözetleyemezler. O yüzden tedbirli olacaksın, tamam mı?”
“Tamam canım. Ama ben yine de onun köyde bir şey yapabileceğini sanmıyorum.”
“Söz dinle Ece. Yeter burnunun dikine gittiğin.”
“Ah biraz daha konuş da kavga edelim.”
“Kaşınma o zaman. Zaten aklım sende. O herif yakalanana kadar da içim rahat etmeyecek.”
“Tamam, hava karardıktan sonra tek başıma dolaşmayacağım, söz.”
“Böyle uysal olmana da bayılıyorum. Gelinlik işini ne yapacaksın?”
“Köy düğünü için zaten annemin gelin olurken giydiği şalvarı, üç eteği, turalı fesi falan duruyor. Buradakinde onları giyerim.”
“Ama sen öyle giyinirsen benim de şalvar, göynek, kartal kanat kolsuz ceket falan giymem lazım.”
“O göynek diyen dillerini yerim senin. Evet canım aynen öyle giyineceksin. Efeler gibi giyinip evleneceksin. Senin körüklü çizmen var mı? İyisini bulamazsın. Yaptırman ya da ödünç alman lazım!”
”Var tatlım. Bakma sen benim şehirde yaşadığıma. Yıllar önce aklıma esmiş yaptırmıştım. Daha doğrusu babam aklıma sokmuştu. Üç sene falan oldu ama hiç giymedim. Umarım bozulmamıştır.”
“Bozulmaz. İyisini yıllarca giyersin. Tamam işte bak zaten en önemli aksesuar hazır. Diğerleri zaten kolay bulunur. Olmayan varsa da üzülme.”
“Üzülmem. Zaten süre var o arada tamamlarız. Yapılacak şeylerin çoğunu bana bırak tamam mı? Yengemle de konuştum. Düzenlemeleri ben yapacağım. Sen sadece düğün günlerinde hazır ol.”
“İzmir’dekini bağbozumundan bir hafta önce mi yapacağız? O hafta burada iş çok olacak çünkü.”
“Neden bağbozumuna denk gelsin diye bu kadar uğraşıyorsun?”
“Sen köy düğününün dördüncü gününü biliyor musun?”
“Dördüncü gün mü? Ne var ki o gün? Cuma başlayıp Pazar bitmiyor muydu?”
“Pazartesi günü duvak günü yapılır. Kadınlar yeniden toplanır, gelin yeniden gelinliğini giyer. Bir ibrikten sular saça saça gezer gelin. Kaynana ilk bebek için bir bıçakla bir tarak saklayıp gelinin bulmasını bekler. İlk hangisi bulunursa bebeğin cinsiyeti tahmin edilir.”
“Bu güzelmiş. Tarak kız için mi?”
“Evet. Bıçak da erkek için tabi.”
“Sen hangisini bulmak istersin?”
“Fark etmez. Nasılsa bir tane ile durmayacağız.”
“Bak işte bu, bu gecenin en güzel sözü. Sen durana kadar ben durmam.”
“O kadar da değil. İki ya da üç tane yeter.”
“Eh düşünürüz.”
“Eve geldik canım. Kapıya kadar bırakman gerekmez.”
“Biliyorum. Buradan döneceğim. Ama tabii seni doya doya öpmeden dönmem.”

Ece, ertesi gün de nişanlısını bol bol gördü. Dördü birlikte bağları gezdiler. Toprak’ın bağlarını da gezip onun işçileri ile de görüştüler. Cevat kalfa çok başkaydı artık. Ece’ye gösterdiği saygı biraz abartılı bile denebilirdi. Ece yine de eski tavrını sürdürüyordu. Üzümlerin oluşumu çok iyiydi. Tanelerin iriliği istenen boyutlara gelmek üzereydi. Renkleri de hafifçe dönmeye başlıyordu. Kısa sürede hepsi kararacaktı.

Misafirleri ile gezi bittiğinde onlarla vedalaştı ve uğurladı. Toprak gitmeyi istemez tavrı ile mutlu ediyordu Ece’yi.
Ertesi gün öğlene doğru Didem telefon açtı. Ece bu kadar kısa sürede aramasını beklemiyordu.
“Kızım sen deli misin? Adamı nasıl yollarsın kapıma?”
“Hiç kızmış gibi yapma, sesinden belli barıştığınız.”
“Barıştık tabi. Adam elinde küçük bir valiz ile gelmiş, paspasın üstüne oturmuş, köpek yavrusu gibi duruyordu.”
“Sen onu affetmeseydin annesi zaten kapı önüne koyacakmış zavallıyı. Ben de ‘koymuşlar gibi düşün, nereye gitmek istersin?’ diye sordum. O da senin kapından başka yeri düşünemedi. Eh o zaman dedim al valizini git. Ve neler hissediyorsan söyle… Söyledi mi?”
“Söyledi. Özür diledi, affetmemi istedi ve evlenme teklif etti.”
Ece sevinçle gülerek arkadaşını kutlamaya başladı. Gerçekten çok keyiflenmişti. Arkadaşının da ne kadar mutlu olduğu belliydi. Sevgilerini ve tebriklerini ileterek kapattı telefonu. 

Gece üçte çalan telefon ile evin hepsi Asude’den haber geldiğini tahmin edip fırladı yataklarından. Mutlu haber ile evin neşesi arttı. Asude sağlıklıydı ve üç buçuk kiloluk bir oğlu olmuştu. Sabah erken saatlerde yola koyulan aile hastanede bebeği ve anneyi görüp mutluluklarını paylaştı. İlkay’ın ağzı kulaklarındaydı. Annenin ise yorgun olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Ani sancının ardından aslında kolay sayılacak bir doğum yapmıştı. Yine de vücudu çok yorgun düşmüştü. Sık sık uykuya dalıyordu.
“Emzirme saatine kadar rahat bırakalım da uyusun. Biz dışarıdayız.” diyen Hülya Hanım, herkesi dışarı çıkarttı. Banklarda bir süre oturan Ece, Toprak’ı arayıp haber verdi. Toprak, bebeğin adını sorunca “Adsız tabii. Daha koymamışlar.” diye yanıtladı.
“İsim mi düşüneyim ben? Onu mu demek istiyorsun?”
“Dalga geçme benimle. Sen kendi bebeklerin için isim bulursun. İlkay bir ara Ali Osman diyordu ama son kararlarını bilmiyorum.”
“Güzelmiş. Ben de şimdiden uygun isimler aramaya başlayayım.”
“Beni utandırmaktan vazgeç. Tüm ailem burada ve ben kolay kolay kızarmam. Neden kızardığımı anlatamam.”
“O kızarmış yanaklara, öpülmekten kızarmış dudaklar ne çok yakışırdı. Ne zaman döneceksiniz? Ben de köye geleyim bari.”
Ece yapmacık bir sinirle yanıt verdi. “Dönmüyoruz. Burada kalacağız. Ya ben sana beni utandırma demiyor muyum? Sen benden ne istiyorsun?”
“Senden seni istiyorum.”

****


Bir hafta sonra gelen bir telefon ile Ece’nin tüm tadı kaçtı.
“Beni anımsadığını biliyorum, Ece Kılıç. Peşime taktığın polislerin beni kolayca yakalayacağını sanman en büyük hatandı. Senin yüzünden ailemi de kaybettim. Tüm bunların bedelini ödeteceğim sana. Bundan sonra rahat uyku uyuyamayacaksın.”
Ece tek kelime söyleyemeden telefon kapanmıştı.
Jandarmayı arayıp kendisini arayan numaranın yerini tespit etmeleri için ne yapması gerektiğini söyledi. Telefonda kendisine yöneltilen tehdidi de anlattıktan sonra komutanın yanıtını dinledi.   
Tam unuttuğu bir anda Bülent Arıcı aramış ve Ece’nin günler süren rahatlığını bir anda bitirmişti. Her ne kadar cesur görünmeye çalışsa da elinin titremeye başladığını, dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. Yere çökerken telefonu elinden düşürmüştü. Ne kadar süre öyle kaldığını bilmiyordu. Sonra toparlanıp önce Eray ve İlkay’ı en son da Toprak’ı aradı. Onlara olanları anlatıp sıraladıkları talimatları donuk bir ifade ile dinledikten sonra atların yanına gidip adamlarını yeniden uyardı. Gümüş Kanat’ı bir süre sevdi. “Sen ne baş belası bir atsın biliyor musun? Ama kim ne derse desin, kim ne yapmaya çalışırsa çalışsın senden vazgeçmem.”
Yakup ile Ali ondan yeni talimatları alıp işlerinin başına döndü. Tedbiri asla elden bırakmamak gerekiyordu. Ece ne yapacağını düşünürken ertesi gün yine yola çıkacağını anımsadı. Geri döndü. “Ali seyis, ben de römork ile geliyorum yarın. Birlikte gideceğiz.” diyerek çıktı tekrar ahırdan.

Ertesi gün öğlen yola çıktılar. Ece yine silahı ve bu kez fazladan bir de tüfeği yanına aldı. Tüm belgelerini de çantasına koymuştu. Römork kilometreleri aşarken Ece de dikkatle etrafı kontrol ediyordu. Bu kez tedbirli davranmış, yiyeceklerini yanlarına almışlardı. Durmadan İzmir’e kadar gideceklerdi. İhtiyaç molası vermek bile planlarında yoktu.
Hipodroma girdiklerinde ikisi de rahatlamıştı. Stresin bittiği an derin nefesler alınıp yüzlere gülümseme yerleşti. Ece, Ali seyise bakıp “Hiç bu kadar tedirgin olacağımı düşünmemiştim, yarın yarışta görüşürüz.” diyerek indi araçtan. Bir taksi ile nişanlısına gidecekken vazgeçip önce Deniz’e uğradı. Biraz muhabbet edip saçını yaptırdıktan sonra gelin başı için randevu ayarladı. Deniz kendisinden önce onun evlenmesine hâlâ içerliyordu. “Seni sevmesem ayırmaya uğraşırdım biliyor musun? Ne bu ya? Didem de benden önce evlenirse avaz avaz bağırırım.”
“Kızım sen de ne kadar uyuşuk bir adam bulmuşsun. Biraz hızlandır şunu.”
“Ah hızlanacak da ben göremeyeceğim. Aman neyse boş ver. Gel şu yüzüne biraz renk verelim.”

Ece, restorana geldiğinde saat ikiyi biraz geçiyordu. Kapıdan girdiğinde gördüğü ilk masa özel konukların olduğu masaydı. İlk kez dört kişi birden görmüştü orada. Toprak merdivenin başında kendisini beklerken Ece el sallayıp o masaya doğru yürüdü. “Beyler, oturmamda sakınca var mı?”
“Hanımefendi, buyurun.” diyen adama bakıp gülümsedi. Ece, yaşını tahmin edemediği adama dikkatle baktı. Sonra diğerlerine çevirdi bakışlarını. Üstleri kirliydi. Saçları tarakla değil parmaklarla taranmıştı. Yine de yüzleri ve elleri tertemizdi. Yemek için gelirken bir yerlerde temizlendiklerini anlıyordu Ece. Hiçbiri gerçek yaşını göstermiyordu. “Afiyet olsun. Nasılsınız?”
Onlar konuşurken Toprak Ece’nin ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Saçları ve yüzündeki makyaj, kuaför arkadaşına uğradığının ispatıydı. Çok güzel ve renkliydi aşkı. Onun ne yapmak istediğini anlamak için bu konuşmanın sonunu bekleyemeyecekti. Yanlarına inip masanın başında durdu. “Merhaba canım, arkadaşlarla tanıştın mı?”
“Henüz tanışmaya fırsat bulamadım. Ama kısa sürede tanışacağım. Önce daha önemli bir sorum var. Beyler, kimin elinden ne iş gelir?”
Masaya buyur eden adam yanıtladı. “Bizim işimiz yok hanımefendi. İşsiziz.”
“Onu biliyorum. Elinizden ne iş gelir onu soruyorum.” Dört erkek de birbirine bakıp kısa bir an sustu. Yine ilk konuşan önce yanıtladı. Ece diğerlerinin yaşının daha küçük olduğunu ve ona saygı gösterdiklerini anlamıştı. “Ben eskiden bir fabrikada montajcıydım. İşten çıkartıldıktan sonra bir sürü yerde çalıştım ama özel bir şey yapamam. Bir mesleğim yok.” Adamın konuşması eğitimli olduğunu da belli ediyordu. Ece, diğerlerinden de yanıt almak için onlara yöneldi. “Ya sizler beyler?”
“Ben, küçükken boya işleri yapardım.”
Üçüncü erkek “Ben bir süre belediye de çalıştım.” diye yanıt verdiğinde Ece yeni bir soru sordu. “Ne iş yapıyordunuz?”
“Bir süre çöp topladım. Bir ara da park, bahçe süslemesinde çiçek ektim.”
“Ya sen?” En sessiz olanına sorunca onun kıpkırmızı oluşuna şaşırdı. Elli yaşlarındaki adam konuşmaya başlamadan önce derin bir nefes aldı. 
“Ben muhasebeciydim. Çalıştığım fabrika iflas edince tazminatımızı alamadan kapıya konduk. Bu yaşımdan sonra kimse iş vermediği için evimden de oldum.”
Ece gülümseyerek baktı adamların yüzlerine. Sonra en son konuşana döndü. “Sana da bir şeyler buluruz.” Tekrar diğerlerine dönerek, “Şimdi beyler… Benim bağlarım var. Büyük bir alan. O yüzden çok sayıda işçiye ihtiyaç duyuyorum. Bahçe işlerinden anladığına göre sen zaten kesin yardımcı olabilirsin. Sen boya işinden anlıyorsan tamir işlerinden de anlar mısın? Elin alet tutuyordur nasılsa. O zaman sana da iş var. Ve siz ikiniz…” Montaj ve muhasebe işi yaptığını söyleyen adamlara döndü. “Size de atlarımın bakımında iş düşecek. Belki tam bildiğiniz işler değil ama iki seyisim var ve onlar hem işi öğretir hem de onların nöbet tutmasında yardımcı olursunuz.” Bir an sustu. Sonra içinde bulunduğu durumu onlara anlatmadan işi kabul etmelerinin doğru olmayacağına karar verip yeniden konuşmaya başladı. “Atlarımı tehdit eden biri var ve ben onların başına bir şey gelmesini istemiyorum. İş Denizli’de. Bir köyde çalışacak, yatacak yere ve üç öğün yemeğe sahip olacaksınız. Ne dersiniz?”
Toprak dahil beş adam da sustu. Yine ilk konuşan en yaşlıları söz aldı. “Hanımefendi, neden böyle bir şey yapıyorsunuz?”

Ece gülümsedi ve yanıtladı. “Neden mi? Sizin işe benim işçiye ihtiyacım var. Başka neden gerekir mi?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder