21 Kasım 2015 Cumartesi

YAKIŞIKLI 49. Bölüm

Geceyi uykusuz geçiren iki aşık, sabaha kadar sadece birbirini düşünmüştü. İkisi de bu tatsızlığı ortadan kaldırmak istiyor ama ilk adımı karşıdan bekliyordu. Ece bir önceki atışmalarını düşündüğünde, sabah onu arayanın kendisi olduğunu anımsadı. Bu kez ne olursa olsun aramayacaktı. Toprak eğer samimi ise ve bir mazereti varsa arayacak ve açıklayacaktı. Genç bir kızla yakalanan, ona aşk şarkıları çalan oydu. Affı yoktu.
Saat altı olduğunda kalktı yataktan. Nasılsa uyuyamıyordu. İlk işi camdan yengenin evine bakmak oldu. Karanlık evi görünce hırslandı. Sabahın o saatinde ne görmeyi umuyordu? Kahrından ölen bir Toprak mı? Kendini yollara vurmuş bir Toprak mı? Saçmaladığını anladığında perdeleri sinirle kapattı. Aynı şekilde yatağını da kapatıp tuvalete gitti.
Binici kıyafetlerini giyip indi mutfağa. Mutfakta kimseyi göremeyeceğini biliyordu. Pazar günleri geç kahvaltı alışkanlığı olduğu için Ayşe abla bile kalkmamıştı. Ece, yufka ekmeğinin içine biraz çökelek koyup açlığını bastırdı. Akşam da yemek yememişti ama hayat devam ediyorsa yemesi gerekiyordu. Hem zaten midesi isyan etmiş ve acıktığını belli etmişti. ‘Ben aşk acısında bile yemek yiyebiliyorsam korkmam lazım. Sonum annem gibi olacak anlaşıldı. Kesinlikle bu boğaza dur diyeceğim.’

Düşüncelerinin arasında ikinci lokmayı da çiğniyordu. Kendisindeki tuhaflıkları bilirdi. Onlara bir yenisi eklenmişti. Kitaplarda ya da filmlerde gördüğü aşık kızlardan değildi. Tüm hayatını yıkılan duyguları üstüne kurmuyordu. Evet, üzülüyor, canı yanıyor ama hayatına devam ediyordu. Sonra düşündükleri komik geldi gülümsemeye başladı. Sonra da gülümsemesi tuhaf geldi. Üzgündü ama gülebiliyordu. Olması gereken buydu zaten. Neden tüm aşk hikâyeleri acıları büyütür ve sanki insan yedi yirmi dört o acı ile yaşar, yemez içmez uyumaz gibi anlatırdı? Evet, uyku tutmamış olabilirdi ama o da düşünmek içindi. Bu gece rahat rahat uyuyacaktı.
Kararını vermişti. Toprak arayıp doğru düzgün bir açıklama yapana kadar artık o ikisini düşünmeyecekti.


*****


Toprak, yengenin evinden ayrılana kadar aramasını bekledi.
Boş yere suçlanmış, yapmak istemeyeceği açıklamalar beklenmiş ve bunlar olmayınca da tek kelime etmeden çekip gitmişti. Yo tek kelime etmedi demek doğru değildi. Suçlamak için konuşmuş, güvenmediğini yüzüne haykırmıştı. Aşk kıskançlıkla kardeşti. Bunu kabul ediyordu ama güven olmayan yerde aşkın olması mümkün müydü? Açıklama yapılması şart mıydı? İnsan karşısındakine koşulsuz şartsız güvenemez miydi? Aradaki aşk cümlelerinin hiç mi değeri yoktu? Görünene göre mi karar verilmeliydi?
Ece güvenmemişti. Olay buydu.
Önce sabah gidip konuşmak istemişti. Sonra ise yeniden düşünmüş ve vazgeçmişti. Ece ne yaptığını düşünmeli ve ilk adımı atmalıydı. Gizli saklı bir şey olmamıştı ki. Evin içinde oturuyor gitar çalıyordu. Zeynep denilen genç kızın ilgi gösterdiğinin farkındaydı. Ama o çok gençti ve ilgi duyduğu bir erkeğe yakın olmak, onunla vakit geçirmek için kendince küçük fırsatlar yaratıyordu. Aynı şeyleri zamanında o da Ece’yi görmek için yapmıştı. Hatta Ece de onunla karşılaşmak için bir sürü oyun oynamıştı. Şimdi ise benzer şeyleri yapmaya çalışan küçük bir kızı kıskanıyordu. Kıskanmakta haklı olabilirdi ama güvenmemekte haklı değildi.
Ece, bunları düşünmeli ve ne yaptığını anlamalıydı. Birisini suçlamak kolaydı ama bu suçu ispatlamak gerekliydi. Ece sadece suçu atıp kaçmıştı. O zaman yaptığının hatalı olduğunu anlaması gereken de oydu.
Toprak arabanın gazına basarken düşünceleri de aynı hızla beyninde dönüp duruyordu.


*****

Ece o günü, gelmesini, en kötü ihtimal aramasını bekleyerek geçirmişti. Tüm umutları boşa çıkmıştı. Yakalanmadan bakmak için Gümüş Kanat ile evin arkasından dolanarak yengenin evine kadar gitmiş ve kapıda cipi görmeyince İzmir’e döndüğünü anlamıştı. O an, içinin yanmasına engel olamamış, gözleri yaşarmış fakat kendisini zorlayarak yaşların akmasını engellemişti.
Ağlamayacaktı. Kendisini bırakıp giden o adam için ağlamayacaktı. Değmez, dedi. ‘Bir erkek için ağlamaya değmez. Hele de beni kandırıp bir başkası ile birlikte olan bir adama asla değmez.’ Onunla birlikte olmuş, sevişmiş ve evlilik hayalleri kurmuştu. Oysa şimdi çok uzaklardaydı. Hem ruhen, hem fiziken…
Atını dörtnala kaldırıp köyün içinde uzunca bir süre gitti. Yanından geçtiği köylülerinin selamlarını belli belirsiz alıp köyün çıkışına kadar uçar gibi devam etti. Yaklaştığı evin Mehmet Ali’nin evi olması biraz moralini düzeltti. Ozan ile oynar keyfi yerine gelirdi.
Bahçe kapısını açıp atı ile birlikte içeri girdi. Ozan onun için hazırlanmış alanda oyun oynuyordu. Babası tek başına büyüdüğü için elinden geleni yapıyor, canı sıkılmasın diye istediği oyuncakların çoğunu ikiletmeden alıyordu. Oyun parkı da onlardandı. Ozan kaydıraktan kaymak için küçük bacakları ile tırmanmaya çalışırken çok şirindi. Tüm sıkıntılarını unutan Ece ona gülmeye başladı. “Ben de hep surat asacaksın sanıyordum. İn atından da gel birer çay içelim.” diyen Mehmet Ali huzursuzluğunu anlamıştı.
“Suratımı güldürsün diye geldim. İşe de yaradı. Bu çocuk yine boy atmış. Ben görmeyeli bir hafta mı oldu?” Ece, atını bağlamış sundurmanın altındaki masaya doğru yürüyordu.
“İki hafta. Ve iki hafta inan çok uzun bir süre. Nasıl geçti İspanya gezisi?”
“İyiydi.”
“O kadar mı?”
“Anlamadım? Ne o kadar mı?”
“İyi olması mı suratını asmana neden oldu?”
“Suratım başka şeye asıktı. Ama bak artık asık değil.”
“Bu sorunun çözüldüğü anlamını taşımıyor. Neden üzgünsün. Toprak mı?”
“Evet. Ve konuşmak istemiyorum. İspanya çok iyiydi. Şarabıma bayıldılar. Yeni üründen istiyorlar. Bir sürü yer gezdim. Bir sürü yakışıklı İspanyol ile tanıştım ve evime döndüm.”
“Toprak ne yaptı? Gittin diye mi kızdı?” Mehmet Ali peşini bırakacağa benzemiyordu.
“Ondan konuşmak istemiyorum demiştim.” Çayını karıştırırken masadaki yumurtaya ekmek banmaya başlamıştı. Az önceki kayıntı yetmemişti.
“İspanyayı anlattın bitti. Sırada Toprak var. Seni neden üzdü?”
“Boş ver. İnan anlatılacak bir şey değil.”
“Nerede şimdi?”
“Neden sordun?”
“Sen anlatmıyorsun. Belki o anlatır!”^
“Sakın ha. Asla ona bir şey sormayacaksın.”
“Nedenmiş o?”
“Ben öyle istiyorum. Ne anlatacak ki zaten?”
“Seni üzdüyse anlatacağı şeyler vardır. Ben bir konuşayım.”
“Hayır, sakın arama onu. Söz ver bana aramayacaksın.”
“İyi tamam söz aramam. Ama sen ne zaman anlatmak istersen bana geleceksin.” O sırada nihayet Ece’yi gören Ozan koşarak gelip kollarını havaya kaldırmıştı. Ece küçük çocuğu kucağına alıp öperken Mehmet Ali gülümsüyordu.
“Tamam, gelirim. Bağların nasıl? İlaçlamaların tamam mı?” Ece konunun değişmesi için Ozan’ın gelişini de kullanmıştı.
“Evet tamamladım. Yine de ağustos böceklerinden korkuyorum bu sene. Geçen sene yeterince ilaçlama yapamadık biliyorsun. Bu sene çok yumurta yavru verirse asmaları kaybederiz.”
“O kadar budama yaptık. Yine de çoğalırlarsa bakacağız bir çaresine. Epey ürün zayi ettik geçen sene ama ben bu sene o kadar büyük sorun beklemiyorum.”
“Boşlama sakın. Belli olmaz, gözün bağlarda olsun.” Sanki aksi mümkünmüş gibi talimat veriyordu Ece’ye. Kapının yanında bağlanmış olan Gümüş Kanat’a bakıp konuştu. “Seninki çok güzel bir at oldu. Bunu nasıl tahmin ettin? O kadar çelimsizdi ki yaşamayacağından emindim neredeyse.”
Nihayet küçük bir kahkaha döküldü dudaklarından. “Genlerim ve genleri diyelim. Ben onun serpilip toparlayacağını tahmin ettim. Dedemin genleri sağ olsun. O da soyunu inkâr etmedi ve toparladı. Genleri sağ olsun. Baksana şuna! Bacakları çok iyi!”
“Belli. Yarışına ne kadar kaldı?”
“İki hafta kadar. Senin yarışın var mı o hafta?”
“Yok. Haftaya benim yarış. Ama belki maiden için gelirim. İlk yarışını izlemek isterim.”
“Aksi bir şey olmazsa o hafta zaten çıkar maidenden.”
“İnşallah. Ben de öyle tahmin ediyorum. Bu attan tay alacağım zamanı gelince.”
“Unutmadım aklımda. Ama bil o zamana kadar çok pahalı olacak damızlık fiyatları.”
“Ozan için yatırım yaptığını düşün halası. O da senin yeğenin.”
“Yeğen dedin de, son bir ay sanırım. Belki daha bile az kaldı Asude’nin doğumuna.”
“Gerçekten hala oluyorsun yani. Acaba Ozan’ın teyzesi mi olsan?”
“Onun da halası olurum ben.”
“Yani bu durumda ben de senin ağabeyin sayılırım.”
Onun sandalyesinde dikleşmesini gören Ece bir küçük kahkaha daha attı. “Vaz mı geçsem? Bende iki tane var. Üçüncü bünyeye zarar.”
“Zarar dedin de, jandarma güvenlik tedbirlerini arttırmış mı?” Sesindeki tedirginlik Ece’nin içindeki sıkıntıyı yeniden su üstüne çıkarttı. “Yoo, neden arttıracak?”
“Haberin yok mu? Recep mahkemeye götürülürken kaçmış. Elbette birileri yardım etmiş. Jandarma her yerde onu arıyor.”
“Nasıl kaçar? Bana kimse bir şey söylemedi. Üstelik ben artmış tedbir falan görmedim. Ne zaman oldu bu?”
“Cuma günü. Mahkemeye sevk ediliyormuş. Hemzemin geçitte durmak zorunda kalmış araç. O sırada üç araba gelmiş askerlerle çatışma olmuş. Tek iyi taraf ölen yok. İki jandarma da yaralanmış. Şoför araçtan bile inemeden Recep’i alıp kaçmışlar.”
“Çocuğun korktuğu kadar varmış desene. Konuşmamasını abartılı bir tepki olarak almıştım. Jandarma konuşturur, olmadı mahkemede konuşur diyordum. Desene patronu kim ise onlarda öyle düşünmüş. Pekiyi neden benim evimde güvenlik yok?” Tedirginliği artmıştı. Ailesinin başına kötü bir şey gelmesine dayanamazdı.
“Komutanı bir arayalım.” Cebinden çıkarttığı telefonunda bir numaraya bastı. Karşısına çıkan komutan ile kısa bir selamlaşmanın ardından durumu sordu. Aldığı yanıttan memnundu. Gülümseyerek teşekkür edip kapattı.
“İçin rahat olsun. Sekiz asker senin evin etrafında nöbetteymiş. Senin onları görmemiş olman önemli değil, hepsi görev başındaymış.”
“Benim onları görmemem önemli. Böylece başkaları da onları görmez ve kötü niyetleri varsa yakalanırlar. Bu iyi.”
“Evet, iyi tabii.”
Çok daha rahat nefes alıyordu. Recep yeniden yakalanıp pislik patronunu ele verene kadar bu tedirginlikleri yaşayacaktı. Yine de askerin koruma tedbirlerini arttırmış olmasından mutluydu. “Ben eve dönüyorum. Biraz da bakınayım kim nerede duruyor. Asker sanıp düşmana kapıları açmayalım.”
“Akıllıca ama dikkatli ol.”
“Olurum. Ozan’ım, hadi bir öp de gideyim ben.” Ozan ıslak bir öpücükten sonra kucağından indi. Ece yeniden ata binip bahçe kapısına döndü.
Eve giderken etrafını araştırmasına rağmen kimseyi göremedi. Aklı biraz dağılmış, Toprak ile Zeynep bir süreliğine düşüncelerinden uzaklaşmıştı. Eve girmeden telefonunu çıkartıp İlkay’ı aradı. Durumu ona da anlatıp haberdar etti. İlk seferde Eray’ı kızdırdığı için bu kez onu da aramayı ihmal etmedi. İkisinden de eşlerinin iyi olduğu haberlerini alıp mutlu olmuştu. Asude ayaklarının şişmesinden yakınarak arkadan bağırmış, böylece Ece onun sesini de duymuştu.
Tüm kardeşleri, annesi, babası ve Didem onun Toprak ile evlilik arifesinde olduğunu düşünüyordu. Onlara durumun değiştiğini nasıl söyleyecekti? Durum değişmiş miydi?
Acele karar vermek adeti değildi. Biraz düşünecekti. Kendisine ve Toprak’a biraz süre tanımak iyi olacaktı. Ama içindeki sıkıntıyı paylaşacak birine ihtiyaç duyduğu için en iyi ihtimal olan Didem’i aradı.
“Carmen, döndün mü?” diyen arkadaşının neşesine aynı neşe ile cevap vermesi mümkün değildi. “Döndüm ama boğa tarafından yaralar almış bir matador olarak döndüm.”
“O ne demek? Kavga mı ettiniz? Kıskandı değil mi? Kızım bunların hepsi böyle. Kendisi gitse kırmayacağı ceviz kalmaz ama sen gittin ya laf söyledi değil mi? Eh ben onu görürüm.”
“Didem, susacak mısın?” Araya zorla girip tek bir cümle edebilmişti. Didem şaşkınlıkla sustu telefonun ucunda. “Ne yani haksız mıyım?”
“Haklı olabilirsin ama kavga sebebimiz o değil. Kavga da değil ki. Çekti gitti.” Tam olarak doğru olan bu değilse de o an böyle anlatmak kolaydı.
“Ne demek çekti gitti? Seni havaalanında mı bıraktı? Bak dedim sana, seni ben alırım diye. A ama senin araban vardı zaten. Ay anlatsana şunu ne oldu?”
“Oh nihayet. Sus da anlatayım…” Ece, kısaca erken gelişini ve evdeki manzarayı anlattı. Sonra yaptıkları konuşmayı ve bugün gitmiş olduğunu da ekleyip Didem’in tepkisini bekledi. Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Didem sorularına başladı.
“Sana bağırdı mı?”
“Hayır.”
“Kız ile öpüşmüş gibi miydi? Ya da sen gördüğünde öpüyor muydu?”
“Öyle bir şey görmedim. Yan yana oturuyorlardı.”
“Aralarında ne kadar mesafe vardı?”
“Ne bileyim ben.”
“Bu önemli. Bir kol boyu, omuz omuza? Hangisi?”
Ece bir an düşündü. Gözünün önüne gelen manzarada o mesafeyi ölçüp yanıtladı. “Bir kol boyundan biraz azdı galiba. Kızın başı Toprak’a doğru eğilmiş, öyle dinliyordu.”
“Gözlerini Toprak’a mı dikmişti?” Didem’in sesindeki ciddiyet Ece’yi rahatsız etmeye başlamıştı.
“Evet.”
“Toprak kıza mı bakıyordu?”
“Hayır, gitarına bakıyordu.”
“Hep mi? Yoksa arada kaldırıp kıza bakıyor muydu?”
“Yok, kaldırdığında camdan dışarıya, gökyüzüne baktı galiba.”  
“Salak.”
“Evet, bence de salak.”
“O değil canım, salak olan sensin.”
“Didemmm…”
“Hiç bana Didemmm deme. Adamın o kıza yemek getirdiği için teşekkür anlamında gitar çalmış olabileceği, çalarkan bile seni düşündüğü ve gökyüzüne bakıp seni hayal ettiğini düşünmek zor mu?”
“Hayır, zor değil. O da öyle demişti.”
“Yani sana bu açıklamayı yaptı ama sen yine de inanmadın öyle mi?”
“Ama neden bir gün önce gelmiş köye? Benim Pazar geleceğimi biliyordu. O da Pazar gelseydi. Ya da beni karşılasaydı ama köye gelmesiydi… Şey işi varmış da bugün.”
“Yani az önce kaçtı gibi anlatmaya çabaladığın bugün gitmiş olması aslında işi olduğu için öyle mi?”
“Ben senin avukat olmandan hiç hoşlanmıyorum biliyor musun? Ne bu ya? O mu haklı yani?”
“Ece, kim haklı bilemem ama senin büyük bir sorunun var. Sen bu adama neden güvenmiyorsun?”
“Güveniyorum.”
“Sözler ile değil canım hareketler ile güvenmen lazım. Hareketlerin sözlerini desteklemeli. Sen onun yaptığı açıklamaya güvenmemişsin. Daha doğrusu ona güvenmemiş ve arkanı döner dönmez seni başkaları ile aldatacağını sanmışsın. Üstelik gerçekten Murat ondan eve bakmasını rica etmişti. Sen yokken bir akşam yemeğe gittik ve benim yanımda konuşuldu. Kaba inşaat bitmiş. İnce işçilikler ve dekorasyon için artık annesi işe başlayacakmış, Murat Kıbrıs’a uçtuğu ve on gün orada kalacağı için Toprak ile konuşmuş, şirketten bir mimar ile birlikte evi kontrol etmesini söylemişti.”
“Yeter, daha fazlasına gerek yok. Şu an toprak beni içine çekmekle meşgul, sen daha fazla kazma istersen.”
“Anlama… Ah anladım yer yarıldı sen de içine gömülüyorsun! Hak ettin. Eh artık bir özür dilersin adamdan.”
“Evet ama nasıl?”
“Nasıl kırdıysan kalbini öyle de onar. Unutma canım, olaylar her zaman göründüğü gibi değildir.”
“Ya da tam göründüğü gibidir ama biz o görüntüye başka anlamlar yükleriz. Teşekkür ederim sayın avukat. İki hafta sonra yarışım var. Yakışıklımı sokuyorum yarışa. O akşam geç bir yemek ile borcumu ödemeye ne dersin?”
“Güzel bir şişe de şarap getir bana. Yoksa affetmem.”
“Şanslısın ki fabrika yandığında şaraplarımıza bir şey olmadı. Ah Didem, işin aşk kısmını bir yana bırakalım. Hani benim yanımda çalışan Recep vardı ya. Bir sürü olayın kahramanı olan çocuk. O hapisten kaçmış.”
“Ne demek hapisten kaçmış? Böyle saçmalık olur mu?”
“Mahkemeye nakledilirken hemzemin geçitte durmak zorunda kalmış araç ve o sırada jandarmaya saldırı düzenlemişler onu kaçırmışlar.”
“Öyle bir haber duymuştum. O senin çocuk muydu? Peki sen ne yapıyorsun? Tedbirleri arttırdın mı? Seni düşman biliyor artık.”
“Jandarma arttırmış ama ben kimseyi göremiyorum. Ya iyi saklandılar ya işi savsaklıyorlar.”
“Saklanıyorlardır. Sen rahat ol. Bana sonra o davanın dosya numarasını verir misin? Bir bakayım konuşturulmuş mu çocuk? İfadesi varsa oradan bir ipucu bulurum.”
“Bildiririm tatlım. Didem… Teşekkürler hayatım.”
“Bak bağbozumuna oraya geleceğim, ondan önce düğün için gelmeyi tercih ederim.”

“Düğün olur mu bilmiyorum. Sanırım onu çok kırdım. Şimdi sıra o kırdığım yerleri onarmakta. Becerebilirsem davetiyeyi elden veririm.”

1 yorum: