20 Kasım 2015 Cuma

YAKIŞIKLI 48. Bölüm

Bir hafta başka zaman olsa çok kısa gelirdi ama ikisi için de bitmek bilmemişti. Ece son konuşmasında Toprak’ın cumartesi günü köye gideceğini öğrenmişti. Pazar İzmir’e dönecek ve kendisini havaalanında karşılayacaktı. O gece kalamayacağı için o görüşme sadece kısa bir hasret giderme olacaktı. Tüm bunları düşünen Ece köyde daha çok görebileceğini hesap edip az bir fiyat farkı ile biletini bir gün önceye almıştı. Sabah erkenden havaalanında olan genç kız, bir haftadır kendisine mihmandarlık yapan arkadaşı ve ailesi ile vedalaşıp uçağa binmişti.
Artık İstanbul’u tepeden izliyordu. Kısa süre sonra iniş yapan uçaktan aktarma yapacağı terminale doğru yürürken yorgun ama mutlu olduğunu hissediyordu. İstanbul çok sıcak ve nemli olarak iletilmişti. Kısa süre sonra İzmir uçağına bineceği için terminalden çıkmamayı tercih etti. Cep telefonu kapalıydı. Mahzenlerde olacağını söylemiş ve ulaşamayacaklarını haber vermişti ailesine ve Toprak’a.
İki saat sonra İzmir’den köyüne doğru yola çıkmıştı. Çift kabinin arkasındaki valizlerin içinde bir sürü hediye vardı. Arkadaşının ailesi de çeşit çeşit hediye ile dolu bir çanta hazırlamıştı. Ece hepsinin beğenileceğini biliyordu ama en çok Toprak için aldığı hediyenin nasıl karşılanacağını merak ediyordu. 

Evin yoluna geldiğinde tüm özlemi ile izliyordu her tarafı. Sanki bir hafta değil de yıllardır uzak kalmış gibi tüm değişiklikleri ayırt etmeye çalışıyordu. Şansına yağmur vardı. Görüş biraz azalsa da bağların yemyeşil hallerini seyretti uzun uzun.
İlk yapmak istediği Toprak ile buluşmaktı. Elbette bunu yapmayacaktı. Önce eve gidecek ailesi ile biraz vakit geçirdikten sonra bağlara diye evden çıkacak ve Toprak’ı bulacaktı. Yengede değilse inşaata bakmaya gitmiş olacağını biliyordu. Artık bağlarda gezmiyordu Toprak. Sonra yanına onu da alıp bağlarda dolaşacak, atlara bakacaktı. Tüm özlediklerini bir arada görmek çok güzeldi.
Evden içeri girdiğinde tüm ailesi bir anda koşuşturdu. Neredeyse yuvarlanacaktı. Küçükten büyüğe hepsi erken dönüşünü kutluyordu. Yarım saat kadar ailesi ile oturup hediyelerini verdi. Babası ile konuşup şarapları hakkında aldığı övgüleri ve şarapçılık konusunda edindiği yeni bilgileri aktardı.
Artık rahatlıkla evden çıkabilirdi. Yeniden kamyonetine atlayıp fazla ıslanmadan yengenin evine ulaştı. Kapıyı çaldığında kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Çok özlemişti. Elindeki paketleri arkasına saklayıp bekledi. İçeriden yengenin ayak seslerini duyunca şaşırdı.
“Aa kızım, güzel kızım erken mi geldin? Yarın gelmeyecek miydin?”
“Erken geldim. Çok özledim herkesi.”
“En çok beni özledin galiba? Baksana buraya gelmişsin en önce.”
“Yenge yaa. Utandırmasana beni.”
“Utanma sende. Toprak inşaata gitti. Son raporları verecekmiş o inşaatçı çocuğa.”
“Ev bitti nerdeyse, ne raporu veriyor hala anlamadım. Ben bir bakayım ona da.” Tam dönmüştü elindeki paket aklına geldi. Yeniden geri dönüp yengenin paketini verdi. Çok güzel bir şaldı. Yengenin onu başörtüsü olarak kullanacağını adı gibi biliyordu. Paketi çocuk sevinci ile açan yaşlı kadın da zaten onu yanıltmadı. Siyah üstüne koyu kırmızı işlemeleri olan dantelli şalı başının üstüne atıverdi. “Çok güzelmiş, benim güzel kızım. Zahmet etmişsin ama çok güzelmiş.”
“Sen güzelsin yenge, onun için çok yakıştı sana.”
“Hadi oradan, deli kız. Bir de dalga geçiyor benimle.”
“Yok yengem olur mu öyle şey. Vallahi çok yakıştı. Hadi ben gidiyorum. Daha bağlara, atlara uğrayacağım.”
Ece, diğer paketi yan koltuğa koyup inşaatın olduğu tarafa yönlendirdi arabayı. Kısa süre sonra el frenini çekip indi. Evin kabası olduğu gibi çıkmıştı ortaya. Havuzun ve bungalovların temelleri atılmış, hatta bir kısmının duvarları bile örülmüştü. Bir haftada ne kadar çok iş yapıldığını görüp şaşırdı. Ana bina tahmininden çok daha büyüktü. Nredeyse kendi evine yakın bir büyüklükteydi. Diğer binalar daha uzakta ama ana binayı görecek şekilde ve havuzun etrafında yer almıştı. Öndeki beş binanın arkasında ama aralarından havuzu ve büyük binayı görecek şekilde ikinci beş bina yapılmıştı. Planlarını gördüğü evlerin artık elle tutulur hale gelmiş olması şaşırtıcıydı. Ekip çok hızlı çalışıyor olmalı diye düşündü. Sonra işçi konteynırlarının sayısının ikiden beşe çıktığını gördü. Demek ki ekip çoğalmıştı. İşçiler gözükmüyordu. Hepsinin evin içinde olması mümkün müydü? Saatine bakınca akşam yemeği saati olduğunu gördü. İşçiler erken yiyor, erkenden de uyuyorlardı. O yüzden kimseyi görememişti. Büyük binaya doğru yürüdü. Toprak orada olmalıydı.
Eve yaklaştığında orada da büyük değişiklikler gördü. Tamamı beton olan bina bitmişti. İlk katın yerden bir metre yüksekliğe kadar olan kısmı taş ile kaplanmıştı. Üst tarafı hem içten hem de dıştan ahşap kaplanacaktı. Ev sahibi öyle olmasını istemişti. Ece de kendi evinin öyle olmasını tercih ederdi. Zevkli birileri taşınacaktı. Dış kapının olduğu yere geldiğinde kapı yönünün kendi fikri olan bağlara bakan tarafa yapıldığını gördü. İlk yapılan kapı yola bakıyordu. Ece burayı kullanacak insanların araba yoluna bakmayı isteyeceklerini sanmadığını, bağlara doğru açılan bir kapının insana daha çok huzur ve sağlık vereceğini söylemişti.
Üç basamak ile çıktığı kapının iki tarafında da büyük sundurmalar vardı. Yağmurda bile burada oturup bağlara bakılabilirdi. Yaz yağmurlarında bağları uzaktan izlemek hep çok hoşuna gidiyordu. Şimdi de yağmur vardı. Biraz durup bakmak istese de Toprak’ı bulma isteği ağır bastı.
Kapıyı açtığında kulağına gelen müzik sesi ile olduğu yerde kaldı. Bir de kadın sesi vardı. Toprak’ın çaldığı şarkıyı söylüyordu biri. Ece bir iki adım daha attı. Sessiz olmaya çalışmıyordu. Kimle şarkı söylediğini merak ederek son iki adımı daha hızlı attı. Evin içinde hiç eşya yoktu ama bu Toprak ile Zeynep’e engel oluşturmamıştı.
Toprak sırtını ahşap kaplanmış duvara dayamıştı. Hemen yanında oturan Zeynep de aynı şekilde yaslanmış ama başını da eğmişti. Neredeyse Toprak’ın omzuna koyacaktı başını. Ece onları bir süre izledi. İkisi de dalmıştı. Toprak gitarına bakıyor ve sessizce çalıyordu. Zeynep ise hayran gözlerle ve biraz da aşk dolu bakışlarla izliyor, bir yandan da gitardan dökülen melodilere eşlik ediyordu.
Ne yapacağını bilemeyen Ece arkasını dönecekken yerdeki tabakları fark etti. İkisi orada yemek yemişti. Daha başka neler yapmışlardı? Onu öpmüş müydü? Zeynep daha on yedi yaşındaydı. Daha ileri gitmemişlerdir diye umarak, onlara doğru bir adım attı. Kaçıp gitmeyecekti.
“İyi akşamlar.” dediğinde ikisi de suçlu bir şekilde sıçramıştı.
Toprak şaşkın bakışlarla karşısındaki genç kıza bakıyordu. Hayal mi görüyordu? Ama hayal olsa kendisine bu kadar nefret dolu gözlerle bakmazdı. İyi ama neden öyle bakıyordu? O sırada yanındaki kızı anımsadı. Genç kız az önce gelmiş gitar çalıp ev ile ilgili planlar yaparken onu kıramamış ve getirdiği yemekleri birlikte yemişlerdi. Yine onun ısrarı ile bir şarkı çalmıştı. Masum bir şarkı… Aşk şarkısıydı ama o sadece Ece’yi düşünmüştü.  Oysa Ece başka şeyler düşünüyor olmalıydı.
“Ece? Hoş geldin canım. Yarın gelmeyecek miydin?” derken yerinden kalkıp ona doğru yürümeye başlamıştı. Ece ise ondan küçük adımlarla kaçıyordu. Az önceki sahneyi hazmetmesi kolay olmayacaktı. Zeynep ise yerdeki tabakları toplamaya başlamıştı. Suçlu gibi başını kaldırmadan hepsini torbaya koymuş kapıya doğru yürürken de ağzının içinde iyi akşamlar diye gevelemişti. Kimsenin yanıtlamadığı genç kız çoktan çıkıp gitmişti.
Ece ile Toprak birbirlerinin gözlerine bakıyor ve o gözlerde başka izler arıyorlardı. “Neden onunla burada buluştun?” diyen Ece kendine hakim olmaya çalışıyordu.
“Buluşmadım. Burada oturmuş müzik çalarken geldi. Yemek getirmiş. İlla bir şarkı çalmamı isteyince yemeğe teşekkür olarak çaldım. O kadar. Yemin ederim o kadar.”
“Neden yemin ediyorsun?” Sesi o kadar soğuktu ki Toprak ne diyeceğini ne yapacağını, nasıl açıklayacağını bilemiyordu. “Çünkü inanman lazım. Gözlerime başka göz değmediğine inanman lazım.”
“Senin burada olduğunu nerden biliyordu?”
“Hiç fikrim yok. Zeynep zaten ben ne zaman köye gelsem yengemin evinde alıyordu soluğu. Sanırım beni takip ediyor. Arabam evlerinin önünden geçmeden köye giremediğine göre…”
“Bunu bana şimdi mi söylüyorsun? Ne yani o hep sana geliyor öyle mi? Ne yapıyordunuz onunla?”
“Ece, bak son kez söylüyorum. Bir şey yapmadık. O daha çocuk. Zaten büyük de olsa ne fark eder ki? Ben seni seviyorum ve yakında evleneceğiz. Böyle saçma şeyleri düşünmen bile benim günahımı almaktır.”
“Neden günahını alıyor muşum? Ben yarın gelecektim. Sen ise bugün köye geldin. Yarın benimle gelebilirdin. Ama sen beni beklemek yerine erkenden köye geldin. Ben de işlerin var sanıyordum. Oysa başkaymış planlar.”
Toprak kollarını tutup yüzüne bakmaya zorladı. “Yarın sabah erkenden dönmem lazım. Seni karşıladıktan sonra da gelemeyecektim. Çünkü yarın akşam üç katımda kapalı. Büyük bir düğün var. Orada olmam şart. Bugün de gerçekten işlerim olduğu için geldim.”
Ece mantıklı açıklamaları dinliyor ama az önce gördüklerini de unutamıyordu. Bir yanı inanıyor bir yanı şüphe içinde kıvranıyordu. Kollarını tutan ellerden kurtuldu. “Sana iyi yolculuklar.” dedi ve boş binada kapıya doğru yürüdü. Toprak hızlı adımlarla önüne geçip kapıdan çıkmasını engelledi. “Ece konuşmamız lazım.”
“Anlat! Bana anlat bugün ne işin vardı? Neden geldin köye? Anlat hadi.”
“İnşaata bakmam gerekiyordu.”
“İnşaatı sen mi yaptırıyorsun?”
“Murat rica etti.”
“Murat’tan maaş mı alıyorsun?”
“Ne biçim soru o?”
“Bana soru ile yanıt verme. Murat sana maaş mı veriyor? Neden sen gelip bakıyorsun? Bu adamın başka elemanı yok mu? Her işe eş dost arkadaş mı yolluyor? Ayrıca sen ne anlıyorsun inşaat işinden? Şimdi söyle bana neden buradasın?”
“Ece…”
“Önümden çekil Toprak.”
Toprak yanıt veremeyeceği sorularla kapının ağzında kalmıştı. Ece’ye baktı üzgün gözlerle ama kendisine bakan gözlerin içindeki nefreti görmek canını çok yaktı. Yavaşça çekildi kapının önünden. Ece süzülerek çıktı o kapıdan. Sonra arkasından kapıyı çekti. Bir süre bağların yeşilliklerine daldı. Toprak kapının arkasında sessizce dururken Ece de dışarıda aynı sessizlikte düşünüyordu. Az önce gördükleri neydi? Neden açıklamıyordu Toprak? Neler oluyordu? Haklı mıydı? Zeynep için mi gelmişti?
Tüm düşünceleri can yakıyordu. Her yerine batan cam kırıkları gibiydi. Her soru ile biraz daha derine batıyordu kırıklar. Üç basamağı inerken elindeki ağırlığı fark etti. Hediyesi…
En üst basamağa koydu paketi…


*****



Toprak, arabanın sesini duyana kadar bekledi. Az önce yaşanan olayları düşünüyordu. Ece’yi ikna etmesi çok kolaydı oysaki. Ama o ne yapmış? Söyleyeceği basit şeyleri söylemek yerine susmayı tercih etmişti. Neden?
Çünkü kendisine güvenmemiş olmasına kırılmıştı. Bu kadar kolay mıydı seni seviyorum diyen birisinin bir başkasına ilgi göstermesi? Bu kadar basit miydi, bir başkasına kalbini açmak? Ece bunları nasıl düşünebilmişti? O kendini paralayıp düğünlerinden önce işleri toparlamaya uğraşırken Ece neler kurmuştu?
Yarım saate yakın orada dikilmiş ve ne yapması gerektiğini düşünmüştü. Bu kez özür dilemesi gereken kişi kendisi değildi. Hatalı olsa bir dakika bile düşünmezdi ama bu kez kabahat Ece’deydi. Güvensizliğin olduğu bir evlilik nasıl yürüyecekti? Kıskanmasını anlıyordu. Çünkü o da kıskanıyordu. Sanki Türkiye’de erkek yokmuş gibi İspanya’daki erkeklerin her birinin Ece’ye musallat olduğu kabus dolu geceler yaşamıştı. Her gün konuştukları halde yine de yanında istemişti. Bir daha tek başına bir yere yollamamaya yeminler etmişti. Bu kadar kıskançlık yaparken Ece’nin de kıskanmasını anlıyordu. Anlamadığı güvenmeden, konuşmadan, sorularına yanıt alamadığı için çekip gitmesiydi. Bu kadar kolay mıydı bir ilişkiyi bitirmek? Olmadığını biliyordu. Ece’nin de hatasını anlayacağını biliyordu.
En iyisi onun özür dilemesini beklemekti. O gün geldiğinde bu yaşadıklarının acısını çıkartacaktı. O güne kadar sabırlı olmalıydı.
Kapıdan çıktığında ilk gözüne çarpan şey bardaktan boşanırcasına yağan yaz yağmuruydu. Sonra ise basamakta duran paketi gördü. Az önce Ece’nin elinde olduğunu anımsadığı paketi yerden aldı. Ebatlarına göre oldukça ağır bir paketti. İspanya’dan getirdiğini anlamıştı. Kurdeleyi çözdükten sonra kutunun içindekini avucuna doğru çıkarttı. Tahmin etmişti ne olduğunu. Ece ona şef bıçak takımı almıştı. Evdeki takımını gördüğü günü anımsadı. Her bıçağı tek tek sormuş, ne işe yaradıklarını öğrenmişti. Bıçakların kabza kısımları ile ilgili anlattıklarını ilgi ile dinlemişti. Ele oturması, herkesin kendine has tutuş tarzı olması gibi incelikler ona çok tuhaf gelmişti. Oysa aşçıların en büyük meziyeti iyi bir bıçak takımına sahip olmalarıydı. Ellerini rahat kullandıkları takımlarla çok daha lezzetli yemekler ortaya çıkartıyorlardı.
Ece bilmeden büyük bir adım atmıştı. Aldığı hediye tahmininden çok daha uygundu. Toprak son yarım saat içinde ilk kez gülümsedi. Ara sıra kavga etmek evliliğin tuzu biberi derlerdi. Sanırım ilk tuzumuzu ekiyoruz, diye düşünüp cipine bindi.


*****


Tüm planlarını iptal edip eve dönmek istiyordu. Ama yüzünden kötü şeyler olduğunu anlayacaklarını tahmin edip önce bağlara doğru döndü. İşçiler çoktan evlerine gitmişti. Üzümlerin taneleri artık gözüküyordu. Yapraklarda hastalık aradı. Neyse ki ne haşere ne hastalık yoktu. Ertesi gün tüm bağları tek tek gezecekti. Gözleri ile görmek istiyordu hepsini. Sonra atlarına uğradı. Gümüş Kanat onu görür görmez boxın kapısına vurmaya başlamıştı. Ece biraz sevip ertesi gün bineceğine söz verdi. Artık gerçek heybeti gözler önündeydi. Serpilmişti. Kilosu normale dönmüştü. Çok ama çok yakışıklı bir at olmuştu.
Ahırlardan çıktığında aklına jandarma ile görüşmek geldi. Geç olmuştu. Komutan çoktan evine gitmiş olmalıydı. Ertesi gün pazardı ama şansını deneyecekti. O hain konuşmuş muydu? Kimdi gerçek sorumlu bulunmuş muydu? Bilgi almak istiyordu.
Bir saatten fazla zaman geçmişti. Bu süre içinde aklına Toprak ve Zeynep’i hiç getirmemişti. Düşünmek acı çekmekti. Ve birazdan evde odasına çekilecek o zaman yeterince acı çekecekti.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder