16 Kasım 2015 Pazartesi

YAKIŞIKLI 44. Bölüm

Düştükleri yerden kalkarken eski fabrika binasının alev alev yandığını, içerdeki bir sürü eşyanın parçalandığını kocaman açılmış gözlerle izlediler.
Ece, aylardır hayalini kurduğu şaraphanenin gözlerinin önünde yok oluşunu izledi. İçerideki kazanların belki çelik olanları kurtulabilirdi ama tüm ahşap fıçılar yok olmuştu. Bundan emindi. Yatırımı, hayalleri eriyip gidiyordu.
Toprak, onun tüm vücudunu kontrol etmiş yaralanmadığını anlayınca sevinmişti. Az önce yumruk attığı adama hayatlarını borçluydular. Bunu asla unutmayacaktı.
Ece, yaşadığı şoktan çıktıktan sonra Toprak’a baktı. “İyisin değil mi?” derken o da nihayet onun vücudunu kontrol etmeye başlamıştı. “İyiyim canım. Mehmet Ali’ye bir özür ve iki can borçlandık sanırım.”
“Mehmet Ali? Sen nasılsın? Yaralandın mı?”
“Hayır, ben sizden bayağı arkadaydım.”
“Aman şükürler olsun.”

İlkay ile adamlardan ikisi geri dönmüştü. Yangını seyretmekten başka yapılacak bir şey yoktu. Rüzgârsız gece alevlerin dağılmasını engelliyordu. Toparlanan adamlar etraftaki su dolu kovaları bulmaya uğraştılar. Tüm kovalar boşaltılmıştı. Yangını söndürmek imkânsızdı. Yapılacak tek şey kum kovalarındaki kumu binanın etrafına döküp alevlerin başka yerlere sıçramasını önlemekti. En büyük şansları da binanın etrafında ağaç ya da yanacak saman balyası olmamasıydı. Binanın ahşapları yanıp bittiğinde geriye yıkık bir çatı ile patlamış camlar kalmıştı. İçeriye girilmesi imkansızdı. Bu süreçte tüm köy su kovaları ve yangın söndürücüler ile koşup gelmişti.
“Ece, ne yapacaksın şimdi? Sen burası için kredi almıştın. Ne olacak?” Mehmet Ali üzgündü. Akşam vakti bir sürü sorun üst üste yaşanmıştı. Ece, Toprak’a yaslanmış yerde oturuyordu. Artık dumanı tüten binaya bakıyor ve gülümsüyordu. “Ah düşünmeyin bunları. Hallolur o işler. En kısa sürede yeniden kuracağım fabrikamı. Ahşaplar yandı, camlar patladı. İçindekiler yeniden alınır. Üzümler yetiştiğinde fabrika da hazır olacak. Beni kimse istediğim şeyi yapmaktan alıkoyamaz.”
“İnadı tuttu yine.” Toprak onun bu rahatlığı karşısında içindeki mutluluğun arttığını hissetti. Ece dayanıklıydı.
İlkay da yanlarında oturuyordu. Toprak ile Ece kimseyi umursamadan birbirlerine sarılarak izliyordu tüten dumanı.
İlkay onlara bakıp “Sen başına aldığın belayı biliyorsun değil mi?” diye sordu. Toprak, Ece’ye baktı. Yüzü gözü kir içindeydi. Yine de dünyanın en güzel kadını olduğunu biliyordu. Üzüm gözlerine bakıp yanıtladı, “Hem de çok iyi biliyorum.”

*****

Gecenin geç saatlerinde gelen jandarma Recep’i tutuklamış, patlayan binanın etrafına kimseyi yaklaştırmadan gerekli incelemeyi başlatmıştı. Bir asker seyislerin kaldıkları evden Recep’in cep telefonunu almış, oradaki aramaların kayda alınması için komutanına vermişti. Eninde sonunda arayan ve talimatı veren kişiyi bulacaklardı. Recep korku dolu gözlerle jandarma aracına binerken Halime de ona kızgın gözlerle bakıyordu.  Sakin adımlarla araca doğru yürüdü “Yemek yediğin kaba sıçan şerefsizmişsin. Beni de kullanmak istedin değil mi? Evden haber almak istedin? Ne anlattın sahibine köpek?” diye bağırdı. Kimse yadırgamamıştı bu tepkiyi. İçindeki nefreti üç beş cümle ile kusmasının ardından içi rahatlamış olarak eve giren Halime, mutfağa geçip saatlerdir ayakta aç susuz dolanan kalabalık için çay koydu. Hazırdaki böreklerden çıkarttı. Domatesleri salatalıkları keserken bir de türkü tutturdu.
Sibel, Sinem ve Ersin olayın şokunda pencere önünde yaşananları izliyordu. Osman Bey patlamanın sesi ile uyanmış, korku ile yatağından kalkmaya uğraşırken karısının rahatlatması ile yeniden yatmıştı. Ama uyumamıştı bir daha. Olayların sonucunu bekliyordu. Heyecan ve korku nefes alışını zorlaştırdığı için Hülya Hanım yanından ayrılmıyordu.
Her şey bittiğinde ev biraz daha sakinleşmişti. Artık herkes masanın etrafındaydı. Ayşe Hanım Halime’nin hazırladığı masayı görünce rahatlamıştı. Bazı şeylerin ilacı çalışmaktı. Kendinden biliyordu bunu.
Köyden patlamayı duyanların meraklı ziyaretleri de devam ediyordu.  Ece, fırsatı kaçırmamış, yıllardır karısının katili diye damga yemiş olan Mehmet Ali’nin nasıl Toprak’la onun hayatını kurtardığını her yeni gelene anlatmıştı. Mehmet Ali kendisinin kahraman yapılmasından önceleri sıkılsa da sonra arkadaşının ne yapmak istediğini anlamıştı. Sabah dokuz olduğunda ortalık sakinleşmiş, masanın etrafındakiler karınlarını doyurmuş, olay görmeyenlere defalarca anlatılmıştı.
“Şimdi ne olacak?” diye soran Ayşe abla oldu.
“Jandarma Recep’i sorgulayacak ve büyük ihtimalle konuşturacak. Kim olduğu anlaşıldıktan sonra da bir sürü bilmediğimiz suçtan tutuklanacak. Mala zarar vermek, tehdit ve cana kast etmek bunlardan birkaçı.”
“Ahırdaki yangını da Recep mi çıkardı acaba?” diyen bu kez İlkay idi. “Olabilir. Hem kendi çıkartıp, hem söndürmüş böylece korkmamı sağlamaya çalışmış olabilir. Bilmiyorum.”
“Senin böyle şeylerden korkmayacağını anlamamış onlar.” İlkay gülüyordu. Ece gerçekten hatalı bir seçimdi.
“Kadın kısmını korkak sanmak en büyük hataları olmuş. Yanlış insana çattılar. Her kim ise atımın peşine düşen, sürünecek! Mahvedeceğim onu.” Hırsı sesine yansıyor, dinleyenlere korku salıyordu.
Asude ve Eray aramış, onlar da olayları öğrendikten sonra geleceklerini söylemişlerdi. Bin bir ısrar ile Asude’nin gelmesi engellenmişti. Ece, Eray abisinin kendisine kızgın olduğunu biliyordu. O İlkay’a haber vermiş, İlkay Eray’ı çağırma gereği duymamıştı. Kendi kabahati değildi ki bu! Gönlünü almak kolay olacaktı. Yine de onun da gelmesini engellemişlerdi.  
İlkay ve arkadaşları Denizli’ye dönmek için yola çıkmıştı. Jandarma iki askeri bağların başına bırakacaktı. Böylece yeni bir saldırının önlenmesi söz konusuydu. Hem zaten gün içinde belki de suçlu yakalanacaktı.
Ece kimsenin uyuyamayacağını biliyordu. En iyisi biraz babam ile oturayım, onun üzüntüsünü gidereyim diyerek odasına gitti. Babası annesi ile sessizce konuşuyordu. Kısa bir an dinlemeyi düşündü ama sonra vazgeçti. Kapıyı iyice açıp içeri girdi. “Anne sen de yat dinlen biraz, ben otururum babamla.” Hülya hanım hiç öyle düşünmüyordu. Yanındaki boş yeri işaret edip kızını çağırdı. Osman Bey gözlerindeki yaş izleri ile yatıyordu. Kısık sesi ile “Bu işler senin yapman gereken işler değildi. Keşke sana bu kadar yük yükleyeceğime şu mereti ağzıma sürmeseydim.”
“Keşke sürmeseydin ama artık bunun için geç. Fakat, işlerin benim harcım olmadığını söyleyemezsin. Tam da benim harcım. Benim toprağıma, hayvanıma ve fabrikama uzanacak elleri kırarım ben. Hele de ailemi böyle üzecekler. Onların başına beteri gelecek için rahat olsun baba.”
Osman Bey, kısık sesi ile “Çok masraf yaptın, çok uğraştın, bankadan kredi aldın. Şimdi ne olacak? Hepsi yok oldu. Bankanın kredisini nasıl ödeyeceksin?” dedi. Yaşlı adamın yine gözünden yaş akıyordu.
“Ah babam buna mı dertlenmiş? Baba fabrika da bağlar da atlar da sigortalandı. Bana sigorta yapmayı sen öğretmiştin. Ev de dâhil her şeyimizin sigortası var. Benim ve ailemin kasıtlı hareketleri hariç her türlü tehlikeyi kapsıyor poliçeler. Jandarma ve mahkeme orayı benim patlatmadığımı ispatlayacak. Ben de her kuruşumu geri alacağım. Sen bunu düşünme. Hem zaten aldığım kredinin karşılığı bankada var. Bilmiyor musun sen para durumumuzu? Allaha şükür durumumuz iyi baba. Ben krediyi ağabeylerimden öğrendiğim için kullanıyorum. Uzun vadeye yaymak için. Her durumda benim borcum ödenir.”
“Sigorta ha? İyi düşünmüşsün.” Osman Bey rahatlamıştı. Bu hemen yüzüne ve sesine yansıdı. Ece de, o rahatlayınca rahatladı. “Ben düşünmedim. Banka zorlamıştı beni. Kredi almak için şartmış. Benim de işime geldi. Her şeyi güvence altına aldım. Ahırların yanması korkutmuştu beni. Şimdi sadece sevdiğim şeylere gelecek zararlara üzülürüm. Bunu yaşamamak için de tedbir aldım. Atlar güvende. Bağların en altında iki asker nöbette. Evde Toprak var. Daha ne olsun?”
“Toprak buradaymış, duydum. Neden burada demeyeceğim. Ne düşündüğümü biliyorsun. İlkay’a gitme derdim ama Asude çok korkmuş. Kıyamam gelinime. Torunumu da korkutur yoksa. O buraya geleceğine İlkay’ı yolladım. ”
“İyi yaptın baba. Toprak konusunu konuşalım artık seninle. Biliyorsun sanırım. Ben onu seviyorum. O da beni seviyor. Babasıyla olan küslüğünüz ikimizi de üzüyor ama siz küssünüz diye biz ayrılmayacağız. O buraya taşınacak ya da onun gibi bir şeyler yapacak. Benim buradan ayrılmayacağıma aklı yattı. O bir çözüm bulacak. O zaman da biz evlenecek ve buralarda bir yerlerde yaşayacağız.” Henüz teklif yok demedi, kendi kendime gelin güvey oluyorum demedi. Çünkü o teklif gelmese de evleneceklerini biliyordu.
Osman Bey, uzun, çok uzun bir süre kızına baktı. Onun inatla havaya kalkmış burnuna ve sevgi ile parlayan gözlerine bakıp “Bana sormak yerine söylüyorsun. Öyle olsun bakalım. Ama çok iyi bil ben babası ile aynı ortama girmem.” Ece buna hazırlıklıydı. Gülümseyerek “İstemeye geldiklerinde ne yapacaksın? Beni sen vermeyecek misin?” diye sordu.
Osman Bey kızına yine uzun bakışlarından attı. Tek laf etmeden eli ile çıkın dedi. Ece babasının yanıt bulamadığını ve zamanla kızının isteklerini yerine getireceğini biliyordu. Yerinden kalkıp babasının yanağını öptükten sonra odadan çıktı. Annesi de arkasından geliyordu. Mutfakta oturan Toprak Ece’yi görünce rahatladı. Ayakta sadece Toprak ile Ayşe Hanım kalmıştı. Çocuklar çoktan bölünen uykularına devam etmek için yataklarına çekilmişti.
“Osman Amca iyi mi? O da çok korktu.” derken aslında kendisi ile ilgili bir şeyler konuşulduğunu tahmin etmenin tedirginliği vardı sesinde. Ela gözleri ile Ece’nin yüzünü inceliyordu. “İyi, bizi kovdu odadan.” dedi Ece. Toprak şaşkınlıkla “Neden?” diye sordu.
“Beni istemeye geldiğinizde, beni kim verecek diye sordum.”
Toprak bir anda kıpkırmızı olmuştu. Hülya ve Ayşe Hanımın yanında böyle bir konuşmayı beklemiyordu.
Ece küçük kahkahasının ardından “Kızardın mı sen? Ah neyse üzülme vazgeçersen babam buna çok sevinir.” dedi. Zaten olmayan bir teklifin nesinden bahsediyorlardı? Toprak bu kez Ece’ye dönüp gülümsedi. Yüzü normal rengine dönmüştü. “Vazgeçmem, baban için üzgünüm. Hiç kaçacak yerin yok, Ece. Ama bir anda sen öyle söyleyince şaşırdım.”
“Ben pratik bir insanım. Bunu öğrenemedin mi? Ayşe abla, bana bir bardak daha çay versene saat nerdeyse on olacak. Birazdan atların yanına gideceğim. Uykum iyice açılsın bari. Ya da dur ya ne çayı şöyle koyu bir kahve ver. Toprak sen uyumak istersen hemen bir oda hazırlayalım.” O kadar olayın ardından aklı çalışmaktaydı. “Ayşe ablan bana da bir kahve versin ama koyu olmasın. Az önce tüm uykum açıldı zaten. Ben de seninle gelirim.”
“Anlaştık.” 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder