11 Kasım 2015 Çarşamba

YAKIŞIKLI 39. Bölüm

Eve girdiklerinde mutfakta olan annesi, Ayşe abla ve üç kardeşi panikle Ece’ye doğru koştu. Onların sağlık ocağına gelmesini engellemişti ama evde panik halinde beklemelerini engelleyememişti. Toprak, kolundan tutmakta ısrar edince evdekiler kötü olduğunu sanıp daha da panik oldular. Ece iyi olduğunu kaç kez tekrarladığını bilmiyordu. En sonunda Toprak sakinleştirmiş, iyi olduğunu ama doktorun sabaha kadar dikkat etmelerini istediğini söylemişti. Cümleleri bittiğinde Hülya hanımın soğukkanlı hale bürünmesi ile rahatladı.
Annesi, Ece’yi oturttuktan sonra Toprak’a bakıp, “Sen de yorgun görünüyorsun, çay hazır, ikinize de dolduralım da biraz soluklanın” dedi. Ayşe abla çayları verirken Hülya Hanım ikisini süzüyordu. Ece, başkalarının yanında aciz olduğunu belli etmekten hoşlanmazdı. Bir başkasının kolunda o kapıdan girmesi mümkün değildi. Oysa neredeyse yaslanmıştı Toprak’a. Onu ilk gördüğünde kötü bir şey olduğunu sanması bundandı. Oysa Ece tahmininden çok daha iyiydi. O halde bu biraz da naz mıydı? İçini çekip bu olayın nereye gideceğini düşünmeye başladı.  

Hülya Hanım çayını yudumlarken günlerdir aklında olan şeyleri artık söylemesi gerektiğine karar verdi. “Ece, bu at geldiğinden beri kaçıncı olay bu farkında mısın? Bu at yaramadı sana.”
“Ne ilgisi var anne. O at yılanı çifteleri ile öldürdü.”
“Ama önce seni attı üstünden değil mi?”
“Şaha kalktığında boş bulunmasam düşmezdim. Atın kabahati yok.”
“Elbette atın kabahati yok ama o at ‘ah’lı mal. Sahipleri zordayken aldın. Demek ki içlerinden ah etmişler. Yaramadı o at sana.”
“Anne, batıl inançlara kapılma lütfen. Ben helalleştim. Hem zaten atın o anki değerini verdim. Pazarlık bile yapmadım.”
“Dilleri helal etmiş ama kalpleri etmemiş belli. Satsan o atı?”
“Satmak mı? Neden?”
“O ahıra girdikten sonra sadece üç at zehirlendi. İkisi satacağın attı. Ahır yandı, yangın onun yanındaki boxta başladı. İki atın arpalama oldu. Bunca yıldır at yetiştiriyorsun ilk kez oluyor. Şimdi de seni üstünden attı. Ya kafanı daha sert vursaydın? Ya çok uzakta olsaydın da bulamasaydık? Bir at yüzünden seni kaybetseydim? At geldiğinden beri bir uğursuzluktur gidiyor.”
“Annem, iyi hoş da atın kabahati ne?” Ece annesinin peş peşe saydığı aksilikleri çok iyi biliyor ve zamanlamanın ne yazık ki Gümüş Kanat’ın gelişinden sonraya rastlamasının büyük bir ironi olduğunu düşünüyordu. Yine de atı satın alırken kimseye en ufak baskı yapmamış, atın sahiplerinin isteğini ikiletmemişti. O atın çok daha büyük bir değere kavuşacağını biliyordu. Bunu hissediyordu ama sadece hislerle kimse şu an daha fazlasını vermezdi bu ata. Oysa peş peşe yaşananları dinleyen Toprak da rahatsız olmuştu. “Ece, annen doğru söylüyor. Sanki bu at geldikten sonra başlamış olaylar. Acaba sahipleri gerçekten satmayı istememiş olabilirler mi?”
“Toprak, ahır daha önce de bir kere yanmıştı. Yılan desen her nisan mayıs gözükmeye başlarlar. Gıda zehirlenmesine yapılacak bir şey yok. O yemi taylar yiyordu sadece ve sonuçta taylar zehirlendi. Bunlar bana atımı sattırmaz! Aklıma bile getirmem.”
Toprak, sesini biraz kısıp sadece Ece’nin duyacağı bir sesle “Sana bir şey olursa ben ne yaparım? Eğer onu satınca bunlar bitecekse sat gitsin.” dedi. Ece de onun duyacağı kadar bir sesle yanıtladı. “Anneme uydun ya, ben sana başka bir şey demiyorum. Hadi o yaşını başını almış bir sürü hurafe ile büyümüş. Eğitimli olsa da bir an geliyor böyle şeylere inanıyor da sen nasıl inanıyorsun?”
“Annen seni sevdiği için söylüyor bunları. Ben de sana aşık olduğum için söylüyorum. Hurafelerle işimiz yok. Tek gerçek var, ikimiz de sana bir şey olacak korkusu ile konuşuyoruz.”
Ece, onun gözlerine bakıp gülümsedi. O gözlere dalıp orada kalabilirdi. Mutfaktaki hareketler sayesinde normal haline döndü. “Merak etme canım, bana bir şey olmaz. Çayını soğuttun. Sen neden arıyordun beni? Hiç soramadım.”
“Murat ile annesi gelemiyor bugün onu haber verecektim. İyi ki de gelmediler. Ben onların yanında kalır seni bulamazdım. Her şerde bir hayır vardır dedikleri bu sanırım.”
“Evet iyi olmuş, ben de iyi ilgilenemez üzülürdüm.”
Toprak geç saate kadar oturup onun iyi olduğunu gördükten sonra yemek tekliflerini geri çevirerek yengesinin evine döndü. Toprak gittikten sonra annesi ve Ayşe abla Ece’ye gülerek kendi aralarında konuşmaya başladı.
“Yakında bu kız kahve yapmayı öğrenmek zorunda kalacak.”
“Öğretmeyelim. Bunca zaman yedi içti kaçtı. Bundan sonra da bizden ona fayda yok.”
“Siz iki koca kadın arkamdan dedikodu yapmasanıza! Hem benim uykum geldi biraz uzanacağım.”
Hülya hanım hemen yanına geldi. “Ne oldu? İyi değil misin? Neden uykun geldi?” annesi soruları sıralarken Ece amacına ulaşmış konu değişmişti. “İyiyim ve artık doktorun dediği kadar süre hiç uykum gelmedi. İçim geçmedi, halsizlik ve baş dönmesi hissetmedim. Bakın midem bulanmadan neler neler yedim? Artık rahat bırakın da uyuyayım.”
 Akşam yemeğinden sonra odasına çekilen Ece, annesinin ve Toprak’ın sözlerini düşünmeye başladı. Böyle şeylere inanmazdı ama yine de aklı karışmıştı. Gerçekten Gümüş Kanat’ın gelişinden sonra olaylar başlamıştı. Hepsi olabilecek şeylerdi ama sekiz senede hiç bu kadar üst üste olay yaşamamışlardı. Gümüş Kanat ve Toprak… Her ikisi de hayatına yakın zamanlarda girmişlerdi. O yüzden atın uğursuzluk getirdiğini düşünmek hoşuna gitmiyordu. Zaten o inanmazdı böyle şeylere…
Yine de atını satmasını istemeleri canını sıkmıştı

*****

“Sen deli misin? Ya o yılan atı soksaydı? Nasıl böyle bir şey yaparsın?”
“Çok korktu ama! Kesin satar artık atları. Üstünden attı at onu.”
“Hemen bindi mi ata?”
“Hastanelik oldu, nerde binecek? Artık korkar ve at binemez. Hem doğru duyduysam herkes atlarını sat diyor ona.”
“Umarım. Ama o inatçıdır diyordun. İşi inada bindirir, korkmaz ve satmazsa benim yöntemi uygulayacağız. Sen yarın izle bakalım ne yapacak? Akşama konuşuruz. Benim bekleyecek zamanım yok.”
Çok zaman kaybetmişti. Kendi isteği ile satmaya yanaşmıyordu. Hastalıktan sonra atların durumunun ne olacağının netlik kazanmasını bekliyordu. Atların tedavisi devam ediyor bilgisini aldığında canı sıkılmıştı. Ölmeleri çok daha iyi olacaktı. Bir gün geç doğursaydı kısrak, seyisler de Ece de hastalıkları fark etmez iki atı da ölüm döşeğinde bulurlardı. İşte asıl acı o olurdu ve birçok küçük yetiştiricinin yaşadıkları ona da örnek olur işi bırakırdı.
Yeni evinin içinde dolaştı. Kutu kadar evi dolaşmak ne kadar sürebilirdi ki? O tayı alıp büyük paralara satacak işte o zaman yine güzel bir ev tutacak, iyi eşyalar ile döşeyecek, kapısına da yine güzel bir araba çekecekti. Devir ‘ye kürküm’ devriydi.
Şimdi yüzüne kapanan kapılar o zaman ardına kadar açılacaktı.

*****

Ece, yeni fıçıları şaraphaneye yerleştiren adamların başında bekliyordu. Kazasız belasız tüm fıçılar yerlerini bulmuştu. Bankadan gelen leasing haberi ile de keyfi yerine gelmişti. Dört yıllık kredi ile çok rahatlıkla yatırımlarını yapabilecekti. Krediye ihtiyacının olmaması başka şeydi, uzun vadeli yatırımlar ile parasını arttırmak başka şey. Öğreniyordu bu işleri.
Öğleden sonra gelecek olan sigortacı ile şaraphanenin sigortalanması için görüşecekti. Artık yatırımının güvence altına alınması gerekiyordu.
Yeni fıçıların kokusu kısa sürede şaraphaneyi doldurmuştu. Mahzene inip iki şişe seçti. Bugün Toprak İzmir’e dönecekti. Yanında iki şişe özel şarap götürmesi iyi olacaktı. Dünkü korkusunu telafi ettirmek ve teşekkür etmek için…
Mahzenden çıkarken telefonunu eline almıştı bile. “Hey yakışıklı, yola çıkmadın değil mi?”
“Seni görmeden gitmemi mi bekliyordun?”
“Öyle bir hata yapar mısın diye merak ettim?”
“Öyle bir hata yapmam. Neredesin?”
“Mahzenden şimdi çıktım. Elimde sana verilmek üzere iki şişem var.”
“Ah işte bak ne güzel, o şişeleri almak için hemen yanına geliyorum.”
“Şişeler için öyle mi?”
“İyi bir şaraba asla hayır demem.”
“Biliyorum. Hadi gel.”
Yüzündeki gülümseme ile bekledi sevgilisini. Toprak arabadan inip hemen yanına geldi. Sanki bir gün önce görmemiş gibi hasretle sarıldı dudaklarına. “Dünkü kadar korktuğum başka bir gün anımsamıyorum. Neyse ki çok iyi gözüküyorsun.”
“Atlarım da ben de çok güçlüyüz. İyileşiyoruz. Başımdaki şişlik haricinde tabii. O da yarına kadar iner.”
“Sana şirinlik katmıştı ama neyse.”
“Düşürmeden şu şişeleri arabaya koy.”
Etiketlere bakıp keyifle gülümsedi. “İyi seçim.”
“Dün için sana teşekkür etmek istedim. İyi ki geldin.” Onun şişeleri arabaya bırakmak için hamle yapmasından hemen önce Ece’nin gözlerinin önünde bir sahne belirdi. Bir anda yüzü değişince Toprak korku ile kolunu tuttu. “Ne oldu? Yüzün bembeyaz! İyi misin?” Elindekileri yere koyup iki kolunu birden tutup ayakta tutmaya çalışıyordu. “Bırak kolumu.” Sesi çok sertti. Kolunu silkip kurtardıktan sonra bir adım geriye gitti. “Bana yalan söyledin.” Nefretle tıslıyordu. Toprak, ne olduğunu anlamadan baktığı yüzdeki ifadeleri peş peşe izliyor ve her birinde daha çok tedirgin oluyordu. Ece’nin yüzünde önce şaşkınlık, sonra kızgınlık ve en son da büyük bir nefret oluşmuştu. 
“Bu da nereden çıktı? Neden sana yalan söyleyeyim?” Neler olduğunu anlamadığı çok açıktı. Ece, kendisine uzanan elleri iterek, “Bana en başından beri yalan söyledin, Toprak. İyi ama neden? Neden at binmeyi bildiğini söylemedin?” Toprak tam “Ders al…” diyecekken sustu. Yakalanmıştı. Bunu Ece’nin gözlerinden anlıyordu.  
Ece, tüm siniri ile konuşurken sesini yükseltmiyor, aksine sakin konuşuyordu. “Ders almakla bir ata öyle binmek için o derslerin uzun zaman alınması lazım. Bana söylediğin kadar eğitim almış olsan bile yokuş yukarı ve böyle bir stilde at binmen mümkün değildi. Sen uzun zamandır at biniyor olmalısın. Üstelik oldukça da usta bir binicisin. Bana neden yalan söyledin Toprak? Neden gizledin atlarla olan bağlantını?” Dilinin ucuna kadar geleni yutmak istedi ama tutamadı kendisini, tüm negatifliği üstündeydi ve kötü olayları birbirine bağlıyordu. “Annem haklıymış. Atı aldıktan sonra başımıza gelmeyen kalmadı. Ve ne yazık ki bu süreç senin de benim hayatıma yeniden girdiğin tarihle uyuşuyor. Ne tesadüf değil mi?”
Toprak yumruk yemiş gibiydi. Böyle bir suçlamayı asla beklememişti. Kızacağını, kendisini kandırdığını düşüneceğini biliyordu ama böyle suçlamalarda bulunacağını tahmin etmemişti. “Ece, pişman olacağın şeyler söyleme.”
Ece, geri adım atmak yerine inatla devam etti. “Neden pişman olayım? Yalan mı? Sen at binmeyi biliyordun. Hatta o kadar iyi biliyordun ki benim olduğum yere o atın üstünde gelebilmek gerçekten iyi bir beceri gerektirir. Senin derdin Gümüş Kanat mı? Onu sen mi almak istiyorsun? Onun için mi günlerdir bana atları satıp satmayacağımı sorup duruyorsun? Sen kimsin Toprak? Kimin adına bu işe girdin?”
Yumrukları sıkılı vaziyette topuklarını üstünde sallanmaya başlamıştı Toprak. Sesini sakin tutmakta güçlük çekiyordu. “Ece, gerçekten saçmalıyorsun. At binmeyi sen öğret istedim. Sana yakın olmak için bunu kullanmak istedim. Benim tayla ne işim olur?”
Mazereti komik olamayacak kadar saçmaydı. Ece, asabi bir gülümsemeyle konuştu. “Ne saçma bir bahane. Bunca zaman sonra bana yaklaşmak için yalan mı söylemen gerektiğini düşündün? Bu mazerete kim inanır? Daha dün bana atı satmam gerektiğini söyleyen sendin. Daha önce atın nasıl koştuğunu da gördün. Söylesene kimsin sen? Benim köylüm mü? Benim sevgilim mi? Ya da birileri için atımın peşine düşmüş biri misin?” Toprak yanıtlamak istediği an yine susturdu onu. “Daha fazla dinlemek istemiyorum. Git buradan.”
“Ece, beni dinlemeden gitmeyeceğim.”
“Şu an seni dinleyemeyeceğim. Kafamı toplamam lazım. Neler olduğunu anlamam lazım.”
“Ece düşündüklerinin hiç biri doğru değil. Benim tek istediğim seninle birlikte vakit geçirmek, ‘yeni’ seni tanımaktı. İnan yanılıyorsun. Seni seviyorum ben. Nasıl böyle şeyler düşünebilirsin?” İçinde bulunduğu durumu tarif etmesi istense tek söyleyebileceği ‘panik’ olurdu. O an gerçek bir panik yaşıyordu. Ece’nin bir olayı bu kadar abartmasını ve ilişkilerine nokta koymasını beklemiyordu. Ne diyeceğini şaşırmış şekilde açıklamaya çalışıyordu.
“Karayellerden gelecek şeylere alışkın olmam lazımdı. Babanın babama yaptığının daha da ötesine geçtin, Toprak. Atların benim için önemini biliyordun. O atın gözümdeki yerini biliyordun. Yine de bunun için beni kandırmaya uğraştın. Kimin adamısın sen?” Ece, kendini durduramıyor, ağzına geleni sayıp döküyordu. Toprak, ise her yeni kelimeden sonra daha da sinirleniyordu. Ece’nin suçlamaları her adımda artıyordu. Yeniden konuşmak istediğinde Ece yine ondan önce davrandı. “Yalanlarına yenisini mi ekleyeceksin? Konuş dinliyorum.” dediği an Toprak arkasını döndü ve aracına bindi.
Orada biraz daha dursa hiç istemediği şeyleri yapacağından korkuyordu. Ece erkek olsaydı çoktan yumrukları konuşmaya başlamış olurdu. Toprak yolda o kadar hızlı hareket ediyordu ki kalkan tozlardan araç gözükmez olmuştu.
Ece, o an korkuyu hissetti. Ya ona bir şey olursa? Üzüntü ile yaptıklarının neticesini düşünmeye başladı. Tüm bu suçlamalarını neye dayandırmıştı? Elinde ne delil vardı da o kadar suçlamıştı? Ya gerçekten kendisine biraz daha yakın olmak için yalan söylemişse? Ama yine de bir yalan vardı ortada! Yalan söylediğini kabul etmişti. İyi amaçlarla söylenmiş bir yalan olduğunu söylemişti. İyi ama kendini aklamaya çalışmamıştı. Hayır, çalışmıştı… Ece, o ne derse desin dinlememiş, Toprak da çekip gitmişti. ‘Lütfen dikkatli kullansın o arabayı. Ona bir şey olmasın!’


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder