Eve
girdiklerinde mutfakta olan annesi, Ayşe abla ve üç kardeşi panikle Ece’ye
doğru koştu. Onların sağlık ocağına gelmesini engellemişti ama evde panik
halinde beklemelerini engelleyememişti. Toprak, kolundan tutmakta ısrar edince
evdekiler kötü olduğunu sanıp daha da panik oldular. Ece iyi olduğunu kaç kez
tekrarladığını bilmiyordu. En sonunda Toprak sakinleştirmiş, iyi olduğunu ama
doktorun sabaha kadar dikkat etmelerini istediğini söylemişti. Cümleleri
bittiğinde Hülya hanımın soğukkanlı hale bürünmesi ile rahatladı.
Annesi,
Ece’yi oturttuktan sonra Toprak’a bakıp, “Sen de yorgun görünüyorsun, çay
hazır, ikinize de dolduralım da biraz soluklanın” dedi. Ayşe abla çayları
verirken Hülya Hanım ikisini süzüyordu. Ece, başkalarının yanında aciz olduğunu
belli etmekten hoşlanmazdı. Bir başkasının kolunda o kapıdan girmesi mümkün
değildi. Oysa neredeyse yaslanmıştı Toprak’a. Onu ilk gördüğünde kötü bir şey
olduğunu sanması bundandı. Oysa Ece tahmininden çok daha iyiydi. O halde bu
biraz da naz mıydı? İçini çekip bu olayın nereye gideceğini düşünmeye başladı.
Hülya
Hanım çayını yudumlarken günlerdir aklında olan şeyleri artık söylemesi
gerektiğine karar verdi. “Ece, bu at geldiğinden beri kaçıncı olay bu farkında
mısın? Bu at yaramadı sana.”
“Ne
ilgisi var anne. O at yılanı çifteleri ile öldürdü.”
“Ama
önce seni attı üstünden değil mi?”
“Şaha
kalktığında boş bulunmasam düşmezdim. Atın kabahati yok.”
“Elbette
atın kabahati yok ama o at ‘ah’lı mal. Sahipleri zordayken aldın. Demek ki
içlerinden ah etmişler. Yaramadı o at sana.”
“Anne,
batıl inançlara kapılma lütfen. Ben helalleştim. Hem zaten atın o anki değerini
verdim. Pazarlık bile yapmadım.”
“Dilleri
helal etmiş ama kalpleri etmemiş belli. Satsan o atı?”
“Satmak
mı? Neden?”
“O
ahıra girdikten sonra sadece üç at zehirlendi. İkisi satacağın attı. Ahır
yandı, yangın onun yanındaki boxta başladı. İki atın arpalama oldu. Bunca
yıldır at yetiştiriyorsun ilk kez oluyor. Şimdi de seni üstünden attı. Ya
kafanı daha sert vursaydın? Ya çok uzakta olsaydın da bulamasaydık? Bir at
yüzünden seni kaybetseydim? At geldiğinden beri bir uğursuzluktur gidiyor.”
“Annem,
iyi hoş da atın kabahati ne?” Ece annesinin peş peşe saydığı aksilikleri çok
iyi biliyor ve zamanlamanın ne yazık ki Gümüş Kanat’ın gelişinden sonraya
rastlamasının büyük bir ironi olduğunu düşünüyordu. Yine de atı satın alırken
kimseye en ufak baskı yapmamış, atın sahiplerinin isteğini ikiletmemişti. O
atın çok daha büyük bir değere kavuşacağını biliyordu. Bunu hissediyordu ama
sadece hislerle kimse şu an daha fazlasını vermezdi bu ata. Oysa peş peşe
yaşananları dinleyen Toprak da rahatsız olmuştu. “Ece, annen doğru söylüyor.
Sanki bu at geldikten sonra başlamış olaylar. Acaba sahipleri gerçekten satmayı
istememiş olabilirler mi?”
“Toprak,
ahır daha önce de bir kere yanmıştı. Yılan desen her nisan mayıs gözükmeye
başlarlar. Gıda zehirlenmesine yapılacak bir şey yok. O yemi taylar yiyordu
sadece ve sonuçta taylar zehirlendi. Bunlar bana atımı sattırmaz! Aklıma bile
getirmem.”
Toprak,
sesini biraz kısıp sadece Ece’nin duyacağı bir sesle “Sana bir şey olursa ben
ne yaparım? Eğer onu satınca bunlar bitecekse sat gitsin.” dedi. Ece de onun
duyacağı kadar bir sesle yanıtladı. “Anneme uydun ya, ben sana başka bir şey
demiyorum. Hadi o yaşını başını almış bir sürü hurafe ile büyümüş. Eğitimli
olsa da bir an geliyor böyle şeylere inanıyor da sen nasıl inanıyorsun?”
“Annen
seni sevdiği için söylüyor bunları. Ben de sana aşık olduğum için söylüyorum.
Hurafelerle işimiz yok. Tek gerçek var, ikimiz de sana bir şey olacak korkusu
ile konuşuyoruz.”
Ece,
onun gözlerine bakıp gülümsedi. O gözlere dalıp orada kalabilirdi. Mutfaktaki
hareketler sayesinde normal haline döndü. “Merak etme canım, bana bir şey
olmaz. Çayını soğuttun. Sen neden arıyordun beni? Hiç soramadım.”
“Murat
ile annesi gelemiyor bugün onu haber verecektim. İyi ki de gelmediler. Ben
onların yanında kalır seni bulamazdım. Her şerde bir hayır vardır dedikleri bu
sanırım.”
“Evet
iyi olmuş, ben de iyi ilgilenemez üzülürdüm.”
Toprak
geç saate kadar oturup onun iyi olduğunu gördükten sonra yemek tekliflerini
geri çevirerek yengesinin evine döndü. Toprak gittikten sonra annesi ve Ayşe
abla Ece’ye gülerek kendi aralarında konuşmaya başladı.
“Yakında
bu kız kahve yapmayı öğrenmek zorunda kalacak.”
“Öğretmeyelim.
Bunca zaman yedi içti kaçtı. Bundan sonra da bizden ona fayda yok.”
“Siz
iki koca kadın arkamdan dedikodu yapmasanıza! Hem benim uykum geldi biraz
uzanacağım.”
Hülya
hanım hemen yanına geldi. “Ne oldu? İyi değil misin? Neden uykun geldi?” annesi
soruları sıralarken Ece amacına ulaşmış konu değişmişti. “İyiyim ve artık
doktorun dediği kadar süre hiç uykum gelmedi. İçim geçmedi, halsizlik ve baş
dönmesi hissetmedim. Bakın midem bulanmadan neler neler yedim? Artık rahat
bırakın da uyuyayım.”
Akşam yemeğinden sonra odasına çekilen Ece, annesinin
ve Toprak’ın sözlerini düşünmeye başladı. Böyle şeylere inanmazdı ama yine de
aklı karışmıştı. Gerçekten Gümüş Kanat’ın gelişinden sonra olaylar başlamıştı.
Hepsi olabilecek şeylerdi ama sekiz senede hiç bu kadar üst üste olay
yaşamamışlardı. Gümüş Kanat ve Toprak… Her ikisi de hayatına yakın zamanlarda
girmişlerdi. O yüzden atın uğursuzluk getirdiğini düşünmek hoşuna gitmiyordu.
Zaten o inanmazdı böyle şeylere…
Yine
de atını satmasını istemeleri canını sıkmıştı
*****
“Sen deli misin? Ya o yılan atı soksaydı? Nasıl
böyle bir şey yaparsın?”
“Çok korktu ama! Kesin satar artık atları. Üstünden
attı at onu.”
“Hemen bindi mi ata?”
“Hastanelik oldu, nerde binecek? Artık korkar ve at
binemez. Hem doğru duyduysam herkes atlarını sat diyor ona.”
“Umarım. Ama o inatçıdır diyordun. İşi inada
bindirir, korkmaz ve satmazsa benim yöntemi uygulayacağız. Sen yarın izle
bakalım ne yapacak? Akşama konuşuruz. Benim bekleyecek zamanım yok.”
Çok zaman kaybetmişti. Kendi isteği ile satmaya
yanaşmıyordu. Hastalıktan sonra atların durumunun ne olacağının netlik kazanmasını
bekliyordu. Atların tedavisi devam ediyor bilgisini aldığında canı sıkılmıştı.
Ölmeleri çok daha iyi olacaktı. Bir gün geç doğursaydı kısrak, seyisler de Ece
de hastalıkları fark etmez iki atı da ölüm döşeğinde bulurlardı. İşte asıl acı
o olurdu ve birçok küçük yetiştiricinin yaşadıkları ona da örnek olur işi
bırakırdı.
Yeni evinin içinde dolaştı. Kutu kadar evi dolaşmak
ne kadar sürebilirdi ki? O tayı alıp büyük paralara satacak işte o zaman yine
güzel bir ev tutacak, iyi eşyalar ile döşeyecek, kapısına da yine güzel bir
araba çekecekti. Devir ‘ye kürküm’ devriydi.
Şimdi yüzüne kapanan kapılar o zaman ardına kadar açılacaktı.
*****
Ece,
yeni fıçıları şaraphaneye yerleştiren adamların başında bekliyordu. Kazasız
belasız tüm fıçılar yerlerini bulmuştu. Bankadan gelen leasing haberi ile de
keyfi yerine gelmişti. Dört yıllık kredi ile çok rahatlıkla yatırımlarını
yapabilecekti. Krediye ihtiyacının olmaması başka şeydi, uzun vadeli yatırımlar
ile parasını arttırmak başka şey. Öğreniyordu bu işleri.
Öğleden
sonra gelecek olan sigortacı ile şaraphanenin sigortalanması için görüşecekti.
Artık yatırımının güvence altına alınması gerekiyordu.
Yeni
fıçıların kokusu kısa sürede şaraphaneyi doldurmuştu. Mahzene inip iki şişe
seçti. Bugün Toprak İzmir’e dönecekti. Yanında iki şişe özel şarap götürmesi
iyi olacaktı. Dünkü korkusunu telafi ettirmek ve teşekkür etmek için…
Mahzenden
çıkarken telefonunu eline almıştı bile. “Hey yakışıklı, yola çıkmadın değil
mi?”
“Seni
görmeden gitmemi mi bekliyordun?”
“Öyle
bir hata yapar mısın diye merak ettim?”
“Öyle
bir hata yapmam. Neredesin?”
“Mahzenden
şimdi çıktım. Elimde sana verilmek üzere iki şişem var.”
“Ah
işte bak ne güzel, o şişeleri almak için hemen yanına geliyorum.”
“Şişeler
için öyle mi?”
“İyi bir şaraba asla hayır demem.”
“Biliyorum. Hadi gel.”
Yüzündeki gülümseme ile bekledi sevgilisini. Toprak
arabadan inip hemen yanına geldi. Sanki bir gün önce görmemiş gibi hasretle
sarıldı dudaklarına. “Dünkü kadar korktuğum başka bir gün anımsamıyorum. Neyse
ki çok iyi gözüküyorsun.”
“Atlarım da ben de çok güçlüyüz. İyileşiyoruz. Başımdaki
şişlik haricinde tabii. O da yarına kadar iner.”
“Sana şirinlik katmıştı ama neyse.”
“Düşürmeden şu şişeleri arabaya koy.”
Etiketlere bakıp keyifle gülümsedi. “İyi seçim.”
“Dün
için sana teşekkür etmek istedim. İyi ki geldin.” Onun şişeleri arabaya
bırakmak için hamle yapmasından hemen önce Ece’nin gözlerinin önünde bir sahne
belirdi. Bir anda yüzü değişince Toprak korku ile kolunu tuttu. “Ne oldu? Yüzün
bembeyaz! İyi misin?” Elindekileri yere koyup iki kolunu birden tutup ayakta
tutmaya çalışıyordu. “Bırak kolumu.” Sesi çok sertti. Kolunu silkip
kurtardıktan sonra bir adım geriye gitti. “Bana yalan söyledin.” Nefretle
tıslıyordu. Toprak, ne olduğunu anlamadan baktığı yüzdeki ifadeleri peş peşe
izliyor ve her birinde daha çok tedirgin oluyordu. Ece’nin yüzünde önce
şaşkınlık, sonra kızgınlık ve en son da büyük bir nefret oluşmuştu.
“Bu
da nereden çıktı? Neden sana yalan söyleyeyim?” Neler olduğunu anlamadığı çok
açıktı. Ece, kendisine uzanan elleri iterek, “Bana en başından beri yalan
söyledin, Toprak. İyi ama neden? Neden at binmeyi bildiğini söylemedin?” Toprak
tam “Ders al…” diyecekken sustu. Yakalanmıştı. Bunu Ece’nin gözlerinden
anlıyordu.
Ece,
tüm siniri ile konuşurken sesini yükseltmiyor, aksine sakin konuşuyordu. “Ders almakla
bir ata öyle binmek için o derslerin uzun zaman alınması lazım. Bana söylediğin
kadar eğitim almış olsan bile yokuş yukarı ve böyle bir stilde at binmen mümkün
değildi. Sen uzun zamandır at biniyor olmalısın. Üstelik oldukça da usta bir
binicisin. Bana neden yalan söyledin Toprak? Neden gizledin atlarla olan
bağlantını?” Dilinin ucuna kadar geleni yutmak istedi ama tutamadı kendisini,
tüm negatifliği üstündeydi ve kötü olayları birbirine bağlıyordu. “Annem
haklıymış. Atı aldıktan sonra başımıza gelmeyen kalmadı. Ve ne yazık ki bu
süreç senin de benim hayatıma yeniden girdiğin tarihle uyuşuyor. Ne tesadüf
değil mi?”
Toprak
yumruk yemiş gibiydi. Böyle bir suçlamayı asla beklememişti. Kızacağını,
kendisini kandırdığını düşüneceğini biliyordu ama böyle suçlamalarda
bulunacağını tahmin etmemişti. “Ece, pişman olacağın şeyler söyleme.”
Ece,
geri adım atmak yerine inatla devam etti. “Neden pişman olayım? Yalan mı? Sen
at binmeyi biliyordun. Hatta o kadar iyi biliyordun ki benim olduğum yere o
atın üstünde gelebilmek gerçekten iyi bir beceri gerektirir. Senin derdin Gümüş
Kanat mı? Onu sen mi almak istiyorsun? Onun için mi günlerdir bana atları satıp
satmayacağımı sorup duruyorsun? Sen kimsin Toprak? Kimin adına bu işe girdin?”
Yumrukları
sıkılı vaziyette topuklarını üstünde sallanmaya başlamıştı Toprak. Sesini sakin
tutmakta güçlük çekiyordu. “Ece, gerçekten saçmalıyorsun. At binmeyi sen öğret
istedim. Sana yakın olmak için bunu kullanmak istedim. Benim tayla ne işim
olur?”
Mazereti
komik olamayacak kadar saçmaydı. Ece, asabi bir gülümsemeyle konuştu. “Ne saçma
bir bahane. Bunca zaman sonra bana yaklaşmak için yalan mı söylemen gerektiğini
düşündün? Bu mazerete kim inanır? Daha dün bana atı satmam gerektiğini söyleyen
sendin. Daha önce atın nasıl koştuğunu da gördün. Söylesene kimsin sen? Benim
köylüm mü? Benim sevgilim mi? Ya da birileri için atımın peşine düşmüş biri
misin?” Toprak yanıtlamak istediği an yine susturdu onu. “Daha fazla dinlemek
istemiyorum. Git buradan.”
“Ece,
beni dinlemeden gitmeyeceğim.”
“Şu
an seni dinleyemeyeceğim. Kafamı toplamam lazım. Neler olduğunu anlamam lazım.”
“Ece
düşündüklerinin hiç biri doğru değil. Benim tek istediğim seninle birlikte
vakit geçirmek, ‘yeni’ seni tanımaktı. İnan yanılıyorsun. Seni seviyorum ben.
Nasıl böyle şeyler düşünebilirsin?” İçinde bulunduğu durumu tarif etmesi
istense tek söyleyebileceği ‘panik’ olurdu. O an gerçek bir panik yaşıyordu.
Ece’nin bir olayı bu kadar abartmasını ve ilişkilerine nokta koymasını
beklemiyordu. Ne diyeceğini şaşırmış şekilde açıklamaya çalışıyordu.
“Karayellerden
gelecek şeylere alışkın olmam lazımdı. Babanın babama yaptığının daha da
ötesine geçtin, Toprak. Atların benim için önemini biliyordun. O atın gözümdeki
yerini biliyordun. Yine de bunun için beni kandırmaya uğraştın. Kimin adamısın
sen?” Ece, kendini durduramıyor, ağzına geleni sayıp döküyordu. Toprak, ise her
yeni kelimeden sonra daha da sinirleniyordu. Ece’nin suçlamaları her adımda
artıyordu. Yeniden konuşmak istediğinde Ece yine ondan önce davrandı. “Yalanlarına
yenisini mi ekleyeceksin? Konuş dinliyorum.” dediği an Toprak arkasını döndü ve
aracına bindi.
Orada
biraz daha dursa hiç istemediği şeyleri yapacağından korkuyordu. Ece erkek
olsaydı çoktan yumrukları konuşmaya başlamış olurdu. Toprak yolda o kadar hızlı
hareket ediyordu ki kalkan tozlardan araç gözükmez olmuştu.
Ece,
o an korkuyu hissetti. Ya ona bir şey olursa? Üzüntü ile yaptıklarının
neticesini düşünmeye başladı. Tüm bu suçlamalarını neye dayandırmıştı? Elinde
ne delil vardı da o kadar suçlamıştı? Ya gerçekten kendisine biraz daha yakın
olmak için yalan söylemişse? Ama yine de bir yalan vardı ortada! Yalan
söylediğini kabul etmişti. İyi amaçlarla söylenmiş bir yalan olduğunu
söylemişti. İyi ama kendini aklamaya çalışmamıştı. Hayır, çalışmıştı… Ece, o ne
derse desin dinlememiş, Toprak da çekip gitmişti. ‘Lütfen dikkatli kullansın o
arabayı. Ona bir şey olmasın!’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder