10 Kasımda gün aymıyor... 10 Kasımda gözlerde biriken damlalar hiç bitmiyor... 10 Kasımda eskiden olduğu gibi rahatlıkla başım dik, RAHAT UYU ATAM diyemiyorum... UTANIYORUM... Mekanın cennet olsun ATAM..................Dualarımızdan hiç eksik olmadın, olmayacaksın.
*****************************************************************
Onlar içeri
girerken biri de lojmana doğru gidiyordu. Az önce her şeyi satmaktan söz
etmişti Ece… Nihayet, dedi. Kendi yatak odasına girdiğinde ilk işi sandığa
gitmek oldu. Artık ona gerek kalmamıştı. Uzak bir yere götürüp bırakacaktı.
Sonra ‘Neden uğraşayım ki? Öldürürüm gider, nasılsa iki masum atın ölümüne
sebep oldum. Kısa süre sonra ölecek zavallılar, ha bir eksik ha bir fazla. Bir
de yılan eklenir onlara.’
Sandığı
kontrol ettiğinde gözlerine inanamadı. Nereye gitmiş olabilirdi? Koca kapağı
kaldırıp nasıl çıkabilir, diye sandığı incelerken oymalar arasındaki biraz daha
büyükçe olan deliği gördü. Oradan çıkmış olmalıydı. Kaldıkları odayı köşe bucak
aramış bulamamıştı. Yatakların altını üstüne getirip kontrol etti. Kendi
tuzağına düşmek istemiyordu.
Yılanın evde
olmadığından emin olunca biraz rahatlamıştı.
*****
Çarşamba
sabahı fazla işi yoktu. Biraz bağları gezdi. Karayel ailesinin sattığı bağların
kontrollerini de yaptıktan sonra çift kabini garaja çekip yürüyerek boxların
oraya gitti. Sadece Recep vardı ahırda. “Kolay gelsin, seyisler nerde Recep?”
“Dişileri
otlağa çıkarttılar. Birazdan gelirler.”
“Atların
durumu nasıl? Soğumaya başladı mı tırnaklar?”
“Aşıları
yaptık, ilaçları veriliyor. Daha soğuk tırnaklar. Sabah Ali seyis kontrol etti
hepsini.”
“İyi
tamam, ben biraz Gümüş Kanat ile gezeceğim.”
“Ben
eğerlerim hemen.” Eğeri yerinden alıp atın boxına girdi. Hızlı hareketlerle
eğeri bağlayıp dizginleri başının üstünden geçirdiğinde at hazırdı.
“Maya
demiri nerede?”
“Hemen
getiriyorum.”
Recep
eve giderken Ece de tüm boxları gezdi. Atların durumlarını kendi gözü ile
görmeden artık kimsenin sözlerine inanmayacaktı. İki seyisi bir seyis
yardımcısı vardı. Üstelik dün doğanla topu topu on atı vardı ve iki atında
arpalama olmuştu. Tamam atlar baharda otlaklara çıktığında bu hastalık
görülürdü ama bu kadar geç fark edilmesi hiç hoşuna gitmemişti. Alt tarafı
sabahları atların tırnakları kontrol edilecekti. On atın kontrolü beş dakika
sürerdi ancak. Beş dakikalık kontrol yapılmadığı için iki atını kaybedebilirdi.
İlaçların etkisini bekliyorlardı. Yine de garantisi yoktu artık tedavinin.
Recep
kısa süre sonra elinde küçük bir demir parçası ile geldi. Diğer elinde de bir
battaniye vardı. Bu demir parçası atların nallarının arasına giren taşların,
dikenlerin temizlenmesi için kullanılıyordu. Ece, maya demirini kotunun arka
cebine yerleştirdi. “Antrenman alanında mı çalışacaksınız?” diye soran Recep’e
“Yok bu gün biraz gezmek istiyorum. Boş araziye doğru gideceğim. Maya demirini
de ondan yanıma aldım. Oralarda çok fazla taş ve diken var.”
“Bugün
keyfi yerinde. Toparlandı iyice. Toz yutturacak herkese. ”
“İnşallah.
Hadi görüşürüz.”
Ece,
atı hafif bir ayak darbesi ile hareketlendirdi. Henüz erken saatler olduğu için
güneş çok ısıtmıyordu. Yavaş adımlarla geziyordu ikili. Kıraç alana
geldiklerinde atı durdurdu. Oldukça yükseğe çıkmışlardı. Yanında bir termos çay
olması için çok şey verebileceğini düşünerek manzaranın tadını çıkarttı. Yarım
saat kadar oturduktan sonra yerinden kalkıp atına bindi. Taşlık ve yokuş olan
yerde hızlı hareket etmek tehlikeli olduğu için sakin adımlarla iniyorlardı.
Tepenin neredeyse yarısına gelmişlerdi ki at bir an da şaha kalktı. Ece boş
bulunup ne olduğunu anlamadan kendini yerde buldu. Düştüğünde başını vurmuştu.
At
çıldırmış gibi ön ayakları ile toprağa sert darbeler vuruyordu. Ece onun ne
yaptığını anlamak istiyor ama kafasını kaldıramıyordu. Güneş yüzüne vuruyor,
gözlerini kamaştırıyordu. Neler olduğunu anlayamıyor, etrafını göremiyordu. Sırtında
bir yere taş batıyordu. Ellerinin içleri ve dizlerinin de yaralandığını
anlamıştı. Kalkmaya çalışınca başının dönmesi ile yeniden toprağa yattı. Elini
cebine atıp telefonunu çıkartmaya uğraştı. Cebi boştu. Telefonunu bulamıyordu.
Sakin hareketlerle gözlerini etrafta gezdirdi. Kendisinden üç dört metre
ötedeydi. Düşerken fırlamış olmalıydı. İnleyerek doğrulmaya çalıştı.
Gümüş
Kanat hala ayağını yere vuruyor ve burnundan soluyordu. Atın sinirli ve ürkmüş
olduğunu görüyordu. Nihayet biraz daha dikkat ettiğinde atın ayaklarının
dibinde ölü bir yılan gördü. Şimdi anlıyordu neden kendisini yere attığını.
Biraz daha dinlendikten sonra yerinden doğruldu. Ama ayağa kalkamıyordu.
Telefonuna doğru sürünerek gitti. Ellerinin içindeki acı artmıştı. Sıyrılan
deri ateş gibi yanıyordu. Telefonun çalışması için dua ederek elini uzattı.
Ekranın kırık camı canını sıksa da bir ihtimal eve ulaşabileceğini düşünüp
hafızadaki numara için tuşa bastı. Ne yazık ki o kadar şanslı değildi. Telefonu
çalışmayınca ne yapacağını düşünmeye başladı. Yeniden ayağa kalkmayı denedi.
Tüm dünya olması gerekenden hızlı dönünce de yerine oturdu. Lanet olası başını
kötü vurduğunu anlayınca eli ile kontrol etmeye başladı. Hem şakağında hem de
başının arkasında iki şişlik vardı. Seyisler belki dönünce merak ederler ve
aramaya çıkarlar diye düşünüp sırt üstü uzandı.
*****
Toprak,
içeride oturan ve kendisini her gördüğünde gözlerini süzen genç kızın gitmesini
bekliyordu. Oysa hiç niyeti yoktu kızın gitmeye. Toprak ne zaman köye gelse
mutlaka uğrar olmuştu, Zeynep. Genç kızın radarı olduğundan şüpheleniyordu.
Kendi çayını doldurmak için mutfağa giden genç kızın arkasından bakıp, “Yenge,
şuna otur deyip durma. Kız başka şeyler düşünecek. Benim onunla ilgim falan
yok.” dedi.
“A
oğlum sen üzülme. Gider şimdi. Ece mi bekliyor seni?”
“Evet,
onu görecektim. Sonra da şehre ineceğim yine.”
“Neden
bu kadar çok gidiyorsun Denizli’ye? Ece’yi sevdiğini bilmesem orda da bir kız
var diyeceğim.”
“Aslında
var. Tapu dairesinde çok güzel bir kız var. Her indiğimde onu görüyorum.”
“Tövbe
de. O ne biçim laf?”
“Benim
işlerimi yapan biri var. Onun da masasında kızıl kıvırcık saçlı, yemyeşil gözlü
bir fıstık var. Her gittiğimde onu izliyorum.”
“Toprak,
ağzına vurucam bak. O nasıl laf. Üzersen Ece’yi seni hiç affetmem.”
“Off
yengem ya, bitirmeme izin ver. O kıza bakıyor ve ‘bir oğlum olsaydı, bu kızı
kesin beşik kertmesi alırdım ona’ diyorum. O henüz iki yaşında dünya tatlısı
bir bebek. Babası benim bakışlarımı görüp resmi saklayacak diye korkuyorum.”
“Deli
çocuk. Kızdırma beni. Hadi kızın iki satır lafını dinle. Yoksa
gitmeyecek.”
*****
Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Bir
süre uyumuş ya da baygın kalmış olabilirdi. İlkyardım bilgilerini aklından
geçirmeye çalıştı. Beyin kanaması ihtimaline karşı uyumaması mı gerekiyordu?
Gözünü açık tutmaya çalıştı. En sonunda bunun çözüm olamayacağını anlayınca
Gümüş Kanat’a seslendi. At nöbet tutar gibi yılan ölüsünün başında bekliyordu. İkinci
kez seslendiğinde yanına gelen atına eve dönmesini söyledi. Hayvanın anlayıp
anlamadığından emin olamadı. Tekrarladı. “Hadi oğlum, eve git. Seni görsünler.
Bana yardım getir.”
At onu dinliyor gibiydi. Bir süre yüzüne baktı ve
başını yukarı aşağı sallayıp ahırlara doğru döndü. Çok daha hızlı bir koşu ile
köye doğru inmeye başladı. Ece en iyi ihtimal yarım saat kadar sonra
birilerinin yanına geleceğini tahmin ediyordu. On beş dakika sonra bir atın nal
seslerini duyunca Gümüş Kanat’ın geri döndüğünü düşünüp hayal kırıklığına
uğradı. Oysa son sürat yaklaşan atın üstünde binici vardı. Üstelik arkasından
da bir arabanın yokuşu çıkmaya çalıştığını görüyordu. Geldiği yerde araç yolu
yoktu o
arabanın çıkması mümkün değildi. Güneş arkasından vurduğu için gelen kişinin
kim olduğunu anlayamıyordu. Atın üstündeki binicinin stili ne Yakup’a ne Ali’ye
uymuyordu. Daha iri yapılı biri binmişti. Mehmet Ali mi diye bakarken usta bir
hareketle yanında duran attan Toprak indi!
Ece
o an rahatladığını hissetti. Kurtulmuştu. Zaten birileri mutlaka arardı ama
kimse onu Toprak kadar rahatlatamazdı. Panik halindeki erkeğin yanına çökmesi,
tüm vücudunu kontrol etmesi gözlerine bakıp onun durumunu anlamaya çalışması
bir dakika içinde yaşanmıştı. Aralıksız iyi misin sorusu da dilindeydi.
“İyiyim, başımı çarptım ve dünya biraz hızlı dönüyor ama iyiyim. Sen nasıl
haber aldın?”
“Seni
bulmak için ahırların oraya gelmiştim ki atını deli gibi tepeden inerken gördüm.
Üstünde senin olmadığını anlayınca Recep’i arabaya alıp, atı yarı yolda
karşıladım. Sana bir şey olduğunu tahmin ettim. Sonra da Recep araba ile takip
etti beni. Fakat buraya çıkamaz. Seni cipe kadar taşıyacağım. Kemiklerin sağlam
değil mi? Kaburgalarında kırık varsa bir hata yapmayayım.”
“Yok
canım, ben beklerken kendimi kontrol ettim. Sadece başım, ellerim ve sağ dizim
kötü durumda.” İleride mahzun duran atına bakıp “Gümüş Kanat yılandan ürktü.”
dedi. Kendisinden konuşulduğun anlayan at başını yukarı aşağı sallayarak
onayladı Ece’yi.
“Yılan
seni ısırmadı değil mi? Ölüsünü gördüm.”
“Hayır
o sadece atı ürküttü. Fakat sonra o ürkek at gitti yerine yılan katili bir
canavar geldi. Gördüğün gibi parçaladı onu.”
“Hadi
daha fazla oyalanmayalım. Boynuma sıkı sarıl ki düşürmeyeyim seni. Pek hafife
benzemiyorsun.” Toprak, hem kendini hem onu rahatlatmaya çalışıyordu. Ece,
şakayı kaçırmamıştı. “O güçlü kollar süs mü?”
“Ah
fena laf soktun. Sıkı tutun dedim sana.” Ece boynuna sıkıca sarılınca dikkatli
adımlarla aşağıdaki cipe doğru inmeye başladı. O an belli etmemek için çaba
gösterse de Ece’ye bir şey olduğunu sandığı andan beri aklının başında
olmadığını biliyordu. Korkusunu ancak onun iyi olduğunu gördüğünde
bastırabilmişti. Ömründen on yılın gittiğine yemin edebilirdi. “Başında kanama
yok. İçte kanama varsa sorun olabilir. Köydeki sağlık ocağı yeterli
olmayabilir. Önce oraya gidelim de gerekirse en yakın hastaneye gideriz.”
“Sağlık
ocağı yetecektir. Başımın dönmesi azaldı bile.”
“Sen
değil doktor söyleyecek.”
Yarım
saat sonra tüm köy sağlık ocağına toplanmış gibiydi. Toprak bu kadar kısa
sürede bu kadar kişinin toplanmasına şaşırdı. Önemli bir şeyi yok diyordu ama
kimse dinlemiyordu. Ece’nin köylü tarafından sevildiğini görmek hoşuna
gitmişti. Recep sağlık ocağının önünde yüzü asık bir şekilde oturuyordu. Toprak
cipi onun kullanmasını söylemiş arkaya Ece’nin yanına oturmuştu. Kısacık yolu
son sürat gelmişlerdi. Şimdi de canı sıkkın şekilde bekliyordu. Doktor önemli
bir şey olmadığını ağrıları olacağını söylemiş, sıyrılan yerleri temizlemiş ve
ilaç sürmüştü. İyi olacaktı Ece Hanım.
“Tamam,
artık evime gitmek istiyorum.” diyen Ece’yi ne doktor ne de Toprak
dinlemiyordu. Doktor neler yapmaları gerektiğini ve neler olursa mutlaka
hastaneye gitmeleri gerektiğini sıralarken Toprak pür dikkatti.
Ağrı
kesicileri cebine koyan Toprak, Ece’yi muayene masasından kaldırdı. Ece tek
başına hareket etmek istese de izin vermiyordu. “İyiyim ben. Bak doktor da
dedi, baş dönmem yok, bulantım yok, halsizlik yok. Aksine bıraksan şimdi
bağlara bile giderim.”
“Benim
cesedimi çiğnersen gidersin hayatım. Şimdi boşuna o çeneni yorma, seni eve
götürüyorum. Recep atla hadi, dönüyoruz.” Delikanlı oturduğu yerde doğrulmuş,
ayağa kalkıp hemen kapıyı açmıştı. “Toprak Ağabey, ben dönerim. Hazır köydeyken
biraz kahveye gideyim. Arkadaşlarla konuşurum biraz.”
“Tamam
sen bilirsin. Sağ ol.”
Ece
oturduktan sonra kendi tarafına geçip cipe bindi. “Ece, seni eve götürüyorum
ama olur da bir belirti yaşarsan ve bana haber vermezsen seni asla affetmem.”
“Göreceksin
sabaha bir şeyim kalmayacak. Gerçekten iyiyim. Hadi gidelim. Evdekiler merakla
bekliyordur.”
Kısa
yolu aşıp eve yaklaştıklarında Toprak yolun başında aracı durdurdu. Ece ne
olduğunu anlamadan omzuna sarılan kolla kendini onun göğsüne yaslanmış buldu.
“Seni bu halin ile eve bırakmak içimden gelmese de yapabileceğim başka bir şey
yok. O yüzden küçük bir öpücük çalarak sabaha kadar sakinleşmemi sağlayacağım.”
Tahmini kadar küçük değildi aldığı öpücük. Ece’nin de kendisini zevkle öpmesi
üzerine biraz daha derinleşmişti. Ayrıldıklarında ikisinin de nefesi
bozulmuştu. Toprak onun nefesinin heyecandan bozulmuş olmasını umarak yüzüne
baktı. “İyi misin, aşkım?” dediğinde gülen yüzü ile yanıtladı Ece, “Çok iyiyim
canım.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder