10 Kasım 2015 Salı

YAKIŞIKLI 38. Bölüm

10 Kasımda gün aymıyor... 10 Kasımda gözlerde biriken damlalar hiç bitmiyor... 10 Kasımda eskiden olduğu gibi rahatlıkla başım dik, RAHAT UYU ATAM diyemiyorum... UTANIYORUM... Mekanın cennet olsun ATAM..................Dualarımızdan hiç eksik olmadın, olmayacaksın. 

*****************************************************************


Onlar içeri girerken biri de lojmana doğru gidiyordu. Az önce her şeyi satmaktan söz etmişti Ece… Nihayet, dedi. Kendi yatak odasına girdiğinde ilk işi sandığa gitmek oldu. Artık ona gerek kalmamıştı. Uzak bir yere götürüp bırakacaktı. Sonra ‘Neden uğraşayım ki? Öldürürüm gider, nasılsa iki masum atın ölümüne sebep oldum. Kısa süre sonra ölecek zavallılar, ha bir eksik ha bir fazla. Bir de yılan eklenir onlara.’
Sandığı kontrol ettiğinde gözlerine inanamadı. Nereye gitmiş olabilirdi? Koca kapağı kaldırıp nasıl çıkabilir, diye sandığı incelerken oymalar arasındaki biraz daha büyükçe olan deliği gördü. Oradan çıkmış olmalıydı. Kaldıkları odayı köşe bucak aramış bulamamıştı. Yatakların altını üstüne getirip kontrol etti. Kendi tuzağına düşmek istemiyordu.
Yılanın evde olmadığından emin olunca biraz rahatlamıştı.




*****



Çarşamba sabahı fazla işi yoktu. Biraz bağları gezdi. Karayel ailesinin sattığı bağların kontrollerini de yaptıktan sonra çift kabini garaja çekip yürüyerek boxların oraya gitti. Sadece Recep vardı ahırda. “Kolay gelsin, seyisler nerde Recep?”
“Dişileri otlağa çıkarttılar. Birazdan gelirler.”
“Atların durumu nasıl? Soğumaya başladı mı tırnaklar?”
“Aşıları yaptık, ilaçları veriliyor. Daha soğuk tırnaklar. Sabah Ali seyis kontrol etti hepsini.”
“İyi tamam, ben biraz Gümüş Kanat ile gezeceğim.”
“Ben eğerlerim hemen.” Eğeri yerinden alıp atın boxına girdi. Hızlı hareketlerle eğeri bağlayıp dizginleri başının üstünden geçirdiğinde at hazırdı.
“Maya demiri nerede?”
“Hemen getiriyorum.”
Recep eve giderken Ece de tüm boxları gezdi. Atların durumlarını kendi gözü ile görmeden artık kimsenin sözlerine inanmayacaktı. İki seyisi bir seyis yardımcısı vardı. Üstelik dün doğanla topu topu on atı vardı ve iki atında arpalama olmuştu. Tamam atlar baharda otlaklara çıktığında bu hastalık görülürdü ama bu kadar geç fark edilmesi hiç hoşuna gitmemişti. Alt tarafı sabahları atların tırnakları kontrol edilecekti. On atın kontrolü beş dakika sürerdi ancak. Beş dakikalık kontrol yapılmadığı için iki atını kaybedebilirdi. İlaçların etkisini bekliyorlardı. Yine de garantisi yoktu artık tedavinin.
Recep kısa süre sonra elinde küçük bir demir parçası ile geldi. Diğer elinde de bir battaniye vardı. Bu demir parçası atların nallarının arasına giren taşların, dikenlerin temizlenmesi için kullanılıyordu. Ece, maya demirini kotunun arka cebine yerleştirdi. “Antrenman alanında mı çalışacaksınız?” diye soran Recep’e “Yok bu gün biraz gezmek istiyorum. Boş araziye doğru gideceğim. Maya demirini de ondan yanıma aldım. Oralarda çok fazla taş ve diken var.”
“Bugün keyfi yerinde. Toparlandı iyice. Toz yutturacak herkese. ”
“İnşallah. Hadi görüşürüz.”
Ece, atı hafif bir ayak darbesi ile hareketlendirdi. Henüz erken saatler olduğu için güneş çok ısıtmıyordu. Yavaş adımlarla geziyordu ikili. Kıraç alana geldiklerinde atı durdurdu. Oldukça yükseğe çıkmışlardı. Yanında bir termos çay olması için çok şey verebileceğini düşünerek manzaranın tadını çıkarttı. Yarım saat kadar oturduktan sonra yerinden kalkıp atına bindi. Taşlık ve yokuş olan yerde hızlı hareket etmek tehlikeli olduğu için sakin adımlarla iniyorlardı. Tepenin neredeyse yarısına gelmişlerdi ki at bir an da şaha kalktı. Ece boş bulunup ne olduğunu anlamadan kendini yerde buldu. Düştüğünde başını vurmuştu.
At çıldırmış gibi ön ayakları ile toprağa sert darbeler vuruyordu. Ece onun ne yaptığını anlamak istiyor ama kafasını kaldıramıyordu. Güneş yüzüne vuruyor, gözlerini kamaştırıyordu. Neler olduğunu anlayamıyor, etrafını göremiyordu. Sırtında bir yere taş batıyordu. Ellerinin içleri ve dizlerinin de yaralandığını anlamıştı. Kalkmaya çalışınca başının dönmesi ile yeniden toprağa yattı. Elini cebine atıp telefonunu çıkartmaya uğraştı. Cebi boştu. Telefonunu bulamıyordu. Sakin hareketlerle gözlerini etrafta gezdirdi. Kendisinden üç dört metre ötedeydi. Düşerken fırlamış olmalıydı. İnleyerek doğrulmaya çalıştı.
Gümüş Kanat hala ayağını yere vuruyor ve burnundan soluyordu. Atın sinirli ve ürkmüş olduğunu görüyordu. Nihayet biraz daha dikkat ettiğinde atın ayaklarının dibinde ölü bir yılan gördü. Şimdi anlıyordu neden kendisini yere attığını. Biraz daha dinlendikten sonra yerinden doğruldu. Ama ayağa kalkamıyordu. Telefonuna doğru sürünerek gitti. Ellerinin içindeki acı artmıştı. Sıyrılan deri ateş gibi yanıyordu. Telefonun çalışması için dua ederek elini uzattı. Ekranın kırık camı canını sıksa da bir ihtimal eve ulaşabileceğini düşünüp hafızadaki numara için tuşa bastı. Ne yazık ki o kadar şanslı değildi. Telefonu çalışmayınca ne yapacağını düşünmeye başladı. Yeniden ayağa kalkmayı denedi. Tüm dünya olması gerekenden hızlı dönünce de yerine oturdu. Lanet olası başını kötü vurduğunu anlayınca eli ile kontrol etmeye başladı. Hem şakağında hem de başının arkasında iki şişlik vardı. Seyisler belki dönünce merak ederler ve aramaya çıkarlar diye düşünüp sırt üstü uzandı.

*****

Toprak, içeride oturan ve kendisini her gördüğünde gözlerini süzen genç kızın gitmesini bekliyordu. Oysa hiç niyeti yoktu kızın gitmeye. Toprak ne zaman köye gelse mutlaka uğrar olmuştu, Zeynep. Genç kızın radarı olduğundan şüpheleniyordu. Kendi çayını doldurmak için mutfağa giden genç kızın arkasından bakıp, “Yenge, şuna otur deyip durma. Kız başka şeyler düşünecek. Benim onunla ilgim falan yok.” dedi.
“A oğlum sen üzülme. Gider şimdi. Ece mi bekliyor seni?”
“Evet, onu görecektim. Sonra da şehre ineceğim yine.”
“Neden bu kadar çok gidiyorsun Denizli’ye? Ece’yi sevdiğini bilmesem orda da bir kız var diyeceğim.”
“Aslında var. Tapu dairesinde çok güzel bir kız var. Her indiğimde onu görüyorum.”
“Tövbe de. O ne biçim laf?”
“Benim işlerimi yapan biri var. Onun da masasında kızıl kıvırcık saçlı, yemyeşil gözlü bir fıstık var. Her gittiğimde onu izliyorum.”
“Toprak, ağzına vurucam bak. O nasıl laf. Üzersen Ece’yi seni hiç affetmem.”
“Off yengem ya, bitirmeme izin ver. O kıza bakıyor ve ‘bir oğlum olsaydı, bu kızı kesin beşik kertmesi alırdım ona’ diyorum. O henüz iki yaşında dünya tatlısı bir bebek. Babası benim bakışlarımı görüp resmi saklayacak diye korkuyorum.”
“Deli çocuk. Kızdırma beni. Hadi kızın iki satır lafını dinle. Yoksa gitmeyecek.” 

*****

Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Bir süre uyumuş ya da baygın kalmış olabilirdi. İlkyardım bilgilerini aklından geçirmeye çalıştı. Beyin kanaması ihtimaline karşı uyumaması mı gerekiyordu? Gözünü açık tutmaya çalıştı. En sonunda bunun çözüm olamayacağını anlayınca Gümüş Kanat’a seslendi. At nöbet tutar gibi yılan ölüsünün başında bekliyordu. İkinci kez seslendiğinde yanına gelen atına eve dönmesini söyledi. Hayvanın anlayıp anlamadığından emin olamadı. Tekrarladı. “Hadi oğlum, eve git. Seni görsünler. Bana yardım getir.”
At onu dinliyor gibiydi. Bir süre yüzüne baktı ve başını yukarı aşağı sallayıp ahırlara doğru döndü. Çok daha hızlı bir koşu ile köye doğru inmeye başladı. Ece en iyi ihtimal yarım saat kadar sonra birilerinin yanına geleceğini tahmin ediyordu. On beş dakika sonra bir atın nal seslerini duyunca Gümüş Kanat’ın geri döndüğünü düşünüp hayal kırıklığına uğradı. Oysa son sürat yaklaşan atın üstünde binici vardı. Üstelik arkasından da bir arabanın yokuşu çıkmaya çalıştığını görüyordu. Geldiği yerde araç yolu yoktu o arabanın çıkması mümkün değildi. Güneş arkasından vurduğu için gelen kişinin kim olduğunu anlayamıyordu. Atın üstündeki binicinin stili ne Yakup’a ne Ali’ye uymuyordu. Daha iri yapılı biri binmişti. Mehmet Ali mi diye bakarken usta bir hareketle yanında duran attan Toprak indi!
Ece o an rahatladığını hissetti. Kurtulmuştu. Zaten birileri mutlaka arardı ama kimse onu Toprak kadar rahatlatamazdı. Panik halindeki erkeğin yanına çökmesi, tüm vücudunu kontrol etmesi gözlerine bakıp onun durumunu anlamaya çalışması bir dakika içinde yaşanmıştı. Aralıksız iyi misin sorusu da dilindeydi. “İyiyim, başımı çarptım ve dünya biraz hızlı dönüyor ama iyiyim. Sen nasıl haber aldın?”
“Seni bulmak için ahırların oraya gelmiştim ki atını deli gibi tepeden inerken gördüm. Üstünde senin olmadığını anlayınca Recep’i arabaya alıp, atı yarı yolda karşıladım. Sana bir şey olduğunu tahmin ettim. Sonra da Recep araba ile takip etti beni. Fakat buraya çıkamaz. Seni cipe kadar taşıyacağım. Kemiklerin sağlam değil mi? Kaburgalarında kırık varsa bir hata yapmayayım.”
“Yok canım, ben beklerken kendimi kontrol ettim. Sadece başım, ellerim ve sağ dizim kötü durumda.” İleride mahzun duran atına bakıp “Gümüş Kanat yılandan ürktü.” dedi. Kendisinden konuşulduğun anlayan at başını yukarı aşağı sallayarak onayladı Ece’yi.
“Yılan seni ısırmadı değil mi? Ölüsünü gördüm.”
“Hayır o sadece atı ürküttü. Fakat sonra o ürkek at gitti yerine yılan katili bir canavar geldi. Gördüğün gibi parçaladı onu.”
“Hadi daha fazla oyalanmayalım. Boynuma sıkı sarıl ki düşürmeyeyim seni. Pek hafife benzemiyorsun.” Toprak, hem kendini hem onu rahatlatmaya çalışıyordu. Ece, şakayı kaçırmamıştı. “O güçlü kollar süs mü?”
“Ah fena laf soktun. Sıkı tutun dedim sana.” Ece boynuna sıkıca sarılınca dikkatli adımlarla aşağıdaki cipe doğru inmeye başladı. O an belli etmemek için çaba gösterse de Ece’ye bir şey olduğunu sandığı andan beri aklının başında olmadığını biliyordu. Korkusunu ancak onun iyi olduğunu gördüğünde bastırabilmişti. Ömründen on yılın gittiğine yemin edebilirdi. “Başında kanama yok. İçte kanama varsa sorun olabilir. Köydeki sağlık ocağı yeterli olmayabilir. Önce oraya gidelim de gerekirse en yakın hastaneye gideriz.”
“Sağlık ocağı yetecektir. Başımın dönmesi azaldı bile.”
“Sen değil doktor söyleyecek.”
Yarım saat sonra tüm köy sağlık ocağına toplanmış gibiydi. Toprak bu kadar kısa sürede bu kadar kişinin toplanmasına şaşırdı. Önemli bir şeyi yok diyordu ama kimse dinlemiyordu. Ece’nin köylü tarafından sevildiğini görmek hoşuna gitmişti. Recep sağlık ocağının önünde yüzü asık bir şekilde oturuyordu. Toprak cipi onun kullanmasını söylemiş arkaya Ece’nin yanına oturmuştu. Kısacık yolu son sürat gelmişlerdi. Şimdi de canı sıkkın şekilde bekliyordu. Doktor önemli bir şey olmadığını ağrıları olacağını söylemiş, sıyrılan yerleri temizlemiş ve ilaç sürmüştü. İyi olacaktı Ece Hanım.

“Tamam, artık evime gitmek istiyorum.” diyen Ece’yi ne doktor ne de Toprak dinlemiyordu. Doktor neler yapmaları gerektiğini ve neler olursa mutlaka hastaneye gitmeleri gerektiğini sıralarken Toprak pür dikkatti.
Ağrı kesicileri cebine koyan Toprak, Ece’yi muayene masasından kaldırdı. Ece tek başına hareket etmek istese de izin vermiyordu. “İyiyim ben. Bak doktor da dedi, baş dönmem yok, bulantım yok, halsizlik yok. Aksine bıraksan şimdi bağlara bile giderim.”
“Benim cesedimi çiğnersen gidersin hayatım. Şimdi boşuna o çeneni yorma, seni eve götürüyorum. Recep atla hadi, dönüyoruz.” Delikanlı oturduğu yerde doğrulmuş, ayağa kalkıp hemen kapıyı açmıştı. “Toprak Ağabey, ben dönerim. Hazır köydeyken biraz kahveye gideyim. Arkadaşlarla konuşurum biraz.”
“Tamam sen bilirsin. Sağ ol.”
Ece oturduktan sonra kendi tarafına geçip cipe bindi. “Ece, seni eve götürüyorum ama olur da bir belirti yaşarsan ve bana haber vermezsen seni asla affetmem.”
“Göreceksin sabaha bir şeyim kalmayacak. Gerçekten iyiyim. Hadi gidelim. Evdekiler merakla bekliyordur.”
Kısa yolu aşıp eve yaklaştıklarında Toprak yolun başında aracı durdurdu. Ece ne olduğunu anlamadan omzuna sarılan kolla kendini onun göğsüne yaslanmış buldu. “Seni bu halin ile eve bırakmak içimden gelmese de yapabileceğim başka bir şey yok. O yüzden küçük bir öpücük çalarak sabaha kadar sakinleşmemi sağlayacağım.” Tahmini kadar küçük değildi aldığı öpücük. Ece’nin de kendisini zevkle öpmesi üzerine biraz daha derinleşmişti. Ayrıldıklarında ikisinin de nefesi bozulmuştu. Toprak onun nefesinin heyecandan bozulmuş olmasını umarak yüzüne baktı. “İyi misin, aşkım?” dediğinde gülen yüzü ile yanıtladı Ece, “Çok iyiyim canım.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder