Halime,
Sibel ile ders çalıştıktan sonra izin gününü evin dışında geçirmek için hazırlandı.
Sibel’e köye ineceğini söylemişti. Sibel, Halime’yi çalıştırdığı ders
kitaplarını toplayıp kendi kitaplarını masaya yerleştirdi. Sınavları vardı.
Ablasına verdiği sözü tutacaktı. Yine de önce sevgilisinin sesini duymak hoşuna
gideceği için cep telefonunun tuşuna bastı.
*****
“Merhaba,
nasılsın?”
“İyiyim,
seni özledim. Bak kaç gün oldu görüşemiyoruz, geleyim mi?”
“Olmaz,
seni görürlerse canıma okurlar.”
“Görmezler
hadi çık evden.”
“Ne?
Hemen mi? Neredesin sen?”
“On
dakikaya kadar sizin bağın başladığı yerdeki beyaz evin orada olacağım.”
“On
dakika mı? Tamam ama biraz beklemen gerekebilir.”
“Beklerim”
*****
Genç
kızın gelişini keyifle izliyordu. Çok güzeldi. Her gördüğünde kalbi çarpıyordu.
Şeytan al kaçır diyordu ama o şeytana uymamak için kendisini zorluyordu. Başını
derde sokmanın zamanı değildi. Yaşı tutmayan kızı kaçırıp hapislerde mi
çürüyecekti?
Genç
kızı binanın arka tarafına doğru sürüklemeye başladı. Daha tek kelime
söylemeden sarılıp öpmeye başlamıştı. Şeytana uymak o an çok kolaydı. Onu
engelleyen bulundukları binanın kapısının açılması oldu. Zorlukla bıraktı genç
kızı. “Çok özledim seni.” diyebildi.
*****
Toprak,
pazartesi gününün kalanını Denizli’de geçirdi. Yapması gereken çok iş vardı ve
bir sürü bürokrasi ile uğraşması gerekiyordu. Telefonlar ve evrak toparlamakla
geçen yarım günün ardından geç saatte köye dönebildi. Sabahtan sonra göremediği
Ece’yi aradı. Eve gittiğini öğrenince canı sıkılsa da ertesi sabah görüşmek
üzere sözleşip yengesinin yanına gitti.
Salı günü
iki sevgili kahvaltıdan sonra buluşup görüşmüştü. Ece onun varlığına çok
alıştığını fark ediyor, iki gün sonra İzmir’e dönecek olmasını düşünmek bile
istemiyordu. İnşaatın oradaki tatsız konuşma bir daha açılmamıştı. Ece ne
diyeceğini, Toprak ne soracağını bilmediği için konuyu bir daha açmamışlardı.
Önceki
gün annesinin sıkıştırmaları, Asude ve Ebru’nun sorguları ile vakit
kaybetmişti. Annesinin yanıtlarını duymadan susmayacağını anlayınca Toprak’ı
sevdiğini itiraf etmiş, bu kez de babasının bunu kabul etmeyeceğini söyleyen
annesi ile karşı karşıya kalmıştı. “Anne zaten ortada bir teklif yok. Babamın
itiraz edeceği bir şey yok yani henüz. İçin rahat olsun.”
“Teklif
olmaması olmayacağı anlamına gelmiyor. O zaman ne yapılacak? Baban Halil’e kız
vermez.”
“Halil
amca evli zaten anne, beni isterlerse oğluna isterler.”
“Benimle
dalga geçme. Yarın öbür gün baban istemem dediğinde senin tarafını tutacak olan
benim. İyi geçin benimle.”
“Haklısın
anne, o zaman ben şimdi ayağının altından çekileyim de sen rahat et.”
Annesi
ile konuşmaları bu kadarla kapanmış gibiydi. Ebru zaten önceden öğrendiği için
eltisine hava atıyor, Asude de Ece’ye tavır yapıyordu. Onların ardı ardına
gelen telefonları ile eğlenen Ece, bağların arasında işlerini de takip
ediyordu. Nihayet tüm bağlar yeşermiş, yapraklar çıplak dalları giydirmişti.
Meyveleri aralarda gözüküyordu. Her gün bağların kontrolleri yapılıyor,
hastalık, böceklenme olmaması için tedbir alınıyordu.
Cep
telefonu çalınca ekrana baktı. Ali seyis arıyordu. “Hayrola Ali Bey?”
“Tayımız
geliyor Ece Hanım. Sancıları başladı.”
“Hemen
geliyorum.” İşte sabahı neşelendirecek güzel bir haberdi bu.
Ahırlara
gidene kadar kısrağın rahat bir doğum yapması için dua etti. İçeri girdiğinde doğumun
başlamak üzere olduğunu gördü. Rahim ağzı açılmaya başlamıştı.
“Tay
doğumu izlemek istersen hemen tavlaya gel.”
Toprak,
ilk kez böyle bir şeye şahit olacaktı. “Ne kadar vaktim var? Yetişir miyim?”
“Hemen
çık, doğum başlıyor.”
Toprak
geldiğinde doğum başlayalı iki dakika kadar olmuştu. Kısrak rahat bir hamilelik
geçirmişti. Doğumun da sorunsuz olacağını umuyorlardı. Beklenenden de kolay
oluyordu. Ali ile Yakup olası kötü bir durum için ayakucunda hazır bekliyordu.
Tayın başı çıktığında plasentayı yırtıp kendi başına nefes alabilmesini
sağladılar. Yine plasenta sayesinde ön bacaklar da çıkmıştı. Kısrak, ara sıra
başını kaldırıp tayının doğumunu izlese de genelde samanların üstünden
kalkmıyordu. Derin nefesler ve kısa ıkınmalar ile doğumu tamamlamak için
çabalıyordu.
Ece,
yeni doğan tayın üstündeki plasentanın temizlenmesinden sonra seyis Ali’nin
ağız ve burnunda nefes almasını engelleyecek bir şey var mı diye bakmasını bekledi.
Tecrübeli seyis tüm kontrolleri yaptıktan sonra tayın bacaklarını da kontrol
etti.
Tay
hareketlenmeye çalışıyordu. Kısrak yeniden başını kaldırıp, yavrusunun rahat
nefes aldığını anlayınca yorgunlukla kendini samanlara bıraktı. Ali ile Yakup
tayı alıp annenin başına yakın bir yere bıraktılar. Kısrak hemen yalamaya
başladı yavrusunu.
Doğumun
en önemli seremonisi tamamlanmıştı.
“Sen
ağlıyor musun?” Toprak, yumuşacık bir sesle sormuştu. Ece yemenisinin uçlarını
çekiştirerek, “Evet, yasak mı?” dedi.
Toprak,
kimseyi umursamadı, kolunu omzuna attı, kendine çekip başındaki yemeninin
üstünden öptü. “Sana yasak koyabilir miyim? Çok özel bir andı. Utanmasam ben de
ağlayacaktım.”
“Ağlasaydın.
Kimse yadırgamazdı.”
“Onuncu
atın doğdu. Boş box bunun mu olacak?”
“Evet,
Onurum geldi. Erkek bir tayım daha oldu.”
“Adı
Onurum mu olacak?”
“Evet,
hem onuncu atım olduğu için hem de zamanı geldiğinde onurlandıracağı için.”
“Çok
güzel ve anlamlı oldu.”
“Beğenmene
sevindim. Bu tay senin.”
“Benim
mi? Hayır alamam.”
“Almayacaksın
zaten. Burada olacak, burada yetişecek. Sen de bu tay için kendini buraya bağlı
hissedecek ve her zaman gelmek isteyeceksin. O yüzden bu tay senin.”
“Teşekkür
ederim.”
“Erken
teşekkür etme! Anlaşma şartlarımı açıklıyorum. Kazandığı her yarışın priminin
yarısı benim. Bakım ve yetiştirme masraflarını o zaman tahsil edeceğim. Ve her
ne olursa olsun bu atı bu ahırdan çıkartamayacaksın.”
Ece,
onu buraya gelmeye zorladığının farkındaydı. Aslında kaçak dövüşüyordu. Ne
tepki vereceğini beklerken Toprak’ın yeniden başını öpüp teşekkür etmesi ile
rahatladı.
“Bu
beni gelmek için bahane uydurmaktan kurtaracak kadar güzel bir çözüm.”
“Bahaneye
ihtiyaç mı duyuyorsun? Kime bahane uyduruyorsun?”
“Bir
şekilde aileme uyduruyorum işte. Yengeme bakacağım, bağlara bakacağım,
parselleri ayarlayacağım deyip duruyorum. Şimdi ise atımı görmem lazım demek
çok kolay olacak.”
“Mazeretlerin
içinde bir ben yokum.”
“Kıskanç
kadın tek mazeretim sensin. Her gelişim sadece senin için, bilmiyor musun?”
“Biliyorum,
ama bunları duymaya ihtiyaç duyuyorum.”
“Ben
de söylerim o zaman.”
Onlar
konuşurken tay titrek bacaklarının üstünde ayağa kalkmıştı. Sarsak adımlarla
ilk yürüyüşünü gerçekleştirip duvara doğru gidişine izlediler. Toprak az önce
duyduklarından sonra ne diyeceğini bilemiyordu. Ortam çok duygusaldı. Tayın
adımları, annenin onu izleyişi ve nefeslerinin artık yavaşlaması ile herkes
rahatlamıştı. Hiç sorun yoktu. Dışarı çıkacaklarken Ece diğer boxlara göz attı.
Tam kafasını çevirip çıkacakken aygırının duruşu dikkatini çekti. Hemen boxa
girdi. Toprak ne olduğunu anlayamadığı için kapıda duruyordu. Ece yere çömelmiş
atın ön ayaklarının tırnaklarına bakıyordu. Hemen cep telefonunu çıkartıp
birini aradı.
“Müfit
amca, hemen gelmen lazım. Aygırımda arpalama başlamış. Ben şimdi buzu yapıyorum
ama antihistiyaminik ve ateş düşürücü
ilaçlara ihtiyacım var… Kaç gündür böyle olduğunu bilmiyorum… Tayım doğdu az
önce o yüzden seyisler orada... Tamam önce onu yaparım sonra da buz.
Bekliyorum.” Telefonu
kapatırken Toprak’a dönüp, “Yangın söndürücüyü getirir misin?” dedi. Sonra yine bir numara tuşladı. Evden ne kadar
varsa buz istedi. Yeni buz yapmalarını söyledi. Ali ile Yakup’a sinirle seslendi.
İki seyis koşarak yanına gelince “Bunu nasıl fark etmediniz?” diye daha da
artan sinirli sesi ile sordu. Onlar tayın ayaklarına bakarken o da Toprak’ın
elinden aldığı yangın söndürücüyü atın ayaklarına sıktı. Atlarda ölüme kadar
giden bir hastalık olan arpalamanın ilk tedbirleri bunlardı.
Veteriner
gelene kadar atın ayaklarındaki ateşi düşürmesi gerekiyordu. İki seyis de nasıl
bu hale geldiğini anlamadıklarını söylüyor, atın etrafında dolaşıyorlardı.
Yemliklerdeki yemler normaldi. Hastalığın nedenlerinden biri kötü beslenmeydi.
Atın terliyken tedbirsiz bırakılması da neden olabiliyordu. Atlamış olabilirler
mi diye düşünüyordu. Bir sevinci yaşarken bir üzüntü ile burun buruna gelmişti.
Atını kaybedebilirdi!
Etrafında
dört dönen Recep’e bakıp “Recep, köye git ve kalıp buzlardan al gel. Evdeki buz
yetmez. Ali bey diğer boxlara bak başka var mı? Yakup sen kısrağın başında dur.
Umarım ona bir şey olmaz”
“Benim
yapabileceğim bir şey var mı?” Toprak onun yüzündeki duygu geçişleri ile
ilgileniyordu. Şu an çok büyük bir üzüntü ve korku vardı gözlerinde.
“Burada
olman yeter. İyileşecek.”
“Evet
canım, iyileşecek.”
Ali
Seyis yanına gelip yangın söndürücüyü alıp karşı sıradaki boxa gidince başka
bir atın daha aynı sorunu yaşadığını anladı. O boxtaki kısrağı da hastalanmıştı.
Müfit amca
geldiğinde hemen aşılarını yapıp diğer atları da kontrol etmiş, yeni doğan taya
da bakmıştı. Başka bir sorun yoktu. Hastalığını aşamasını inceleyince henüz çok
kısa bir süre olduğunu söylemişti.
Aygırın
duruşunun bozulduğunu fark etmeyen seyislere ne diyeceğini bilmiyordu Ece.
Günlük bakımda kısacık bir sürede tırnaklara bakmaları gerekiyordu.
Başına giren
ağrı ile bir süre boxtan çıktı. Toprak onun kısa süre tek başına kalmasına izin
verdi. Üzüntüsü büyüktü. Veteriner, ilaçlara rağmen iki atı da
kaybedebileceklerini söylemişti. Toprak, Ece’nin atları ne kadar çok sevdiğini
biliyordu. Onlara bir şey olursa nasıl bir tepki vereceğini tahmin ediyordu.
Bir iki
dakika kadar sonra yanına gitti. Ece yere oturmuş bağlara bakıyordu.
“Biliyor
musun, her iki işimin de garantisi yok. Bağlara hastalık bulaşabilir. Atlar
işte böyle bir anda seni üzebilir. Şarap bile istediğim gibi olmayabilir. Bazen
neden bu kadar uğraşıyorum ki diyorum. Her şeyi satayım, küçük bir bahçe içinde
ev alıp annem gibi gül yetiştireyim ve bankadaki para ile gül gibi geçinip
gideyim, diyorum.”
“Ya
sonra? Kaç dakika sonra düşüncelerin değişiyor?”
“Beni
iyi tanıyorsun. Sadece şeytan cümlesini bitirene kadar bunları düşünüyorum.
Sonra da o şeytanı kovalıyor ve işe başlıyorum. Yeni buzlar geldi hadi gel iki
ata da buzlu su yapalım. Ayakların soğuması şart. İki atımı da kaybedemem.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder