Sinem ile
Sibel okuldaki tiyatro bölümüne girmek istediklerini söylediklerinde uzun bir
tartışma yaşanmıştı. İkisi de denemelere katılmış ve seçilmişlerdi. Üstelik seçilene
kadar bundan kimsenin haberi olmamıştı. Emrivakilerden nefret ediyordu Ece.
Annesi ile konuşması pek işe yaramadı. Babasına danışması gerekecekti. İkisinin
de sanata meraklı olmaları hoşuna giderdi ama bunun ardında ne olduğunu da
merak etmiyor değildi. Ne kadar sıkıştırırsa sıkıştırsın kızlar sadece tiyatro
oyununda yer almak istediklerini söylemekten öte gitmemişti.
Osman Bey
neredeyse duyulmayan sesi ile “Dersleri ne olacak?” diye sordu. Ece babasını
daha az konuşturmak için anlatmaya başladı. “Sibel de, Sinem de ders notlarının
bir puan bile düşmesi halinde tiyatroyu bırakacaklarına dair söz verdiler.
Aslında üniversite sınavına bu kadar az kalmışken ben de kafalarının
dağılmasını istemem ama madem yapacaklarına inanıyorlar bir denesinler derim.
Sonra yeteneklerini harcadığımızı söylemelerindense, denediniz beceremediniz,
demeyi tercih ederim.” Osman Bey kızının kattığı yoruma gülümsedi. Artık eskisi
gibi kahkaha atamıyordu. Denediği an nefes alamıyor ve çok öksürüyordu.
“Tamam, ama
yakından takip et. Okul her şeyden önemli!” Geçen kısa sürede Sibel’in sınıf
öğretmeni ile konuşmuş ve kardeşinin toparlandığını, kötü notlarını sözlü
notları ile telafi ettiğini öğrenmiş, o konuyu bir daha açmamıştı. Sibel’in söylenenleri anladığından emindi.
Artık diğer konu hakkında konuşabilirdi. Aklını kurcalayan soruları babası ile
paylaşması gerektiğini biliyordu.
“Baba, okul önemli ama olur da ikisi de oyunculuğu
kıvırır ve tiyatrocu olmak isterse? O zaman bağlar ne olacak?”
“Sen nereye gidiyorsun?” Ah yaşlı adam elbette
kızının ne demek istediğini tam anlamamıştı. Ece, biraz daha açıklamak için “Ben
buradayım, bir yere gitmeye niyetim yok ama ya bana bir şey olursa? Bağları ne
yapacağız o zaman? Satılmasına razı olur musun? Ağabeylerimin buraya dönmeye
hiç niyeti yok. Ersin çok küçük ve büyüdüğünde onun da toprakla ilgisi
olmayabilir. Bunu hiç konuşmadık baba. Bak Karayel’lerin bağlar satılıyor.
Alıcılar çıkmaya başlamış bile. Biz de mi satacağız?”
“Altı çocuğum var. Sadece biri toprak ile ilgili
ise bu o çocuğumun kabahati değil. O yüzden, gerekirse satılır. O zaman gelince
hayatta olanlar karar verir. Sen bunları düşünme. Uzun yıllar sana bir şey
olmayacak. Evlenirsen kocan da senin gibi topraktan anlayan biri olacak. Belki
de senin çocukların devam edecek. Şimdiden bunları düşünüp de üzülme.” Babası
onun karamsarlığını çözmüş, daha fazla üzülmesini istemediği için konuyu
kapatmıştı.
Ne annesi ile babasının ne de kardeşlerinin parasal
sıkıntısı olmayacaktı. Çünkü her sene kazançtan hepsi için bankaya para
yatırılıyordu. Şimdiden yüklü birikimleri vardı. Ama topraklarının satılmasını
yine de istemiyordu.
Bir tek kendisinin bu kadar toprakla ilgilenmesi
her zaman canını sıkmıştı Ece’nin. Biliyordu ki kendisi olmasa buralar
satılacaktı. Dede yadigârı yerler ellerin olacaktı. Toprak belli etmese de
malların gitmesinden hoşnut değildi. Bunu sesinden de gözünden de anlıyordu.
Babasının elini tutup hafifçe sıktı. “Tamam, üzülmüyorum. Sadece senin ne
düşündüğünü bilmeye ihtiyaç duydum. Ben kızlara haber vereyim. Merakla
bekliyorlar.”
“Yemekte ben söylerim. Hadi beni mutfağa götür.”
“Tamam baba.”
“Kim alacakmış bağları? Sen tanıyor musun?”
“Hayır. Bizim köyden kimse yok. Ya anlayan birileri
ya da hiç bilmeyen birileri alacaktır. Biliyorsun her zaman büyük şehirlerden
köy hayatını özleyen birileri çıkar gelir ve yüzlerine gözlerine
bulaştırırlar.”
“O
büyüklükteki bağları işi bilmeyenler almaz herhalde.”
“Parsel
parsel satacaklarmış. En büyük yer de bize sınır olan alan. Aslında sizin şu
küslük olmasa ben de teklif verirdim. Şaraplık üzümler yetişiyor orada.”
“Unut
onu. İhtiyacımız yok oraya.” Sesindeki sinir Ece’nin canını sıktı. Saçma bir
küslük yüzünden Toprak ile ilişkilerinin akıbeti belirsizliğini koruyordu.
Zaten her durumda belirsiz bir ilişkiydi. Aralarındaki uzun mesafe, sorunların
aslında en küçüğüydü. Mesafeden çok yaşam tarzları ilişkilerini etkileyecekti.
Ece toprağından ayrılmayacağını biliyordu. Toprak da bu kadar emek vererek
büyüttüğü işini kapatıp köye gelmezdi. Bunlar bilinen gerçeklerdi. Evlenmeye
kalkışsalar ve Toprak Ece’yi yanında istese ne yapacaktı? Toprağından,
köyünden, atlarından, ailesinden vaz mı geçecekti? Babasının koluna girmiş
olmasa gülecekti kendi haline. Sanki ortada bir şey vardı da!
“Tamam
baba. Hadi yemek yiyelim.”
*****
Çarşamba
öğlen saatleri olduğunda içi içine sığmıyordu. Toprak aramış ve yarım saat
sonra orada olacağını, yengesine uğradıktan sonra yanına geleceğini söylemişti.
Ece,
şarabı ve örtüyü koyduğu çantayı ata bağladı. Toprak için seçtiği atın da
eğerini yerleştirdi. Bugün başına yemeni bağlamamıştı. Sabah saçlarını örerek
çıkmıştı ama biraz dağılmış olduğunu düşünüyordu. Elini uzattığında tahmininden daha az
dağıldığını anlayıp rahatladı.
Güneş
ısıtmasa da renklerin daha canlı gözükmesini sağlıyordu. Tüm ortamı güzelleştiriyordu. Üç gündür pırıl
pırıl parlayarak ilkbaharın haberini toprağa vermişti. Buluşacakları noktaya
doğru atını yavaş yavaş sürdü. İşçiler uzaktaydı. Onu ve Toprak’ı görmeleri
mümkün değildi. Zaten biraz daha uzaklaşacaklardı.
Uzaktan
elinde sepet ile geldiğini görüp gülümsedi. O sepeti kendisi taşımak zorunda
kalacaktı. Çünkü Toprak iki eli ile dizginleri tutmaktan başka bir şey
yapamayacaktı.
Duman
başını kaldırmış geleni gözlüyordu. Kuyruğu dikilmişti. Ece köpeği sakinleştirdi.
Gölge de yanında duruyor, Duman’ın tepkilerine göre ne yapacağına karar
veriyordu. Atları biraz hızlandırıp hemen yanına gitti. Attan inip kendisini
bekleyen kolların arasına girdi. “Çok özledim seni.”
“Göster
o zaman!”
*****
Neredeyse
on dakika birbirlerine sarılarak ve öpüşerek orada durdular. Duman ile Gölge
etraflarında dört dönüyordu. En sonunda sıkılmış ve yere yatarak başını ön
patilerinin üstüne koyup ikiliyi izlemeye başlamışlardı. Biraz sakinleşmek için
uzaklaştıklarında Toprak heybetli atı gösterip, “Buna mı bineceğim?”
“Evet.”
“Ben
yanında yürürüm. Sen bin.”
“Çok
komiksin. Hadi gel. Önce nasıl binmen gerektiğini söyleyeceğim. Bu kızımız çok
uysaldır. Kardeşlerime de bu atla öğrettim at binmeyi. O yüzden rahat ol. Şimdi
sol tarafına gel ve dizginleri sol elinle tut. Sol ayağını üzengiye geçir. Evet
öyle. Eğeri tut ve kendini atın üstünden aşır.” Toprak dediklerini harfiyen
yaptı. “Korkunun ecele faydası yok.” diyerek kendini atın üstüne attı. Şimdi
Ece’ye yukardan bakıyordu.
“Rahat
ve dik otur. Atın adımları ile hafif hafif kalkıp oturacaksın eğere… Dizginleri
çok çekmeden tut. Atın ağzı çekilmemeli. Ayaklarının da şeklini ayarla.
Topukların aşağı doğru bassın ki üzengiden çıkmasın.”
“Nasıl
durduracağım?” Toprak, yıllar önce at binmeyi öğrendiğinde sorduklarını
anımsamaya çalışıyordu. Yakalanması an meselesiydi.
“Dizginleri
çeker ve biraz da geri yatarsan durur. Zaten çok yavaş gideceğiz.”
“Sen
benim bu işi başaracağımdan emin misin?”
“Eminim.
Biraz yanında yürüyeyim de rahatla… Ben sonra binerim.”
Beş
dakika kadar neler yapması gerektiğini söyleyerek yanında yürüdü. Toprak az
önceki acemi hallerini kısa sürede terk etmişti. Onun daha fazla yanında
yürümesini istemiyordu. Gayet iyi bindiği halde onu böyle aldatmak kendi
sinirlerini bozuyordu. Ama ne yazık ki bu rollere gerek duyuyordu. Kendi
yarattığı bu saçmalığı kısa sürede sonlandırmalıydı. İzmir de ders aldığını
söyleyecekti bir dahaki gelişinde.
Ece
onun rahatladığını görüp kendi atına binmiş ve yemeklerin olduğu sepeti bir
koluna takmıştı. Duman ve Gölge önden yavaşça yol alıyor, nereye gideceklerini
bilirmiş gibi yürüyorlardı. Yan yana piknik yapacakları tepeye ulaştılar. Önce
Ece indi atından. Sonra da Toprak’ın yanına gidip nasıl inmesi gerektiğini
anlattı. “Hoşuna gitti mi?”
“Dürüst
olmak gerekirse, evet! Tahminimden daha kolay ve keyifliymiş.”
“O
zaman sana bir iki ders veririm ve at binmeyi öğrenirsin. Çünkü bu en basit
yürüyüş ile binişti.”
“Zevkle
alırım o dersi.”
“Ama
ben sert bir öğretmenim.”
“Ben
seni yumuşatırım canım.”
“Biliyorum.
Hadi yiyelim artık. Çok açım.”
Atın
eğerine bağladığı örtüyü yere serdi. Toprak da sepetin içindekileri açmaya
başladı. Yiyecekleri tüketirken havadan sudan konuştular. Duman ile Gölge
yanlarından kısa aralıklarla uzaklaşıyor, sonra hemen geri dönüyorlardı.
Merakla Toprak’ı izliyor kendisine verilen yiyecekleri afiyetle yutuyorlar, ara
sıra da birbirleri ile oynaşıyorlardı. Ece, Duman’ın kısa sürede baba
olacağından emindi.
İkinci
çaylarını doldurduktan sonra Toprak, Ece’yi kendisine doğru çekti. “Bana
yaslanırsan daha rahat otururuz.”
“Bu
pek masum bir teklif değil.”
“Sen
de her hareketimden şüpheleniyorsun! Ben sadece sarılmak ve koklamak istiyorum
seni. Baksana Duman bile bizden daha rahat hareket ediyor. Bir köpeği
kıskanacağımı düşünmezdim.”
“At
kokuyorumdur!” Gerçekten at koktuğunu düşünüp uzaklaşmak istedi ama Toprak izin
vermedi. “At kokmuyorsun. Sabun kokuyorsun.” diyerek boynunu önce koklayıp
sonra da öptü. Duman onun bu hareketini anlamayıp bir an yerinden doğrulsa da
Ece’nin şikayetçi olmadığını görüp yeniden yattı. Onun tepkilerini izleyen
Toprak kahkahasının ardından, “Benim evde Didem, burada Duman… Koruyucuların
olmadan gezmiyorsun bakıyorum.” Ece sadece gülümsedi. Çaydan büyük bir yudum
alıp bitirdi. Temiz havayı içlerine çekerek sessizce oturdular. “Neden
konuşmuyorsun?” diye soran Toprak oldu.
“Buraları
böyle göreceğimiz son zamanlar olduğunu düşünüyordum. Çünkü şu an gördüğüm
toprakların büyük kısmı sizindi. Yakında el değiştirecek ve artık baktığım
zaman burası Kılıç’ların, burası Karayel’lerin diyemeyeceğim. Kim bilir
kimlerin olacak?”
“Bir kısmı hâlâ Karayel’lerin olacak. Ev ve
çevresine bakarsın sende.”Toprak’ın hüzünlü sesini duyan Ece başını çevirip
yakınındaki yüze baktı. “Üzülüyorsun
değil mi?”
“Evet,
üzülüyorum. Ama artık kötü şeyler konuşmayalım. Sana bir şey aldım.” Elini
cebine atıp küçük kadife bir kese çıkarttı. İçinde gümüş bir kolye vardı. At
üstünde bir binicinin olduğu kolyeyi gören Ece çok mutlu oldu. Tepkisini de
boynuna sarılıp öperek gösterdi. “Çok güzel bu. Nerden buldun? Hiç böyle bir
şey görmedim.”
“Bir
arkadaşımın dükkanı var. Ona böyle bir şeyi olup olmadığını sordum. O da yok ama
bulurum dedi. İki üç tane getirmiş. İçlerinden bunu seçtim. Aslında yaka
iğnesiydi ama sen bağda çalışırken iğne takamayacağına göre, kolyeye çevrilmesi
mantıklıydı. Kuyumcu ağabeylerine rağmen hiç altın takmıyorsun. Yemeğe
geldiğiniz gece de gümüş bilekliğin vardı. O yüzden gümüş almak istedim.”
“İyi
gözlemcisin. Ağabeylerim deli oluyor ama altın takamıyorum. Takar mısın?”
“Elbette…
Yakıştı ama gömleğin arasında kayboldu. Bir düğme daha mı açsan?” derken biraz
yakayı aşağı doğru çekiştiriyordu. Toprak’ın eline vurdu “Hadi oradan, düğme açacakmışım.
Senin niyetin belli!”
“Etrafımızda
iki at, iki de köpek olmasa niyetimi uygulamalı olarak gösterirdim sana.” Bu
kez dudakları boynunun çukurunda geziniyordu. Ece soluklarını düzeltemeyeceğini
anlayınca kısık sesle “Bunu tahmin ettiğim için onları da yanımda getirdim
zaten.” dedi. En iyisi uzaklaşmaktı.
Ece,
sepeti toplarken Toprak da Dumanı sevip okşamış, yerde bulduğu bir dal
parçasını uzağa atarak geri getirmesini beklemişti. Gölge onları yattığı yerden
izlemiş oyuna katılmaya niyeti olmamıştı. Bir süre daha oynadıktan sonra Duman
artık sopaya ilgi göstermekten vazgeçmişti. Duman, Toprak ile iyi anlaşacağını göstermişti
ama yine de sahibi ile yerlerde yuvarlanmasına izin vereceğini sanmıyordu.
“Ağabeylerin
ne diyecek bize?” Bu konu uzun zamandır kafasını kurcalıyordu. On yıl öncesini
anımsadıkça tavırlarının değişmeyeceğini yine kendisini kabul etmeyeceklerini
düşünüyordu. Buna da babalarının arasındaki küslüğün neden olduğunu biliyordu.
Ece
şaşkınlıkla yanıtladı. “Ne diyecekler?”
“Ben
sana sen bana mı soruyorsun? Onlar beni sevmez biliyorsun.”
“Onlar
benim yakınımdaki tüm erkeklere düşmandı eskiden. Şimdi ise kendileri koca
bulacak hale geldiler. Korkuyorlar sanırım.” Ne dediğinin farkına vardığında
utandı. Sanki koca arıyormuş gibi konuşmuştu. Nasıl toparlayacaktı? “Artık
onlar da kabullendi evlenmek istemediğimi.” Toparlamış mıydı?
“İstemiyor
musun?” Toprak üzülmüştü duyduklarına. Hem kollarının arasındaydı hem de çok
uzakta. “Beni olduğum gibi sevecek, yani bağımla, atlarımla ve çorba bile
yapamayan, çamaşır makinesinde bile çamaşır yıkamamış halimle kabullenecek
üstelik de aşık olacak birisi karşıma çıkarsa evlenirim.”
Toprak
gülmeye başladı. “Senin neden evlenmediğin belli oldu. Kim alır seni bu kadar
kusurunla?”
“Öyle mi Toprak Bey? Sıradakileri sayayım mı?”
Ece’nin cümlesi ile yüzündeki gülümseme soldu. “Sırada birileri mi var?”
“Elbette
var…”
“Biri
şu İsmail denen adam mı?” Sesi sert çıkmıştı. Kıskandığını saklamaya
çalışmıyordu. Duygularını gizleyeceği aşamayı çoktan geçmişti.
Oysa
Ece onun gerçekten kıskandığını sanmıyor, numara yaptığını düşünüyordu. “İsmail,
İlkay ağabeyimin bulduğu aday. Elbette kimse açıkça bunu söylemiyor. Ben de
safa yatıyorum. Ama aslında iyi biri o. Şu Niğde’deki arkadaşı ile bana çok
yardımcı oldu. Bir de Eray ağabeyim birini bulmuş. Hafta sonu bağa
geleceklermiş.”
“Neden?”
“Ne
neden?”
“Neden
geleceklermiş? İstemeye mi?” Sesi tahmininden de sert ve yüksek çıkmıştı.
Ece soruya kahkahalarla güldü. “Yok o kadar hızlı
olamaz kimse. Sözde hiç bağ görmemişler ondan geliyorlarmış ama asıl amaç bizi
tanıştırmak. Alıştım artık.”
“Sen bana imada mı bulunuyorsun? Seni her an biri elimden
alabilir, bunu mu söylemek istiyorsun?”
“Biraz öyle oldu değil mi söylediklerim… Aslında bu
benim alışkın olduğum ve kimi bulurlarsa bulsunlar benim onları vazgeçirdiğimin
açıklaması olmalıydı. Nasıl becerdiysem tam tersi bir anlam çıkarttın.”
“Elbette öyle anlarım. Karşıma geçmiş, bana seninle
tanışmaya gelecek bir erkekten bahsediyorsun. Ne anlamam lazım?” İçinde büyüyen
kıskançlığı bastıramıyordu. Ece böyle rahat konuştukça biraz daha
sinirleniyordu. Hesap sorar gibi konuştuğunu ve buna hakkı olduğunu
düşünüyordu.
Ece, daha da sakin bir sesle onu yatıştırmak
istercesine “Onun ne kadar önemsiz olduğunu anlamayı denesen?” dedi. Artık
kıskançlığının gerçek olduğunu biliyordu. Toprak, numara yapacak, yalan
söyleyecek biri değildi.
Toprak, onun sesi ile sakinleştiğini fark etti.
Üstündeki etkisi inanılmaz geliyordu. Bir sözü ile sinir içinde bırakırken, bir
sözü ile sakinleştirebiliyordu. Kendisine dürüst ve biraz da muzip gözlerle
bakan genç kıza, “Neden öyle anlamalıyım? Hayatında önemli biri olduğu için mi?
Hatta belki de sen o kişiye aşık olduğun için mi?” diye sordu.
Ece onun yüzündeki gülümsemeye baktı. Az önceki
kıskançlık izleri gözlerinin derinliklerinde olsa da daha rahattı. Gereksiz
sıkıntıları yaşamanın kimseye faydası olmayacağı için Ece de rahatlamasını
istiyordu. Ama yine de aşk itirafı için erken olduğunu düşünüp ima dolu yarım
bırakılmış bir cümle ile yanıt verdi. “Evet, çok önemli biri olduğu için…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder