1 Kasım 2015 Pazar

YAKIŞIKLI 29. Bölüm

Sinem ile Sibel okuldaki tiyatro bölümüne girmek istediklerini söylediklerinde uzun bir tartışma yaşanmıştı. İkisi de denemelere katılmış ve seçilmişlerdi. Üstelik seçilene kadar bundan kimsenin haberi olmamıştı. Emrivakilerden nefret ediyordu Ece. Annesi ile konuşması pek işe yaramadı. Babasına danışması gerekecekti. İkisinin de sanata meraklı olmaları hoşuna giderdi ama bunun ardında ne olduğunu da merak etmiyor değildi. Ne kadar sıkıştırırsa sıkıştırsın kızlar sadece tiyatro oyununda yer almak istediklerini söylemekten öte gitmemişti.
Osman Bey neredeyse duyulmayan sesi ile “Dersleri ne olacak?” diye sordu. Ece babasını daha az konuşturmak için anlatmaya başladı. “Sibel de, Sinem de ders notlarının bir puan bile düşmesi halinde tiyatroyu bırakacaklarına dair söz verdiler. Aslında üniversite sınavına bu kadar az kalmışken ben de kafalarının dağılmasını istemem ama madem yapacaklarına inanıyorlar bir denesinler derim. Sonra yeteneklerini harcadığımızı söylemelerindense, denediniz beceremediniz, demeyi tercih ederim.” Osman Bey kızının kattığı yoruma gülümsedi. Artık eskisi gibi kahkaha atamıyordu. Denediği an nefes alamıyor ve çok öksürüyordu.

“Tamam, ama yakından takip et. Okul her şeyden önemli!” Geçen kısa sürede Sibel’in sınıf öğretmeni ile konuşmuş ve kardeşinin toparlandığını, kötü notlarını sözlü notları ile telafi ettiğini öğrenmiş, o konuyu bir daha açmamıştı. Sibel’in söylenenleri anladığından emindi. Artık diğer konu hakkında konuşabilirdi. Aklını kurcalayan soruları babası ile paylaşması gerektiğini biliyordu.
“Baba, okul önemli ama olur da ikisi de oyunculuğu kıvırır ve tiyatrocu olmak isterse? O zaman bağlar ne olacak?”
“Sen nereye gidiyorsun?” Ah yaşlı adam elbette kızının ne demek istediğini tam anlamamıştı. Ece, biraz daha açıklamak için “Ben buradayım, bir yere gitmeye niyetim yok ama ya bana bir şey olursa? Bağları ne yapacağız o zaman? Satılmasına razı olur musun? Ağabeylerimin buraya dönmeye hiç niyeti yok. Ersin çok küçük ve büyüdüğünde onun da toprakla ilgisi olmayabilir. Bunu hiç konuşmadık baba. Bak Karayel’lerin bağlar satılıyor. Alıcılar çıkmaya başlamış bile. Biz de mi satacağız?”
“Altı çocuğum var. Sadece biri toprak ile ilgili ise bu o çocuğumun kabahati değil. O yüzden, gerekirse satılır. O zaman gelince hayatta olanlar karar verir. Sen bunları düşünme. Uzun yıllar sana bir şey olmayacak. Evlenirsen kocan da senin gibi topraktan anlayan biri olacak. Belki de senin çocukların devam edecek. Şimdiden bunları düşünüp de üzülme.” Babası onun karamsarlığını çözmüş, daha fazla üzülmesini istemediği için konuyu kapatmıştı.
Ne annesi ile babasının ne de kardeşlerinin parasal sıkıntısı olmayacaktı. Çünkü her sene kazançtan hepsi için bankaya para yatırılıyordu. Şimdiden yüklü birikimleri vardı. Ama topraklarının satılmasını yine de istemiyordu.
Bir tek kendisinin bu kadar toprakla ilgilenmesi her zaman canını sıkmıştı Ece’nin. Biliyordu ki kendisi olmasa buralar satılacaktı. Dede yadigârı yerler ellerin olacaktı. Toprak belli etmese de malların gitmesinden hoşnut değildi. Bunu sesinden de gözünden de anlıyordu. Babasının elini tutup hafifçe sıktı. “Tamam, üzülmüyorum. Sadece senin ne düşündüğünü bilmeye ihtiyaç duydum. Ben kızlara haber vereyim. Merakla bekliyorlar.”
“Yemekte ben söylerim. Hadi beni mutfağa götür.”
“Tamam baba.”
“Kim alacakmış bağları? Sen tanıyor musun?”
“Hayır. Bizim köyden kimse yok. Ya anlayan birileri ya da hiç bilmeyen birileri alacaktır. Biliyorsun her zaman büyük şehirlerden köy hayatını özleyen birileri çıkar gelir ve yüzlerine gözlerine bulaştırırlar.”
“O büyüklükteki bağları işi bilmeyenler almaz herhalde.”
“Parsel parsel satacaklarmış. En büyük yer de bize sınır olan alan. Aslında sizin şu küslük olmasa ben de teklif verirdim. Şaraplık üzümler yetişiyor orada.”
“Unut onu. İhtiyacımız yok oraya.” Sesindeki sinir Ece’nin canını sıktı. Saçma bir küslük yüzünden Toprak ile ilişkilerinin akıbeti belirsizliğini koruyordu. Zaten her durumda belirsiz bir ilişkiydi. Aralarındaki uzun mesafe, sorunların aslında en küçüğüydü. Mesafeden çok yaşam tarzları ilişkilerini etkileyecekti. Ece toprağından ayrılmayacağını biliyordu. Toprak da bu kadar emek vererek büyüttüğü işini kapatıp köye gelmezdi. Bunlar bilinen gerçeklerdi. Evlenmeye kalkışsalar ve Toprak Ece’yi yanında istese ne yapacaktı? Toprağından, köyünden, atlarından, ailesinden vaz mı geçecekti? Babasının koluna girmiş olmasa gülecekti kendi haline. Sanki ortada bir şey vardı da!
“Tamam baba. Hadi yemek yiyelim.”


*****


Çarşamba öğlen saatleri olduğunda içi içine sığmıyordu. Toprak aramış ve yarım saat sonra orada olacağını, yengesine uğradıktan sonra yanına geleceğini söylemişti.
Ece, şarabı ve örtüyü koyduğu çantayı ata bağladı. Toprak için seçtiği atın da eğerini yerleştirdi. Bugün başına yemeni bağlamamıştı. Sabah saçlarını örerek çıkmıştı ama biraz dağılmış olduğunu düşünüyordu.  Elini uzattığında tahmininden daha az dağıldığını anlayıp rahatladı.
Güneş ısıtmasa da renklerin daha canlı gözükmesini sağlıyordu.  Tüm ortamı güzelleştiriyordu. Üç gündür pırıl pırıl parlayarak ilkbaharın haberini toprağa vermişti. Buluşacakları noktaya doğru atını yavaş yavaş sürdü. İşçiler uzaktaydı. Onu ve Toprak’ı görmeleri mümkün değildi. Zaten biraz daha uzaklaşacaklardı.
Uzaktan elinde sepet ile geldiğini görüp gülümsedi. O sepeti kendisi taşımak zorunda kalacaktı. Çünkü Toprak iki eli ile dizginleri tutmaktan başka bir şey yapamayacaktı.
Duman başını kaldırmış geleni gözlüyordu. Kuyruğu dikilmişti. Ece köpeği sakinleştirdi. Gölge de yanında duruyor, Duman’ın tepkilerine göre ne yapacağına karar veriyordu. Atları biraz hızlandırıp hemen yanına gitti. Attan inip kendisini bekleyen kolların arasına girdi. “Çok özledim seni.”
“Göster o zaman!”


*****

Neredeyse on dakika birbirlerine sarılarak ve öpüşerek orada durdular. Duman ile Gölge etraflarında dört dönüyordu. En sonunda sıkılmış ve yere yatarak başını ön patilerinin üstüne koyup ikiliyi izlemeye başlamışlardı. Biraz sakinleşmek için uzaklaştıklarında Toprak heybetli atı gösterip, “Buna mı bineceğim?” 
“Evet.”
“Ben yanında yürürüm. Sen bin.”
“Çok komiksin. Hadi gel. Önce nasıl binmen gerektiğini söyleyeceğim. Bu kızımız çok uysaldır. Kardeşlerime de bu atla öğrettim at binmeyi. O yüzden rahat ol. Şimdi sol tarafına gel ve dizginleri sol elinle tut. Sol ayağını üzengiye geçir. Evet öyle. Eğeri tut ve kendini atın üstünden aşır.” Toprak dediklerini harfiyen yaptı. “Korkunun ecele faydası yok.” diyerek kendini atın üstüne attı. Şimdi Ece’ye yukardan bakıyordu.
“Rahat ve dik otur. Atın adımları ile hafif hafif kalkıp oturacaksın eğere… Dizginleri çok çekmeden tut. Atın ağzı çekilmemeli. Ayaklarının da şeklini ayarla. Topukların aşağı doğru bassın ki üzengiden çıkmasın.”
“Nasıl durduracağım?” Toprak, yıllar önce at binmeyi öğrendiğinde sorduklarını anımsamaya çalışıyordu. Yakalanması an meselesiydi.
“Dizginleri çeker ve biraz da geri yatarsan durur. Zaten çok yavaş gideceğiz.”
“Sen benim bu işi başaracağımdan emin misin?”
“Eminim. Biraz yanında yürüyeyim de rahatla… Ben sonra binerim.”
Beş dakika kadar neler yapması gerektiğini söyleyerek yanında yürüdü. Toprak az önceki acemi hallerini kısa sürede terk etmişti. Onun daha fazla yanında yürümesini istemiyordu. Gayet iyi bindiği halde onu böyle aldatmak kendi sinirlerini bozuyordu. Ama ne yazık ki bu rollere gerek duyuyordu. Kendi yarattığı bu saçmalığı kısa sürede sonlandırmalıydı. İzmir de ders aldığını söyleyecekti bir dahaki gelişinde.
Ece onun rahatladığını görüp kendi atına binmiş ve yemeklerin olduğu sepeti bir koluna takmıştı. Duman ve Gölge önden yavaşça yol alıyor, nereye gideceklerini bilirmiş gibi yürüyorlardı. Yan yana piknik yapacakları tepeye ulaştılar. Önce Ece indi atından. Sonra da Toprak’ın yanına gidip nasıl inmesi gerektiğini anlattı. “Hoşuna gitti mi?”
“Dürüst olmak gerekirse, evet! Tahminimden daha kolay ve keyifliymiş.”
“O zaman sana bir iki ders veririm ve at binmeyi öğrenirsin. Çünkü bu en basit yürüyüş ile binişti.”
“Zevkle alırım o dersi.”
“Ama ben sert bir öğretmenim.”
“Ben seni yumuşatırım canım.”
“Biliyorum. Hadi yiyelim artık. Çok açım.”
Atın eğerine bağladığı örtüyü yere serdi. Toprak da sepetin içindekileri açmaya başladı. Yiyecekleri tüketirken havadan sudan konuştular. Duman ile Gölge yanlarından kısa aralıklarla uzaklaşıyor, sonra hemen geri dönüyorlardı. Merakla Toprak’ı izliyor kendisine verilen yiyecekleri afiyetle yutuyorlar, ara sıra da birbirleri ile oynaşıyorlardı. Ece, Duman’ın kısa sürede baba olacağından emindi.  
İkinci çaylarını doldurduktan sonra Toprak, Ece’yi kendisine doğru çekti. “Bana yaslanırsan daha rahat otururuz.”
“Bu pek masum bir teklif değil.”
“Sen de her hareketimden şüpheleniyorsun! Ben sadece sarılmak ve koklamak istiyorum seni. Baksana Duman bile bizden daha rahat hareket ediyor. Bir köpeği kıskanacağımı düşünmezdim.”
“At kokuyorumdur!” Gerçekten at koktuğunu düşünüp uzaklaşmak istedi ama Toprak izin vermedi. “At kokmuyorsun. Sabun kokuyorsun.” diyerek boynunu önce koklayıp sonra da öptü. Duman onun bu hareketini anlamayıp bir an yerinden doğrulsa da Ece’nin şikayetçi olmadığını görüp yeniden yattı. Onun tepkilerini izleyen Toprak kahkahasının ardından, “Benim evde Didem, burada Duman… Koruyucuların olmadan gezmiyorsun bakıyorum.” Ece sadece gülümsedi. Çaydan büyük bir yudum alıp bitirdi. Temiz havayı içlerine çekerek sessizce oturdular. “Neden konuşmuyorsun?” diye soran Toprak oldu.
“Buraları böyle göreceğimiz son zamanlar olduğunu düşünüyordum. Çünkü şu an gördüğüm toprakların büyük kısmı sizindi. Yakında el değiştirecek ve artık baktığım zaman burası Kılıç’ların, burası Karayel’lerin diyemeyeceğim. Kim bilir kimlerin olacak?”
 “Bir kısmı hâlâ Karayel’lerin olacak. Ev ve çevresine bakarsın sende.”Toprak’ın hüzünlü sesini duyan Ece başını çevirip yakınındaki yüze baktı.  “Üzülüyorsun değil mi?”
“Evet, üzülüyorum. Ama artık kötü şeyler konuşmayalım. Sana bir şey aldım.” Elini cebine atıp küçük kadife bir kese çıkarttı. İçinde gümüş bir kolye vardı. At üstünde bir binicinin olduğu kolyeyi gören Ece çok mutlu oldu. Tepkisini de boynuna sarılıp öperek gösterdi. “Çok güzel bu. Nerden buldun? Hiç böyle bir şey görmedim.”
“Bir arkadaşımın dükkanı var. Ona böyle bir şeyi olup olmadığını sordum. O da yok ama bulurum dedi. İki üç tane getirmiş. İçlerinden bunu seçtim. Aslında yaka iğnesiydi ama sen bağda çalışırken iğne takamayacağına göre, kolyeye çevrilmesi mantıklıydı. Kuyumcu ağabeylerine rağmen hiç altın takmıyorsun. Yemeğe geldiğiniz gece de gümüş bilekliğin vardı. O yüzden gümüş almak istedim.”
“İyi gözlemcisin. Ağabeylerim deli oluyor ama altın takamıyorum. Takar mısın?”
“Elbette… Yakıştı ama gömleğin arasında kayboldu. Bir düğme daha mı açsan?” derken biraz yakayı aşağı doğru çekiştiriyordu. Toprak’ın eline vurdu “Hadi oradan, düğme açacakmışım. Senin niyetin belli!”
“Etrafımızda iki at, iki de köpek olmasa niyetimi uygulamalı olarak gösterirdim sana.” Bu kez dudakları boynunun çukurunda geziniyordu. Ece soluklarını düzeltemeyeceğini anlayınca kısık sesle “Bunu tahmin ettiğim için onları da yanımda getirdim zaten.” dedi. En iyisi uzaklaşmaktı.
Ece, sepeti toplarken Toprak da Dumanı sevip okşamış, yerde bulduğu bir dal parçasını uzağa atarak geri getirmesini beklemişti. Gölge onları yattığı yerden izlemiş oyuna katılmaya niyeti olmamıştı. Bir süre daha oynadıktan sonra Duman artık sopaya ilgi göstermekten vazgeçmişti. Duman, Toprak ile iyi anlaşacağını göstermişti ama yine de sahibi ile yerlerde yuvarlanmasına izin vereceğini sanmıyordu.
“Ağabeylerin ne diyecek bize?” Bu konu uzun zamandır kafasını kurcalıyordu. On yıl öncesini anımsadıkça tavırlarının değişmeyeceğini yine kendisini kabul etmeyeceklerini düşünüyordu. Buna da babalarının arasındaki küslüğün neden olduğunu biliyordu.
Ece şaşkınlıkla yanıtladı. “Ne diyecekler?”
“Ben sana sen bana mı soruyorsun? Onlar beni sevmez biliyorsun.”
“Onlar benim yakınımdaki tüm erkeklere düşmandı eskiden. Şimdi ise kendileri koca bulacak hale geldiler. Korkuyorlar sanırım.” Ne dediğinin farkına vardığında utandı. Sanki koca arıyormuş gibi konuşmuştu. Nasıl toparlayacaktı? “Artık onlar da kabullendi evlenmek istemediğimi.” Toparlamış mıydı?
“İstemiyor musun?” Toprak üzülmüştü duyduklarına. Hem kollarının arasındaydı hem de çok uzakta. “Beni olduğum gibi sevecek, yani bağımla, atlarımla ve çorba bile yapamayan, çamaşır makinesinde bile çamaşır yıkamamış halimle kabullenecek üstelik de aşık olacak birisi karşıma çıkarsa evlenirim.”
Toprak gülmeye başladı. “Senin neden evlenmediğin belli oldu. Kim alır seni bu kadar kusurunla?”
 “Öyle mi Toprak Bey? Sıradakileri sayayım mı?” Ece’nin cümlesi ile yüzündeki gülümseme soldu. “Sırada birileri mi var?”
“Elbette var…”
“Biri şu İsmail denen adam mı?” Sesi sert çıkmıştı. Kıskandığını saklamaya çalışmıyordu. Duygularını gizleyeceği aşamayı çoktan geçmişti.
Oysa Ece onun gerçekten kıskandığını sanmıyor, numara yaptığını düşünüyordu. “İsmail, İlkay ağabeyimin bulduğu aday. Elbette kimse açıkça bunu söylemiyor. Ben de safa yatıyorum. Ama aslında iyi biri o. Şu Niğde’deki arkadaşı ile bana çok yardımcı oldu. Bir de Eray ağabeyim birini bulmuş. Hafta sonu bağa geleceklermiş.”
“Neden?”
“Ne neden?”
“Neden geleceklermiş? İstemeye mi?” Sesi tahmininden de sert ve yüksek çıkmıştı.
Ece soruya kahkahalarla güldü. “Yok o kadar hızlı olamaz kimse. Sözde hiç bağ görmemişler ondan geliyorlarmış ama asıl amaç bizi tanıştırmak. Alıştım artık.”
“Sen bana imada mı bulunuyorsun? Seni her an biri elimden alabilir, bunu mu söylemek istiyorsun?”
“Biraz öyle oldu değil mi söylediklerim… Aslında bu benim alışkın olduğum ve kimi bulurlarsa bulsunlar benim onları vazgeçirdiğimin açıklaması olmalıydı. Nasıl becerdiysem tam tersi bir anlam çıkarttın.”
“Elbette öyle anlarım. Karşıma geçmiş, bana seninle tanışmaya gelecek bir erkekten bahsediyorsun. Ne anlamam lazım?” İçinde büyüyen kıskançlığı bastıramıyordu. Ece böyle rahat konuştukça biraz daha sinirleniyordu. Hesap sorar gibi konuştuğunu ve buna hakkı olduğunu düşünüyordu.
Ece, daha da sakin bir sesle onu yatıştırmak istercesine “Onun ne kadar önemsiz olduğunu anlamayı denesen?” dedi. Artık kıskançlığının gerçek olduğunu biliyordu. Toprak, numara yapacak, yalan söyleyecek biri değildi.
Toprak, onun sesi ile sakinleştiğini fark etti. Üstündeki etkisi inanılmaz geliyordu. Bir sözü ile sinir içinde bırakırken, bir sözü ile sakinleştirebiliyordu. Kendisine dürüst ve biraz da muzip gözlerle bakan genç kıza, “Neden öyle anlamalıyım? Hayatında önemli biri olduğu için mi? Hatta belki de sen o kişiye aşık olduğun için mi?” diye sordu.

Ece onun yüzündeki gülümsemeye baktı. Az önceki kıskançlık izleri gözlerinin derinliklerinde olsa da daha rahattı. Gereksiz sıkıntıları yaşamanın kimseye faydası olmayacağı için Ece de rahatlamasını istiyordu. Ama yine de aşk itirafı için erken olduğunu düşünüp ima dolu yarım bırakılmış bir cümle ile yanıt verdi. “Evet, çok önemli biri olduğu için…”  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder