2D AŞK
Vitrine o kadar uzun süredir ve o kadar sık bakıyordu ki
artık içerideki satıcılar tanıyor ve ilk günlerin ‘buyurun içeri girin, size
satacak şeyi biz buluruz’ ifadeleri, ‘bir şey almayacaksan ikile’ ifadesine
dönmüştü.
Belki bir senedir o vitrindeki muhteşem makinelerin geliş
gidişlerini izliyordu. Markalar modeller değişiyor ve her yeni modelle fiyat
etiketleri ‘sen bu rakamı bir kerede okuyabilir misin?’ sorusu haykırıyordu
sanki.
İşte dün internette araştırırken gördüğü alamet-i farika
bugün vitrinden göz kırpıyordu. Tabii ne bilsin cebindeki paranın ay sonunu zor
getirdiğini! Daha yeni kadife koltuğuna konduğu için diğerleri söylememiştir,
Medine dilencisi ile kasap kedisi arasında bir yerlerde olduğunu. Öğrenince onun
da kendisine pas vermeyeceğinden emindi ama bu onun hayran bakışlarla gözlerini
dikmesine engel değildi.
İçeride iki kişi vardı. Ne keyifle bakıyorlardı merceklere.
O objektifler ile ne güzel fotoğraflar çekeceklerdi kim bilir.
Güzel fotoğraflar!
Kendisi de çok güzel fotoğraflar çekiyordu. Elindeki babadan
kalma makine ile çektiği resimler ile ucuz dijital makinesi ile çektiği
resimler aynı olmasa da kurstaki eğitmeni ‘Sen dünyaya başka açıdan
bakabilenlerdensin. Her fotoğrafta bir hikayen var.’ demişti. Tabii hemen
ertesi çalışmada kendini bu sözlere kaptırıp hikayeler bulmaya çalışması berbat
resimler çekmesine neden olmuştu. Övülmeye gelmeyecek bir karakteri olduğunu
fotoğraflarına yorum yapılırken anlamıştı. Eline ilk kez makine alıp kuşu
böceği çekenlerden farkı kalmamıştı.
Kurstaki arkadaşlarının dobra eleştirileri ve hamile
eğitmenin ‘Sanırım aklın başka yerdeydi’ yorumunda saklı olan ‘bunları çekmeye
utanmadın mı?’ sorusu ile kendine gelmişti. Yine kendine dönmüş ve ışık,
görüntü, hikaye gibi şeylere takılmadan deklanşöre basmaya başlamıştı. Bazen
gölgeyi, bazen ışığı, bazen görüntünün uzak oluşundan, bazen de burnunun
dibinde olmasından faydalanıp kendi hikayelerini yazmıştı.
Son ayıydı kursun. İyi bir fotoğrafçı olmak için ilk adımını
atmıştı. Aynı zamanda son adım olacak gibiydi. Kirasını ödedikten sonra cebinde
kalan para ile ancak geçiniyordu. İki odalı evin kışın ısınması yazın soğuması
dertti. Ev sahibine mantolama yaptırmasını söylediğinde ‘ağzının ortasına
terliği yersin’ ifadesi ile bakışını hiç unutmayacaktı. İlk ve son
konuşmalarından sonra kendi tedbirlerini arttırmıştı. Oturduğu odanın kuzeye bakan duvarına
kitaplığını taşımıştı. Kalınlaşan duvarlar soğuğu kesmişti. Tabii o kadar kitap
okundukları günlerin hatırına soğuğu hapsederken kendisine iyi niyetlerini
yolluyor olabilirdi. İyi ki konuşamıyorlar sadece düşüncelerde geziyorlardı.
Çift camlı olduğunu bir kendi bilen pencerelerde had bilmez
bir şekilde evi soğutuyordu. Hatta bir köşesi ‘sokaktakiler üşürken sen mahrum
kalma’ diyor ve içeriye sağlam bir rüzgar üflüyordu. İyi ki zamanında babasının
pencerelere sünger geçirdiğini görerek büyümüştü. Ucuz ama etkili çözüm ile en
azından rüzgarla arkadaşlığı sokakta bırakmıştı.
En son çare olarak bir kalın, bir tül perde ile örtülü pencereleri
bir kat daha kalın perde ile kapattı. Kornişler ve perde halkalarının
birbirlerine hasret kalışlarını giderirken ‘iyi ki iki pencerem var’ diyordu.
Perde takmayı seven insana Nobel Ödülü verilmeliydi. Nasılsa kimse çıkmaz ödül
parası elde kalırdı.
Vitrine bakarken evindeki pencereye kadar nasıl kaymıştı
düşünceleri?
Çünkü üşümüştü!
Kasım ayının ortasına gelmişlerdi. Ara sıra sulu kar
atıştırıyordu. Üstündekiler bile koruyamıyorsa kuru ayaz var demekti. O zaman
artık sıcak kurs binasına gitmesinin vakti gelmişti.
Hayranlıkla izlediği makinelere sessizce veda etti. Bir gün,
uzak bir gün olsa bile, bir gün o makinelerden birini alacaktı. En iyisi
gerekmiyordu. Biraz daha gelişmişine parası yetecekti. Kurs ücretsizdi ama
çekilen resimlerin basılması, yapılan geziler gibi yan giderler kursu ücretli
yapıyordu. Aralık ayının son hafta sonu
kursun da sonuydu. Sertifikasını alacak,
belki kendine bir gazetede iş bulabilecekti. Ya da bir dergide...
Asıl istediği oydu. Dergilerde doğa resimlerinin
yayınlanması, koca makalenin yanındaki fotoğrafın altında adının küçücük
yazılması… Evet bunu istiyordu. İsterlerse adının soyadının baş harflerini
koysunlar ona yine de yetecekti.
Bu neredeyse kurstakilerin yarısının hayaliydi. Rakip çoktu.
Dün mezun olanlar, yarın mezun olacaklar da rakipti. Yani şu ‘ekmek aslanın
ağzında değil midesinde’ klişesi, ‘hazmetti, artık çıkışta’ olarak yenilenmek
üzereydi. Piyasa doymuş, yeniler iş bulamaz olmuştu. O nedenle kendini
geçindiren işine sırt dönemezdi, editör olarak çalışmaya devam edecekti. Belki
önce serbest olarak bir iki yere fotoğraflarını yollardı. Belki bir gün
resimlerine hikayeler yazar, onları öyle yayınlardı. Evde yaptığı gibi
eğlenceli albümler hazırlayabilirdi.
Evet, bir süre buna odaklanmalıydı. Sonra birileri yeteneğini
keşfederse… ölme eşeğim ölme!
Kurs binası Beyoğlu’nun her bir merdiveni bile onlarca
fotoğrafa konu olacak güzellikte tarihi binalarından birindeydi. “Yuh bana,
niye bugüne kadar bu binayı çekmedim?’ diye düşünerek merdivenleri çıkmaya
başladı. Kursun başlamasına yarım saat vardı. Çay ocağında erkencilerle
muhabbet edecek, aslında onların muhabbetini dinleyecek, niye beni sevmiyorlar
sorusunu yanıtsız bırakacak, içini ısıtmak için iki çay içecek, tuvalete
uğrayacak sonra da dersine girecekti.
Merdivenlerden inen güzel esmer kadına hayran hayran baktı.
Oğlu olduğunu inkar etmeyen üç dört yaşlarında bir çocuk küçük adımlarla inmeye
uğraşıyordu. Annesi de onun adımlarına uyum sağlıyordu. Çok güzel bir
görüntüydü. Çocuk büyüdüğünde yakışıklı olacaktı. O siyah saçlar şimdiden ‘uzat
elini karıştır’ diyordu. Kıvırcık bukleler ilk dikkati çeken yeri değildi.
Güler yüzlü çocuğun iki yanağında da gamzesi vardı. Annesi gülümsemiş ama gamze
gözükmemişti. ‘Şanslı hatun, kapmış gamzeli kocayı’ diye düşünüp basamakları
bitirmeye niyetlendi.
Çay ocağında erkenciler toplanmış, hararetli bir şeyler
konuşuyorlardı. ‘Kim anlatacak acaba? Onca emek boşa mı yani? Ah yazık!’
ifadelerinden bir şey anlamayınca atkısını açıp konuya dahil oldu.
“Selam, neler oluyor? Neye yazık?”
“Bizim eğitmeni iki gün önce hastaneye kaldırmışlar.”
“Eyvah! Bebek?”
“İyiymiş. Doğuma kadar gözetimde kalacakmış.”
“Bizim için kötü ama umarım anne ve bebek için iyi olur.”
“Olacaktır. Bugün ders boş olabilir. İki günde gönüllü
birini bulmaları zor.”
“Kimse gelmezse önceden öğrendiklerimizi tekrarlarız. Ya da
dağılır evlere gideriz.”
“Ya da ders yaparız.”
Arkadan gelen tanımadığı seslerden hoşlanmazdı. Tanıdığı
seslerden de hoşlanmazdı. ‘seni duydum ve al sana bu da kapak olsun’ ifadesi
yüklü her cümle rahatsız ederdi. Hele bir de ukala tonlarla yüklü erkek sesiyse
daha çok rahatsız ederdi.
“Onun için buradayız.” Derken, bize ukalalık etme, biz de
ukalayız, demişti.
“Güzel.” Diyen sesin sahibini görmek için hafifçe arkasını
döndü. Ama biraz gecikmişti. Adam diğer tarafından yürümüş, çay ocağı denilen
ama aslında makine çayı veren elektrikli aletin yanına yürümüştü bile. Siyah dalgalı
saçlarla kaplı bir baş, lacivert bir takım elbise, yürüyüşe ahenk katan
lacivert mokasen ayakkabılar gözüküyordu. Kulakları biraz kızarmış mıydı? Bere
takıp saçlarını saklamak istememiştir, iyi olmuş donmuş kulakları, diye düşünüp
çayından bir yudum aldı.
Bere takmayı kendine yakıştıramamış adam çayını aldıktan
sonra orada oturanlara dönüp kaliteli takım elbisesinin pantolon kısmını
lekelemeye aldırmadan, kaliteli kumaşın içindeki kalitesi bilinmeyen poposunu
masaya yasladı. Pek rahat gözüküyordu. Biraz da ukala bir havası vardı. Boynunda
bağlanmamış kravatı ile şu an en olmayacak yerde olduğu belliydi. Birinin
yatağından çıkıp koşturarak gelmiş gibiydi. Yani en azından o dağınık saçlar ve
bağlanmamış kravat veriyordu o havayı. Tabii yüzündeki seksi gülüş, mutlu ifade
ve aslında fotoğraflamalara doyulmayacak hatların da etkisi vardı elbette.
Derin düşüncelerinin birazdan sapıklık boyutuna ulaşacağını
anlayınca kendini ortama zorla ışınladı. Bir şeyler söylüyordu fotoğraflanası güzellikteki
dudaklar…
“Bana sınıfın on beş kişi olduğu söylendi. Sanırım henüz
gelmemiş olanlar var. Ben kurs sonuna kadar sizlerle ders yapacak olan yeni
eğitmenim.” diye kendini tanıttı. Adını vermemişti. Derse saklıyordu galiba.
Biri hemen atıldı, “Evet henüz gelmeyenler var. Biz işten
daha erken çıkan grubuz. Onlar da yarım saate kadar burada olur.” Sesi biraz
‘beni görün, size çok yardımcı olurum, kim çalışkan kim tembel ispiyonlarım’
kıvamındaydı. Zaten tipik yalakalardandı. Gelemeyen eğitmene de her fotoğraf
slaytından sonra büyük övgüler yağdırırdı. Oysa her resmin aynı başarıyı
yakalaması olası bile değildi.
Ocağa yaslanmış popoya en uzak noktada oturduğu için
duymayacağından emin bir sesle, “Adını söylemeye tenezzül etmeyecek mi?” diye
mırıldandı. Yanında oturan başını çevirip “Tanımadığını söylemeyeceksin değil
mi?”
“Sen tanıyor musun?”
“Bence sen fotoğrafa meraklıyım deme.”
‘Aman sen tanıyorsun da ne oluyor, çektiğin fotoğrafları
gördük’ diyemedi. Düşünmekle yetindi. Diline gelen her şeyi hemen söylememeyi
öğrenmişti. Yok, daha öğrenmeye çalışıyordu. En azından çabalıyordu.
Tanıyor muydu gerçekten? Alıcı gözü ile baktı. Zaten uzun
zamandır alıcı gözü ile bakıyordu. Yine de tanımak için baktı.
Sadece gözler tanıdık geldi. İyi ama bu kadar yakışıklı
adamların sadece gözlerini anımsamak hakaret değil miydi?
O düşünürken çayı soğumuş, beklenen diğer kursiyerler gelmiş
ve herkes hareketlenip sınıf olarak kullanılan odaya yönelmişti.
Yüksek tavanlı binanın kalın taş duvarları dışarının
soğuğunu içeri taşımıyordu. Kaloriferler de kendini aşacak bir güçle
ısıtıyordu. Sıcacık ortam herkesi mayıştırmaya niyetliydi ama o heyula gibi
adamı dinlemek varken kim mayışırdı?
Aralıksız adama yürüdüğünü fark etti. Sonra da bu tamlamayı
düşündü. Adama yürümek? Bu nasıl bir ifadeydi? Aslında derdini çok rahat
anlatan ama dil kurallarına uymayan bir tamlama değil miydi? Ah şu gençler her
şeyi hızlıca yayıyor, herkesin diline yerleştiriyordu.
“Bana bugüne kadar olan eğitimi kısaca anlattılar. Bir ay
boyunca birlikte çalışacağız. O nedenle önce kendinizi yetersiz hissettiğiniz
konular varsa bunları söyleyin bugün onların üzerinden geçip sonra yeni
konulara giriş yapalım.”
Hemen kalkan ellere hayretle baktı. Madem bu kadar çok
anlamayan vardı niye önceki eğitmene sormamışlardı? Kesin iyi bildikleri
konularda öyle sorular soracaklar ki, ‘vay be bu soruyu soracak kadar konuya
hakim öyle mi?’ diye düşündürüp göze gireceklerdi.
Kendi elinin de kalkmak üzere olduğunu anlayıp geri çekti.
Ne soracaktı? Hiççççççç
İlk soru neredeyse ilk dersten beri işlenen pozlama
üzerinden geldi. Derinlik nasıl kazandırılırmış, bilmem kaç enstantane ile ne
elde edilirmiş… Yanılmamıştı işte. Bunu bilmeyecek ne vardı?
Ama adam ne bilsin? Önce Film hızı ile enstantane
ayarlarının nasıl olması gerektiğini gösteren tabloyu açtı ve görüntüyü duvara
verdi. Sonra da anlatmaya başladı.
“Film hızı 2 iken 1/1000 enstantaneyi seçerseniz nasıl bir
görüntü elde edeceğinizi düşünüyorsunuz?”
‘Anlatmıyor, soru soruyor. İlginç. Bakalım ardından ne
gelecek?’ düşüncelerini bölen soru soran kursiyerin yanıtı oldu.
“Işık yetersiz olacağı için asıl çekmek istediğim şeyin
görüntüsü bozuk olacaktır.”
“Güzel. Peki, hareketli bir şeyi çekiyor olsaydınız?”
“Yüksek enstantane ile hareketi dondururdum.”
“Çok iyi.”
“Ya da uzun pozlandırma ile harekete farklı bir görüntü
verebilirdim. Mesela denizin dalgalarına, akarsulara yaptığımız tül etkisi
gibi.” Hay dilini… atlamıştı hemen. Ukala çok bilen sınıfın çalışkan öğrencisi
kıvamında. Oysa susacaktı. Daha bu susmalar için çok çalışmalıydı.
“Bu daha da iyi. Siz bu etkiyi kullanmaya başladınız mı?”
İlk kez direkt bakıyordu. Evet o gözleri kesin tanıyordu. Fotoğraf çeken
birinin nasıl olur da yüz hafızası bu kadar kötü olur? Tanıması gerektiğini
söyleyen ukalayı da unutmamıştı. Ama adam hala bakıyor ve yanıt bekliyordu.
“Evet, arkadaşım unuttu sanırım”
“Olabilir. Bazen en iyi bildiklerimizi de unutabiliyoruz.”
Kapağı alıp münasip şekilde kapattıktan sonra susma kararı
aldı. Artık ne soru sorar ne de konuşurdu.
Dersin devamı, benzer iki üç soru ile geçti gitti.
Zaten kısıtlı olan sürenin bir saati böyle geçince
kaybettiği vakte üzüldü. Tekrarlanmaya değer bir konu yoktu. En azından onun
için yoktu. Kendisi de bir daha ağzını açmamış, elinin istemsiz kalkma
çabalarını da bastırmıştı.
Herkes sınıf olarak kullanılan odadan çıktığında henüz
yerinden kalkmamıştı. Elindeki telefona gelen mesaja yanıt vermeyi denedi.
Mesaj gitmedi. Bu kez arkadaşını aramayı tercih etti.
“Selam tatlım, şimdi bitti kurs. Yok ya boş geçti sayılır.
Gelince anlatırım. Mesaj yine gitmedi. Bu telefon beni bırak diyor ama yok önce
makinemi alacağım, sonra telefonum değişecek. Tamam on dakikaya oradayım. Bak
kimseye yan gözle falan bakıp benim sinirimi oynatma. Ağız tadıyla bir akşam
geçirelim.”
“Sevgilinize benim ne kadar kötü eğitmen olduğumu mu
anlatacaksınız?”
İşte yine aynı şey, arkadan gelen ses ve ‘seni duydum’
ukalalığı.
Sakince dönüp gülümsedi. “Sizin insanları gizlice dinlemek
gibi bir alışkanlığınız mı var? Hem çıkmıştınız sınıftan şurada rahatça
dedikodunuzu yapacaktım.”
“Kravatımı sandalyeye asmıştım unutmuşum. Bunun için özür
dilemeli miyim?”
“Hayır, tabii ki de öyle bir şeye gerek yok. Ben sadece bana
karşı koz kullanılmasından hoşlanmam.”
Sandalyedeki kravatını alıp boynuna asarken “Dersi neden
beğenmedin? Anlatımım hızlı ya da karışık mıydı?”
“İnsanların konuşmalarını gizlice dinleyenler ya ne
dendiğini anlamaz, ya da kendi haklarında kötü şeyler duyar derler ya, siz
ikinciyi sansanız da ben birinciyi dedim.”
“Ne, ne anlamadım?”
“İşte bu, anlamadınız. Sizin ders anlatmanızı izlemedim.
Çünkü ne hikmetse tüm sınıfın iki ay kadar önce öğrendiklerini unuttuğu ve
tekrar sorduğu bir güne denk geldik. Bunda size kendilerini gösterme çabası
varken sizi neyle suçlayacaktım? Kursiyerlerin sayesinde boşa geçen bir gün
oldu.”
Gülümsedi. Lanet bir gülümseme yayıldı yüzüne ve iki yanakta
da daha lanet gamzeler oluştu. O lanet kadının, lanet kocası bu olmalıydı. O
la… yakışıklı çocuğun da babası. Belki de sadece bir rastlantıydı.
O düşüne dursun güzel gözleri hafızada kalan, fotoğrafı
çekilesi dudakları olan lanet iki gamzeye sahip adam konuşmaya başlamıştı bile.
“O zaman bu günü telafi edecek bir düzenleme yapmak daha doğru bir çözüm
olabilir. Belki bundan sonraki dersleri on beşer dakika uzatırsak kaybı
kapatırız.”
“Bana uyar ama diğerlerini bilemem.”
“Sorarız haftaya.”
“Sorarsınız. Beni karıştırmayın. Zaten sevmiyorlar, bir de
bu yüzden nefretlerini kazanmayayım.”
“Senin gibi birini niye sevmiyorlar?”
“Haftaya anlarsınız.”
“Tamam, haftaya anlarım. Peki, bugün bir iki kez soru soracağını
sandım ama sonra hep vazgeçtin. Şimdi o soruyu sorarsan bu dersi uzatma
fikrinin senin yüzünden aklıma geldiğini kimseye söylemem.” Bu arada elinde iki
ucunu çekiştirdiği kravatı bağlamaya niyetlenir gibiydi. Nedense üzerindeki
pahalı takım ona hiç uymuyordu. Onu kotlarla, kargo pantolonlarla düşünmek daha
doğru geliyordu. Üzerinde bol cepli bir yelek, boynunda bir iki makine ve
başında şapka ya da bandana… Evet, bu adama bunlar yakışırdı. Üzerindeki de
kötü durmuyordu ama bir olmamışlık hissi vardı.
“O kravatı bağlamadan buradan çıkamayacaksanız ben randevuma
geç kalacağım.” Sanki adamı beklemesi gerekiyormuş gibi. ‘Çıkıp gitsene’ dedi
kendine, yine dinlemedi kendini.
“Seni beklemeyecek erkeklerle fazla vakit kaybetme.
Yeterince değer vermiyor demektir.”
“Siz, randevusuna geç kalanı hoş karşılıyor musunuz? Yoksa
‘nasılsa en az yarım saat geç gelir’ diyerek randevudan yirmi beş dakika sonra
gidip uzun süre beklemiş gibi poz mu yapıyorsunuz?”
“Çok eğlencelisini biliyor musun?”
Yanıt vermemişti. Ya tutturmuştu ya da gerçekten
eğlendirmişti.
“Aman ne güzel, siz eğlenin ben gidiyorum.”
“Bir şey sorabilir miyim?”
“Sorun…”
“Kravat bağlamayı biliyor musun?”
İşte bu… takım elbiseye alışkın birinin bunu bilmesi
gerekirdi. Yanılmamıştı. Bu onun tarzı değildi.
Bir şey söylemeden bir adım uzaklıkta durdu, çekiştirilen
uçları önce ince uç kısa olacak şekilde ayarladıktan sonra bağlamaya başladı.
“Küçük mü, büyük mü?” diye sorarken bir hata yaptı ve başını kaldırıp o
yakışıklı yüze yakından baktı. Hatırlayamadığı ismin, hatırlayamadığı yüzün,
unutmadığı gözlerine bakarken bir an nefes almayı unuttu. Ne çok şeyi
unutuyordu.
“Küçük” diyen sesin de kendi sesi gibi biraz şaşırmış olduğunu
fark etti. Gereksiz yakınlığı çabuk bitirmek için çift düğümlü bağlamayı
hızlıca bitirdi ve eserine bakmak için bir adım daha uzaklaştı. Böylece nefes
de alabilecekti.
“Tamam işte. Şimdi şu içinde bulunduğunuz cendereye neden
olan kişi ile buluşabilirsiniz.”
“Ödül töreni.”
“Tören mi?”
“Evet, ödül törenine gidiyorum. Bir saatim var ve bu arada ufaklığa
hediyelerini seçmesi için oyuncakçıya götüreceğim. Sonra törene gidecek ve
oradan da evime döneceğim. Yani evet cendere ama kötü de değil.”
“Ben de kız arkadaşımla buluşacağım.” Sormuş muydu? Niye
açıklıyordu ki? Yine de söylediği için mutluydu. Rahatlık hissediyordu. Üstelik
‘ufaklık’ kısmına içinde büyük bir üzüntü oluşsa da…O yanakta yine gamzeler
oluştuğuna göre duyduğuna gülümsemişti.
“Nerede?” diye soran sese istemsizce buluşacakları yerin
adını verirken de rahattı. Sonra o fotoğraflanası dudaklardan bir soru daha
döküldü, “Bana ders boyunca ne soracaktın? Neden sormadın?”
“Adını.”
“Ne?”
“Adını söylemedin. Ben hariç herkes tanıyordu sanırım ama lanet
sınıf, onca soru sorarken bir kez bile adını söylemedi. Ve ben hala bilmiyorum.
Yani aslında bir yerlerden tanıyorum ama bir türlü adını bulamıyorum.”
“Sen söylersen ben de söylerim.”
“Benim adımın önemi yok ki!”
“Kim dedi bunu?”
“Ben kursiyerim ve ders anında bir şekilde adımı öğrenirsin
ama ben hala bilmiyorum.”
“Anlaşma bu, sen söylersen ben de söylerim.” O sırada cep
telefonunu eline aldı. Titreyerek ‘bana bak, sana haberlerim var’ demiş
olmalıydı.
“Hadi acele et, ufaklık hanın kapısında dükkan camlarını
tekmelemeye başlamak üzereymiş.”
‘İşte yine ufaklık… yani ‘benim başım bağlı, o kadar baygın
bakmana gerek yok’ açılımı ile kendini anlattın, tamam, senden uzak duracağım.’
“Öykü Karaca.”
“Engin Aslan”
“Aman Allahım… Haklıymış. Benim fotoğraf merakım deklanşöre
basmakla sınırlı sanırım.”
“Neden?”
“Seni tanımadığımı anlayan biri böyle demişti.”
“Beni tanıman mı gerekiyormuş?”
“Ödüllü bir savaş muhabirini nasıl tanımam? İşte bu olmaması
gereken bir şeymiş gerçekten.”
“Beni nasıl görüyordun?”
Ne kıyafeti, ne sakallı yüzü şu an gördüğüne benzemiyordu. O
da tanıdığı Engin Aslan’ı anlattı.
“Seni hep sakallı gördüm. Yakışıyormuş ama bu da kötü değil.
Genelde başında kamuflaj desenli bandanan olurdu, ki zaten öyle gezmen en
doğrusu, yoksa çoktan hedef olurdun. Kargo pantolonunu anımsıyorum. Hep
ceplerinin patlayacak kadar dolu olduğunu biliyorum.”
“Genelde yiyecek ya da su olur onlarda.”
“Tahmin etmiştim. Sırt çantanı ve kameralarını da
anımsıyorum elbette. Muhteşem makinelerin var.”
“Teşekkürler.”
“Benim teşekkür etmem lazım. Bize bu kadar iyi bir
fotoğrafçının ders verecek olması gerçek bir lütuf.”
Bunlar yağcılık diye düşünülmezdi değil mi? Kim olduğunu
öğrendiğinden beri içinden onu övmek geliyordu. Aslında savaş fotoğrafları ilgi
alanında değildi ama elbette bu onu tanımasına da mani değildi. Defalarca
resimlerini incelemiş, o zor şartlarda, insanlıktan çıkmış ortamlarda nasıl
olup da fotoğraf çekebilecek kadar kendine hakim olduğuna hep hayret etmişti.
Kısa bir an sonra aklında yine adamın ne kadar yakışıklı
olduğu vardı. Böyle düşünceler artık doğru olmadığı için ‘ufaklık’ kelimesine
sığındı. “Cam sesi duymuyoruz ama sizin ufaklık her an işe koyulabilir.”
Engin, karşısındaki genç kızın cümlesindeki tuhaflığı sezse
de yanıtlamadı. Yoğun bir akşamı vardı. Üstelik bunun neredeyse yirmi
dakikasını burada durmuş konuşarak geçirmişti. Artık aşağı inmeli ve geceyi
başlatmalıydı.
“Haklısın, hadi çıkalım artık.”
Eski hanın, eski mermer merdivenlerinden yan yana indiler.
Öykü, uzun zamandır yanında boyu boyuna uygun birisi ile yürümediğini düşündü.
Çünkü uzun zamandır bir erkek arkadaşı yoktu. Vakti yoktu… Gereksiz bir
ilişkiye vakti yoktu. Ama güzel bir sevgiliye hayır demezdi.
Yanındakini listeden silmek zoruna gitse de hanın büyük
demir kapısının önünde bekleyen ikiliyi görünce hüsran ile kalemini oynattı ve ‘Engin
Aslan’ adının üstüne kalın bir çizgi çekti.
“İşte bu benim bir tanem.” diyerek takımın kalitesine
aldırmadan eğilip ‘ufaklığı’ kucakladı. O kadar güzel bir tabloydu ki Öykü
içinin acıdığını hissetti.
Derse girerken yanından geçen güzel kadın ve gamzeli,
kıvırcık saçlı erkek çocuğuydu Engin’in ailesi. Karma bu muydu? Beğenerek
baktığı ikilinin şu an daha güzel bir manzara vermesi sinirlerini bozuyordu. En
az kendisi kadar kıvırcık saçlı kadın ve erkek çocuğu muhteşem bir tablo
oluşturuyorlardı.
“Ders geç bitti sanırım?” diyen ses de çok güzeldi. Bu
kadına laf sokacağı, arkasından konuşacağı tek şeyin kaptığı erkek olması ne
acıydı.
“Hayır, ders normal bitti de biz Öykü ile biraz lafladık.”
“Öyle mi? Bilseydik biz de yukarı çıkardık.” Diyen ses, kim
bu kadın ve seninle ne konuştu uzun uzun diyordu. Kıskançlıktan çok merak var
gibiydi. ‘Özgüven böyle bir şey olmalı’ diyen iç sesini boğarak susturmayı
istedi.
“İyi olabilirdi ama ben sizin gezmelere doyamayacağınızı
sanıyordum.”
“Doyduk. Karnımız da doydu, değil mi oğlum. Artık
oyuncakçıya gidebiliriz.”
“Tamam, talan var diyorsun yani.”
“Üzgünüm. Bu arada neden bizi tanıştırmıyorsun? Sen savaş
alanlarında fazlı kaldın, kaba biri oldun çıktın.” Genç kadının kendinden emin
hali, ‘hadi konuş da senden ümidi iyice kessin, ben böylelerini kürdan diye
kullanır, dişimi karıştırırım’ der gibiydi.
“Öykü Karaca, benim dersime giriyor. Bu güzel kadın da benim
için dünyadaki en değerli varlık. Kardeşim Elvan ve güzel yeğenim Doruk.”
‘Memnun oldum, çok memnun oldum, o kadar memnun oldum ki bir
türlü bunları kelimelere dökemedim. Bir anda yüzümün ne hale geldiğini tahmin
ediyorum. Ama yine de memnunum,’ iç sesini boğamadığı için memnundu. Bunları
dış ses olarak söylemek hiç hoş olmayacaktı.
“Kardeşin mi? Evet çok benziyorsunuz. Ah pardon memnun
oldum.” diye nihayet asıl demesi gerekeni diyebildi. Bir günde iki büyük hata
yapmıştı. Oysa yüzlerin benzerliği ortadaydı. Saçlar da öyle. Sadece gamzesi
yoktu.
İçinde bir yerlerden kanatlanıp uçan kuşlar da pek
neşeliydi. Sonra ‘ufaklık’ kelimesinin sahibine alıcı gözü ile baktı. Dayısının
kopyası gibiydi. Ya da annesinin… sonuçta o da büyüdüğünde çok yakışıklı
olacaktı.
“Sen oyuncak mı alacaksın? Kendine mi yoksa arkadaşlarına
mı?”
“Ben alamam ki. Benim param yok. Dayım alacak.” İşte bu.
Çocuk aklı derler ama en doğruları onlar söyler.
“Herkesin böyle dayısı olmalı. En güzellerini iste.”
“Tamam.”
Anne oğul bir iki adım atıp yola çıktığında Engin, “İki saat
kadar sonra işim bitmiş olacak. Seni ve arkadaşını rahatsız etmemde sakınca var
mı?”
“Rahatsız edersen sakınca olur ama bize katılırsan olmaz.”
“Sen kelimeleri hep böyle karşındakini bozmak için kullanır
mısın?”
“Benim işim kelimelerle. O yüzden evet kelimeleri doğru
kullanmaya çalışırım ama seni bozmak istemedim. Sadece ‘gelebilirsin’ demeye
çalıştım.”
“Görüşürüz, şu yaramazın isteklerini yerine getireyim, sonra
sizlere katılırım.”
“Tamam.”
İstiklal Caddesinin kendisine engel olamayan kalabalığını
umursamadı. Sokak lambalarının ve vitrinlerin yeni yıl süslerine aldırmadı.
Yoğun sesleri hiç duymadı. Sadece hayatının son iki saatindeki değişimleri
düşündü. Yüzünde kocaman bir gülümseme ile yürüdü. Arkadaşı ile buluşacağı kafe
barı geçtiğini anladığında kendine kızmak yerine daha da derin güldü.
Arkadaşı Aylin, en son masada oturuyordu. Zaten burada hep o
masada otururdu. Barın sahibi ile çıkıyor olmanın avantajı buydu. Geleceği
zaman masasına rezerve yazısı konuyordu. Arkadaşının flört etmeyi seven tavrına
rağmen erkek arkadaşı sabırlıydı. Daha öncesinde de olaylara karışan arkadaşını
bu kez masada asık suratla kendisini beklerken buldu.
“O ne surat?”
“O ne surat?”
İkisi de aynı andı aynı soruyu sorarak birbirlerinin derdini
anlamak istiyordu. Ne yazık ki ikisi de ayın anda yanıt verdi.
“On dakika dedin kırk dakika oldu.”
“Sanırım aşık oluyorum.”
İkisi de bu cümlenin anlamını fark edene kadar yirmi saniye
kadar sessizlik çöktü.
“Tamam, anlat bakalım yeni model bir fotoğraf makinesi mi
buldun?”
“Eski model bir fotoğrafçı buldum.”
“Ne diyorsun?”
Ne dediğini anlattı. Tüm yaşananları anlatması neredeyse iki
saat sürmüştü. Oysa gördüğü ilk andan itibaren de zaten o kadar süre geçmişti.
“Farkında mısın hiç aralıksız ondan bahsettin.”
“Farkındayım ama kendimi durduramıyorum.”
“Seni bir de şu almak istediğin makineden bahsederken böyle
görüyorum. Gözlerinin parıltısı kesmiyor tüm yüzün parlıyor.”
“O makineye ulaşma ihtimalim bile diğerinden yüksek
farkındasın değil mi?”
“Makinenin fiyatına bakarsak ne diyeyim, haklısın. Bu
anlattığın adam ağırlığınca altın ediyor olmalı.”
“Boz boz moralimi boz da için rahatlasın.”
“Ben bozsam da şu gelen düzeltir. O değil mi?”
Hızlıca başını kaldırıp geldiğinden beri içeri girmesini
beklediği adamı aradı gözleri. Çok da aramadı elbette. Orada takım elbisesi ile
göze batan bir o vardı. Bu adam paltoyu ne diye giymiyordu ki? Hava soğuktu.
Ama o elinde tutuyor ve herkesin o takım elbise ile kendisini görmesini
sağlıyordu. Çok yakışıksız bazı bakışları görüp siniri yoyo gibi hareket
ederken sakin gözükmeye çalıştı.
“Yanıt vermene gerek yok. Bakışlardan belli.”
“Ne dedin?”
“Bizim masaya bomba düştü dedim.”
“İyi olmuş.”
“Öykü, kapa çeneni.”
Öykü, silkelenmeye
varacak bir toparlanma süreci yaşadı. Bu süre içinde Engin’in kendisine bakıyor
olmasından dolayı yeni bir bocalama daha yaşadı. Normale dönmesi için evine
kapanması gerekecekti. Bu adam yakınlarındaysa Öykü normale dönemiyordu.
“Merhaba, katılmamda sakınca var mı?”
“Sizi bekliyorduk.” diyerek ilk potu kıran Aylin oldu. Neden
beklediklerini söylemişti ki?
“Sevindim. Ben de buraya gelebilmek için biraz acele ettim.
Öykü tanıştırmayacak sanırım, ben Engin Aslan.”
“Aylin Sukuşu”
“Bizim soyadlarımızdan güzel bir hayvanat bahçesi
kurulabilirmiş.”
“En fenası sizin soyadınız. Yakalanmamak lazım. Kuşlar kaçar
ama…” cümlesini bitirmesine gerek yoktu. Çok sevgili arkadaşı ‘karaca’ kaçamaz
demeye getirmişti lafı. Pot iki!
Engin gülümseyerek “Doğru.” dedi ve sustu. O susunca Öykü de
bozuldu. Sonra bozulduğu için kendine kızıp “Tören nasıl geçti?” diye sordu.
“Resmi törenler biraz ruhsuz geçer. Neyse ki kısa sürdü de
sizlere yetiştim.”
“Yeğenin masrafa soktu mu seni?”
“Evet, epey çok şey istedi. Kardeşim onu silahlardan uzak
tutuyor. Silahlar olmayınca arabalara yöneliyor bütün ilgisi. Ve bu arada seni
çok sevmiş, küçük bir hediye de sana almamı istedi.”
“Çok şeker ama yapmadın değil mi öyle bir şey? Bu yaştan
sonra oyuncaklarla işim yok.”
“Yeğenimi kırmamı beklemiyordun değil mi? Boynundaki
fotoğraf makinesini görmüş. O yüzden sana bunu aldırttı.” diyerek paltosunun
cebinden küçük bir kutu çıkarttı. İçinde pembe plastik bir fotoğraf makinesi
olan bebek vardı. Masa üstünde şirin duracak bir şeydi.
“Bu gerçekten çok güzel. Zevkliymiş.”
“Dayısının yeğeni. Zevklidir.”
“Öykücüğüm, ilk yeni yıl hediyeni aldın.”
“Evet, Doruk’a benim için teşekkür eder öper misin?”
“Bakarız.” dedi. Öykü şaşkın bakınca gülümsedi. Sonra da
garsona işaret etti. Kızlara da kendisine de yeni içeceklerini söyleyip
arkasına yaslandı. Kravatı çıkmıştı.
“O kadar uğraştım bağlamaya, hemen çözdün mü?”
“Çözer miyim? O hali ile çıkarttım, gerekince kolayca
takabilmek için saklayacağım.”
“Çok önemli değil, çözseydin o yine bağlardı.”
“Aylinnnn”
“Niye kızıyorsun? Rica etse bağlamaz mıydın?”
“Bağlardım tabii.” Üçüncü potu da kırmıştı Aylin. Yenisini
kırmasına zaman kalmadan sevgilisi masaya geldi. Aylin’in yanağına öpücük
bıraktıktan sonra, “İyi akşamlar. Keyfiniz yerinde mi? Bir şey ister misiniz?”
dedi.
“Teşekkürler Efe. Her şeyimiz var. Seni Engin ile
tanıştırayım. Bizim fotoğraf kursunda ders veriyor. Savaş muhabiridir kendisi.”
“Adınızı duymuştum. Memnun oldum.”
“Ben de.”
Gece dörtlünün konuşması ile devam etmiş, kızlar gece yarısı
olduğunda kalkmaları gerektiğini söylemişlerdi. Efe daha bardan ayrılamayacağı
için Engin’in kızları bırakma teklifine sevindi. Aylin’in dudaklarına küçük
öpücük bırakıp ertesi gün geç bir kahvaltı için söz kopartmıştı.
Engin ile Öykü de birbirlerinden habersiz, ertesi gün için
buluşabilmeyi düşünüyordu. Teklif söze dökülemeden yol bitmişti. Aylin ile
Öykü’nün bir sokak ara ile olan evlerine ulaşılmıştı bile.
Şişli’nin ara sokaklarındaki Aylin’in evini tarif ederken yeni
buluşmanın bir hafta sonraki ders olacağını düşünmeye başlamıştı. Tabii
buluşmayı isteyen biri varsa! Aylin’i bıraktıktan sonra arka sokağa döneceği
yeri gösterdi. Evin önünde durdu araba.
“Güzel bir akşamdı. Yeni insanlarla tanışmayı seviyorum. Tek
derdin ertesi gün ne yapılacağının konuşulduğu masaları seviyorum. Katılmama
izin verdiğin için teşekkür ederim.”
“Katılmayı istemene ben teşekkür ederim. Biz de her zaman bu
kadar başarılı, ödül sahipleri ile tanışamıyoruz.”
“Yani beni ünlü olduğum için mi kabul ettin?”
“Elbette, kursta bu tanışıklığımız çok işime yarar. En kötü
fotoğraflarımı bile iyiymiş diye yorumlarsın. Ben de diğerlerine üstünlük
taslarım.”
“Ben kurşunların altında fotoğraf çekerken güzel konular
yakalıyor, olayın gerçeğini yansıtıyorsam güle eğlene fotoğraf çekenlerin hata
yapma lüksü olabilir mi? En olmayacak şeyi istedin.”
“Küçük bir oyun ile bunu istesem de yapmayacağını söylettim.
İsteyecek olsam bu kadar ulu orta konuşmazdım zaten.”
“Yani bana ‘arkadaşlığımızı eğitim süresince askıya al, ders
bitince yine arkadaş oluruz’ mu diyorsun?”
“Evet, beni gerçekten sevmiyorlar ve bu arkadaşlığı
bilirlerse daha zor olacak kurs ortamı.”
“Senin gibi birini sevmemeleri için ne yaptın?”
“Bilmiyorum ama en başından beri kimse benimle arkadaş
olmuyor.”
“İlginç. Önemli değil. Zaten dört ders daha yapacağız ve
kurs bitecek. O kadar idare ederiz.”
Yani derslerden sonra görüşmeye devam mı edeceklerdi?
Sormayacaktı. Yarını bile soramazken dört hafta sonrasını soramazdı zaten.
“Tamam.” Dedi ve artık daha fazla konuşacak konu kalmadığı
için arabanın kapısını açtı.
“Hangi daire senin?”
“Neden sordun?”
“Işığını görmek ve sorun olmadığını bilmek istiyorum.”
Bu devirde bu düşünce? Hoşuna gitti. “Üçüncü kat.”
“Öykü…”
“Efendim?”
“Yarın sabah kardeşim ve oğlu ile kahvaltı edeceğiz. Öğleden
sonra seni bir yerlere götürsem, sakıncası olur mu?”
Demek ki kahvaltı lafları dolaşırken sesini çıkartmaması
programı olduğu içinmiş, diye düşünürken öğleden sonra yapmayı planladığı ne
vardı diye de hatırlamaya uğraştı. Ne varsa vardı, sabahtan hallederdi.
“Saat kaçta?”
“Üç gibi. Seni ararım.”
Telefon numaraları alındıktan sonra tam inecekken bir kez
daha adını duydu o fotoğrafı çekilesi dudaklardan.
“Çektiğin fotoğrafların dosyası var mı? Getirir misin
yanında.”
“Olur.”
*****
O gece bazı yataklar ‘neden uyumuyor da beni tekmeleyip
duruyor?’ sorusuna yanıt aradı. Yanıtı tekmeleyenler de bilmediği için huzursuz
saatler saatleri kovaladı.
Yataktakilerden birinin son düşüncesi ‘iyi ki yarın yapılacak
önemli işim yokmuş, sabah da yapamayacakmışım’ oldu ve kısa sürecek uykuya
daldı.
*****
Güzel bir buluşma oldu. Baş başa geçen ilk saatler olduğu
için ağırlık, ne okursun, ne seversin, ne dinlersin, ne izler, ne izlemezsin
sorularının yanıtları ile dolu geçti. Sonra sıra fotoğraf çalışmalarının olduğu
dosyaya bakmaya geldi.
Unutmasını beklemişti. Gerçi bir hafta sonra derste mutlaka
görecekti ama herkesin içinde görmesi daha mı iyiydi? Diğerlerinin yanında
kendi fotoğraflarının çok daha iyi olduğunu biliyordu ama ödüllü bir
fotoğrafçının birebir değerlendirmesinde ne kadar çok hata bulacağını tahmin
edebiliyordu.
“Güzel…hiç fena değil… burada ışık daha iyi olabilirmiş… bu
gerçekten çok güzel…” ve benzer cümleler ile devam eden değerlendirme
beklediğinden iyiydi.
“Diğerleri nerede?”
“Hangi diğerleri?”
“Bu dosyaya koymaya değer bulmadıkların? Onları nerede
tutuyorsun? Yoksa yırtıp attın mı? Filmleri vardır ama.”
“Yırtıp atmak mı? Neden yırtayım?”
“Bu dosyadakiler ortalamanın çok üstünde. O nedenle bana kötü
fotoğraflarını da göster ki nerelerde hata yaptığını bulalım.”
Öykü, bir süre genç adamın yüzüne aptal aptal baktı.
Sırıtmaya başladı. Engin’in şaşkın bakışlarına aldırmadan koluna bir çimdik
attı. Canı yanınca çimdiklediği yeri ovalayıp acısını azalttı. Yine aptal
ifadesi ile bakıp kocaman bir gülümseme ile bakmaya başladı.
“Hepsi burada.” diyebildi.
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten. En kötüler ve en iyiler, hepsi elindeki
dosyada.”
“Dün ‘beni sevmiyorlar’ diyordun ya, sanırım nedenini elimde
tutuyorum. Sen doğal olarak konuyu buluyor ve en doğru açıdan fotoğrafını
çekebiliyorsun. Küçük hatalar var ama üstlerinde oynasan halledilmeyecek şeyler
değil. Fakat anladığım hiçbir fotoğrafın üzerinde düzeltme yapmamışsın.”
“Hayır yapmadım. Seri çektiğim resimlerin negatifleri ya da
bastırmadığım filmlerin hepsini kontrol edebilirsin.”
“Sana inanıyorum. Çok iyisin. Hatta iyi sayılanlardan bile
daha başarılı işler yapmışsın.”
“Teşekkür ederim. Bunları samimi olarak söylüyorsun değil
mi? Arkadaşız diye demiyorsun?”
“Bazı konularda karşımdakini üzmemek için yalana
başvurabilirim ama mesleğim konusunda acımasızım. Sen gerçekten iyisin.”
“Tekrar teşekkür ederim. Bunları duymak çok mutlu etti
beni.”
“Sertifikanı alınca bu işi yapmayı düşünüyor musun?”
“Maaşlı bir iş bulmam zor. O nedenle belki bazı yerlere
serbest iş yaparım. Eğer tutunabilirsem belki iş olarak da yaparım ama kiramı
ödemem lazım.”
“Mantıklı düşünüyorsun. Ama bu işi yapabileceğini
ispatlayacaksın eminim. İlk işin ödüllü yarışmalara girmek olmalı. Ödül alamasan
da fotoğraflarını fark edecek birileri olacaktır. Doğa dergilerine iş yapmanı
sağlayacak tanıdıklarım var. İstersen sizi tanıştırırım. Daha fazlasını yapmam
ama.”
“Torpil istemem. Teşekkür ederim.”
“Torpil olmam, sen hak etmelisin.”
Cümleleri ile birbirlerini defalarca ölçmüşlerdi. Bu da
onlardan biriydi. Anlık tepkiler, hızlı itirazlar, net ses tonları
karakterlerini anlatmaya yarıyordu. İkisi de birlikte olmaktan keyif alırken
uygun karakterlerinden de haz duyuyorlardı.
“Doruk’a benim için teşekkür ettin mi?” Biraz konuyu
değiştirmek iyi olacaktı. Çok umutlanmak ve sonra hayal kırıklığı yaşamak
istemiyordu. Kursu bitene kadar biraz daha alçaktan uçmalıydı.
“Ettim ama öpmedim.”
“Neden? Öptürmüyor mu?”
“Bayılır onu öpmeme ama senin yerine öpmedim.”
“Niye?”
“Önce senin beni öpmen lazım ki, emaneti ona ileteyim. Gerçi
ona bile vermeye kıyamayabilirim. O yüzden istersen kendin öpersin. Hatta bu
akşam bizimle yemek ye ve öp.”
Hep kendisini açık sözlü ve net biri olarak görmüştü.
Karşısına böyle insanlar çıkmadığı için onları anlamaya çalışmak,
hareketlerinin anlamlarını çözmek için uğraşmak her zaman yormuştu kendisini.
Engin açıktı. Öpmek istediğini söylüyordu. Üç yaşındaki yeğeni ile bile
paylaşmak istemeyeceğini itiraf ediyordu. İlgisini saklamaya çalışmıyor, aksine
açıkça ortaya koyuyordu. Öykü, “O zaman öperim ama bu akşam kardeşinle vakit
geçirmek istemez misin? Kısıtlı olan zamanını benimle geçirmen onları üzmesin!
Dün, Salı günü döneceklerini söylemiştin.”
“Üzülmez, aksine seni görmekten mutlu olacağını kendisi
söyledi.”
“Benimle buluşacağını mı söyledin.”
“Elbette.”
Bu güzel bir ayrıntıydı. Kardeşine bu buluşmadan bahsetmesi
hoşuna gittiği için yine gülümseme yayıldı yüzüne. O gülümseyince Engin de
gülümsedi ve o lanet gamzesi yine ortaya çıktı. Ve Öykü kendi lanet elini
tutamadığı için o gamzeye dokundu. Yavaşça yanağında gezdirdi elini.
“Gamzelerin çok güzel.” dedi sakince. Oysa basit bir yanak
okşamak bile heyecanlandırmıştı. Heyecanını bastırdığını düşünüyordu.
“Teşekkür ederim. Güzel bir kadından bunları duymak da
güzel.”
Eve gitmek için arabaya bindiklerinde hava kararmıştı.
Arabanın iç ışığı da yanmadığı için içerisi gözükmüyordu.
“Öykü?” diye hafifçe seslendiğinde yan dönmüş yüzünü görmeye
çabalıyordu. Öykü de yan dönerek yanıtladı. “Efendim?”
“Yok bir şey” dedi ama ona doğru eğilip elini ensesine doğru
uzattı. O kadar yavaş çekiyordu ki istese uzak durabilirdi. İstese… istediği o
öpücüğü almak olduğu için uzaklaşma yerine yakınlaşmayı tercih edip eğildi. İlk
öpüşmeleri, belki de ilk heyecanları ve ilk uyumlu hareketleriydi. Derinleşen
öpüşmeye birbirlerine uzanan kollar eşlik etmeye başlamıştı. Biri sert kasları
okşarken diğeri yumuşak kıvrımları izliyordu.
Kaçıncı olduğun bilemeyecekleri öpüşmeden sonra
uzaklaştılar.
“Çok güzelsin ve çok da güzel öpüşüyorsun. Eğer eve doğru
devam etmezsem öpmeye devam edeceğim.”
“Teklif cazip ama geleceğimizi biliyorlar.”
“Evet, üstelik Doruk seni sorup durdu telefonda.”
“Kıskanıyor musun?”
“Onun seni öpmesinden önce ben öptüğüme göre sen artık benim
kız arkadaşımsın, seni yeğenime kaptıramam.”
“Tek amacın onu yenmekti öyle mi? Bakalım belki o beni daha
çok heyecanlandırır. Sonra karar vereceğim.”
“Hiç şansı yok.” Sanki gerçekten o üç yaşındaki ufaklığı
kıskanmış gibiydi. Öykü, ona uzanıp yüzünü iki elinin arasına alıp hiç de küçük
sayılmayan bir öpücük bıraktı. Yerine dönmeyi düşünürken yeni bir öpüşmeyle
sarıldı Engin.
Akşamı Engin’in ailesi ile sonraki günlerin müsait oldukları
anlarını da birlikte geçirdiler. Engin’in bir sürü toplantısı vardı. Öykü de
çalışıyordu. Akşamları buluşuyor, yemek yiyor, bir şeyler içiyor, Aylin ve Efe
ile birlikte vakit geçiriyorlardı.
İlk ders günü kursta görüşeceklerdi. Dört kez buluşmuş ikili
cumartesiyi de derste bir arada geçirecekti.
Öykü, kursa giderken yolunun üstündeki vitrine yine takıldı
kaldı. Artık o makine daha da önem kazanmıştı. Yeni hedefleri vardı. O hedefe
ulaşması için biraz daha iyi bir makineye ihtiyacı vardı. Evet o çok güzel bir
makineydi ama biraz daha düşük bir modele razı olmalıydı. İkinci eline
güvenemiyordu. O kadar parayı verip bozuk bir şey almak istemiyordu. Lazım
olacağı söylenen parçalarla birlikte binlerce liraya ihtiyacı vardı. Hepsini
aynı anda alacak değildi elbette. En lazım olanları toparlamalıydı. Bir iki ay
sonra makineyi, bazı parçaları alabilirse Engin’in de bahsettiği yarışmalar
için bir şeyler hazırlayabilirdi. Artık biraz daha umutluydu. Çalışmalarının
beğenilmesinden sonra bu umut artmıştı.
Telefonu çalınca ders için istenen fotoğraflarını koyduğu
dosyasını bacaklarının arasına sıkıştırıp çantasında telefonunu aradı. Ekranda
Engin’in adını okuyunca gülümsemeyle açtı.
“Merhaba.”
“Merhaba. Neredesin?”
“Binaya yakın bir yerlerdeyim. Sen geldin mi?”
“Ben de gelmek üzereyim. Dersten sonra bir şeyler yapmaya
vaktin var mı? Sinemaya gidebiliriz.”
“Tamam.”
“Hava serin oyalanma, içeride görüşürüz.” Öykü etrafına
bakındı. Sanki vitrine on dakikadır baktığını görmüş gibi oylanma demişti.
“Ona da tamam. Sen de oyalanma.”
“Üstüm kalın üşümüyorum.”
“Üşüdüğünü düşünmemiştim.”
“Neden oyalanma dedin?”
“Sence?”
“Beni özledin!”
“Tam isabet.”
“O zaman hemen geliyorum.”
İşte bu rahatlığı seviyordu. Hatta ilk gün Aylin’e dediği
gibi sadece sevmiyor, aynı zamanda aşık da oluyordu. Onu bilmiyordu ama
öğrenmek için önünde uzunca bir süre vardı. Engin şu aralar savaş alanlarına
gitmeyeceğini söylemişti. Bazı iş görüşmeleri yaptığını farklı bir şeyler
düşündüğünü anlatmıştı. Detay vermediği için bildiği tek şey en azından üç ay
buralarda olduğu idi.
*****
Bir ayın yarısından çoğunu bir şekilde görüşerek geçirdiler.
Yılbaşına beş gün kala son dersi yaptılar. Herkes sertifikasını aldı, vedalaşan
kursiyerler hiç tutmayacakları sözleri verip telefon numaralarını istediler.
Hatta bazıları Öykü’den bile numarasını istedi. İçlerinde erkek olanlara
yazdırırken Engin’in ters bakışlarına şahit olmak hoşuna gitti. Bu adamların
onu aramayacağını arasalar da görüşmeyeceğini bilmeliydi.
Bunu düşünmekle uygulamak arasında fark vardı. Çünkü
kursiyerlerin Engin’in telefonunu alma yarışından hiç hoşlanmamıştı. Dersler
boyunca ilişkilerini saklamışlar, ayrı ayrı derse girip ayrı ayrı çıkmışlardı.
Son gün canını sıkmayacaktı. Engin’in o kızlardan hiçbirine ilgi
göstermediğinden emindi. Gerçi gün boyu ne yapıyor hiç bilmiyordu. Acaba
onlarla da buluşuyor, kursta belli etmeyin diyor olabilir miydi? İçindeki yanma
hissinden hiç hoşlanmadı. Yüzündeki ifadenin nasıl olduğunu bilmiyordu ama
Engin’in kaşlarını çatarak baktığını fark etmişti.
Konuştuğu kızları masanın çevresinde bırakıp hemen yanına
gitti. “Öykü? Neyin var? Hasta mısın?” sorularını sıralarken kendilerini
izleyenleri umursamıyordu.
“Yok bir şey iyiyim.”
Engin’in ilgisi fark eden diğerleri de gelip bir şey olup
olmadığını sordu. Aynı yanıtı verdi hepsine Öykü. Diğerleri uzaklaşsa da Engin
yanından ayrılmadı. “Rengin soluk. Hasta mı oluyorsun? Doktora götüreyim seni.”
diye telaşla konuşuyordu.
“Gerçekten iyiyim. Bir şeyim yok. Seni bekliyorlar.
Vedalaşacaklar sanırım.”
“Beklesinler. Sen iyi gözükmüyorsun. Biraz rengin düzeldi.
Tansiyonun mu düştü acaba?”
Rengi düzelmişti. Çünkü kimseye aldırmadan elini tutmuş,
alnına dokunup ateşine bakmış ve hemen bir sandalye çekip yanına oturmuştu. Bunların
fark ettiğinde rahatlamıştı.
Biri su getirmişti. İnanamadı ama sınıftan birisi onu
düşünmüş ve su getirmişti. Bir iki yudum içip teşekkür ettikten sonra kendisine
bakanlara gülümsedi ve tansiyon bahanesine sığındı. Artık binayı boşaltmaları
gerekiyordu. Herkes yeni yıllarını kutlayarak çantalarına uzanmıştı. Engin de
masasından çantasını aldı, Öykü’nün yanına gelip elini uzattı. Birlikte kapıya
yürürken şaşkın bakışlara aldırmadı ve herkese iyi yıllar dileyip Öykü’nün
geçmesini bekledikten sonra arkasından çıktı.
“Hepsini şoke ettin.”
“Asıl sen beni şoke ettin. Ne oldu içeride?”
“Kıskandım.”
“Ne?”
“Kıskandım. Saçma sapan düşüncelere daldım ve bir anda
kendimi çok kötü hissettim.”
“Kızlar benim telefonumu isteyince kıskandın mı?”
“Evet, erkekler benim numaramı isterken yüzünü gördüm.”
“İyi o zaman. Benim ne hissettiğimi biliyorsun.”
“Sinir bozucu.”
“Kesinlikle. Aç mısın? Ne yapalım?”
“Eve gidelim.”
*****
Yeni yıla Aylin ve Efe ile barda gireceklerdi. Hediye
paketlerini yanlarına almışlardı. Maddi değerleri düşük hediyeler konusunda
anlaşılmıştı. Öykü, Efe’ye ve Aylin’e
bir örnek atkı bere takımı almıştı. Aylin’e daha özel bir hediyesi vardı ama
deli arkadaşı orada açarda ikisini de rezil eder diye daha sonra verecekti.
Engin’e de çok beğendiği bir fotoğraf makinesi çantası almıştı. İçinde bir
albüm vardı. İkisinin fotoğraflarından oluşan sayfaların yanlarına çekildikleri
günlerle ilgili kısa notlar, hikayecikler yazmıştı. Ayrılırlarsa tüm resimleri
kaybetmek istemiyordu. O nedenle iki tane hazırlamıştı. Kendisindekini ömür boyu saklayacağını düşünüyordu.
Saat on ikiyi vurduğunda Öykü her sene yaptığı gibi yeni
yıldan güzelliklerle gelmesini diledi. Bir de özel dilek sıkıştırdı. Sevdiği
kadar sevilmek istedi. Ve sevgilisi tarafından uzun, derin bir öpüşme ile
kucaklandı. Dudakları zorla ayrılmış, kolları ise sarıldığı yerleri bırakmaya
hiç niyetlenmemişti. Engin başını biraz geri atıp yüzüne baktı ve “Seni
seviyorum.” dedi. O an dileğinin kabul olduğunu anlayan Öykü gözlerinin
dolduğunu hissetti. Ummuş, istemiş ama bu kadar çabuk ulaşacağını sanmamıştı.
“Seni seviyorum.” Derken mutluydu. Yeniden öpüşürlerken birileri onları
çekiştirmeyi başlamıştı. En sevgili arkadaşı Aylin, “Yeter biraz da bizi öpün”
diye sarılmıştı. Herkes mutluydu.
Sonra birbirlerine sarılıp iyi dileklerini paylaştı. En sonunda
sıra hediyelere gelmişti.
Sıra Engin’in hediyesine geldiğinde Öykü onun da kendisine
makine çantası aldığını anlayıp mutlu oldu. Benzer şeyleri düşünmeleri çok
hoşuna gitmişti. Paketi masaya koydu Engin. Kucağına almak istediğinde biraz
ağır olduğun fark etti. Acaba o da içine albüm mü koymuştu?
Kağıdı dikkatlice açtıktan sonra çantanın fermuarını açtı.
İçindekini merak ediyordu. İçinde koruyucu bir kapak daha vardı. Onu da
açtığında sadece baktı. Aylardır vitrinde izlediği makine çantanın içindeydi.
“Bunu alamam.”
“Hediye geri verilmez.”
“Pahalı hediye almayacağımız konusunda anlaştık. Bu çok çok çok
pahalı bir hediye. Yanındakilerle bir araba parası neredeyse.”
“İtiraz kabul edilmiyor Öykü hanım.”
“Engin…”
“Hadi eline al ve incele.”
O kadar kıymetli bir şeyi orada, o kalabalıkta incelemek
akıl karı değildi. Biri çarpacak, düşüp kırılacak diye korkarak çıkarttı
çantadan. Engin oturduğu koltuğu iyice yanına çekmiş makine hakkında bilgi
vermeye niyetliymiş gibi bazı tuşlara basıyordu. Ekranı açtı. Flaş düğmesini,
zoom tuşunu gösterdi. Sonra manuel girişler ve otomatik girişler için hangi
tuşa basması gerektiğini gösterdi. Sonra da bellekte yer alan fotoğrafları
açtı…
Öykü’nün albüm yaptığı gibi Engin de albüm yapmıştı. Onun
hazırladığı her resimde bir de kelime eklenmişti.
Öykü,
Çıkartacağımız
Dergide
Benimle
Çalışır mısın?
İş teklifi… bir aydır gittiği toplantılar bunun için miydi? “Hani
torpil yapmazdın sen?”
“Kesinlikle torpil yok. İşlerini ortaklarıma gösterdim. Seni
kaçırırsam beni vuracaklarını söylediler. Cephede vurulmadım. Şehrin göbeğinde
bir kere vuruldum, bir de kurşun yemeyeyim diye teklifimi yaptım.”
“Neden hiç anlatmadın?”
“Son aşamaya geldiğinde sürpriz yapmak istedim. Hoşuna gitti
mi?”
“Evet.”
“Çalışacak mısın?”
“Nasıl bir dergi bu? Ne üzerine çalışılacak?” Sanki çok
önemliydi? Sanki ilgisinin olmadığı bir alanda çıkacak olsa hayır diyecekti.
“Doğa ile ilgili olacak. Dünyanın her yerinde hayvanların
fotoğraflayacak, doğa olaylarını takip edeceğiz.”
Körün istediği bir göz… “Çok güzel. Yani artık savaş
alanlarına gitmeyecek misin?” işte asıl bu sorunun yanıtı önemliydi.
Düşünmemeye çalışsa da kaç kez kabus görmüştü. Yaralanmış, hatta ölmüştü
rüyasında.
“Hayır. Yeterince mermiden kaçtım. Artık kaçmak
istemiyorum.”
“Çok sevindim.” En büyük korkusunun yanıtını da almıştı. Şimdi
ise birlikte çalışmayı teklif ediyordu. Gözlerine bakarken gülümsedi. “Evet.”
“Yani benimle çalışacaksın?”
“Evet.”
“O zaman resimlere bakmaya devam et.” Sesi mi titremişti.
Devamında ne olduğunu anlamak için makineye eğildiğinde Engin’in ellerini
yumruk yaptığını gördü. Heyecanlanmış olmalıydı. Yüzüne baktı, elini o çok
sevdiği gamzelerin olduğu yerlerde gezdirdi. Onun sakinleştiğini anlayınca
fotoğraflara geri döndü.
Bu kez resimler değişmişti. Bir karaca vardı ekranda. Sanki
poz vermiş gibiydi. Bir sonrakinde karacaya bakan aslan vardı.
Üçüncü resmin üstünde, ‘Aslan’ yazıyordu ama resimde çok
güzel bir orman vardı. Dördüncü resimde ise güzel bir kulübe gözüküyordu.
Altında da ‘ormanın değil evinin kralı olmak istiyor’ yazılmıştı.
Beşinci resimde yine karaca vardı. Bu kez güzel bir evin
önündeydi. Yazı uzundu. Okuduğunu anlamakta güçlük çekti. Bir kez daha okudu.
‘Öykü Karaca, Kraliçem olur musun?’
Ekrana takılı kalmıştı gözleri. Engin yanıt bekliyor, Aylin
ile Efe neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Daha fazla dayanamayan Engin
eğilip kulağına, “Bir yanıt vermelisin.” dedi.
Öykü elindeki makineyi dikkatlice masaya bıraktı. Ekran
açıktı ve meraklı Aylin neler olduğunu anlamak için çoktan eline almıştı bile.
Cin fikirli arkadaşı hemen anlamıştı teklifi. Yanıtı bekliyordu.
Öykü, Engin’den tarafa döndü, yüzünü ellerinin arasına alıp
uzun uzun öptü.
“İlk kez yeni yıl dileğim bu kadar hızlı gerçekleşti.”
“Yani? Evet mi?”
“Sanırım, aslana kendini av olarak gönüllü sunan tek karaca
benim. ”
SON
Sonunda mutluluk olduğunu bilsemde kurguların değişikliği ile harika hikayeler okuyorum.
YanıtlaSilYüreğine sağlık.☺