13 Ekim 2015 Salı

YAKIŞIKLI 9. Bölüm

Sabah ezanından önce Toprak, hocanın kapısını çalıp haber verdi. Sela okunduğunda artık tüm köyün haberi olacak, haberi alan herkes kısa süre sonra eve gelecekti.  Tanıyan herkes cenaze evinde olmayı görev biliyordu. Köylerin bu yapısı şehirde göremeyeceği bir sahiplenmeydi. Acıya ortak olmaları çok güzeldi. Kendi oturduğu evi düşündü. Ölse, kokana kadar cesedini bulan olmazdı. ‘O kadar da abartma Toprak, annem babam merak eder en azından.’ diye kendini avutmaya çalıştı.
Cenazenin olduğu odada yaşlılar oturuyordu. Eski evin bahçesine çıktı. Bir sigara yaktı. Gün yeni ağaracaktı. Çok uzun zamandır bu kadar erken saatlerde ayakta olmamıştı. Geç yatar geç kalkardı ama gün doğumunu görecek kadar ayakta kalmazdı. Üstelik önlerindeki gün ve gece de uyumaya pek vakit olmayacaktı. Önce cenaze işleri, sonra defin işlemleri ve eve gelenlerin ağırlanması, taziyelerin kabulü…
Yoğun bir gün olacaktı…


*****



Ece her türlü tedbiri alsa da sabah ezanının sesi ile uyanmıştı. Bünyesinin alışkın olduğu saatlerdi bunlar. Yataktan kalkıp üstüne kalın bir hırka giydi. Sonra yorganını ayak ucuna doğru toplayıp perdeyi açtı. Camı da açıp sabahın temiz havasının odaya dolmasını bekledi. Toprak ve çiğin neden olduğu doğa kokusu dolmuştu burnuna. Bakışları istem dışı Hasan amcanın evine döndü. Işıklar hala yanıyordu. Artık başka evlerin de ışıkları yanıyordu ama o evin ışıklarının hiç sönmediğinden emindi.
Tuvalete girip çıktıktan sonra hızlı bir şekilde üstünü değiştirdi. Saçlarını önce çözdü, sonra tarayıp yeniden ördü. Gece açık bıraktığında çok dolaştığı için yıllardır örerek uyuyordu. Kot pantolonunun üstüne yine kalın bir kazak giydi. Yün çoraplarını ayağına geçirdikten sonra koyu renk bir yazma bağladı başına.
Mutfağa indiğinde Ayşe Hanımın da kalkmış olduğunu gördü.
“Günaydın, kahvaltıyı hemen yapabilir miyim? Süt ısıtacağım. Acelem var.”
“Kızım, otur da rahat rahat yap kahvaltını. Akşama kadar koşturuyorsun, düşüp bayılacaksın.”
“Ayşe abla, sanırım Hasan amcayı kaybettik. Işıkları sönmedi hiç. Zaten çok ağırdı. O yüzden hemen yiyeyim de yardım edeceğim bir şey var mı bakayım.”
“Tamam hemen hazırlıyorum. Çay da demlenir sen yiyene kadar.”
“Süt yeter.” Daha sözü bitmeden camiden bu kez sela sesi yayılmaya başladı. “Sela mı bu? Ah evet, demek ki vefat etti. Aslında Allah kurtardı. Ama gel de sen yengeye anlat bunu.”
“Sevdiğini kaybedersen yaşının kaç olduğu, kaç yıldır hasta olduğunun önemi olmuyor. Bir nefes fazla alsın diye bekliyorsun.”  Sesi ağlamaklıydı yaşlı kadının.
“Özür dilerim Ayşe abla, seni üzmek istememiştim.” Ayşe abla da kocasını kanserden kaybetmişti. Üstelik oldukça genç bir yaşta yaşamıştı bu kaybı. O zamanlar iki oğlu henüz ilkokula gidiyordu. Şimdi biri evlenmiş Denizli’ye yerleşmiş, diğeri de köyden bir kız almış ve köydeki kooperatifi kurmuştu. Metin’in annesini çalıştırmak istememesini anlıyordu ama bir daha evlenmeyi aklından bile geçirmeyen Ayşe abla gelini ile oturmak yerine onlarla çalışmaya devam etmişti.
Aklına getirmek istemese de babasının da kurtuluşu yoktu. Yapabildikleri biraz daha rahat yaşamasını sağlamaktı. Ama onun da bir gün kendilerinden ayrılacağını düşünmek az önce söylediklerinin anlamını yok ediyordu. Ayşe abla onun yüzünün düştüğünü görünce kendisine üzüldüğünü sanıp konuşmaya devam etti.
“Üzülmedim, güzel gözlüm. Hadi sen ye, ben de yemek yapmaya başlayayım.”
“Yengelere mi?”
“Evet, çok gelen giden olur.” Hasan amcanın herkesin sevdiği biri olduğunu o da biliyordu. Tüm köy gelecekti. Hatta civardan da haber alanlar gelirdi.
“Tamam, sen ne istiyorsan yap. Ben götürürüm sonra. Anneme de haber verirsin. Hadi ben çıkıyorum. A biliyor musun, selada Hafize yengenin adını duymasam unutmuştum. Ne kadar alışmışız ona yenge demeye.”
“Ben bile unutmuşum güzel gözlüm. O hepimizin yengesi çünkü. Hadi sana kolay gelsin.”
Ece, evden çıkıp sabahın ilk ışıklarının altında köye doğru yürümeye başladı. Kendi evlerine en yakın evdi aslında ama yine de arada bir kilometreye yakın mesafe vardı. Yavaş adımlarla yaklaştı tüm ışıkların yandığı eve.   
Ağlama sesleri duyuluyordu. Kadınların göz yaşlarına erkeklerin konuşmaları karışıyordu.
Bahçede birkaç kişinin gölgesini gördü. Yavaş adımlarla dolaşıyorlar, içlerine çektikleri sigaraların ateşinde yüzlerinin bir kısmı aydınlanıyordu. Camiden çıkanlar gelmişti bile baş sağlığına. Bir köşede iki kişi konuşuyordu. Biri ağabeylerinin arkadaşı olan Turgut idi. Konuştuğu kişiyi çıkartamadı önce. Uzun boyluydu. Hava iyice aydınlanmadığı için yüzünü tam seçemese de duruşundan kim olduğunu nihayet anlamıştı.
Toprak! O an hissedebildiği tek şey içindeki heyecandı.
“Gelmiş!”


*****


Bahçenin eski tahta kapısı açılıp içeri girdiğinde herkes dönüp gelene baktı. Turgut ile Toprak da kapıya bakıyordu. Kapıdan gireni gördüklerinde ikisi de şaşırdı. Sabahın bu saatinde bir kadının gelmesini beklemiyordu kimse. Ama gelenin Ece olduğunu anlayan erkekler bunu normal karşıladılar. Ece herkesi başı ile selamlayıp eve doğru yürümeye devam etti.  Bir an duraksadı, ne diyeceğini bilemedi. Geçmiş geçmişte kalmalıydı. O zaman her ikisi de çocuktu. Aralarında yaşananlar da çocukçaydı. Bunların hiç birinin yeri ve zamanı değildi. Kısık sesi ile “Toprak ağabey, başın sağ olsun.” dedi. Turgut ile de selamlaştı.
Toprak, sesini duyduğunda yıllar öncesindeki sesin aynısı olduğundan emindi. Yüzü de değişmemiş eski hatlarını korumuştu. Tek fark artık çocuksu güzelliğin yerini genç bir kadının yüzü almıştı. Kendisine hitap şekline sinirlendiğini anlasa da o an tüm bu düşüncelerin yersiz olduğunu biliyordu. Hem onu orada neden böyle konuştuğunu sorgulamak için alıkoyamazdı. Yanıtlamalı ve eve girmesini beklemeliydi. “Sağ ol Ece. Buyur geç içeri.” Ece, elindeki sigaraya ters ters bakıyordu. Farkında olmadan yere atıp üstüne bastı.
“Yardım edilecek bir şeyler var mı? Sizler uğraşmayın bir şeyle.”
“Sağ ol ama hallettik büyük kısmını. Öğlen kalkacak cenaze.” Sana ihtiyacımız yok der gibiydi. Sesi ve tavrı rahatsız etmişti Ece’yi “Tamam, ben yengenin yanına gideyim.” Tüm konuşma boyunca sadece eve doğru bakmıştı. Toprak’ın kendisini izlediğini biliyor yine de ondan tarafa bakamıyordu. Yıllar önce son kez gördüğünde yüzünde oluşan o küçümsemeyi yine görmekten korkuyordu.  
Eve girdiğinde ölümün soğukluğunu iliklerinde hissetti. Eskiden bir sürü küçükbaş ve kümes hayvanı yetiştirmiş birisi olarak onların ölmesi hatta öldürülmesi çok normaldi. Ama ilk kez çok sevdiği bir insanı kaybediyordu. Evin içindeki hava üzüntüsünü daha da arttırdı. Kendisini tutmaya çalışarak Yengenin yanına yürüyüp sarılıp öptü. Kendini tutma çabası bu sarılma ile son buldu. Yenge ile birlikte ağlamaya başladı. Hasan amcayı çok severdi ve artık onu göremeyeceğini bilmek çok üzücüydü. Biraz sonra kendini toparladı. Odadakilere tek tek baktı. Halil amcanın ve Hüsniye halanın da üzgün hallerini görünce yanlarına gitti. Önce Halil amcanın elini öpüp baş sağlığı diledi.
“Allah sabır versin Halil amca.”
“Amin, Ece. Baban nasıl oldu? Geçmiş olsun dediğimi ilet ona.”
Bu ölümün insanlara anımsattığı bir şeydi. Küslerle helalleşme, barışma isteği! Ama her zaman buna imkan vermiyordu hayat. Halil amcanın sesindeki buruklukta biraz da bunu hissetti Ece. İki küs arkadaşın kayıp yıllarının geri dönmeyecek olmasının üzüntüsü… Bir önceki gün sormak aklına bile gelmemişti belki… Ya da gelmiş ama yapamamıştı. Oysa şimdi ilk sorusu babası olmuştu. Sağ elini Halil amcanın öptüğü elinin üstüne koydu ve kısık bir sesle ama anladığını belli eden bir ifade ile “Teşekkür ederim. Geçmeyecek ama elimizden geldiğince iyi bakmaya uğraşıyoruz. İletirim iyi dileklerini.” dedi.
Hüsniye teyzenin de elini öpüp bir iki cümle konuşup Emine teyzenin yanına gitti. İçlerinde en dirayetli gözüken oydu. “Emine teyze, yapılacak bir şey var mı?”
“Sağ ol, Ece. Yok şimdilik. Öğlen cenazemiz. Annenlere söylersin akşama da duaya gelirsiniz.”
“Allah kısmet ederse geleceğiz tabii. Siz yemekle falan hiç uğraşmayın. Ayşe abla yemekleri yapacak. Öğleden önce ben getiririm. Cenazeden sonraya hazır olur. Komşulardan da gelir zaten. Ben şimdi gideyim. Cenazeye gelirim.” Yapacak başka bir şey yoktu. Orada oturdukça üzüntü artacaktı. En iyisi çalışarak kafayı dağıtmaktı.
Ece, evden çıktığında hava iyice aydınlanmıştı. Artık bahçede oturanlar çok daha net görülüyordu. Ece Toprak’ın olduğu tarafa bakmadan erkeklere sadece başı ile selam verip hızlı adımlarla bahçe kapısına doğru yürüdü.


*****


 “Siz Ece ile küs müydünüz? Babalarınız konuşmuyordu ama sizin ne küslüğünüz var?”
“Niye küs olalım? Konuştuk ya!” Turgut, yıllar öncesini bilen biri olarak ikisinin arasındaki soğukluğu fark etmişti. “Bu konuşmak mı? Baş sağlığı diledi gitti.” O zamanlar Ece’nin peşinde dolaşmak için kendisini az sürüklememişti Toprak. Şimdi ise iki uzak tanış gibiydiler.
“Zaten yapması gereken de oydu. Ne konuşacaktık başka?” Böyle dese de bozulmuştu biraz. Turgut haklıydı. En azından hatırını sorabilirdi. Kendisi de sormamıştı ama amcası ölen oydu. Ece’nin sorması gerekirdi.
Uzun zamandır görmemişti Ece’yi. Ayrıca ‘Ağabey’ demesine de çok bozulmuştu. Ağabey denecek kadar yaş farkı var mıydı aralarında? Vardı elbette. İlkay abisinden bile üç ay büyük değil miydi? O zaman kız haklıydı. Ece hâlâ yıllar önce gördüğü utangaç kızdı galiba. Biraz da kırılgandı o zamanlar. Oysa bağlarda çalışırken gördüğünde hayran olmuştu. Küçücük boyu ve ince bedeni ile diğer işçilerden aşağı kalmıyordu. Elinin yatkın olduğunu da görüyordu. Acaba hâlâ bağlarla uğraşıyor muydu? Turgut’a belli etmeden geçmişe kaymıştı yine. Anımsadığı şeylerin çoğu güzeldi ama en son gördüğünde kendisine bakan üzgün gözleri hiç aklından çıkmıyordu. Üzgün ama iri yeşil üzüm taneleri renginde gözler!

Toprak, yeni yaktığı sigarasından derin bir nefes aldı. Başında bir sürü sorun varken şu an düşünmesi gereken en son şey eski- eski değil çocukluk - aşkı olmalıydı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder