Sabah ezanından önce Toprak, hocanın
kapısını çalıp haber verdi. Sela okunduğunda artık tüm köyün haberi olacak, haberi
alan herkes kısa süre sonra eve gelecekti. Tanıyan herkes cenaze evinde olmayı görev
biliyordu. Köylerin bu yapısı şehirde göremeyeceği bir sahiplenmeydi. Acıya
ortak olmaları çok güzeldi. Kendi oturduğu evi düşündü. Ölse, kokana kadar
cesedini bulan olmazdı. ‘O kadar da abartma Toprak, annem babam merak eder en
azından.’ diye kendini avutmaya çalıştı.
Cenazenin olduğu odada yaşlılar
oturuyordu. Eski evin bahçesine çıktı. Bir sigara yaktı. Gün yeni ağaracaktı.
Çok uzun zamandır bu kadar erken saatlerde ayakta olmamıştı. Geç yatar geç
kalkardı ama gün doğumunu görecek kadar ayakta kalmazdı. Üstelik önlerindeki
gün ve gece de uyumaya pek vakit olmayacaktı. Önce cenaze işleri, sonra defin
işlemleri ve eve gelenlerin ağırlanması, taziyelerin kabulü…
Yoğun bir gün olacaktı…
*****
Ece her türlü tedbiri alsa da sabah ezanının
sesi ile uyanmıştı. Bünyesinin alışkın olduğu saatlerdi bunlar. Yataktan kalkıp
üstüne kalın bir hırka giydi. Sonra yorganını ayak ucuna doğru toplayıp perdeyi
açtı. Camı da açıp sabahın temiz havasının odaya dolmasını bekledi. Toprak ve
çiğin neden olduğu doğa kokusu dolmuştu burnuna. Bakışları istem dışı Hasan
amcanın evine döndü. Işıklar hala yanıyordu. Artık başka evlerin de ışıkları
yanıyordu ama o evin ışıklarının hiç sönmediğinden emindi.
Tuvalete girip çıktıktan sonra hızlı
bir şekilde üstünü değiştirdi. Saçlarını önce çözdü, sonra tarayıp yeniden
ördü. Gece açık bıraktığında çok dolaştığı için yıllardır örerek uyuyordu. Kot
pantolonunun üstüne yine kalın bir kazak giydi. Yün çoraplarını ayağına
geçirdikten sonra koyu renk bir yazma bağladı başına.
Mutfağa indiğinde Ayşe Hanımın da
kalkmış olduğunu gördü.
“Günaydın, kahvaltıyı hemen yapabilir
miyim? Süt ısıtacağım. Acelem var.”
“Kızım, otur da rahat rahat yap
kahvaltını. Akşama kadar koşturuyorsun, düşüp bayılacaksın.”
“Ayşe abla, sanırım Hasan amcayı
kaybettik. Işıkları sönmedi hiç. Zaten çok ağırdı. O yüzden hemen yiyeyim de
yardım edeceğim bir şey var mı bakayım.”
“Tamam hemen hazırlıyorum. Çay da
demlenir sen yiyene kadar.”
“Süt yeter.” Daha sözü bitmeden camiden
bu kez sela sesi yayılmaya başladı. “Sela mı bu? Ah evet, demek ki vefat etti.
Aslında Allah kurtardı. Ama gel de sen yengeye anlat bunu.”
“Sevdiğini kaybedersen yaşının kaç
olduğu, kaç yıldır hasta olduğunun önemi olmuyor. Bir nefes fazla alsın diye
bekliyorsun.” Sesi ağlamaklıydı yaşlı
kadının.
“Özür dilerim Ayşe abla, seni üzmek
istememiştim.” Ayşe abla da kocasını kanserden kaybetmişti. Üstelik oldukça
genç bir yaşta yaşamıştı bu kaybı. O zamanlar iki oğlu henüz ilkokula
gidiyordu. Şimdi biri evlenmiş Denizli’ye yerleşmiş, diğeri de köyden bir kız
almış ve köydeki kooperatifi kurmuştu. Metin’in annesini çalıştırmak istememesini
anlıyordu ama bir daha evlenmeyi aklından bile geçirmeyen Ayşe abla gelini ile
oturmak yerine onlarla çalışmaya devam etmişti.
Aklına getirmek istemese de babasının
da kurtuluşu yoktu. Yapabildikleri biraz daha rahat yaşamasını sağlamaktı. Ama
onun da bir gün kendilerinden ayrılacağını düşünmek az önce söylediklerinin
anlamını yok ediyordu. Ayşe abla onun yüzünün düştüğünü görünce kendisine
üzüldüğünü sanıp konuşmaya devam etti.
“Üzülmedim, güzel gözlüm. Hadi sen ye,
ben de yemek yapmaya başlayayım.”
“Yengelere mi?”
“Evet, çok gelen giden olur.” Hasan
amcanın herkesin sevdiği biri olduğunu o da biliyordu. Tüm köy gelecekti. Hatta
civardan da haber alanlar gelirdi.
“Tamam, sen ne istiyorsan yap. Ben
götürürüm sonra. Anneme de haber verirsin. Hadi ben çıkıyorum. A biliyor musun,
selada Hafize yengenin adını duymasam unutmuştum. Ne kadar alışmışız ona yenge
demeye.”
“Ben bile unutmuşum güzel gözlüm. O
hepimizin yengesi çünkü. Hadi sana kolay gelsin.”
Ece, evden çıkıp sabahın ilk
ışıklarının altında köye doğru yürümeye başladı. Kendi evlerine en yakın evdi
aslında ama yine de arada bir kilometreye yakın mesafe vardı. Yavaş adımlarla
yaklaştı tüm ışıkların yandığı eve.
Ağlama sesleri duyuluyordu. Kadınların
göz yaşlarına erkeklerin konuşmaları karışıyordu.
Bahçede birkaç kişinin gölgesini gördü.
Yavaş adımlarla dolaşıyorlar, içlerine çektikleri sigaraların ateşinde
yüzlerinin bir kısmı aydınlanıyordu. Camiden çıkanlar gelmişti bile baş
sağlığına. Bir köşede iki kişi konuşuyordu. Biri ağabeylerinin arkadaşı olan
Turgut idi. Konuştuğu kişiyi çıkartamadı önce. Uzun boyluydu. Hava iyice
aydınlanmadığı için yüzünü tam seçemese de duruşundan kim olduğunu nihayet anlamıştı.
Toprak! O an hissedebildiği tek şey
içindeki heyecandı.
“Gelmiş!”
*****
Bahçenin eski tahta kapısı açılıp içeri
girdiğinde herkes dönüp gelene baktı. Turgut ile Toprak da kapıya bakıyordu. Kapıdan
gireni gördüklerinde ikisi de şaşırdı. Sabahın bu saatinde bir kadının
gelmesini beklemiyordu kimse. Ama gelenin Ece olduğunu anlayan erkekler bunu
normal karşıladılar. Ece herkesi başı ile selamlayıp eve doğru yürümeye devam
etti. Bir an duraksadı, ne diyeceğini
bilemedi. Geçmiş geçmişte kalmalıydı. O zaman her ikisi de çocuktu. Aralarında
yaşananlar da çocukçaydı. Bunların hiç birinin yeri ve zamanı değildi. Kısık
sesi ile “Toprak ağabey, başın sağ olsun.” dedi. Turgut ile de selamlaştı.
Toprak, sesini duyduğunda yıllar
öncesindeki sesin aynısı olduğundan emindi. Yüzü de değişmemiş eski hatlarını
korumuştu. Tek fark artık çocuksu güzelliğin yerini genç bir kadının yüzü
almıştı. Kendisine hitap şekline sinirlendiğini anlasa da o an tüm bu düşüncelerin
yersiz olduğunu biliyordu. Hem onu orada neden böyle konuştuğunu sorgulamak
için alıkoyamazdı. Yanıtlamalı ve eve girmesini beklemeliydi. “Sağ ol Ece.
Buyur geç içeri.” Ece, elindeki sigaraya ters ters bakıyordu. Farkında olmadan
yere atıp üstüne bastı.
“Yardım edilecek bir şeyler var mı?
Sizler uğraşmayın bir şeyle.”
“Sağ ol ama hallettik büyük kısmını.
Öğlen kalkacak cenaze.” Sana ihtiyacımız yok der gibiydi. Sesi ve tavrı
rahatsız etmişti Ece’yi “Tamam, ben yengenin yanına gideyim.” Tüm konuşma
boyunca sadece eve doğru bakmıştı. Toprak’ın kendisini izlediğini biliyor yine
de ondan tarafa bakamıyordu. Yıllar önce son kez gördüğünde yüzünde oluşan o küçümsemeyi
yine görmekten korkuyordu.
Eve girdiğinde ölümün soğukluğunu iliklerinde
hissetti. Eskiden bir sürü küçükbaş ve kümes hayvanı yetiştirmiş birisi olarak
onların ölmesi hatta öldürülmesi çok normaldi. Ama ilk kez çok sevdiği bir
insanı kaybediyordu. Evin içindeki hava üzüntüsünü daha da arttırdı. Kendisini
tutmaya çalışarak Yengenin yanına yürüyüp sarılıp öptü. Kendini tutma çabası bu
sarılma ile son buldu. Yenge ile birlikte ağlamaya başladı. Hasan amcayı çok
severdi ve artık onu göremeyeceğini bilmek çok üzücüydü. Biraz sonra kendini
toparladı. Odadakilere tek tek baktı. Halil amcanın ve Hüsniye halanın da üzgün
hallerini görünce yanlarına gitti. Önce Halil amcanın elini öpüp baş sağlığı
diledi.
“Allah sabır versin Halil amca.”
“Amin, Ece. Baban nasıl oldu? Geçmiş
olsun dediğimi ilet ona.”
Bu ölümün insanlara anımsattığı bir
şeydi. Küslerle helalleşme, barışma isteği! Ama her zaman buna imkan vermiyordu
hayat. Halil amcanın sesindeki buruklukta biraz da bunu hissetti Ece. İki küs
arkadaşın kayıp yıllarının geri dönmeyecek olmasının üzüntüsü… Bir önceki gün
sormak aklına bile gelmemişti belki… Ya da gelmiş ama yapamamıştı. Oysa şimdi
ilk sorusu babası olmuştu. Sağ elini Halil amcanın öptüğü elinin üstüne koydu
ve kısık bir sesle ama anladığını belli eden bir ifade ile “Teşekkür ederim.
Geçmeyecek ama elimizden geldiğince iyi bakmaya uğraşıyoruz. İletirim iyi
dileklerini.” dedi.
Hüsniye teyzenin de elini öpüp bir iki
cümle konuşup Emine teyzenin yanına gitti. İçlerinde en dirayetli gözüken oydu.
“Emine teyze, yapılacak bir şey var mı?”
“Sağ ol, Ece. Yok şimdilik. Öğlen
cenazemiz. Annenlere söylersin akşama da duaya gelirsiniz.”
“Allah kısmet ederse geleceğiz tabii. Siz
yemekle falan hiç uğraşmayın. Ayşe abla yemekleri yapacak. Öğleden önce ben
getiririm. Cenazeden sonraya hazır olur. Komşulardan da gelir zaten. Ben şimdi
gideyim. Cenazeye gelirim.” Yapacak başka bir şey yoktu. Orada oturdukça üzüntü
artacaktı. En iyisi çalışarak kafayı dağıtmaktı.
Ece, evden çıktığında hava iyice
aydınlanmıştı. Artık bahçede oturanlar çok daha net görülüyordu. Ece Toprak’ın
olduğu tarafa bakmadan erkeklere sadece başı ile selam verip hızlı adımlarla
bahçe kapısına doğru yürüdü.
*****
“Siz
Ece ile küs müydünüz? Babalarınız konuşmuyordu ama sizin ne küslüğünüz var?”
“Niye küs olalım? Konuştuk ya!” Turgut,
yıllar öncesini bilen biri olarak ikisinin arasındaki soğukluğu fark etmişti. “Bu
konuşmak mı? Baş sağlığı diledi gitti.” O zamanlar Ece’nin peşinde dolaşmak
için kendisini az sürüklememişti Toprak. Şimdi ise iki uzak tanış gibiydiler.
“Zaten yapması gereken de oydu. Ne
konuşacaktık başka?” Böyle dese de bozulmuştu biraz. Turgut haklıydı. En
azından hatırını sorabilirdi. Kendisi de sormamıştı ama amcası ölen oydu. Ece’nin
sorması gerekirdi.
Uzun zamandır görmemişti Ece’yi. Ayrıca
‘Ağabey’ demesine de çok bozulmuştu. Ağabey denecek kadar yaş farkı var mıydı
aralarında? Vardı elbette. İlkay abisinden bile üç ay büyük değil miydi? O
zaman kız haklıydı. Ece hâlâ yıllar önce gördüğü utangaç kızdı galiba. Biraz da
kırılgandı o zamanlar. Oysa bağlarda çalışırken gördüğünde hayran olmuştu.
Küçücük boyu ve ince bedeni ile diğer işçilerden aşağı kalmıyordu. Elinin yatkın
olduğunu da görüyordu. Acaba hâlâ bağlarla uğraşıyor muydu? Turgut’a belli
etmeden geçmişe kaymıştı yine. Anımsadığı şeylerin çoğu güzeldi ama en son
gördüğünde kendisine bakan üzgün gözleri hiç aklından çıkmıyordu. Üzgün ama iri
yeşil üzüm taneleri renginde gözler!
Toprak, yeni yaktığı sigarasından derin
bir nefes aldı. Başında bir sürü sorun varken şu an düşünmesi gereken en son
şey eski- eski değil çocukluk - aşkı olmalıydı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder