12 Ekim 2015 Pazartesi

YAKIŞIKLI 8. Bölüm

Ece, eve dönmeden önce Karayel ailesine ait bağların olduğu tarafa sürdü kamyoneti. Kalfayı işçilerin başında buldu. Yengenin dediği gibi onun da başına bir kalfa gerekiyordu. Hepsi durmuş konuşuyordu.
“Cevat kalfa, selamın aleyküm. Nasıl gidiyor işler?”
“Aleyküm selam Ece. İyi işler, bitiriyoruz.” Her seferinde adını söylerken kendisini küçümsediğini hissediyordu, Ece. Babası yaşındaki adamın kendisini umursamadığını, pek de takmadığını biliyordu. Hele şimdi Hasan amcanın ölüm döşeğinde olması ile iyice gemi azıya alacak gibiydi. Ece istifini bozmadı, sert bir ses ile konuşmaya başladı, “Eski bağlardan sökülecekleri temizlediniz mi? Gelirken baktım da hala temizlenmemiş yerler vardı.”
“Yarına kadar biter. Buraları temizledik. Yeni bağ çubuklarını diktik.”
“Köklü mü yeni çubuklar?”
“Köklüsü de var köksüzü de.”
“Karışık ekmeseydiniz de hangisi çabuk tutacak, hangisi köklenmeyi bekleyecek daha kolay anlasaydık.”

İşçilerin birbirine bakışından ve kalfanın diklenmesinden öyle olmadığını anladı. “Ona dikkat etmedik. Ama tutar nasılsa. Burada elimdeki bastonu eksek üzüm alırız biliyorsun.”
“O kadar da değil. Haftaya yağmur bekleniyormuş. O yüzden acele edin. Bugün geçti ama yarın size sıcak yemek temin edeceğim. İki gündür kuru ekmek yeniyormuş. Neden haber vermedin anlamıyorum. Böyle şeyler için Yengeyi ve diğerlerini rahatsız etme. Beni ara.”
“Sen merak etme, kendi topraklarınla ilgilen. Ben buraların icabına bakarım. İşçileri iki gündür aç bırakmadım ya?” Ece o daha cümlesini bitirmeden iki adımda dibinde bitti. Kulağına doğru eğilerek, “Ben Hasan amcaya bir söz verdim. Tutacağım. Ailesinden biri gelip işlerin başına geçene kadar sorumluluk bende. O yüzden bir şey lazım olunca beni arayacaksın. Kuru ekmekle beslemek marifet değil.” Dedi. Bu kez Cevat’tan aksi bir söz çıkmamıştı. Ece kendilerine bakan işçilere dönüp otoriter bir sesle, “Hadi bu kadar dinlenmek yeter. İş başına. Belki yarın çalışamayacağız o yüzden bugün işleri hızlıca toparlamaya bakın.” Dedi sonra sanki az önceki konuşmayı yapmamış gibi Cevat’ın işçiler gözündeki otoritesini geri kazandırmak için ona dönüp konuştu.  “Elinizde yeterince bağ çubuğu var mı?”
“Var, yarın akşama kadar hepsi ekilmiş olur.” Cevat kalfa da kızdırmaması gerektiğini anlayıp alttan almıştı.
“Tamam, hadi kolay gelsin.”
Ece, kalfanın kendisinden haşlanmadığını biliyor ama umursamıyordu. Kadın olduğu için söz dinlemek istemeyen bir sürü işçi ile uğraşmıştı. Bir eksik bir fazla fark etmiyordu. Kamyonetine atladığı gibi evinin yolunu tuttu.
Kapıya yaklaşınca seyis Ali’nin tavladan çıktığını gördü. Elindeki sigarayı görünce kaşlarını çattı. Seyislerin içmesini istemiyordu ama bu konuda içmeyin demekten öteye bir şey yapamazdı. 
Atları ile doğru düzgün ilgilenmemişti. Bir iki gün daha fırsat bulamayacaktı. “Ali seyis, nasıl benimkiler?” diye seslendi. Seyis diğer elindeki kovayı yere bırakıp döndü. “İyiler Ece Hanım. Biraz koşturdum bu sabah onları.” Sigaralı elini saklamaya uğraşıyordu.
“Aman sen bari eğitimlerini aksatma. Benim onlara faydam olmuyor kaç gündür.”
“Siz onları düşünmeyin, ben ilgileniyorum onlarla. Yeni at da toparlanıyor yavaş yavaş.”
“Senin özel besininden yiyecek de toparlanmayacak, mümkün mü? Eline sağlık. Üç hafta sonra satışlara götüreceğim iki tayı. Bir de yarış için at gidecek. Bizim iki aracımız var. İki atı aynı araçla götürebilir miyiz?”
“Taylar sorun çıkartmaz diye umuyorum. Yine de isterseniz Mehmet Ali beye soralım, o gitmeyecekse onun aracı alırız.”
“Olur. Yarın unutmazsam sorarım. Hadi ben işime bakayım. Akşamüstü uğramaya çalışırım. Ah bu arada o sigara senin için de ahır için de zararlı!” Yaşlı adam sigarayı yere atıp üstüne bastı. Sonra izmariti alıp çöp kovasına attı. Yüzündeki mahcup ifade Ece’yi gülümsetti. Kendi sağlıklarının değerini bilmiyordu insanlar. Bazen zorla öğretmekte fayda vardı. 
Ece bir an durup soluklandı. İş hiç bitmiyordu. Daha çok iş vardı. Fiziksel yorgunluğuna bir de duygusal yorgunluk eklenmişti. Hasan amcanın halini gördüğünden beri kalbindeki sıkıntı artmıştı. Hem ‘Allah’ın takdiri’ diyor, hem de ‘neden iyiler hep hasta? Hep erken gidiyor?’ diye sorguluyordu.
Yorgun bedenini biraz gerip traktöre doğru yürüdü. Evin hizasına geldiğinde bağlara doğru yöneleceğine eve döndürdü traktörü. Mutfağın camına gelip içeri seslendi. Camı açan Ayşe Hanım ile konuşmaya başladı.  
“Ayşe abla, senin gibi güzel yemek yapan kim var? Bana birkaç günlük biri lazım.”
“Kaç kişilik yemek yapılacak?”
“Karayel çiftliğinde şimdi on işçi var. Belki üç beş kişi daha alacağız kısa süreli. Aşçıları hastalanmış. Kuru ekmeğe talim ediyorlarmış iki gündür. Yarın başlayacak biri lazım. Sen bir hallet olur mu? Ama eli lezzetli olsun.”
“Bulurum ben. Merak etme. Dilersen sabahtan oraya giderim, pişiririm, onlar bir ısıtır yerler.”
“Sen bize lazımsın. Oraya bul birisini.”
“Tamam. Hasan bey nasıl?”
“Kötü.”
“Ah Allah yardımcısı olsun. Ben şimdi biraz yemek yapıyorum, sonra götürürsün.”
Ece, başını sallayıp onayladı onu, bir şişe su isteyip traktörüne döndü.
Artık çalışmalıydı.


*****


Toprak, annesinden gelen telefonu açmadan önce alacağı haberin daha kötü olacağını sanmıştı ama neyse ki amcası hala hayattaydı.
“Tamam anne, birazdan çıkıyorum. Akşama oradayım.”
Kısa süre daha konuşup telefonu kapattığında aklında planlar oluşmuştu bile. Her katın müdürünü hemen yanına çağırdı. Zaten önceden de bilgilendirmişti ama son an aklına gelen şeyleri paylaşmalıydı. Üçü de söylediklerini can kulağı ile dinleyip başları ile onayladılar. Toprak da biliyordu kendisi olmasa da işlerin yürüyeceğini ama aksilik olmaması için anımsatmalar yapıyordu. Müdürler odasını terk ettiğinde artık işi bitmişti.
Masasının üstünü toparladı. Ödemeler ile ilgili muhasebecisine bir çek kesti. Telefonunu da aldıktan sonra odasından ayrıldı.
Yolun durumuna göre iki-üç saatlik bir yolculuk bekliyordu kendisini. Boynunu ovup, önce eve uğramam lazım, diyerek arabasını evin yoluna çevirdi. Konak’taki lokantasından Karşıyaka’daki evine gidene kadar olan süre akşam trafiğine kaldığı için biraz uzun sürdü. Lokantanın normal kapanma saatinde yollarda neredeyse kimse olmuyordu. O saatlerdeki İzmir sokaklarını çok seviyordu.
Evin önüne geldiğinde arabasını kilitleyip hemen apartmana girdi. Çatı katındaki stüdyo tipi dairede oturuyordu. İki sene önce satın almıştı burayı. Hem ailesine yakın, hem kendine ait bir yerdi ve en önemlisi deniz görüyordu. Salonun yerden bir metre yüksekteki camlarını beğenmemiş, tüm duvarları yıktırmış ve ön cepheyi olduğu gibi camla kaplatmıştı. Temizliğin kolay olması için arkadaşının annesinin önerisini dinlemiş ve tamamını kapı şeklinde yaptırmıştı. Bu evin tek kusuru ise asansörünün olmamasıydı. Beşinci kata geldiğinde nefesi tıkanmıştı. Son katı çıkarken söyleniyordu, “Şu yürüyüşlerimi neden bıraktım ki? Beş kat çıkınca nefes nefese kalıyorum. Sigarayı bırakacak ve yine spora başlayacağım.”
Bu cümleyi neredeyse iki yıldır, yani daireyi aldığından beri söylüyordu ama hala iki isteğini de gerçekleştirememişti. Hep bir bahanesi vardı sigarayı bırakmamak ve spora başlamamak için.
Dolabın üst rafından seyahat çantasını aldı. Köyünün ne kadar soğuk olduğunu düşünüp bir kot, bir de kalın kadife pantolon aldı askıdan. Sonra kazakların olduğu tarafa döndü ve yine iki tane kalın kazak aldı. Hep orada yaşasa üşümezdi. Çünkü bünyeleri alışıyordu ama bunca yıldan sonra donacağından emindi. Çorap, çamaşır ve tıraş malzemelerini de aldıktan sonra her şey hazırdı. Son anda aklına gelen telefon şarjını da çantaya attı. Evet, asıl şimdi hazırdı.
Üstüne kalın montunu aldı. En son kovboy çizmelerini giydi. Ne olursa olsun vazgeçemediği tek süsüydü bu. Ayaklarını pişirmeyeceğini bilse yazın da giyecekti. Evin kapısını kilitledikten sonra elindeki çanta ile indi merdivenleri. Yola çıktıktan kısa süre sonra aklı köye kaydı. Amcasının artık son anları olduğunu biliyordu. Uzun zamandır hastaydı ve Ege Üniversitesinin hastanesinde tedavi görüyor, sonra köyüne dönüyordu. Tedaviler artık yetersiz kalmış, doktor son kontrolünden sonra birkaç haftası kaldığını zaten söylemişti. Toprak, amcası ile yengesini köye yollarken belki de son kez gördüğünü düşünmüştü.
İki aya yakın süre geçmesine rağmen yine de gitmemişti köye.
Ama artık kaçarı yoktu…


 *****


Ece, kucağında henüz bir karış kadar olmuş örgüsü ile televizyon izlerken uyuya kalmıştı. Uzaktan gelen bir çığlık sesi ile sıçrayarak uyandı. Çığlık televizyonda, kahkaha sesi yan tarafından geliyordu. Annesi onun haline gülüyordu.  
Tüm gün çok koşuşturmuş ve yorgunluktan bitap düşmüştü. Karayel çiftliğinin yemek işleri için Ayşe Ablanın bulduğu köylüsünü götürdüğünde bağları da gezmiş ve işlerin biraz daha hızlandığını görüp sevinmişti. Kendi işleri artık çok daha fazlaydı. Yeni bağ için bir sürü işçiyi işe almıştı. Köylülerin çoğu kendi işini yaptığı için muhtarın bulduğu adamlara iş vermişti. Neyse ki tecrübeli işçilerdi çoğu. Söküm ve dikim işleri bittikten sonra çoğuna ihtiyaç kalmayacaktı. O süre içinde kalıcı olanları seçmeliydi. Tüm bunlarla uğraşırken saatin nasıl geçtiğini anlamamış, akşamı etmişti. O yorgunlukla oturduğu koltukta uyukluyordu.
Annesinin zoru ile başladığı kazağın önü bir ayda bitmişti. Arkasını başlayalı bir hafta olmasına rağmen daha bir karış bile olmamıştı boyu. Bu parça da kış bitmeden bitecek gibi değildi. Zaten eline de yakıştıramıyordu. “Ben kim kazak örmek kim? Neden sen devam etmiyorsun?” dediğinde aldığı yanıt, “Olur da evlenirsen, adam senden bağ bahçe işi değil ev işi isteyecek. Hadi mutfağa sokamadım bari iki şiş tut da anası yetiştirememiş demesinler.” Olmuştu. Ece tabii altta kalmamış, “Anne, ne yapar eder eve bir kadın alırım. O yemek yapar ben toprakla ilgilenirim. Hem Ayşe ablayı alırım senden. Sen de rahat rahat kendi yemeğini yaparsın.” Böylece yıllardır bu evde de bir kadının yemek yaptığını anımsatmıştı. Temizlik işlerini yapan Halime’yi söylememişti bile! Annesi işin o kısmına hiç takılmadın kendi aklındakileri söylemeyi tercih etmişti.
“Unut onu. Ayşe’yi kimse alamaz. Başkasını bulursun diyeceğim ama ya istemezse adam? Ya mutfağa sen gireceksin derse? Girmem mi diyeceksin?”
“Az yesin de bir uşak tutsun kendine. Hem zaten ortada evlenecek adam yok. Neden dertleniyorsak bunları?”
Hülya Hanım ağzının içinde mırıldanmıştı, yine de duymuştu Ece,’Sen bu kafayla kimseyi bulamazsın zaten’
Annesi doğru söylüyordu. Çünkü evlenmek isteyeceği erkeğin en azından onun bağ bahçe ile uğraşmasına ses etmemesi hatta destek olması gerekiyordu. Hiçbir zaman ev işi yapan biri olamamıştı. Kız kardeşlerinin kendisini örnek almasını hem istiyor hem de sırf bu yüzden istemiyordu. Çıkan birkaç talibi de iş bilmiyor diye vazgeçmemiş miydi? Kendisi de, civar köylerden gelen bu taliplerin kaçması için oldukça çaba harcamış ve işten anlamadığını detaylıca anlatmıştı. Elbette damat anneleri onun bu davranışlarından yanıtlarını almış ve vazgeçmişlerdi. Köyünden talibi hiç çıkmamıştı. Herkes biliyordu onun nasıl biri olduğunu. Bağ bahçe işi yapmasını zaten kimse yadırgamıyordu ama at yetiştirmesi, binmesi, yarışlar için şehre inmesi ve orada tek başına kalması, ev işinden hiç anlamaması köylüyü uzak tutuyordu. Çıkan talipler de civar köylerden oluyordu.
İsmail bu konuda nasıl düşünürdü acaba?
İsmail şimdi niye aklına gelmişti? Hem onun ne düşüneceği önemli miydi? Aslında biraz önemliydi. Çünkü onun kendisinden hoşlandığını düşünüyordu. Şu arkadaşının elindeki mallarla ilgili kendini öne atması da görüşmeye devam etmek için bir fırsatmış gibi gelmişti. Hem bunu yaparken Ece’nin o işlerle uğraşacağını anlamış ve bir şekilde destek vermişti. Elbette önemli olan sonra ne düşüneceği idi! İşler ciddiyete bindiğinde tarafların değiştiğini arkadaşlarından biliyordu. Uğraşamazdı böyle kaprislerle. ‘Ben neysem oyum, beğenmeyen küçük oğluna almasın.’
Televizyondaki diziye göz ucu ile bakmaya çalıştı. Bir yandan da daha bir sıra bile bitiremediği örgüsü ile boğuşuyordu. Ekrandaki ezik kadın karakteri gördükçe sinirleri havalanıyordu. Şehirde yaşayan, okumuş, çalışan bir kadının iki çift laf edememesi kabul edeceği şey değildi. Gözlerini açık tutamadığını fark edip iyi geceler dileyerek yerinden kalktı. Babasına uğradı. Uyuyordu yaşlı adam. Nefesini dinledi. Hırıltılı sese artık alışmışlardı. Babasının hastalığını ilk öğrendiklerinden beri evde kimse sigara içmiyordu. İki abisi de bırakmıştı. Ece ara sıra merak için yaktığı sigarayı bir daha ağzına sürmemişti. Çocukları içmese de babası bırakmamıştı. Ne zaman ki doktor artık makinesiz nefes alamayacağını söylemiş, işte o zaman elinden sigarayı atmıştı. Bu geç karar, ciğerlerin bir daha düzelmeyecek şekilde hasar almasına neden olmuştu.  
“Keşke daha önce vazgeçebilseydin, baba. Şu yatağa bağlandın kaldın. Sen ki, kapı gibiydin. Hepimizin güvencesiydin. Şimdi ise makineler olmasa nefes alamıyorsun. Hep inadından, hep bana bir şey olmaz demenden geldi bunlar başına.”
Fısıltıyla konuştuklarını duymayacağını bilse de yavaş adımlarla uzaklaştı odanın kapısından. Aynı yavaş adımlarla iki katı çıkıp odasına geldi. Kolunu kaldıracak hali yoktu. Kalın pijamalarını giyip yorganın altına girdi. Buz gibi çarşaflar bir an uykusunu açtı. Pencerenin perdelerini kapatmadığını gördü. Zorla kalktı. Sabah gün ışıdığında çoktan uyanmış olacaktı ama bir ihtimal uyuyabileceğini düşünüp perdeleri kapattı. Perdelerin arasında küçücük bir aralık açıp köye baktı. Sadece sokak lambaları yanıktı. Bir de… Evet, Hasan amcanın evinde ışık vardı. ‘Acaba bir şey mi oldu?’ diye düşünerek perdenin arasındaki küçük aralığı da kapatıp yatağına geri döndü. Olsa da yapacakları ne vardı ki? Belki de iyiydi şimdi. O yüzden erkenden yatmamıştı kimse.
Umut etmek güzeldi.


*****


Sabaha kadar bir uyur bir uyanık geçirmişti Karayel ailesi geceyi. Hasan Karayel, gözlerini açmadan saatlerdir yattığı yatakta kısa süre kendine gelmiş, tek tek hepsine veda etmiş, sabaha doğru son nefesini vermişti. Son anlarında hepsiyle gözleri ile vedalaşmış, en son karısına uzun uzun bakmış ve gözlerini açmamak üzere kapatmıştı.
Halil Bey ve Hüsniye Hanım kardeşlerinin arkasından gözyaşlarını tutamıyordu. Yenge ise neredeyse baygın düşmüştü. Ailenin gençleri daha metanetliydi.
Toprak, ablasını alıp dışarı çıkarttı. Sigara paketini uzatınca ablası bir tane aldı.  İkisi de derin birer nefes çekip sabahın soğuğunda bahçede yürümeye başladılar.
“Şimdi ne olacak Toprak?”
“Birazdan hocaya giderim. Selasını verir. Öğlene de gömeriz.”
“Ya yengem?”
“Ne olacak yengeme? Yanına birini alırız. O bakar.”
“Benim de aklıma o geldi ama ya kötü biri çıkar da eziyet ederse? Ya yemek vermezse? Nasıl haberimiz olacak?”
“Kötü düşünme. Olmaz öyle şeyler!”
“Sen de pek rahatsın. Halam da yaşlanıyor. O sık sık gelir elbette ama kendi bağı bahçesi var. Evinin işi var. Yaşlandı artık nasıl yetişir her yere? Onun bile yanına birini bulmak lazım.”
“Biz sık ararız. Haftada on beş de bir habersiz gelir yoklarız. Böylece yanındaki kadın da onun sahipsiz olmadığını bilir.”
Uzun süre sessiz kalan iki kardeş, evin yanındaki bağların arasında dolaşmaya başlamıştı. Ay ışığı yollarını aydınlatıyor, henüz birer tomruk olan bağları ürkütücü gösteriyordu. “Bağlar ne olacak?” Serap diğer önemli konuya değinmişti. Kimsenin aklında olmayan bağların işleri bir anda hepsinin derdi olmuştu. Aslında o an ne konuşacaklarını bilememenin verdiği bir gayretle gözlerinin önündekinden bahsetmek kolay gelmişti. Düne kadar akıllarında sadece babalarının paylaştırdığı yıllık payları vardı. O dağılımda babalarının isteğine göre olurdu.
“Amcamın payının dağılımı yapılacak mecburen. Yengemin ihtiyaçları da karşılanacak. Onun kimsesi yok. Mirası babama, halama ve yengeme kalacak. Geçinden versin ama yengem de aramızdan ayrılırsa onun payları yine bizlere kalacak. Mantıklı olan şimdiden halletmek olabilir fakat bu ne babama ne yengeme söylenecek şey değil. Babam nasıl bir yol izleyecek bilmiyorum. Soramadım da.”
“Şimdi sormak olmaz zaten. Mal mı istiyorsunuz der. Biraz zaman geçince belki satar. Bağlarla uğraşmak onun harcı değil. Unuttu artık bu işleri. Hem o da yaşlandı. İstese de bu saatten sonra uğraşamaz.” Serap bir yandan sigarasını içiyor bir yandan da üşümüş kollarını ovuşturuyordu. Gece daha da soğumuştu hava. Üstlerindeki kabanlar bile fayda etmiyordu.
Toprak, bağlara baktı kısa süre. Biten sigarasını yere atıp söndürdükten sonra izmariti alıp cebine koydu. Yeniden bağlara bakıp “Toprak işi unutulmaz. Ben bile bugün buraya yerleşsem bir aya kalmaz neyi ne yapacağımı anımsarım.” Kendinden emindi sesi. Anımsardı ama gelmek ister miydi? Hayır. Artık köyle bağı sadece halası, eniştesi ve yengesiydi. Yıllarca görmediği akrabalarını kim bilir bir daha ne zaman görecekti? Serap kardeşinin söylediklerini düşündü. “Sen uğraştın toprakla da ondan. Babam da çocukluğunda uğraşmış. O da anımsar ama yapmak ister mi bilmem. Köye dönmesi demek bu!”
“Sanmıyorum döneceğini Serap. Satacaktır.”

Eve doğru yürüyüşe geçen kardeşler yine susmuştu. Eve girdiklerinde ağlama seslerinin geldiği yatak odası yerine oturma odasına geçtiler.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder