Ece, eve dönmeden önce Karayel ailesine
ait bağların olduğu tarafa sürdü kamyoneti. Kalfayı işçilerin başında buldu.
Yengenin dediği gibi onun da başına bir kalfa gerekiyordu. Hepsi durmuş
konuşuyordu.
“Cevat kalfa, selamın aleyküm. Nasıl
gidiyor işler?”
“Aleyküm selam Ece. İyi işler,
bitiriyoruz.” Her seferinde adını söylerken kendisini küçümsediğini
hissediyordu, Ece. Babası yaşındaki adamın kendisini umursamadığını, pek de
takmadığını biliyordu. Hele şimdi Hasan amcanın ölüm döşeğinde olması ile iyice
gemi azıya alacak gibiydi. Ece istifini bozmadı, sert bir ses ile konuşmaya
başladı, “Eski bağlardan sökülecekleri temizlediniz mi? Gelirken baktım da hala
temizlenmemiş yerler vardı.”
“Yarına kadar biter. Buraları
temizledik. Yeni bağ çubuklarını diktik.”
“Köklü mü yeni çubuklar?”
“Köklüsü de var köksüzü de.”
“Karışık ekmeseydiniz de hangisi çabuk
tutacak, hangisi köklenmeyi bekleyecek daha kolay anlasaydık.”
İşçilerin birbirine bakışından ve
kalfanın diklenmesinden öyle olmadığını anladı. “Ona dikkat etmedik. Ama tutar
nasılsa. Burada elimdeki bastonu eksek üzüm alırız biliyorsun.”
“O kadar da değil. Haftaya yağmur
bekleniyormuş. O yüzden acele edin. Bugün geçti ama yarın size sıcak yemek
temin edeceğim. İki gündür kuru ekmek yeniyormuş. Neden haber vermedin
anlamıyorum. Böyle şeyler için Yengeyi ve diğerlerini rahatsız etme. Beni ara.”
“Sen merak etme, kendi topraklarınla
ilgilen. Ben buraların icabına bakarım. İşçileri iki gündür aç bırakmadım ya?”
Ece o daha cümlesini bitirmeden iki adımda dibinde bitti. Kulağına doğru
eğilerek, “Ben Hasan amcaya bir söz verdim. Tutacağım. Ailesinden biri gelip
işlerin başına geçene kadar sorumluluk bende. O yüzden bir şey lazım olunca
beni arayacaksın. Kuru ekmekle beslemek marifet değil.” Dedi. Bu kez Cevat’tan
aksi bir söz çıkmamıştı. Ece
kendilerine bakan işçilere dönüp otoriter bir sesle, “Hadi bu kadar dinlenmek
yeter. İş başına. Belki yarın çalışamayacağız o yüzden bugün işleri hızlıca
toparlamaya bakın.” Dedi sonra sanki az önceki konuşmayı yapmamış gibi Cevat’ın
işçiler gözündeki otoritesini geri kazandırmak için ona dönüp konuştu. “Elinizde yeterince bağ çubuğu var mı?”
“Var,
yarın akşama kadar hepsi ekilmiş olur.” Cevat kalfa da kızdırmaması gerektiğini
anlayıp alttan almıştı.
“Tamam,
hadi kolay gelsin.”
Ece,
kalfanın kendisinden haşlanmadığını biliyor ama umursamıyordu. Kadın olduğu
için söz dinlemek istemeyen bir sürü işçi ile uğraşmıştı. Bir eksik bir fazla
fark etmiyordu. Kamyonetine atladığı gibi evinin yolunu tuttu.
Kapıya
yaklaşınca seyis Ali’nin tavladan çıktığını gördü. Elindeki sigarayı görünce
kaşlarını çattı. Seyislerin içmesini istemiyordu ama bu konuda içmeyin demekten
öteye bir şey yapamazdı.
Atları
ile doğru düzgün ilgilenmemişti. Bir iki gün daha fırsat bulamayacaktı. “Ali
seyis, nasıl benimkiler?” diye seslendi. Seyis diğer elindeki kovayı yere
bırakıp döndü. “İyiler Ece Hanım. Biraz koşturdum bu sabah onları.” Sigaralı
elini saklamaya uğraşıyordu.
“Aman
sen bari eğitimlerini aksatma. Benim onlara faydam olmuyor kaç gündür.”
“Siz
onları düşünmeyin, ben ilgileniyorum onlarla. Yeni at da toparlanıyor yavaş
yavaş.”
“Senin
özel besininden yiyecek de toparlanmayacak, mümkün mü? Eline sağlık. Üç hafta
sonra satışlara götüreceğim iki tayı. Bir de yarış için at gidecek. Bizim iki
aracımız var. İki atı aynı araçla götürebilir miyiz?”
“Taylar
sorun çıkartmaz diye umuyorum. Yine de isterseniz Mehmet Ali beye soralım, o
gitmeyecekse onun aracı alırız.”
“Olur.
Yarın unutmazsam sorarım. Hadi ben işime bakayım. Akşamüstü uğramaya çalışırım.
Ah bu arada o sigara senin için de ahır için de zararlı!” Yaşlı adam sigarayı
yere atıp üstüne bastı. Sonra izmariti alıp çöp kovasına attı. Yüzündeki mahcup
ifade Ece’yi gülümsetti. Kendi sağlıklarının değerini bilmiyordu insanlar.
Bazen zorla öğretmekte fayda vardı.
Ece
bir an durup soluklandı. İş hiç bitmiyordu. Daha çok iş vardı. Fiziksel
yorgunluğuna bir de duygusal yorgunluk eklenmişti. Hasan amcanın halini
gördüğünden beri kalbindeki sıkıntı artmıştı. Hem ‘Allah’ın takdiri’ diyor, hem
de ‘neden iyiler hep hasta? Hep erken gidiyor?’ diye sorguluyordu.
Yorgun
bedenini biraz gerip traktöre doğru yürüdü. Evin hizasına geldiğinde bağlara
doğru yöneleceğine eve döndürdü traktörü. Mutfağın camına gelip içeri seslendi.
Camı açan Ayşe Hanım ile konuşmaya başladı.
“Ayşe
abla, senin gibi güzel yemek yapan kim var? Bana birkaç günlük biri lazım.”
“Kaç
kişilik yemek yapılacak?”
“Karayel
çiftliğinde şimdi on işçi var. Belki üç beş kişi daha alacağız kısa süreli. Aşçıları
hastalanmış. Kuru ekmeğe talim ediyorlarmış iki gündür. Yarın başlayacak biri
lazım. Sen bir hallet olur mu? Ama eli lezzetli olsun.”
“Bulurum
ben. Merak etme. Dilersen sabahtan oraya giderim, pişiririm, onlar bir ısıtır
yerler.”
“Sen
bize lazımsın. Oraya bul birisini.”
“Tamam.
Hasan bey nasıl?”
“Kötü.”
“Ah
Allah yardımcısı olsun. Ben şimdi biraz yemek yapıyorum, sonra götürürsün.”
Ece, başını
sallayıp onayladı onu, bir şişe su isteyip traktörüne döndü.
Artık
çalışmalıydı.
*****
Toprak,
annesinden gelen telefonu açmadan önce alacağı haberin daha kötü olacağını
sanmıştı ama neyse ki amcası hala hayattaydı.
“Tamam
anne, birazdan çıkıyorum. Akşama oradayım.”
Kısa
süre daha konuşup telefonu kapattığında aklında planlar oluşmuştu bile. Her
katın müdürünü hemen yanına çağırdı. Zaten önceden de bilgilendirmişti ama son
an aklına gelen şeyleri paylaşmalıydı. Üçü de söylediklerini can kulağı ile
dinleyip başları ile onayladılar. Toprak da biliyordu kendisi olmasa da işlerin
yürüyeceğini ama aksilik olmaması için anımsatmalar yapıyordu. Müdürler odasını
terk ettiğinde artık işi bitmişti.
Masasının
üstünü toparladı. Ödemeler ile ilgili muhasebecisine bir çek kesti. Telefonunu
da aldıktan sonra odasından ayrıldı.
Yolun
durumuna göre iki-üç saatlik bir yolculuk bekliyordu kendisini. Boynunu ovup,
önce eve uğramam lazım, diyerek arabasını evin yoluna çevirdi. Konak’taki
lokantasından Karşıyaka’daki evine gidene kadar olan süre akşam trafiğine
kaldığı için biraz uzun sürdü. Lokantanın normal kapanma saatinde yollarda
neredeyse kimse olmuyordu. O saatlerdeki İzmir sokaklarını çok seviyordu.
Evin
önüne geldiğinde arabasını kilitleyip hemen apartmana girdi. Çatı katındaki
stüdyo tipi dairede oturuyordu. İki sene önce satın almıştı burayı. Hem
ailesine yakın, hem kendine ait bir yerdi ve en önemlisi deniz görüyordu. Salonun
yerden bir metre yüksekteki camlarını beğenmemiş, tüm duvarları yıktırmış ve ön
cepheyi olduğu gibi camla kaplatmıştı. Temizliğin kolay olması için arkadaşının
annesinin önerisini dinlemiş ve tamamını kapı şeklinde yaptırmıştı. Bu evin tek
kusuru ise asansörünün olmamasıydı. Beşinci kata geldiğinde nefesi tıkanmıştı. Son
katı çıkarken söyleniyordu, “Şu yürüyüşlerimi neden bıraktım ki? Beş kat
çıkınca nefes nefese kalıyorum. Sigarayı bırakacak ve yine spora başlayacağım.”
Bu
cümleyi neredeyse iki yıldır, yani daireyi aldığından beri söylüyordu ama hala
iki isteğini de gerçekleştirememişti. Hep bir bahanesi vardı sigarayı
bırakmamak ve spora başlamamak için.
Dolabın
üst rafından seyahat çantasını aldı. Köyünün ne kadar soğuk olduğunu düşünüp
bir kot, bir de kalın kadife pantolon aldı askıdan. Sonra kazakların olduğu
tarafa döndü ve yine iki tane kalın kazak aldı. Hep orada yaşasa üşümezdi.
Çünkü bünyeleri alışıyordu ama bunca yıldan sonra donacağından emindi. Çorap,
çamaşır ve tıraş malzemelerini de aldıktan sonra her şey hazırdı. Son anda
aklına gelen telefon şarjını da çantaya attı. Evet, asıl şimdi hazırdı.
Üstüne
kalın montunu aldı. En son kovboy çizmelerini giydi. Ne olursa olsun
vazgeçemediği tek süsüydü bu. Ayaklarını pişirmeyeceğini bilse yazın da
giyecekti. Evin kapısını kilitledikten sonra elindeki çanta ile indi
merdivenleri. Yola çıktıktan kısa süre sonra aklı köye kaydı. Amcasının artık
son anları olduğunu biliyordu. Uzun zamandır hastaydı ve Ege Üniversitesinin
hastanesinde tedavi görüyor, sonra köyüne dönüyordu. Tedaviler artık yetersiz
kalmış, doktor son kontrolünden sonra birkaç haftası kaldığını zaten
söylemişti. Toprak, amcası ile yengesini köye yollarken belki de son kez
gördüğünü düşünmüştü.
İki
aya yakın süre geçmesine rağmen yine de gitmemişti köye.
Ama
artık kaçarı yoktu…
*****
Ece,
kucağında henüz bir karış kadar olmuş örgüsü ile televizyon izlerken uyuya
kalmıştı. Uzaktan gelen bir çığlık sesi ile sıçrayarak uyandı. Çığlık
televizyonda, kahkaha sesi yan tarafından geliyordu. Annesi onun haline gülüyordu.
Tüm
gün çok koşuşturmuş ve yorgunluktan bitap düşmüştü. Karayel çiftliğinin yemek
işleri için Ayşe Ablanın bulduğu köylüsünü götürdüğünde bağları da gezmiş ve
işlerin biraz daha hızlandığını görüp sevinmişti. Kendi işleri artık çok daha
fazlaydı. Yeni bağ için bir sürü işçiyi işe almıştı. Köylülerin çoğu kendi
işini yaptığı için muhtarın bulduğu adamlara iş vermişti. Neyse ki tecrübeli
işçilerdi çoğu. Söküm ve dikim işleri bittikten sonra çoğuna ihtiyaç
kalmayacaktı. O süre içinde kalıcı olanları seçmeliydi. Tüm bunlarla uğraşırken
saatin nasıl geçtiğini anlamamış, akşamı etmişti. O yorgunlukla oturduğu
koltukta uyukluyordu.
Annesinin
zoru ile başladığı kazağın önü bir ayda bitmişti. Arkasını başlayalı bir hafta
olmasına rağmen daha bir karış bile olmamıştı boyu. Bu parça da kış bitmeden
bitecek gibi değildi. Zaten eline de yakıştıramıyordu. “Ben kim kazak örmek
kim? Neden sen devam etmiyorsun?” dediğinde aldığı yanıt, “Olur da evlenirsen,
adam senden bağ bahçe işi değil ev işi isteyecek. Hadi mutfağa sokamadım bari
iki şiş tut da anası yetiştirememiş demesinler.” Olmuştu. Ece tabii altta
kalmamış, “Anne, ne yapar eder eve bir kadın alırım. O yemek yapar ben toprakla
ilgilenirim. Hem Ayşe ablayı alırım senden. Sen de rahat rahat kendi yemeğini
yaparsın.” Böylece yıllardır bu evde de bir kadının yemek yaptığını
anımsatmıştı. Temizlik işlerini yapan Halime’yi söylememişti bile! Annesi işin
o kısmına hiç takılmadın kendi aklındakileri söylemeyi tercih etmişti.
“Unut
onu. Ayşe’yi kimse alamaz. Başkasını bulursun diyeceğim ama ya istemezse adam?
Ya mutfağa sen gireceksin derse? Girmem mi diyeceksin?”
“Az
yesin de bir uşak tutsun kendine. Hem zaten ortada evlenecek adam yok. Neden
dertleniyorsak bunları?”
Hülya Hanım
ağzının içinde mırıldanmıştı, yine de duymuştu Ece,’Sen bu kafayla kimseyi
bulamazsın zaten’
Annesi
doğru söylüyordu. Çünkü evlenmek isteyeceği erkeğin en azından onun bağ bahçe
ile uğraşmasına ses etmemesi hatta destek olması gerekiyordu. Hiçbir zaman ev
işi yapan biri olamamıştı. Kız kardeşlerinin kendisini örnek almasını hem
istiyor hem de sırf bu yüzden istemiyordu. Çıkan birkaç talibi de iş bilmiyor
diye vazgeçmemiş miydi? Kendisi de, civar köylerden gelen bu taliplerin kaçması
için oldukça çaba harcamış ve işten anlamadığını detaylıca anlatmıştı. Elbette
damat anneleri onun bu davranışlarından yanıtlarını almış ve vazgeçmişlerdi. Köyünden
talibi hiç çıkmamıştı. Herkes biliyordu onun nasıl biri olduğunu. Bağ bahçe işi
yapmasını zaten kimse yadırgamıyordu ama at yetiştirmesi, binmesi, yarışlar
için şehre inmesi ve orada tek başına kalması, ev işinden hiç anlamaması
köylüyü uzak tutuyordu. Çıkan talipler de civar köylerden oluyordu.
İsmail
bu konuda nasıl düşünürdü acaba?
İsmail
şimdi niye aklına gelmişti? Hem onun ne düşüneceği önemli miydi? Aslında biraz
önemliydi. Çünkü onun kendisinden hoşlandığını düşünüyordu. Şu arkadaşının
elindeki mallarla ilgili kendini öne atması da görüşmeye devam etmek için bir
fırsatmış gibi gelmişti. Hem bunu yaparken Ece’nin o işlerle uğraşacağını
anlamış ve bir şekilde destek vermişti. Elbette önemli olan sonra ne düşüneceği
idi! İşler ciddiyete bindiğinde tarafların değiştiğini arkadaşlarından
biliyordu. Uğraşamazdı böyle kaprislerle. ‘Ben neysem oyum, beğenmeyen küçük
oğluna almasın.’
Televizyondaki
diziye göz ucu ile bakmaya çalıştı. Bir yandan da daha bir sıra bile
bitiremediği örgüsü ile boğuşuyordu. Ekrandaki ezik kadın karakteri gördükçe
sinirleri havalanıyordu. Şehirde yaşayan, okumuş, çalışan bir kadının iki çift
laf edememesi kabul edeceği şey değildi. Gözlerini açık tutamadığını fark edip
iyi geceler dileyerek yerinden kalktı. Babasına uğradı. Uyuyordu yaşlı adam.
Nefesini dinledi. Hırıltılı sese artık alışmışlardı. Babasının hastalığını ilk
öğrendiklerinden beri evde kimse sigara içmiyordu. İki abisi de bırakmıştı. Ece
ara sıra merak için yaktığı sigarayı bir daha ağzına sürmemişti. Çocukları içmese
de babası bırakmamıştı. Ne zaman ki doktor artık makinesiz nefes alamayacağını
söylemiş, işte o zaman elinden sigarayı atmıştı. Bu geç karar, ciğerlerin bir
daha düzelmeyecek şekilde hasar almasına neden olmuştu.
“Keşke
daha önce vazgeçebilseydin, baba. Şu yatağa bağlandın kaldın. Sen ki, kapı
gibiydin. Hepimizin güvencesiydin. Şimdi ise makineler olmasa nefes
alamıyorsun. Hep inadından, hep bana bir şey olmaz demenden geldi bunlar
başına.”
Fısıltıyla
konuştuklarını duymayacağını bilse de yavaş adımlarla uzaklaştı odanın
kapısından. Aynı yavaş adımlarla iki katı çıkıp odasına geldi. Kolunu
kaldıracak hali yoktu. Kalın pijamalarını giyip yorganın altına girdi. Buz gibi
çarşaflar bir an uykusunu açtı. Pencerenin perdelerini kapatmadığını gördü.
Zorla kalktı. Sabah gün ışıdığında çoktan uyanmış olacaktı ama bir ihtimal
uyuyabileceğini düşünüp perdeleri kapattı. Perdelerin arasında küçücük bir
aralık açıp köye baktı. Sadece sokak lambaları yanıktı. Bir de… Evet, Hasan
amcanın evinde ışık vardı. ‘Acaba bir şey mi oldu?’ diye düşünerek perdenin
arasındaki küçük aralığı da kapatıp yatağına geri döndü. Olsa da yapacakları ne
vardı ki? Belki de iyiydi şimdi. O yüzden erkenden yatmamıştı kimse.
Umut
etmek güzeldi.
*****
Sabaha
kadar bir uyur bir uyanık geçirmişti Karayel ailesi geceyi. Hasan Karayel,
gözlerini açmadan saatlerdir yattığı yatakta kısa süre kendine gelmiş, tek tek
hepsine veda etmiş, sabaha doğru son nefesini vermişti. Son anlarında hepsiyle
gözleri ile vedalaşmış, en son karısına uzun uzun bakmış ve gözlerini açmamak
üzere kapatmıştı.
Halil
Bey ve Hüsniye Hanım kardeşlerinin arkasından gözyaşlarını tutamıyordu. Yenge
ise neredeyse baygın düşmüştü. Ailenin gençleri daha metanetliydi.
Toprak,
ablasını alıp dışarı çıkarttı. Sigara paketini uzatınca ablası bir tane
aldı. İkisi de derin birer nefes çekip
sabahın soğuğunda bahçede yürümeye başladılar.
“Şimdi
ne olacak Toprak?”
“Birazdan
hocaya giderim. Selasını verir. Öğlene de gömeriz.”
“Ya
yengem?”
“Ne
olacak yengeme? Yanına birini alırız. O bakar.”
“Benim
de aklıma o geldi ama ya kötü biri çıkar da eziyet ederse? Ya yemek vermezse?
Nasıl haberimiz olacak?”
“Kötü
düşünme. Olmaz öyle şeyler!”
“Sen
de pek rahatsın. Halam da yaşlanıyor. O sık sık gelir elbette ama kendi bağı
bahçesi var. Evinin işi var. Yaşlandı artık nasıl yetişir her yere? Onun bile
yanına birini bulmak lazım.”
“Biz
sık ararız. Haftada on beş de bir habersiz gelir yoklarız. Böylece yanındaki
kadın da onun sahipsiz olmadığını bilir.”
Uzun
süre sessiz kalan iki kardeş, evin yanındaki bağların arasında dolaşmaya
başlamıştı. Ay ışığı yollarını aydınlatıyor, henüz birer tomruk olan bağları
ürkütücü gösteriyordu. “Bağlar ne olacak?” Serap diğer önemli konuya
değinmişti. Kimsenin aklında olmayan bağların işleri bir anda hepsinin derdi
olmuştu. Aslında o an ne konuşacaklarını bilememenin verdiği bir gayretle
gözlerinin önündekinden bahsetmek kolay gelmişti. Düne kadar akıllarında sadece
babalarının paylaştırdığı yıllık payları vardı. O dağılımda babalarının
isteğine göre olurdu.
“Amcamın
payının dağılımı yapılacak mecburen. Yengemin ihtiyaçları da karşılanacak. Onun
kimsesi yok. Mirası babama, halama ve yengeme kalacak. Geçinden versin ama
yengem de aramızdan ayrılırsa onun payları yine bizlere kalacak. Mantıklı olan
şimdiden halletmek olabilir fakat bu ne babama ne yengeme söylenecek şey değil.
Babam nasıl bir yol izleyecek bilmiyorum. Soramadım da.”
“Şimdi
sormak olmaz zaten. Mal mı istiyorsunuz der. Biraz zaman geçince belki satar.
Bağlarla uğraşmak onun harcı değil. Unuttu artık bu işleri. Hem o da yaşlandı.
İstese de bu saatten sonra uğraşamaz.” Serap bir yandan sigarasını içiyor bir
yandan da üşümüş kollarını ovuşturuyordu. Gece daha da soğumuştu hava. Üstlerindeki
kabanlar bile fayda etmiyordu.
Toprak,
bağlara baktı kısa süre. Biten sigarasını yere atıp söndürdükten sonra izmariti
alıp cebine koydu. Yeniden bağlara bakıp “Toprak işi unutulmaz. Ben bile bugün
buraya yerleşsem bir aya kalmaz neyi ne yapacağımı anımsarım.” Kendinden emindi
sesi. Anımsardı ama gelmek ister miydi? Hayır. Artık köyle bağı sadece halası,
eniştesi ve yengesiydi. Yıllarca görmediği akrabalarını kim bilir bir daha ne
zaman görecekti? Serap kardeşinin söylediklerini düşündü. “Sen uğraştın
toprakla da ondan. Babam da çocukluğunda uğraşmış. O da anımsar ama yapmak
ister mi bilmem. Köye dönmesi demek bu!”
“Sanmıyorum
döneceğini Serap. Satacaktır.”
Eve
doğru yürüyüşe geçen kardeşler yine susmuştu. Eve girdiklerinde ağlama
seslerinin geldiği yatak odası yerine oturma odasına geçtiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder