Ece eve döndüğünde Ayşe abladan başka
kimsenin kalkmadığını görüp, hazırlanmış
darı ekmeklerine yanaştı. Onun pis elleri ile ekmeğe dalmasını engellemek için
Ayşe Abla bir parça kopartıp ağzına tıktı. “Üç yaşındasın Ece, üççç.” Yeniden
ocağa döndüğünde Ece gülerek üstündeki binici kıyafetlerini çıkartmak için
odasına gitti. En az bir saat kalkmazlardı. Binici kıyafetlerini çıkartıp
tarlada çalışırken giydiği kıyafetlerden seçti. Kot pantolonlarından giymek
yerine önceki günden kirliye attığı şalvarı geri aldı. Yeni bir şalvar
kirletmenin gereği yoktu. ‘Acaba yine tulum mu giymeye başlasam? O zaman kimse
aynı tulumu defalarca giydiğim için laf söylemiyordu.’ Diye düşündü. Annesi
tulumlarla hepten tamirci çırağı gibi olduğunu, biraz kıza benzemesi için
normal giyinmesini söylemişti. Ama bu kez de her seferinde üstündekilerin
kirliye atılması ile geçiyordu günleri. Giyinip aşağı indiğinde yine mutfağa
uğradı. Az önce ağzına tıktığı ekmeğin kalan kısmını eline alıp ‘Ayşe abla ben
bir saate kadar gelirim. Az işim var.” dedi. Evdekiler uyanana kadar krizmayı
bitirirdi. Hızlı adımlarla traktörün olduğu yere gitti.
Tahmin ettiğinden daha uzun sürmüştü.
Saat sekiz buçuğa geldiğinde eve döndü. Bu süre içinde evin bulunduğu alanı da
kaplayan bağın sürülme işi bitmişti. Küçük bağa geçecekken telefonu çalmış, Ece
de saati unuttuğunu itiraf edip eve yönelmişti. Herkes kalkmış ve açız diye
ağlaşıyor olmasa daha dönmezdi. Annesi telefonu İlkay’dan almış, hemen eve
gelmezse akşama kadar yemek vermeyeceğini söylemişti. Oğulları geldiğinde
şımarırdı Hülya Hanım. Ece, annesinin sözlerine gülerek eve gelmişti.
Eve girdiğinde Eray ile Ebru’nun da
geldiğini görüp sevindi. O saatte kahvaltıya yetişmeleri için epey erken
kalkmış olmalıydılar. Evin içinde neşeli sesler artmıştı. Bu sabah Osman Bey
bile kahvaltı masasına oturmuştu. Pazar kahvaltısı ağabeylerinin şehre
yerleşmesinden sonraki haftalarda
olduğu gibi öğlene kadar sürdü. Çocuklar da bunu bildiği için cumartesi
derslerini bitirir ve pazarı tatil günü ilan ederlerdi. Masanın etrafındaki
kalabalığın neşesi öğlene kadar sürdü.
Öğleden
sonra üç kardeş bağlara doğru yürümeye başladı. Ece, önceki gün İlkay abisine
anlattıklarını şimdi de Eray abisine kısaca aktarıyordu. Aldığı yanıtlar neredeyse
birebir aynıydı!
Bağların
budanmış olanlarının yanından geçerken çalışan işçilerle kısa kısa konuştular. İşçilerin
iki erkek kardeşi görünce tavırları bile değişmişti. İşte Ece’nin
kabullenemediği buydu. Geldiklerinde işlere karışmasalar da onları patron gibi görüyordu
işçiler. Bunu değiştiremeyeceğini biliyor ve kabulleniyordu. Yine de
içerlemesini engelleyemiyordu. Aşılayacağı üzüm tutar da şarap da istediği gibi
olursa işte o zaman patron kim anlayacaktı tüm işçiler. Düşünürken bile daha da
hırslanmıştı. Bu tavırları hissetmek, sinirlerini bozuyordu. İnatçılığının
böyle zamanlarda öne çıktığını biliyordu. İçindeki başarma hırsı artmıştı.
Öğleden
sonra çalışmayacağı için dar bir kot giymiş, üstüne de kalın bir kazak
geçirmişti. Bu kez üstünde kalın bir de mont vardı. Çalışmadığı zaman soğuk
ciğerlerine kadar işliyordu. Kuytu yerlerdeki karların erimemiş olması havanın
hala çok soğuk olduğunu anlatıyordu. Saçlarını toplamış ve örmüştü. Montunun
üstünde salınıp duruyordu örgüsü. Yakasını kaldırıp kulaklarını soğuktan
korumaya aldı. İki ağabeyinin de başında bereleri vardı. Neden yiğitlik yapıp
kendisi de takmamıştı ki?
“Hadi
artık, bağlara baktığınız yeter, sırada atlarım var.” Ahırlara doğru adımlarını
hızlandırdı. Seyisler onları görünce kapıya dizilmişti. Kısa selamlaşmadan
sonra ahırın içine girip atların boxlarını tek tek gezdiler. Hamile dişiyi
huzursuz etmemek için çok yaklaşmadılar. Son olarak adsız atın boxına geldiler.
İki ağabeyinin de ‘bu ne’ der gibi baktığını görüp gülümsedi. Atlardan
anlamıyorlardı!
“Nasıl
yakışıklım?”
“Ece,
erkekler konusunda zevkli olacağını düşünüyordum ama bu ata yakışıklı demenden
belli ki eniştemiz pek de yakışıklı biri olmayacak.”
“Gönül
kimi severse güzel odur, bir kere. Ayrıca, bu atın biraz kilo sorunu var. Evet,
çok zayıf ve güçsüz gibi gözüküyor ama artık toparlanıyor. Satın aldığımda daha
da zayıftı, fakat iki ay kadar sonra tüm ihtişamı ile süzülecek buralarda.”
İkisinin
bakışmasına aldırmadan ahırdan dışarı çıktı. Evin orada bıraktıkları Eray’ın
arabasına doğru yürümeye başladı.
Yeni alacakları
toprağa bakmaya ve pazarlık etmeye gittiler. Toprak sahibi artık çalışamadığı
ve işçilere para yetiştiremediği için satıyordu arazisini. Zamanında yapılması
gerekenleri yapmayınca ürün kalitesi düşmüş, bu da satışlarını etkilemiş, para
kazanamayınca da işçi çalıştıramaz olmuştu. Dönüm fiyatında biraz pazarlık
yaptılar. Olurunu bulunca da el sıkıştılar. Artık kalan iş muhtardan işlemlerin
tamamlanmasını istemekti. Sonrası tapudaki devirdi.
Ece
ağabeylerinin kısa sürede bitirdiği pazarlığı hayran gözlerle izledi. Pazartesi
şehre inecek ve bankadan parayı çekecekti. Asma köklerinin bir kısmının kötü
durumda olduğunu görüyordu. Eskiler sökülecek ve yeni omcalar dikilecekti. Ece,
bir gün sonra ailesinin olacak yeni bağda gezerken ağabeylerini unutmuş gibi
kendi kendine söyleniyordu.
“Yarın
Ziraate de uğrayayım da bağ çubuğu alayım. Bunların sökülüp yeniden dikilmesi
lazım. Bu ay çıkmadan söküm de dikim de bitmiş olmalı. Kaç kök var bir sırada?
Şunları not etmeliyim. Traktörün işi bitince buraya gelecek. Krizma bitince
yeni kökler dikilir ama bunlar için şu yağmurların geçmesini beklemem lazım.
Acele etmeyeceğim. Daha Hasan amcanın yeri var. Ya da önce buraya da bir ekip sokup
hızlıca mı yaptırsam? Evet, bu daha doğru! Salı günü buraya bir ekip
bulmalıyım.”
“Nece
konuşuyorsun Ece?” İlkay, anlamamış gibi konuşuyordu.
“Aman
dalga geçme be. Ben size altın ne olacak diyor muyum? Karışmayın işime. Siz
yapacağınızı yaptınız.”
“Eray,
bu kızın yaptığına ne denir?”
“Nankörlük
tabi.”
“Evet,
biz o kadar pazarlık yaptık anlaşma yaptık şimdi bizi attı başından.”
Ece
iki yanındaki ağabeylerine bakıp burnunu havaya dikti, “Aman ne çok iş
yaptınız. Bilsem ki kadınım diye benle anlaşmazlık etmeyecek, size muhtaç
olmazdım. Neyse ki beş dakika konuştunuz. İşi bitirdiniz sonra da ben nankör
oldum. İyi bu nankör size yarın yemek ısmarlasın da barışalım.” Sonra önden
yürümeye başladı.
Yolun
başındaki araca geldiklerinde Eray direksiyonu geçti. İlkay Ece’ye duyurmak
için sesini yükseltmişti “Hadi oradan. Hem şehre inecek hem bize yemek
ısmarlayacak. Başka emrin var mı gız?
“Hora
gelem de bi görem nişliyonuz. Needip goyyonuz.”
“Nişliycez
alıp veriyoz. Altın satıyoz.”
“İyi
iyi hâlâ unutmamışsınız.”
“Sen
de bizi hepten şehirli yaptın. Okullar dilimizi düzeltse de atadan kalma
ağızlar unutulmuyor.”
“Unutuluyor.
Bizimkiler bu kadarını bile neredeyse anlamıyor. Zaten köydeki yaşlılar çok
azaldı. Yeni nesil de okullarda dilini düzeltti. Ara sıra kulaklarında kalsın
diye annemle konuşuyoruz ama oralı bile değiller.”
“Her
şey değişiyor Ece. Üzülme. Sadece zamanla yaşanacak değişime ayak uydur yeter.”
“İstersen
uyma değişime! O zaman geri kafalı diyorlar. Cahil diyorlar. Bil de kullanma
diyenlerdenim ben artık. Lazım olanı kullanıyorum yetiyor.”
“En
iyisi. Şu arabayı biraz hızlı kullanır mısın Eray. Öldüm açlıktan.”
“Kullanamam,
bu arabanın altı alçak, yollar berbat. Nasıl basayım gaza? Elimize alırız
takımları.”
“Demiştim
size bizim arabayla gidelim diye. Buralarda bu arabalar komik kaçıyor.”
“O
çift kabinliyi kullanmak zor geliyor bana. Sen kullansan da olmazdı.”
“Hadi
hadi ben başkasının kullandığına, hele de bir kadının kullandığına asla binmem
demiyorsun da!”
Eray
abisinin böyle bir takıntısı vardı. Kendi kullanmıyorsa asla arabaya
binemiyordu. Bir arkadaşı ile çıktığı bir gezide kaza yapmışlar, arkadaşı
direksiyon başında ölmüştü. O gün bu gün arabayı hep kendisi kullanıyordu.
“Ece,
sen bi sussan abim. Ben de açım, yemek niyetine gitme istersen.”
“Aman
ne korktum anlatamam. Annem ikinizi de paralar bana dokunursanız.”
Üç
kardeş arabada atışırken eve gelmişlerdi. Ece hemen inip eve doğru yürümeye
başladı. Eray arabayı park etmek için İlkay’ın inmesini beklerken “Bu kızı
evlendirsek de kurtulsak be.”
“Haklısın.
Bu kızın evlenmesi lazım. Ama kimse yok istediği.”
“Olsun,
biz birilerine bakarız. Uygun birileri vardır elbet.”
“Vardır
tabii.” İlkay, aklındaki kişiyi ölçüp tartmaya başlamıştı bile.
Eray
da abisinden aldığı onayla kız kardeşi için birilerini düşünmeye başlamıştı…
*****
Ece,
pazartesi günü şehre indi. Bankaya yakın bir yere aracını park eden genç kız,
hızlı adımlarla bankaya doğru yürümeye başladı. O gün üstünde şık gri yün
pantolon ile siyah balıkçı yaka bir kazak vardı. Kabanı dışarıdaki soğuk
havadan korunması için yeterliydi. Hem parasını çekmiş, hem de satın almak
istediği makineler için leasing görüşmesini yapmıştı. Banka gerekli bilgileri
istemiş, ardından da leasing sonucunu bildireceklerini belirtmişti. Babasının
hastalığından sonra şirketi kapatmak istemiş ama ağabeyleri vazgeçirmişti. Yılların
şirketini kapatmak akıl kârı değil demişler, yetkileri Ece’ye devretmişlerdi. Şimdi
ağabeylerinin ne kadar haklı olduğunu anlıyordu.
Şirketin
zaten mevcut bir kredi hesabı vardı. Yıllardır kredi çekmedikleri için biraz
sorun olacaktı. Yine de sağlam teminatları sayesinde kısa sürede aktif olurdu
eski hesap. Tek yapılacak olan yeniden teminat değerlemesiydi. Bu da alacağı
kredinin zaten çok çok üstünde bir rakam olacağı için içi rahattı. Nakit ile
bir şeyler yapmak çok mantıklı gelmiyordu. Ağabeyleri bu konuda yeterince
eğitmişlerdi onu. Eli sıkışırsa kullanmak için nakit parayı kenarda tutmak
akıllıcaydı. Ece aklındakileri uygulayabilecekti. Bankanın teklif ettiği tarım
kredisini de düşünecekti. Bağlar için belki onu da kullanırdı. Masrafları uzun
vadeye yaymak mantıklıydı. Bu sene şarapçılığa geri dönecek ise akıllı adımlar
atmalıydı. Ece, kendisine gülmeye başladı. Nakit para ile en az beş bağ daha
alır, iki de sıfırdan fabrika açarlardı. Ama o parada kardeşlerinin hakkı
vardı. O yüzden yine de akıllı adımlar atmalı ve onların geleceğini tehlikeye
atmamalıydı.
Bankadan
ayrılırken elinde istenen evrakların listesi vardı. Muhasebecileri ile
görüşecek ve hepsinin gönderilmesini sağlayacaktı. Ağabeylerinin iş ve işletme
ile ilgili anlattıklarından bildiklerini uygulamaya koyduğunda daha da
keyifleniyordu. Kamyoneti park ettiği
yerden çıkarttıktan sonra söz verdiği gibi İlkay abisinin dükkânının olduğu
yöne çevirdi. Öğlen saatleri olduğu için yollar sakindi. Sadece okul servisleri
vardı ortalıkta. Ana cadde üstündeki dükkânlara girip çıkan kalabalık o an pek
dikkatini çekmiyordu. Hızlı adımlarla çarşının içine girip kuyumcuya yürüdü. Abisi
müşteriler ile ilgileniyordu. Başını kaldırıp kardeşini görünce gülümsedi.
“Hoş
geldin güzelim, geç otur. Ne içersin?”
“Bana
yemek ısmarlamayı düşünmüyorsun sanırım? İyi madem su içerim. Soğuk olsun.”
Gülüyordu konuşurken. Keyfi yerindeydi. İşler istediği gibi gidiyordu. İlkay da
onun neşesine katılıp “Vay, abiye laf çarpılıyor ha? Dün sen ısmarlıyordun, ne
oldu da iş bana döndü?” diye yanıtladı. Onların atışmasını izleyen müşteriler
de gülüyordu.
Ece,
alış veriş yapanları izledi bir süre. Kimin annesi olduğunu başta anlayamadığı
bir kadın ile genç bir çiftti. Ya nişan ya da düğün için alışveriş yaptıkları
belli oluyordu. Ece, çifte baktı kısa süre. İkisi de birbirine tüm yüzleri ile
gülümsüyor, aşk ile bakıyordu. Onları izlemeye daldığından dükkana giren genç
adamı fark edemedi.
Kendisine
uzanan eli görünce sıçradı yerinden.
“Özür
dilerim korkuttum. Duydunuz sandım.”
“Neyi?”
“Ooo
Ece, seni yan dükkân komşum İsmail ile tanıştırdım ama sen burada değilmişsin.
Yemeğe birlikte gidelim, dedim. İsmail de bize katılsa sorun olur mu? Eray
çıkamayacakmış, kalfası yok bugün.” İki ağabeyinin dükkânları arasında bir
sokak vardı. Eray’ın gelemeyecek olmasına üzülse de yapılacak bir şey yoktu. Az
önceki kabalığını da telafi etmek için gülümseyerek “Özür dilerim İsmail Bey,
dalmışım. Bir şey düşünüyordum. Elbette sorun olmaz.” diyerek uzanan eli sıktı.
Karşısındaki erkeğin sağlam bir el sıkışı vardı. Duruşu da öyleydi. Üstelik
beğeni dolu bakışlarla kendisine bakıyordu. Onun da gözleri yeşildi. Yeşil
gözlü erkekleri çekici buluyordu. İlkay ağabeyi acaba onun tipinin yeşil gözlü
erkekler olduğunu bilse tanıştırır mıydı? Hiç sanmıyordu!
“Güzel
şeylerdir inşallah.”
“Ne
güzeldir, anlayamadım?” İkinci kez aptal gibi ne dendiğini anlamamıştı. Bu kez
İsmail daha derin bir gülümseme ile “Düşündükleriniz!” dedi. Gülümseme ile iki
yanağında da çok güzel gamzeler oluşmuştu. Gözü kısa bir an onlara takılsa da
yanıtı gecikmedi.
“Evet,
çok güzeldi.”
Abisine
döndüğünde onun da ikisine ilgi ile ve gülümseyerek baktığını görüp şaşırdı.
Neredeyse başını sallayarak ‘ne var?’ diyecekti. Kendisini zor tutup vitrindeki
takılara bakmaya başladı. O sırada İsmail, abisi ile konuşuyor, bir takımın
kendisinde kalmadığını, onda varsa müşteriyi yollayacağını söylüyordu. Ece bu konuşmayı ilginç buldu. Eskiden
dinlediği bir hikayeyi anımsadı. Osmanlı zamanında esnaf eğer komşusunun siftah
yapmadığını bilirse bir müşteriye iki ürün satmazmış. Komşumda var, buyurun
ondan alın dermiş. Hâlâ böyle esnafların olduğunu görmek hoşuna gitmişti. Şimdi
İsmail’e daha dikkatli bakıyordu. Elbette vitrinden yansımasına!
Boyu
çok uzun değildi ama yine de kendisinden en az on-on beş santim uzundu. Eh
zaten çoğu kimse kendisinden uzundu. Yüzü güzeldi. Yakışıklı? Eh, idare ederdi.
Zaten yakışıklılık bir ölçü birimi değil miydi? Önemli olan çekicilikti. Evet,
bu erkek çekiciydi. İsmail kendi dükkanındaki müşterileri getirmek için çıktığında
arkasından bakarak biraz daha inceledi. O da İlkay gibi takım elbiseliydi.
Yakışmış dedi içinden. Ve artık vitrine bakmak yerine onu incelediğini kabul
ederek yerine döndü. Zaten altınlar ona hiç hitap etmiyordu! O sırada İsmail
müşterileri almak için kendi dükkânına geçmişti.
Alışverişi
bitiren aile paralarını ödeyip dükkândan kendisine de gülümseyerek çıktı. Aynı
anda müşterileri ile İsmail yeniden dükkâna girdi. İlk baktığı yer Ece’nin
oturduğu koltuk oldu. Ona gülümsedikten sonra İlkay’a dönüp müşterileri ile tanıştırdı.
Ece, ağabeyinin müşteri ile ilgilenmesini izlerken bakışları sık sık İsmail’e
takılıyordu. İki kez de yakalanmıştı ona. Utanıp bakışlarını kaçırmak yerine
gülümseyerek sanki satışı izliyormuş gibi yine müşterilere çevirmişti bakışlarını.
İşleri
bittiğinde yirmi dakika daha geçmişti. İsmail, “Hadi başka müşteriye
yakalanmadan gidip yiyelim.” derken bir elini kapıya doğru uzatmış Ece’ye yol
veriyordu. “Bakalım Ece’nin karnını doyurabilecek miyiz?” diyen İlkay, gülerek çıktı
dükkândan. İsmail onların birbirine takıldığını anlayınca aynı tonlama ile
sordu.“Çok mu yiyor?”
“Sen
yanıtla istersen Ece.”
“Çoktan
ne anladığınıza bağlı.”
“Eyvah,
desene aç kalabiliriz.”
“Mümkün
İsmail. Haber ver de gidelim.” Başı ile dükkânını işaret ediyordu. İsmail yan
dükkâna dönüp tezgâhın arkasındaki çocuğa yemeğe çıktığını söyledi.
İş
hanından çıktıklarında Ece gökyüzüne baktı, “Acele edelim, bir saat sonra
yağar.” dedi. İlkay, eyvah diye mırıldanırken İsmail ikisine şaşkın gözlerle
baktı. “Hiç bakma o dediyse yağar. Hadi hızlı yürüyelim de dönüşte
ıslanmayalım.”
Üçü
lokantaya yürürken kısa yolu havadan sudan konuşarak aldılar. İsmail, konuşkan
ama konuşurken karşısındakini sıkmayan biriydi. En azından geçen süre içinde
böyle düşünmüştü Ece. Üstelik sık gülüyor ve güldürmeyi başarıyordu.
Güzel
bir esnaf lokantasıydı. Etrafta çok güzel lüks lokantalar da vardı ama Ece ne
zaman şehre inse bu lokantada yemek istiyordu. Lüks lokantalardan uzak
duruyordu. Çok nadir de olsa akşam yemekleri için arkadaşları ile buluştuğunda
giderdi öyle yerlere. Çoğu zaman da İzmir de olurdu bu yemekler. Belli
lokantalardan uzak dururdu yine de!
Aslında
yıllar önce yaşadığı bir olay yüzünden takıntılıydı. Çocukça da olsa o zamanlar
duyduğu sözlerin etkisi hala devam ediyordu. Ortaokul yıllarında babasının bir
arkadaşı ailesi ile birlikte evlerine konuk olarak gelmiş, sonra iki aile
Denizli’de bir lokantada akşam yemeği yemişti. Arka masasında oturanların kendileri
hakkında konuştuğunu anladığında merakla dinlemeye koyulmuştu.
Bir
anne ile Ece’den bir iki yaş kadar büyük kızı, onların yakışıksız kıyafetlerini
eleştiriyordu. Üstlerine baktığında hepsinin kot pantolon ve penye tişört giydiklerini,
annesinin etek bluz, babasının ise kumaş pantolon ile gömlek giydiğini gördü.
Kıyafetlerinde bir sorun yoktu ki! Ama bu yine de diğer masadakilerin
beğenmediği gerçeğini değiştirmiyordu. Bu yetmezmiş gibi bir süre sonra masaya
gelen yemekleri yemelerine de mânâ bulmaya başlamışlardı. ‘Sadece görgüsüzler
her yemeği aynı çatalla yer, aman sen hepsini doğru kullan ki onlardan farkın
belli olsun kızım, köyden mi gelmiş bunlar?’, duymak zorunda kaldığı
cümlelerdi. Şehrin en lüks lokantasına böyle gelecek kadar kendini bilmezlerin
köylerine hapsedilmesi gerektiğini söyleyecek kadar da ileri gitmişlerdi. Bugün
gibi anımsıyordu o sözleri. Daha ne giymesi lazımdı? Herkes çatalı, kaşığı,
bıçağı kullanıyordu. Eliyle yiyen yoktu ya. Yemek yemeyi bilmediklerini nereden
çıkartmıştı?
Konuşmaları
dinlemiş ve ağlamamak için kendini zor tutmuştu. Annesi bir ara hareketlerinden
şüphelense de çözememişti kızını. Ece tuvalete gitmek için yerinden kalkıp arka
masadakileri kısaca süzmüş, konuşan kadının Karayel ailesi ile yemeğe gelmiş
bir misafir olduğunu anlamıştı. Yanındaki kızının üstünde o yılların modası
olan bir elbise vardı. Küçük bir kız olmasına rağmen saçlarının kuaförde
yapıldığı belliydi. Ece’nin ise saçları sıkıca taranmış ve örülmüştü. Üstündeki
kıyafetlerin farkı da ortadaydı. Üstelik onun kendilerini duyduğunu anlayınca
yüzlerinde oluşan küçümseyici gülüşü ölse unutmayacaktı.
İşin
Ece için en acı tarafı bunları söyleyen genç kızın yanında oturanın Toprak Karayel
olmasıydı. Kendisine bakan Toprak tek kelime etmemiş, kendilerinin de aynı
köyden olduklarını söylememişti bile. Sadece kendisine bakıyordu. Fakat
gözlerinde küçümseyici bir ifade vardı. Ece de kendi gözlerine aynı ifadeyi
yerleştirdiğini umarak bakmış, sonra sakin adımlarla tuvalete doğru yürümüştü.
Ne
zaman akşam yemeği için dışarıda bir planı olsa o gün aklına gelir ve
tedirginlik hissederdi. O günden sonra bulduğu her dergiyi incelemiş, kimler
nasıl giyiniyor, kadehleri nasıl tutuyor, çatalı kaşığı nasıl kullanıyor hep
araştırmıştı. Üniversite hayatı boyunca tüm öğrendiklerini kullanma imkânı
bulmuştu. Giyim konusunda da sınıf arkadaşından yardım almıştı. Ailesi İzmir de
butik sahibi olan Burcu, kendisine bir kadının dolabında olmazsa olmaz
kıyafetleri öğretmişti. Dolabında, çok nadir giydiği ama modası geçmeyen
elbiseleri, etek ceket takımları ve onlara uygun bluzları vardı. Artık eskisi
kadar tedirgin değildi ama yine de çocukken yaşadığı aşağılanmanın etkisini
üstünden atamadığını biliyordu. Belki de aslında içinde bir yerlerde canını
acıtan başka şeydi!
Lokantaya
oturduklarında genç bir garson hemen yanlarına gelip iki erkeği selamladı. Başı
ile Ece’ye de selam verdikten sonra yemekleri saydı. Siparişlerini hızlıca not
eden garson kısa sürede ayrılmıştı masalarından. Yemeklerini beklerken
konuşmaya başladılar. Etrafta kendisinden başka kadın olmamasını umursamayan
Ece, önce kollarını sıyırdı. Şimdi daha rahattı. Bankada yaptığı konuşmayı
aktardı İlkay’a.
“Leasing
işi uzun sürermiş. Bir sürü de evrak istiyorlar.”
“Ürün
yetişene kadar o işler hallolur. Olmasa bile zaten eski makineler duruyor.
Biraz uğraştırır ama yine de verim alırsın.”
“Elbette.
Bu sene elde edilecek ürün ile üretime başlayacağım. O arada makineler için
araştırma yaparım. Çok iş var. O sırada bekleme süresi de geçer gider.”
İsmail,
konuşmaya katıldı. “Şarap işi zordur ama zevklidir. Ürgüp’te bağları olan ve
kendi şaraplarını yapan arkadaşım artık sadece yetiştiricilik yapacakmış. Senin
tam tersin anlayacağın. Elindeki makineleri satacaktı. Eğer hâlâ elinde olan
varsa belki sana yarayacak bir şeyler bulursun.” Sanki hep onunla yakınmış gibi gayet rahat
konuşuyordu genç adam. Onun bu rahatlığı Ece’yi de aynı havaya soktu. “AA sorar
mısın elinde yeni meşe var mı? Bizimkiler artık eskidi. İşe yaramaz.”
“Yeni
meşe mi? O da ne?” Ağacı ne yapacaksın der gibi bakıyordu.
“Ah
pardon, fıçıları kastettim. Yeni meşe fıçılara ihtiyacım var. Elimdekiler
neredeyse on yıllık oldu. Artık aroması kalmamıştır. Uzman gelince netleşir ama
sanırım eskidi artık onlar. Meşe fıçının kokusu şaraba geçer. Benimkiler
eskimişse, aroması istediğim gibi olmaz. Ben biraz daha fazla o koku ve tat
geçsin istiyorum. ” Ece hevesle anlatıyordu. Aklındaki iş sesine heyecanı
katmış kuşlar gibi cıvıldamasına neden oluyordu. İsmail onun bu heyecanını
zevkle izledi. İlkay’ın varlığı biraz tedirgin ediyordu fakat yine de
bakışlarını ondan kaçıramıyordu. Çok güzel, minyon bir kızdı. Yapısının belli
etmediği bir gücü olduğunu anlıyordu. Söylediği işlerin zor olduğunu tahmin
ediyor, bu da genç kıza daha da ilgi duymasına neden oluyordu. Kendini
toparlayıp konuşmaya devam etti. “Şimdi anladım. Sorarım. Hatta şöyle yapayım,
elinde nesi var nesi yoksa listelesin, ihtiyacın olanları seçer istersin.”
“Olur,
neden olmasın.” Ne de olsa almaya mecbur değildi. En azından kendisinde
yenilenmesi gereken neler olduğunun da listesini çıkartır ve işleri kolaylamış
olurdu. Böylece İsmail’in üstlendiği işlerde ne kadar verici bir yapısı
olduğunu da test etmiş olacaktı. Çünkü bir iş için ortaya atlayıp sonra da
aradan zaman geçince sanki ilk kez duyuyormuş gibi yapan kişilere sinir
oluyordu.
Bir
yandan yemeklerini yiyerek bir yandan da konuşarak bir saate yakın oturdular.
En sonunda Ece eve dönmek için kalkınca iki erkek de işe dönmek için ayaklandı.
İlkay hesabı ödemekte ısrar edip kasaya yönelince İsmail Ece’ye yaklaştı, “Bana
telefonunu ya da e-posta adresini verirsen sana ulaştırırım bilgileri.” Ece bu
masum sorunun ardında aynı masumiyette niyetler olmadığını anlasa da
umursamadı. Nasılsa abisi böyle bir şeye izin vermezdi. “Ağabeyime ver listeyi
o bana ulaştırır.” Beğenmişti bu genç adamı ama bu kadar hızlı olmanın gereği
de yoktu. Biraz mesafe koymak iyiydi.
“Eh
tabii öyle de olur.” diyerek aldığı yanıttan memnun olmadığını belli etti. O
sırada yanlarına gelen İlkay ikisinin ne konuştuğunu merak etse de sormadı.
Onun bu tavrını tuhaf bulan Ece, “Ağabey, İsmail Bey arkadaşından malzeme listesini
aldığı zaman sana verir. Ben de senden alırım, tamam mı?” dedi. Böylece
ağabeyinin merakını da gidermişti. İlkay “Tamam, hallederiz.” dedi.
Dükkâna
yürümek yerine Ece’yi arabasına doğru yönlendirdiler. Ece, her iki tarafında
birer erkek olunca kendisini korumaların arasında yürüyen önemli biri olarak
düşünmeye başladı. Komik bir görüntü olmalıydı. Kendisi aralarında küçücük
kalmıştı. Ancak omuzlarına geliyordu. Neyse ki boy kompleksini aşalı uzun zaman
olmuştu. Ya da olmamıştı!
“Çatı
işini ne yaptın? Unuttun mu? Bak yağmur atmaya başladı bile. Bizim oraya da
giderse bu bulutlar dam akacak resmen.” Sorması abesti, unutmuştu tabii.
“Öğleden
sonra arayacağım.” İlkay bakışlarını uzaklara çevirmişti. Ece gülerek konuştu “Unuttun
yani. Neyse anımsadın işte! Hadi görüşürüz. Asude’yi benim için öp.”
“Zevkle.”
“Ayıp
ya, insan kız kardeşi ile böyle konuşmaz.”
İlkay
biraz eğilip kulağına “İlk atını çiftleştirirken avaz avaz bağırıp tüm köye
bunu ilan eden kız mı bir öpücük için bana laf etti?” Ece o gün biraz yüksek
sesle eve koştururken “Çiftleştiler, çiftleştiler at bastı.” diye bağırmış
evdeki herkesi kendine uzun süre güldürmüştü. Şu an bunu anımsaması hiç iyi
değildi, çünkü utanıyor ve bunca yıldan sonra yine kızarıyordu. Abisine sarılıp
yanağından öptükten sonra “Yine de ayıp, kardeşler böyle konuşmaz.” dedi. İlkay
neredeyse kahkahayı basacaktı. Ece onun
halini anlayıp gülerken İsmail’in uzanan elini sıktı. Biraz uzun mu tutmuştu?
Önemsemedi. Abisine baktığında onun bıyık altı bir gülüş attığını görünce
şaşırdı.
Neler
oluyordu? Bu neyin gülüşüydü?
Abisi
hiç de abisi gibi davranmıyordu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder