10 Ekim 2015 Cumartesi

YAKIŞIKLI 6. Bölüm

Ece eve döndüğünde Ayşe abladan başka kimsenin kalkmadığını görüp,  hazırlanmış darı ekmeklerine yanaştı. Onun pis elleri ile ekmeğe dalmasını engellemek için Ayşe Abla bir parça kopartıp ağzına tıktı. “Üç yaşındasın Ece, üççç.” Yeniden ocağa döndüğünde Ece gülerek üstündeki binici kıyafetlerini çıkartmak için odasına gitti. En az bir saat kalkmazlardı. Binici kıyafetlerini çıkartıp tarlada çalışırken giydiği kıyafetlerden seçti. Kot pantolonlarından giymek yerine önceki günden kirliye attığı şalvarı geri aldı. Yeni bir şalvar kirletmenin gereği yoktu. ‘Acaba yine tulum mu giymeye başlasam? O zaman kimse aynı tulumu defalarca giydiğim için laf söylemiyordu.’ Diye düşündü. Annesi tulumlarla hepten tamirci çırağı gibi olduğunu, biraz kıza benzemesi için normal giyinmesini söylemişti. Ama bu kez de her seferinde üstündekilerin kirliye atılması ile geçiyordu günleri. Giyinip aşağı indiğinde yine mutfağa uğradı. Az önce ağzına tıktığı ekmeğin kalan kısmını eline alıp ‘Ayşe abla ben bir saate kadar gelirim. Az işim var.” dedi. Evdekiler uyanana kadar krizmayı bitirirdi. Hızlı adımlarla traktörün olduğu yere gitti.


Tahmin ettiğinden daha uzun sürmüştü. Saat sekiz buçuğa geldiğinde eve döndü. Bu süre içinde evin bulunduğu alanı da kaplayan bağın sürülme işi bitmişti. Küçük bağa geçecekken telefonu çalmış, Ece de saati unuttuğunu itiraf edip eve yönelmişti. Herkes kalkmış ve açız diye ağlaşıyor olmasa daha dönmezdi. Annesi telefonu İlkay’dan almış, hemen eve gelmezse akşama kadar yemek vermeyeceğini söylemişti. Oğulları geldiğinde şımarırdı Hülya Hanım. Ece, annesinin sözlerine gülerek eve gelmişti.
Eve girdiğinde Eray ile Ebru’nun da geldiğini görüp sevindi. O saatte kahvaltıya yetişmeleri için epey erken kalkmış olmalıydılar. Evin içinde neşeli sesler artmıştı. Bu sabah Osman Bey bile kahvaltı masasına oturmuştu. Pazar kahvaltısı ağabeylerinin şehre yerleşmesinden sonraki haftalarda olduğu gibi öğlene kadar sürdü. Çocuklar da bunu bildiği için cumartesi derslerini bitirir ve pazarı tatil günü ilan ederlerdi. Masanın etrafındaki kalabalığın neşesi öğlene kadar sürdü.  
Öğleden sonra üç kardeş bağlara doğru yürümeye başladı. Ece, önceki gün İlkay abisine anlattıklarını şimdi de Eray abisine kısaca aktarıyordu. Aldığı yanıtlar neredeyse birebir aynıydı!
Bağların budanmış olanlarının yanından geçerken çalışan işçilerle kısa kısa konuştular. İşçilerin iki erkek kardeşi görünce tavırları bile değişmişti. İşte Ece’nin kabullenemediği buydu. Geldiklerinde işlere karışmasalar da onları patron gibi görüyordu işçiler. Bunu değiştiremeyeceğini biliyor ve kabulleniyordu. Yine de içerlemesini engelleyemiyordu. Aşılayacağı üzüm tutar da şarap da istediği gibi olursa işte o zaman patron kim anlayacaktı tüm işçiler. Düşünürken bile daha da hırslanmıştı. Bu tavırları hissetmek, sinirlerini bozuyordu. İnatçılığının böyle zamanlarda öne çıktığını biliyordu. İçindeki başarma hırsı artmıştı.
Öğleden sonra çalışmayacağı için dar bir kot giymiş, üstüne de kalın bir kazak geçirmişti. Bu kez üstünde kalın bir de mont vardı. Çalışmadığı zaman soğuk ciğerlerine kadar işliyordu. Kuytu yerlerdeki karların erimemiş olması havanın hala çok soğuk olduğunu anlatıyordu. Saçlarını toplamış ve örmüştü. Montunun üstünde salınıp duruyordu örgüsü. Yakasını kaldırıp kulaklarını soğuktan korumaya aldı. İki ağabeyinin de başında bereleri vardı. Neden yiğitlik yapıp kendisi de takmamıştı ki?
“Hadi artık, bağlara baktığınız yeter, sırada atlarım var.” Ahırlara doğru adımlarını hızlandırdı. Seyisler onları görünce kapıya dizilmişti. Kısa selamlaşmadan sonra ahırın içine girip atların boxlarını tek tek gezdiler. Hamile dişiyi huzursuz etmemek için çok yaklaşmadılar. Son olarak adsız atın boxına geldiler. İki ağabeyinin de ‘bu ne’ der gibi baktığını görüp gülümsedi. Atlardan anlamıyorlardı!
“Nasıl yakışıklım?”
“Ece, erkekler konusunda zevkli olacağını düşünüyordum ama bu ata yakışıklı demenden belli ki eniştemiz pek de yakışıklı biri olmayacak.”
“Gönül kimi severse güzel odur, bir kere. Ayrıca, bu atın biraz kilo sorunu var. Evet, çok zayıf ve güçsüz gibi gözüküyor ama artık toparlanıyor. Satın aldığımda daha da zayıftı, fakat iki ay kadar sonra tüm ihtişamı ile süzülecek buralarda.”
İkisinin bakışmasına aldırmadan ahırdan dışarı çıktı. Evin orada bıraktıkları Eray’ın arabasına doğru yürümeye başladı.
Yeni alacakları toprağa bakmaya ve pazarlık etmeye gittiler. Toprak sahibi artık çalışamadığı ve işçilere para yetiştiremediği için satıyordu arazisini. Zamanında yapılması gerekenleri yapmayınca ürün kalitesi düşmüş, bu da satışlarını etkilemiş, para kazanamayınca da işçi çalıştıramaz olmuştu. Dönüm fiyatında biraz pazarlık yaptılar. Olurunu bulunca da el sıkıştılar. Artık kalan iş muhtardan işlemlerin tamamlanmasını istemekti. Sonrası tapudaki devirdi.
Ece ağabeylerinin kısa sürede bitirdiği pazarlığı hayran gözlerle izledi. Pazartesi şehre inecek ve bankadan parayı çekecekti. Asma köklerinin bir kısmının kötü durumda olduğunu görüyordu. Eskiler sökülecek ve yeni omcalar dikilecekti. Ece, bir gün sonra ailesinin olacak yeni bağda gezerken ağabeylerini unutmuş gibi kendi kendine söyleniyordu.
“Yarın Ziraate de uğrayayım da bağ çubuğu alayım. Bunların sökülüp yeniden dikilmesi lazım. Bu ay çıkmadan söküm de dikim de bitmiş olmalı. Kaç kök var bir sırada? Şunları not etmeliyim. Traktörün işi bitince buraya gelecek. Krizma bitince yeni kökler dikilir ama bunlar için şu yağmurların geçmesini beklemem lazım. Acele etmeyeceğim. Daha Hasan amcanın yeri var. Ya da önce buraya da bir ekip sokup hızlıca mı yaptırsam? Evet, bu daha doğru! Salı günü buraya bir ekip bulmalıyım.”
“Nece konuşuyorsun Ece?” İlkay, anlamamış gibi konuşuyordu.
“Aman dalga geçme be. Ben size altın ne olacak diyor muyum? Karışmayın işime. Siz yapacağınızı yaptınız.”
“Eray, bu kızın yaptığına ne denir?”
“Nankörlük tabi.”
“Evet, biz o kadar pazarlık yaptık anlaşma yaptık şimdi bizi attı başından.”
Ece iki yanındaki ağabeylerine bakıp burnunu havaya dikti, “Aman ne çok iş yaptınız. Bilsem ki kadınım diye benle anlaşmazlık etmeyecek, size muhtaç olmazdım. Neyse ki beş dakika konuştunuz. İşi bitirdiniz sonra da ben nankör oldum. İyi bu nankör size yarın yemek ısmarlasın da barışalım.” Sonra önden yürümeye başladı.
Yolun başındaki araca geldiklerinde Eray direksiyonu geçti. İlkay Ece’ye duyurmak için sesini yükseltmişti “Hadi oradan. Hem şehre inecek hem bize yemek ısmarlayacak. Başka emrin var mı gız?
“Hora gelem de bi görem nişliyonuz. Needip goyyonuz.”
“Nişliycez alıp veriyoz. Altın satıyoz.”
“İyi iyi hâlâ unutmamışsınız.”
“Sen de bizi hepten şehirli yaptın. Okullar dilimizi düzeltse de atadan kalma ağızlar unutulmuyor.”
“Unutuluyor. Bizimkiler bu kadarını bile neredeyse anlamıyor. Zaten köydeki yaşlılar çok azaldı. Yeni nesil de okullarda dilini düzeltti. Ara sıra kulaklarında kalsın diye annemle konuşuyoruz ama oralı bile değiller.”
“Her şey değişiyor Ece. Üzülme. Sadece zamanla yaşanacak değişime ayak uydur yeter.”
“İstersen uyma değişime! O zaman geri kafalı diyorlar. Cahil diyorlar. Bil de kullanma diyenlerdenim ben artık. Lazım olanı kullanıyorum yetiyor.”
“En iyisi. Şu arabayı biraz hızlı kullanır mısın Eray. Öldüm açlıktan.”
“Kullanamam, bu arabanın altı alçak, yollar berbat. Nasıl basayım gaza? Elimize alırız takımları.”
“Demiştim size bizim arabayla gidelim diye. Buralarda bu arabalar komik kaçıyor.”
“O çift kabinliyi kullanmak zor geliyor bana. Sen kullansan da olmazdı.”
“Hadi hadi ben başkasının kullandığına, hele de bir kadının kullandığına asla binmem demiyorsun da!”
Eray abisinin böyle bir takıntısı vardı. Kendi kullanmıyorsa asla arabaya binemiyordu. Bir arkadaşı ile çıktığı bir gezide kaza yapmışlar, arkadaşı direksiyon başında ölmüştü. O gün bu gün arabayı hep kendisi kullanıyordu.
“Ece, sen bi sussan abim. Ben de açım, yemek niyetine gitme istersen.”
“Aman ne korktum anlatamam. Annem ikinizi de paralar bana dokunursanız.”
Üç kardeş arabada atışırken eve gelmişlerdi. Ece hemen inip eve doğru yürümeye başladı. Eray arabayı park etmek için İlkay’ın inmesini beklerken “Bu kızı evlendirsek de kurtulsak be.”
“Haklısın. Bu kızın evlenmesi lazım. Ama kimse yok istediği.”
“Olsun, biz birilerine bakarız. Uygun birileri vardır elbet.”
“Vardır tabii.” İlkay, aklındaki kişiyi ölçüp tartmaya başlamıştı bile.
Eray da abisinden aldığı onayla kız kardeşi için birilerini düşünmeye başlamıştı…


*****


Ece, pazartesi günü şehre indi. Bankaya yakın bir yere aracını park eden genç kız, hızlı adımlarla bankaya doğru yürümeye başladı. O gün üstünde şık gri yün pantolon ile siyah balıkçı yaka bir kazak vardı. Kabanı dışarıdaki soğuk havadan korunması için yeterliydi. Hem parasını çekmiş, hem de satın almak istediği makineler için leasing görüşmesini yapmıştı. Banka gerekli bilgileri istemiş, ardından da leasing sonucunu bildireceklerini belirtmişti. Babasının hastalığından sonra şirketi kapatmak istemiş ama ağabeyleri vazgeçirmişti. Yılların şirketini kapatmak akıl kârı değil demişler, yetkileri Ece’ye devretmişlerdi. Şimdi ağabeylerinin ne kadar haklı olduğunu anlıyordu. 
Şirketin zaten mevcut bir kredi hesabı vardı. Yıllardır kredi çekmedikleri için biraz sorun olacaktı. Yine de sağlam teminatları sayesinde kısa sürede aktif olurdu eski hesap. Tek yapılacak olan yeniden teminat değerlemesiydi. Bu da alacağı kredinin zaten çok çok üstünde bir rakam olacağı için içi rahattı. Nakit ile bir şeyler yapmak çok mantıklı gelmiyordu. Ağabeyleri bu konuda yeterince eğitmişlerdi onu. Eli sıkışırsa kullanmak için nakit parayı kenarda tutmak akıllıcaydı. Ece aklındakileri uygulayabilecekti. Bankanın teklif ettiği tarım kredisini de düşünecekti. Bağlar için belki onu da kullanırdı. Masrafları uzun vadeye yaymak mantıklıydı. Bu sene şarapçılığa geri dönecek ise akıllı adımlar atmalıydı. Ece, kendisine gülmeye başladı. Nakit para ile en az beş bağ daha alır, iki de sıfırdan fabrika açarlardı. Ama o parada kardeşlerinin hakkı vardı. O yüzden yine de akıllı adımlar atmalı ve onların geleceğini tehlikeye atmamalıydı.
Bankadan ayrılırken elinde istenen evrakların listesi vardı. Muhasebecileri ile görüşecek ve hepsinin gönderilmesini sağlayacaktı. Ağabeylerinin iş ve işletme ile ilgili anlattıklarından bildiklerini uygulamaya koyduğunda daha da keyifleniyordu.  Kamyoneti park ettiği yerden çıkarttıktan sonra söz verdiği gibi İlkay abisinin dükkânının olduğu yöne çevirdi. Öğlen saatleri olduğu için yollar sakindi. Sadece okul servisleri vardı ortalıkta. Ana cadde üstündeki dükkânlara girip çıkan kalabalık o an pek dikkatini çekmiyordu. Hızlı adımlarla çarşının içine girip kuyumcuya yürüdü. Abisi müşteriler ile ilgileniyordu. Başını kaldırıp kardeşini görünce gülümsedi.
“Hoş geldin güzelim, geç otur. Ne içersin?”
“Bana yemek ısmarlamayı düşünmüyorsun sanırım? İyi madem su içerim. Soğuk olsun.” Gülüyordu konuşurken. Keyfi yerindeydi. İşler istediği gibi gidiyordu. İlkay da onun neşesine katılıp “Vay, abiye laf çarpılıyor ha? Dün sen ısmarlıyordun, ne oldu da iş bana döndü?” diye yanıtladı. Onların atışmasını izleyen müşteriler de gülüyordu.
Ece, alış veriş yapanları izledi bir süre. Kimin annesi olduğunu başta anlayamadığı bir kadın ile genç bir çiftti. Ya nişan ya da düğün için alışveriş yaptıkları belli oluyordu. Ece, çifte baktı kısa süre. İkisi de birbirine tüm yüzleri ile gülümsüyor, aşk ile bakıyordu. Onları izlemeye daldığından dükkana giren genç adamı fark edemedi.
Kendisine uzanan eli görünce sıçradı yerinden.
“Özür dilerim korkuttum. Duydunuz sandım.”
“Neyi?”
“Ooo Ece, seni yan dükkân komşum İsmail ile tanıştırdım ama sen burada değilmişsin. Yemeğe birlikte gidelim, dedim. İsmail de bize katılsa sorun olur mu? Eray çıkamayacakmış, kalfası yok bugün.” İki ağabeyinin dükkânları arasında bir sokak vardı. Eray’ın gelemeyecek olmasına üzülse de yapılacak bir şey yoktu. Az önceki kabalığını da telafi etmek için gülümseyerek “Özür dilerim İsmail Bey, dalmışım. Bir şey düşünüyordum. Elbette sorun olmaz.” diyerek uzanan eli sıktı. Karşısındaki erkeğin sağlam bir el sıkışı vardı. Duruşu da öyleydi. Üstelik beğeni dolu bakışlarla kendisine bakıyordu. Onun da gözleri yeşildi. Yeşil gözlü erkekleri çekici buluyordu. İlkay ağabeyi acaba onun tipinin yeşil gözlü erkekler olduğunu bilse tanıştırır mıydı? Hiç sanmıyordu!
“Güzel şeylerdir inşallah.”
“Ne güzeldir, anlayamadım?” İkinci kez aptal gibi ne dendiğini anlamamıştı. Bu kez İsmail daha derin bir gülümseme ile “Düşündükleriniz!” dedi. Gülümseme ile iki yanağında da çok güzel gamzeler oluşmuştu. Gözü kısa bir an onlara takılsa da yanıtı gecikmedi.
“Evet, çok güzeldi.”
Abisine döndüğünde onun da ikisine ilgi ile ve gülümseyerek baktığını görüp şaşırdı. Neredeyse başını sallayarak ‘ne var?’ diyecekti. Kendisini zor tutup vitrindeki takılara bakmaya başladı. O sırada İsmail, abisi ile konuşuyor, bir takımın kendisinde kalmadığını, onda varsa müşteriyi yollayacağını söylüyordu.  Ece bu konuşmayı ilginç buldu. Eskiden dinlediği bir hikayeyi anımsadı. Osmanlı zamanında esnaf eğer komşusunun siftah yapmadığını bilirse bir müşteriye iki ürün satmazmış. Komşumda var, buyurun ondan alın dermiş. Hâlâ böyle esnafların olduğunu görmek hoşuna gitmişti. Şimdi İsmail’e daha dikkatli bakıyordu. Elbette vitrinden yansımasına!
Boyu çok uzun değildi ama yine de kendisinden en az on-on beş santim uzundu. Eh zaten çoğu kimse kendisinden uzundu. Yüzü güzeldi. Yakışıklı? Eh, idare ederdi. Zaten yakışıklılık bir ölçü birimi değil miydi? Önemli olan çekicilikti. Evet, bu erkek çekiciydi. İsmail kendi dükkanındaki müşterileri getirmek için çıktığında arkasından bakarak biraz daha inceledi. O da İlkay gibi takım elbiseliydi. Yakışmış dedi içinden. Ve artık vitrine bakmak yerine onu incelediğini kabul ederek yerine döndü. Zaten altınlar ona hiç hitap etmiyordu! O sırada İsmail müşterileri almak için kendi dükkânına geçmişti.
Alışverişi bitiren aile paralarını ödeyip dükkândan kendisine de gülümseyerek çıktı. Aynı anda müşterileri ile İsmail yeniden dükkâna girdi. İlk baktığı yer Ece’nin oturduğu koltuk oldu. Ona gülümsedikten sonra İlkay’a dönüp müşterileri ile tanıştırdı. Ece, ağabeyinin müşteri ile ilgilenmesini izlerken bakışları sık sık İsmail’e takılıyordu. İki kez de yakalanmıştı ona. Utanıp bakışlarını kaçırmak yerine gülümseyerek sanki satışı izliyormuş gibi yine müşterilere çevirmişti bakışlarını.
İşleri bittiğinde yirmi dakika daha geçmişti. İsmail, “Hadi başka müşteriye yakalanmadan gidip yiyelim.” derken bir elini kapıya doğru uzatmış Ece’ye yol veriyordu. “Bakalım Ece’nin karnını doyurabilecek miyiz?” diyen İlkay, gülerek çıktı dükkândan. İsmail onların birbirine takıldığını anlayınca aynı tonlama ile sordu.“Çok mu yiyor?”
“Sen yanıtla istersen Ece.”
“Çoktan ne anladığınıza bağlı.”
“Eyvah, desene aç kalabiliriz.”
“Mümkün İsmail. Haber ver de gidelim.” Başı ile dükkânını işaret ediyordu. İsmail yan dükkâna dönüp tezgâhın arkasındaki çocuğa yemeğe çıktığını söyledi.
İş hanından çıktıklarında Ece gökyüzüne baktı, “Acele edelim, bir saat sonra yağar.” dedi. İlkay, eyvah diye mırıldanırken İsmail ikisine şaşkın gözlerle baktı. “Hiç bakma o dediyse yağar. Hadi hızlı yürüyelim de dönüşte ıslanmayalım.”
Üçü lokantaya yürürken kısa yolu havadan sudan konuşarak aldılar. İsmail, konuşkan ama konuşurken karşısındakini sıkmayan biriydi. En azından geçen süre içinde böyle düşünmüştü Ece. Üstelik sık gülüyor ve güldürmeyi başarıyordu.
Güzel bir esnaf lokantasıydı. Etrafta çok güzel lüks lokantalar da vardı ama Ece ne zaman şehre inse bu lokantada yemek istiyordu. Lüks lokantalardan uzak duruyordu. Çok nadir de olsa akşam yemekleri için arkadaşları ile buluştuğunda giderdi öyle yerlere. Çoğu zaman da İzmir de olurdu bu yemekler. Belli lokantalardan uzak dururdu yine de!
Aslında yıllar önce yaşadığı bir olay yüzünden takıntılıydı. Çocukça da olsa o zamanlar duyduğu sözlerin etkisi hala devam ediyordu. Ortaokul yıllarında babasının bir arkadaşı ailesi ile birlikte evlerine konuk olarak gelmiş, sonra iki aile Denizli’de bir lokantada akşam yemeği yemişti. Arka masasında oturanların kendileri hakkında konuştuğunu anladığında merakla dinlemeye koyulmuştu.
Bir anne ile Ece’den bir iki yaş kadar büyük kızı, onların yakışıksız kıyafetlerini eleştiriyordu. Üstlerine baktığında hepsinin kot pantolon ve penye tişört giydiklerini, annesinin etek bluz, babasının ise kumaş pantolon ile gömlek giydiğini gördü. Kıyafetlerinde bir sorun yoktu ki! Ama bu yine de diğer masadakilerin beğenmediği gerçeğini değiştirmiyordu. Bu yetmezmiş gibi bir süre sonra masaya gelen yemekleri yemelerine de mânâ bulmaya başlamışlardı. ‘Sadece görgüsüzler her yemeği aynı çatalla yer, aman sen hepsini doğru kullan ki onlardan farkın belli olsun kızım, köyden mi gelmiş bunlar?’, duymak zorunda kaldığı cümlelerdi. Şehrin en lüks lokantasına böyle gelecek kadar kendini bilmezlerin köylerine hapsedilmesi gerektiğini söyleyecek kadar da ileri gitmişlerdi. Bugün gibi anımsıyordu o sözleri. Daha ne giymesi lazımdı? Herkes çatalı, kaşığı, bıçağı kullanıyordu. Eliyle yiyen yoktu ya. Yemek yemeyi bilmediklerini nereden çıkartmıştı?
Konuşmaları dinlemiş ve ağlamamak için kendini zor tutmuştu. Annesi bir ara hareketlerinden şüphelense de çözememişti kızını. Ece tuvalete gitmek için yerinden kalkıp arka masadakileri kısaca süzmüş, konuşan kadının Karayel ailesi ile yemeğe gelmiş bir misafir olduğunu anlamıştı. Yanındaki kızının üstünde o yılların modası olan bir elbise vardı. Küçük bir kız olmasına rağmen saçlarının kuaförde yapıldığı belliydi. Ece’nin ise saçları sıkıca taranmış ve örülmüştü. Üstündeki kıyafetlerin farkı da ortadaydı. Üstelik onun kendilerini duyduğunu anlayınca yüzlerinde oluşan küçümseyici gülüşü ölse unutmayacaktı.
İşin Ece için en acı tarafı bunları söyleyen genç kızın yanında oturanın Toprak Karayel olmasıydı. Kendisine bakan Toprak tek kelime etmemiş, kendilerinin de aynı köyden olduklarını söylememişti bile. Sadece kendisine bakıyordu. Fakat gözlerinde küçümseyici bir ifade vardı. Ece de kendi gözlerine aynı ifadeyi yerleştirdiğini umarak bakmış, sonra sakin adımlarla tuvalete doğru yürümüştü.
Ne zaman akşam yemeği için dışarıda bir planı olsa o gün aklına gelir ve tedirginlik hissederdi. O günden sonra bulduğu her dergiyi incelemiş, kimler nasıl giyiniyor, kadehleri nasıl tutuyor, çatalı kaşığı nasıl kullanıyor hep araştırmıştı. Üniversite hayatı boyunca tüm öğrendiklerini kullanma imkânı bulmuştu. Giyim konusunda da sınıf arkadaşından yardım almıştı. Ailesi İzmir de butik sahibi olan Burcu, kendisine bir kadının dolabında olmazsa olmaz kıyafetleri öğretmişti. Dolabında, çok nadir giydiği ama modası geçmeyen elbiseleri, etek ceket takımları ve onlara uygun bluzları vardı. Artık eskisi kadar tedirgin değildi ama yine de çocukken yaşadığı aşağılanmanın etkisini üstünden atamadığını biliyordu. Belki de aslında içinde bir yerlerde canını acıtan başka şeydi!
Lokantaya oturduklarında genç bir garson hemen yanlarına gelip iki erkeği selamladı. Başı ile Ece’ye de selam verdikten sonra yemekleri saydı. Siparişlerini hızlıca not eden garson kısa sürede ayrılmıştı masalarından. Yemeklerini beklerken konuşmaya başladılar. Etrafta kendisinden başka kadın olmamasını umursamayan Ece, önce kollarını sıyırdı. Şimdi daha rahattı. Bankada yaptığı konuşmayı aktardı İlkay’a.
“Leasing işi uzun sürermiş. Bir sürü de evrak istiyorlar.”
“Ürün yetişene kadar o işler hallolur. Olmasa bile zaten eski makineler duruyor. Biraz uğraştırır ama yine de verim alırsın.”
“Elbette. Bu sene elde edilecek ürün ile üretime başlayacağım. O arada makineler için araştırma yaparım. Çok iş var. O sırada bekleme süresi de geçer gider.”
İsmail, konuşmaya katıldı. “Şarap işi zordur ama zevklidir. Ürgüp’te bağları olan ve kendi şaraplarını yapan arkadaşım artık sadece yetiştiricilik yapacakmış. Senin tam tersin anlayacağın. Elindeki makineleri satacaktı. Eğer hâlâ elinde olan varsa belki sana yarayacak bir şeyler bulursun.”  Sanki hep onunla yakınmış gibi gayet rahat konuşuyordu genç adam. Onun bu rahatlığı Ece’yi de aynı havaya soktu. “AA sorar mısın elinde yeni meşe var mı? Bizimkiler artık eskidi. İşe yaramaz.”
“Yeni meşe mi? O da ne?” Ağacı ne yapacaksın der gibi bakıyordu.
“Ah pardon, fıçıları kastettim. Yeni meşe fıçılara ihtiyacım var. Elimdekiler neredeyse on yıllık oldu. Artık aroması kalmamıştır. Uzman gelince netleşir ama sanırım eskidi artık onlar. Meşe fıçının kokusu şaraba geçer. Benimkiler eskimişse, aroması istediğim gibi olmaz. Ben biraz daha fazla o koku ve tat geçsin istiyorum. ” Ece hevesle anlatıyordu. Aklındaki iş sesine heyecanı katmış kuşlar gibi cıvıldamasına neden oluyordu. İsmail onun bu heyecanını zevkle izledi. İlkay’ın varlığı biraz tedirgin ediyordu fakat yine de bakışlarını ondan kaçıramıyordu. Çok güzel, minyon bir kızdı. Yapısının belli etmediği bir gücü olduğunu anlıyordu. Söylediği işlerin zor olduğunu tahmin ediyor, bu da genç kıza daha da ilgi duymasına neden oluyordu. Kendini toparlayıp konuşmaya devam etti. “Şimdi anladım. Sorarım. Hatta şöyle yapayım, elinde nesi var nesi yoksa listelesin, ihtiyacın olanları seçer istersin.”
“Olur, neden olmasın.” Ne de olsa almaya mecbur değildi. En azından kendisinde yenilenmesi gereken neler olduğunun da listesini çıkartır ve işleri kolaylamış olurdu. Böylece İsmail’in üstlendiği işlerde ne kadar verici bir yapısı olduğunu da test etmiş olacaktı. Çünkü bir iş için ortaya atlayıp sonra da aradan zaman geçince sanki ilk kez duyuyormuş gibi yapan kişilere sinir oluyordu.
Bir yandan yemeklerini yiyerek bir yandan da konuşarak bir saate yakın oturdular. En sonunda Ece eve dönmek için kalkınca iki erkek de işe dönmek için ayaklandı. İlkay hesabı ödemekte ısrar edip kasaya yönelince İsmail Ece’ye yaklaştı, “Bana telefonunu ya da e-posta adresini verirsen sana ulaştırırım bilgileri.” Ece bu masum sorunun ardında aynı masumiyette niyetler olmadığını anlasa da umursamadı. Nasılsa abisi böyle bir şeye izin vermezdi. “Ağabeyime ver listeyi o bana ulaştırır.” Beğenmişti bu genç adamı ama bu kadar hızlı olmanın gereği de yoktu. Biraz mesafe koymak iyiydi.
“Eh tabii öyle de olur.” diyerek aldığı yanıttan memnun olmadığını belli etti. O sırada yanlarına gelen İlkay ikisinin ne konuştuğunu merak etse de sormadı. Onun bu tavrını tuhaf bulan Ece, “Ağabey, İsmail Bey arkadaşından malzeme listesini aldığı zaman sana verir. Ben de senden alırım, tamam mı?” dedi. Böylece ağabeyinin merakını da gidermişti. İlkay “Tamam, hallederiz.” dedi.
Dükkâna yürümek yerine Ece’yi arabasına doğru yönlendirdiler. Ece, her iki tarafında birer erkek olunca kendisini korumaların arasında yürüyen önemli biri olarak düşünmeye başladı. Komik bir görüntü olmalıydı. Kendisi aralarında küçücük kalmıştı. Ancak omuzlarına geliyordu. Neyse ki boy kompleksini aşalı uzun zaman olmuştu. Ya da olmamıştı!
“Çatı işini ne yaptın? Unuttun mu? Bak yağmur atmaya başladı bile. Bizim oraya da giderse bu bulutlar dam akacak resmen.” Sorması abesti, unutmuştu tabii.
“Öğleden sonra arayacağım.” İlkay bakışlarını uzaklara çevirmişti. Ece gülerek konuştu “Unuttun yani. Neyse anımsadın işte! Hadi görüşürüz. Asude’yi benim için öp.”
“Zevkle.”
“Ayıp ya, insan kız kardeşi ile böyle konuşmaz.”
İlkay biraz eğilip kulağına “İlk atını çiftleştirirken avaz avaz bağırıp tüm köye bunu ilan eden kız mı bir öpücük için bana laf etti?” Ece o gün biraz yüksek sesle eve koştururken “Çiftleştiler, çiftleştiler at bastı.” diye bağırmış evdeki herkesi kendine uzun süre güldürmüştü. Şu an bunu anımsaması hiç iyi değildi, çünkü utanıyor ve bunca yıldan sonra yine kızarıyordu. Abisine sarılıp yanağından öptükten sonra “Yine de ayıp, kardeşler böyle konuşmaz.” dedi. İlkay neredeyse kahkahayı basacaktı.  Ece onun halini anlayıp gülerken İsmail’in uzanan elini sıktı. Biraz uzun mu tutmuştu? Önemsemedi. Abisine baktığında onun bıyık altı bir gülüş attığını görünce şaşırdı.
Neler oluyordu? Bu neyin gülüşüydü?

Abisi hiç de abisi gibi davranmıyordu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder