9 Ekim 2015 Cuma

YAKIŞIKLI 5. Bölüm

Ece, abisi ile biraz işlerden konuşması gerektiğini söyleyip iki çay bardağını alıp salona geçti. Diğerleri oturma odasında televizyon izliyordu. Genelde hafta sonları geldiklerinde gece de kalıyorlardı. Asude’nin annesine de uğruyorlardı ama genelde Ece’lerde kalıyorlardı. Annesi Eray’ları da aramış, kahvaltıya çağırmıştı. Yarın güzel bir gün olacaktı.
İlkay biraz da Ece’ye yardım etmek için yapıyordu bunu.  Bağların arasında dolaşıyor, kardeşinin sahipsiz olmadığını anlamaları için yanında duruyor ama işlere hiç karışmıyordu. Sessiz bir anlaşma yapmış gibiydi İlkay ile Ece. Aile işlerini yürütüyor ama birbirlerinin işine karışmıyorlardı. Ta ki biri diğerinden yardım isteyene kadar.
Ece, ağabeyinin çayını sehpaya koydu. Salon, evin alt katında arka bahçeye bakan, dışı tamamen ağaçlandırılmış, küçük parçalı büyük camlar ile güzel aydınlanan, büyük şömineli bir odaydı. Burayı Ece’nin seçtiği mobilyalar ile döşemişlerdi. Annesine kalsa eski evdeki divanları getirecekti. Şöminenin üstünü eski evlerindeki gibi taşla kaplatmışlar, evin tamamında olan ahşap ve tavan kaplamalarını da yine eski evlerindeki gibi yaptırmışlardı. Denizli yöresinin mimari yapısındaki ahşap ve taşın birlikte kullanımı her zaman sıcak bir ortam yaratıyordu.

Camın önündeki koltuklara oturduklarında Ece konuşmaya başladı. “Ağabey, biliyorum işin çok ama damın aktarılması için birini ayarlar mısın? Benim odanın, yani senin eski odanın sol tarafı iyice su almış belli. Bu kış kötü oldu. Çatı sökülecek sanırım.”
İlkay büyük bir yudum aldığı çayını yuttuktan sonra konuşmaya başladı. “Tamam, abisinin güzeli, ayarlarım. Belki sadece o kısmı sökerek hallederler. Bir baksınlar. Yorgun gözüküyorsun. Çok mu işler? Biraz daha adam alalım mı?”
İlkay’a kalsa tüm bağları tüccara verir, oradan gelen para ile de annesi ve kardeşlerinin rahat rahat geçinmesini sağlardı ama inatçı kardeşi bağların başına geçmiş, tüccar kelimesini de ağızlarına almayı yasaklamıştı. Aslında onun bu toprak sevgisi hoşuna da gidiyordu. Ne de olsa bir kısmı atadan kalma topraklardı. Üstünde en çok da Ece’nin emeği vardı. Mirasına sahip çıkıyordu.
“Yorgun değilim, merak etme. İşler iyi yürüyor. Adamlar yetişiyor işlere ama şu istediğimiz yeni yeri alırsak, birilerini alırım.”
“İstediğimiz değil, istediğin yer. Orasını sen istiyorsun. Ne gerek varsa? Bu sene şaraplıklar olacak mı? Mahsul nasıl?”
“Şaraplıkları zararsız yetiştirmeyi umuyorum. İlaçlamalar bu hafta sonu başlayacak. Bu sene yağmur çok olursa bağlar yanar. Erken başlayacağız ilaca. Mevsimler biraz kaydı. Dona dikkat edeceğiz ama sanırım yine zararsız geçiririz o dönemi. O yüzden yeni bağ için de gecikmek istemiyorum.”
“Sen benden iyi bilirsin o işleri. Yeni yeri ne yapacaksın? Neredeyse üç yüz dönüm arazimiz var. Az uz değil ki oradan alınacak ürün.”
 Ece, almak istediği yeni bağ ile ilgili hayallerini ilk kez yüksek sesle söyleyecekti. Derin bir nefes aldı, abisinin gözlerinin içine bakıp gülümseyerek, “O arazi doksan dönüm kadar. Ve … Orayı alırsam ki alacağım, başka talip yok! Orada kendi üzümümü yetiştireceğim. Hem şaraplık üzüm yetiştireceğim hem de kendi adımızı taşıyan şarabımızı yapacağım.” Bunu öyle bir söylemişti ki dünyanın en önemli sırrını paylaşıyor gibiydi.
“Sen ciddi misin?” İlkay gerçekten şaşırmıştı. Almak istediği yerin o kadar büyük olduğunu tahmin etmemişti. Elbette hayallerini de bilmiyordu Ece’nin. Bu kız yorulmuyor muydu? Böyle giderse bir gün yorgunluktan düşüp kalacaktı. Çocukluklarından beri Ece hepsinden farklıydı. Bu yaşına kadar da değişmemişti. Ev işlerinden hoşlanmaz, annesi zorlamasa yemek yemeyi bile akıl etmezdi ama ne zaman yağmur gelecek, ürün ne zaman toplanacak, atlara hangi yem alınacak, aşıları ne zaman yapılacak bilirdi.
Ece, onun düşündüklerinden habersiz anlatmaya devam etti. “Bu sene bir üzümü aşılayacağım. Kendi bağımızda geçen sene denedim. Aşı tuttu ve çok güzel bir üzüm aldım. Yeni toprağı da bunun için istiyorum. Aşılama yaptığım yerdeki toprakla aynı özellikleri. İstediğim gibi ürün verirse sene sonunda ilk mahsul şarabını deneyeceğim. Eğer başarırsam artık üzümü fabrikaya vermeyeceğim. Bizim eski tesisleri elden geçireceğim, bir ya da iki yeni makine alacağım. Eldekiler epey idare eder. Böylece artık kendi üzümümüz kendi fabrikamızda fıçılanacak.”
İlkay her an artan şaşkınlığı ile yanıtladı, “Sen bu işe epey kafa yormuşsun!”
“Evet, uzun zamandır düşünüyordum. Hasan amca çok hasta. Allah gecinden versin ama o ölürse bağlarla kim ilgilenecek? Halil amca ile oturup konuşacağım. Onların üzümlerini de ben alıp fıçılayacağım. Böylece onlara nakit akışı devam edecek, ben de daha çok şarap üretmiş olacağım.”
“Senin zaten işin başını aşmış. Onların da en az iki yüz dönümü var. Bu kadar yerle tek başına nasıl ilgileneceksin? Hem, yarın evlensen o işlere kim yetişecek? İyi düşün bence.”
Ece, gülmeye başladı. “Halil amca, şehre alıştı, geri dönmez. Kızları zaten ilgilenmez. Oğlu desen toprakla ilgisi adından öteye geçmez. Ya satarlar, ya da benim teklifimi değerlendirirler. Olur da Halil amca satmak isterse, o zaman da yine biz alırız.  Belki de bir ortaklık kurarız. Bunlar hep onunla yapacağımız konuşmayla belli olacak. Hem bak karın da diyor tüm köy evde kaldığımı konuşuyormuş. Bu saatten sonra evlenmeyi de düşünmüyorum. Şarapçılıkla avunurum.“  Son sözleri söylerken her zamanki asi tavrı ile başındaki yazmanın iki ucunu çekiştirmişti. İlkay onun bu burnu havada hallerine gülerek baktı. Bu hareket onun ‘dediğim dedik’ tavrıydı. Bağ ve şarap işini bir tarafa bırakarak asıl aklına takılanı dile getirdi.  
“Asude dedikodu mu yapıyormuş? Ne zaman vakit bulmuş? Dur ben onun kulaklarını çekerim.” Ece de anlamıştı konunun değiştirilmeye çalışıldığını ama pabuç bırakmayacaktı. “Kıyarsın da çekersin. Yarın şu toprağa birlikte bakalım mı?”
İlkay, kaderine razı bir şekilde çayının son yudumunu içti. “Bakalım da sen benden çok anlarsın topraktan. Benim ne faydam olacak?” İlkay bunu neden istediğini anlamamıştı. “Olsun sen yanımda ol. Eray da gelir belki. Siz pazarlık edersiniz.” İşte asıl yardıma ihtiyaç duyduğu nokta buydu.
“Anlaşıldı neden bizi istediğin. Tamam, pazarlık kısmını biz hallederiz. Ne de olsa orada da biz seni katlarız.” Ece burnunu havaya dikti, “Ben de okusaydım işletmeyi ben de katlardım ama ne de olsa ziraat fakültesinde pazarlıklarla ilgili ders verilmiyor. O yüzden size muhtaç kalıyorum.”
“Tek muhtaçlığın bu kızım, bu da olmasa biz ne işe yarayacağız? İyi ki öğretmemişler. Tamam, Eray ile ben hallederiz o işi. Paramız tüm bu işleri yapmaya yetecek mi?”
“Elbette. Bankadaki paraya çok dokunmayacağım. Bağ için zaten gereken para hazır. Şarap için gereken makineleri de Leasing ile alacağım. Hesaplarıma göre de, şaraptan elde edeceğim para dört yılda krediyi zaten ödeyecek. Aksi bir şey olursa nasılsa taksitleri ödemeye yetecek kadar paramız var.” Ece son cümleyi gülerek söylemişti. Çünkü ikisi de biliyordu ne kadar nakitleri olduğunu. Kuru üzüm, yaş üzüm ve şarapçılık iyi para getiriyordu. Tüm kardeşlerin hayatının kurtulacağı kadar paraları vardı bankada. Yine de yeni yatırımlar için nakit kullanmak yerine kredi ile işi döndürmeyi tercih ediyordu Ece.
“Tamam, sıkışırsan haberimiz olsun.”
“O ne demek? Sizin haberiniz olmadan iş mi yapacağım? Sıkışırsam da ilk siz bilirsiniz. Zaten atlardan gelen para da var.”
“Ece, sadece kendini sıkıntıya sokma, bize hemen haber ver diye söyledim. Yoksa toprakla ilgili işlerin hepsini bize haber ver diye değil. Ayrıca atların parası tamamen senin. Ondan bir kuruş bile aktarmayacaksın.”
“Biliyorum. Merak etme. Ben de her işi bildirmiyorum zaten. Yoksa akşama kadar size rapor vermem gerekir. Atlar konusuna gelince… Evet, onlar benim, ama gerekirse de parası hepimizin. Benim istediğim sadece en ekonomik yoldan işleri büyütmek.”
“Aman iyi anladık burada çok iş var. Yardımcı diyorum yok diyorsun ama hemen laf sokuyorsun. Atlar da işine geldi mi senin gelmedi mi hepimizin oluyor. Yarış kaybet de sorarım sana.”
“Yarış kaybetmek mi? Sen son aldığım yakışıklımı gör de bak bakalım bir sene sonra kaybedeceğimiz bir yarış olacak mı?”
“A yarın onu da görelim. Son aldığını biz hala görmedik.”
“Kaç haftadır akşamdan gelip kaçıyorsunuz. Gece kalacaksın nasılsa, sabah beş buçukta ayakta olursan izlersin antrenmanını.”
“Höle bir uyuyem de bakem, uyanem mi?” Ece, abisinin şivesini duyunca gülmeye başladı.
“Tamam, kalktığında bakarsın. Sen şu çatı işini atlama da.”
“Yok unutmam. Pazartesi ilk işim o olacak.” Bir an sustu sonra üzgün bir şekilde sordu, “Hasan amca gidici mi diyorsun?” Hasan amca, hepsinin yetişmesinde payı olan biriydi. Kendi çocuğu olmadığı için tüm köyün çocuklarını kendi çocuğu gibi sahiplenmişti. Köyde okul olmadığı için hepsinin okula gidip gelmesini sağlamış, bir servis aracı almıştı köye. Hala da onun verdiği paralar ile yenilenirdi servis minibüsü. Bayramlarda en çok harçlığı da o verirdi. Yaşları kaç olursa olsun köyün çocukları için onun yeri ayrıydı.
“Allah gecinden versin ama sanki öyle… Çok ağırlaştı. Epeydir çekiyor. Sanki son zamanları gibi geliyor ama Allah bilir yine de. İki iyiliğinden birini versin.”
“Âmin. Halil amcalar gelmedi mi?” Çok doğal bir soruydu. Kardeşinin ve ailesinin son anlarında yanında olması gerekirdi. Yine de ağabeyinin sorusunun ardında başka şeyler arayarak kısa bir an yüzüne baktı. Sonra da yanıtladı, “Bilmiyorum. Görmedim.”
Yanıt aynı doğallıkla verilmek istenmiş ama sese yansıyan gerginlik gizlenememişti. İlkay üstünde durmadı. Kız kardeşinin çocukken Toprak’a tutulduğunu biliyordu. Üstünden uzun yıllar geçse de ilk aşkın unutulmadığını da kendisinden tahmin ediyordu. Asude ilk aşkıydı ve onsuz bir hayat düşünemezdi. Ama Toprak! Onunla kardeşi arasında kendi aşkı gibi bir aşk olmamıştı hiç. Toprak tipik şehirli çocuk olarak köyün genç kızlarına hava atmıştı. Biri de kız kardeşiydi. Ece’yi yıllardır aklına bile getirmediğinden emindi.
“Babamla hala küsler değil mi?” Sanki bilmiyordu! Saçma sapan küslük yıllardır iki aile arasında duruyordu. Çocukları çok etkilemeyen küslük babaların arasında devam ediyordu.
“Barışmaz onlar. Babam sanki ihtiyacımız varmış gibi o bağı istediği sürece barışmazlar. Zaten Halil amca ailesi ile şehre taşınalı beri neredeyse köye hiç uğramadı. Gelseler de bizimle görüşmüyorlar.”
“İki tarafta haklı o olayda. Babam, söz verdi tutmadı diyor, Halil amca para vermedi diyor. Toplasan on dönüm bir yer değil mi? İkiye bölsen beş dönüm. Yani küslük sebebi topraktan çok tavır!”
“Yine de üç günlük dünyada küslüğe yer yok bence.”
“Sen hayatında hiç kavga ettin mi? O yüzden sus karışma büyüklerin işine. Hem zaten onlar sana hiç küsmediler değil mi? Ne Emine yenge, ne de Halil amca sana küsmez. Toprak zaten küs değil!” İlkay, sözlerinin etkisini kardeşinin yüzünde görüyordu. Ece, hâlâ unutmamıştı!  
Ece ise onun düşündüklerinden habersiz değişmeyen huyunun yine alay konusu olmasına takılmıştı. Kavga etmeden işlerin çözüme kavuşacağına inanır, tatlı dilli olmaya çaba gösterirdi. En çok biraz laf sokar, inat eder ama işi kavgaya asla dönüştürmezdi. Çoğu zaman da kim ne derse desin kendi bildiğini okurdu. Ama bir gün gerçekten kavga etmek zorunda kalırsa yaşayacağı hezimeti düşünmek bile istemiyordu.  
“Sen hala onların bağlarına yardım ediyor musun?”  İlkay, az önceki konuşmalardan tahmin etse de bunu ondan duymak istiyordu. Ece yalan söyleyemezdi ama bunu biraz minimize etmekte zarar yoktu. “Aman benim yaptığıma yardım denir mi? Gidip bir hatır soruyorum. Bazen bizim adamlardan birilerini yollayıp işçilerini denetletiyorum. Fırsat bulursam kendim denetliyorum.” Abisine söylemiyordu ama en çok kendisi denetliyor, bazen tüm gün oralarda kalıyordu.
“Bu yardım değil mi?”
“Lafı olmaz. Gerektiğinde onlar da bize yardım ederdi.”
“Evet, İzmir-Denizli arası gider gelirler. Kendi dediğine kendin de inanmıyorsun. Hadi şu çayımı tazele de annemlerin yanına gidelim. Başka bir şey yok değil mi?”
“Yok, daha ne olsun?”
“Ece, onlar bağlarını satmaya kalkarlarsa babama sormadan sakın almaya kalkışma. Sana da küsmesin.”
“Yapmam, inşallah o da yapmaz. O bağların olduğu yerin kıymeti çok fazla. Yola yakın olması, sulamasının kolay olması çok büyük avantaj ama babamın inadı tutarsa asla aldırtmaz bana.” Sesindeki yorgunluk ve hüzün gizlenemeyecek boyuttaydı. Babasının küslüğünün çocukça olduğunu düşünüyor ama bir yandan da iki koca adamın nasıl hâlâ inatla küs kaldıklarını anlıyordu. İşin içine inat girdiğinde babasının tarafını tutuyordu. Sanki düşüncelerini okuyormuş gibi ağabeyi de “Senin inadını kimden aldığın belli işte! Hadi çıkalım artık.” dedi.
  Bardakları alıp çıktı odadan. Abisi de arkasından çıkıp lambayı kapattı. Kardeşinin üstünde ne çok iş olduğunu bilse de böyle konuştuğu zaman içi burkuluyordu. Evlense, belki kocası da işlerden anlar yardım ederdi ama hiç niyeti yoktu kızın!
Kardeşinin arkasından bakarken başını sallamaya başladı.
“Kısmet, bakalım neler olacak. Ben asıl bu işe bir el atayım…”


*****


Pazar günü sabah altıda tavladaydı. Henüz gün tam ağarmamıştı ama çalışmak için en iyi saatlerdi. Evdekilerin uyanmayacağını bildiği için abisine de seslenmemişti. Adını henüz koyamadığı yakışıklısı eyerlenmiş bekliyordu. Ali Seyis boynunu okşayarak konuşuyordu atla.
“Günaydın, yakışıklım ne yapıyor? Keyfi yerinde mi?”
“Günaydın Ece Hanım. İyi bu sabah. Artık koyduğum yemlerin hepsini yiyor. Kilo alıyor düzenli olarak.”
“Binebilirim değil mi?”
“Elbette ama çok hızlı koşmasını beklemeyin. Bırakın o koşsun.”
Seyis Ali de atla beraber gelmişti çiftliğe. Eski patronu iflas edince kendisine iş aramaya başlamıştı. Ece, onun atla olan yakınlığını gördüğünde çiftlikteki diğer seyis Yakup’a yardımcı olması için onu da yanına almıştı. Şimdi çok doğru bir karar verdiğini biliyordu. Yanlarında çalışan küçük bir Ali daha vardı. Ailesi memleketlerine taşınınca o da ayrılmıştı. Seyislerin işlerine yardımcı olması için on dokuz yaşında bir delikanlı almıştı işe. Recep, çok çalışıyor, çok koşturuyordu. Onu işe ilk aldığında Sibel için tehlike olmasından korkmuştu. Yakışıklı denecek bir çocuktu. Henüz yüzündeki sivilcelerin tamamı geçmemişti ama yine de kızlara çekici gelecek biriydi. Neyse ki Sibel, okulundan birisi ile fazlaca ilgilendiği için Recep’i fark etmemişti. Recep de kızların ortalıkta olduğu zamanlarda pek kafasını kaldırıp ilgilenmiyordu.  
Seyise dönüp “Tamam, Ali Bey, zaten o iyice kendine gelmeden tekrar yarış antrenmanları başlayamaz. Onu kaybetmeyi göze alamam. Çok yarış kazanacağız onunla.” dedi. Ali atın boynunu okşayarak, “İnşallah, inşallah.” dedi. Ece’nin binmesinden önce kantarmaları kontrol etti. Bağlantılarda sorun olmadığını görünce dizginleri Ece’ye uzattı. Sonra da Recep’in elindeki toku alıp takması için Ece’ye verdi. Ece onların güleceğini bildiği halde yine de yazmanın üstünden taktı toku. Çenesinin altında kayışları taktıktan sonra yazmanın uçlarını havalı bir hareketle arkaya doğru attı. Ali ile Recep gülerken de dizginleri çekiştirdi.
Ece atın sol tarafına geçip dizginleri sol eline alıp yine sol eli ile eyeri tuttu. Ali seyis, sağ ayağını destekleyip atın üstüne sıçramasına yardım etti. İşte sadece bu anlarda boyunun kısa olmasına, ufak tefek yapısına şükrediyordu. Jokeyler gibi bir yapıya sahipti. Böylece atları çalıştırmak için ayrı birisine ihtiyaç duymuyor, yarıştan bir gün önce İzmir’e gönderiyor, yarışacak jokey ya da apranti ile antrenman yapmalarını sağlıyordu. Genelde Yakup ile yollardı ama artık Ali de atlarını götürüyordu. İki seyisine de güveniyordu.
Atın boynunu okşayıp oturuşunu düzelttikten sonra hafifçe ayakları ile böğrüne dokundu ve yola koyuldu. At o an ileri atılmıştı bile. Her geçen gün daha da hızlanıyordu. Yıllardır atlarına binen jokeylerden birini atı görmesi için getirecekti. Aslında ne diyeceğini biliyordu ama bir bilenden duymaya ihtiyacı vardı.  
Bir süre köye doğru rahat bir koşu tutturdular. Hava çok soğuktu. Nefesi kesiliyordu. Ağzını çok açmayarak soğuk havanın ciğerlerine dolmasını engelledi. Daha sonra hafif bir dokunuşla biraz daha hızlanmasını sağladı. Artık özgürce koşuyordu. Köye geldikten sonra atı yeniden ahırlar doğru çevirdi. Madem koşmak istiyordu antrenman sahasında koşması daha iyiydi. Antrenman pistinde üç tur koştuktan sonra yeniden boxların oraya döndü. Seyisi görünce yüzündeki büyük gülümseme ile indi attan. “Ali Bey, bir ay diyordum ama en fazla iki haftaya başlarız koşmaya. Kırbaç vurmadan böyle koşuyorsa, iki kere kırbaç vursak uçacak diye korkarım.”
“Bir sene geç doğdu bu tayımız. Eğer, üç yaşına girmiş olsaydı, yarışlarda kazanacağı para ile çiftliği de eski sahibini de kurtarırdı.” Hala üzgündü Ali seyis. Eski işyerinin iflas etmesi ve atların haraç mezat satılması karşısında elinden bir şey gelmemesi canını sıkıyordu. Ece, onun ne düşündüğünü biliyordu. Ali seyis koşumları sökerken konuşmaya devam ettiler.  
“O işler o kadar basit değil ne yazık ki. Hem bir atın kazanacağı ile o çiftliğin borcu harcı bitmezdi. Rakamı duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Umarım akıllanır da bir daha böyle borç yapmaz. Hem bilirsin, Arap atları İngilizler kadar para etmeyebiliyor. Onun değerini anlayacak birilerini bulmanız çok zor olurdu. İyi eğitilmeli, iyi hazırlanmalı ve büyük yarışlara sokulmalı at. Zaten bak şuraya yazıyorum, bu at ilk yarışını kazansın telefonlarım susmayacak.”
Ali seyis bakışlarını kaçırarak atın üstündeki battaniyeyi düzeltti. “İnşallah o günleri göreceğiz.”
“Âmin, Ali seyis. Yakup nerede?”
“Atların tımarlarını yapıyordu.”
“Tamam, bunun da terini kurutun, ben eve dönüyorum. Diğer atların bir sorunu yok değil mi? Annemiz nasıl?”
“Yok, Ece Hanım, hepsinin hali keyfi yerinde. Recep onlarla yakından ilgileniyor. Annemiz de son üç ayının içinde. Veteriner geldiğinde durumunda hiç sorun olmadığını söylemişti. Beslenmesi de iyi.”
“Tamam, o zaman artık işlerin başına dönebilirim.”

“Kolay gelsin size.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder