Ece, abisi ile biraz işlerden konuşması gerektiğini söyleyip iki çay
bardağını alıp salona geçti. Diğerleri oturma odasında televizyon izliyordu.
Genelde hafta sonları geldiklerinde gece de kalıyorlardı. Asude’nin annesine de
uğruyorlardı ama genelde Ece’lerde kalıyorlardı. Annesi Eray’ları da aramış,
kahvaltıya çağırmıştı. Yarın güzel bir gün olacaktı.
İlkay biraz da Ece’ye yardım etmek için yapıyordu bunu. Bağların
arasında dolaşıyor, kardeşinin sahipsiz olmadığını anlamaları için yanında
duruyor ama işlere hiç karışmıyordu. Sessiz bir anlaşma yapmış gibiydi İlkay
ile Ece. Aile işlerini yürütüyor ama birbirlerinin işine karışmıyorlardı. Ta ki
biri diğerinden yardım isteyene kadar.
Ece, ağabeyinin çayını sehpaya koydu. Salon, evin alt katında arka
bahçeye bakan, dışı tamamen ağaçlandırılmış, küçük parçalı büyük camlar ile güzel
aydınlanan, büyük şömineli bir odaydı. Burayı Ece’nin seçtiği mobilyalar ile
döşemişlerdi. Annesine kalsa eski evdeki divanları getirecekti. Şöminenin
üstünü eski evlerindeki gibi taşla kaplatmışlar, evin tamamında olan ahşap ve
tavan kaplamalarını da yine eski evlerindeki gibi yaptırmışlardı. Denizli
yöresinin mimari yapısındaki ahşap ve taşın birlikte kullanımı her zaman sıcak
bir ortam yaratıyordu.
Camın önündeki koltuklara oturduklarında Ece konuşmaya başladı.
“Ağabey, biliyorum işin çok ama damın aktarılması için birini ayarlar mısın?
Benim odanın, yani senin eski odanın sol tarafı iyice su almış belli. Bu kış
kötü oldu. Çatı sökülecek sanırım.”
İlkay büyük bir yudum aldığı çayını yuttuktan sonra konuşmaya başladı.
“Tamam, abisinin güzeli, ayarlarım. Belki sadece o kısmı sökerek hallederler.
Bir baksınlar. Yorgun gözüküyorsun. Çok mu işler? Biraz daha adam alalım mı?”
İlkay’a kalsa tüm bağları tüccara verir, oradan gelen para ile de
annesi ve kardeşlerinin rahat rahat geçinmesini sağlardı ama inatçı kardeşi
bağların başına geçmiş, tüccar kelimesini de ağızlarına almayı yasaklamıştı.
Aslında onun bu toprak sevgisi hoşuna da gidiyordu. Ne de olsa bir kısmı atadan
kalma topraklardı. Üstünde en çok da Ece’nin emeği vardı. Mirasına sahip
çıkıyordu.
“Yorgun değilim, merak etme. İşler iyi yürüyor. Adamlar yetişiyor
işlere ama şu istediğimiz yeni yeri alırsak, birilerini alırım.”
“İstediğimiz değil, istediğin yer. Orasını sen istiyorsun. Ne gerek
varsa? Bu sene şaraplıklar olacak mı? Mahsul nasıl?”
“Şaraplıkları zararsız yetiştirmeyi umuyorum. İlaçlamalar bu hafta sonu
başlayacak. Bu sene yağmur çok olursa bağlar yanar. Erken başlayacağız ilaca.
Mevsimler biraz kaydı. Dona dikkat edeceğiz ama sanırım yine zararsız geçiririz
o dönemi. O yüzden yeni bağ için de gecikmek istemiyorum.”
“Sen benden iyi bilirsin o işleri. Yeni yeri ne yapacaksın? Neredeyse
üç yüz dönüm arazimiz var. Az uz değil ki oradan alınacak ürün.”
Ece, almak istediği yeni bağ ile ilgili hayallerini ilk kez
yüksek sesle söyleyecekti. Derin bir nefes aldı, abisinin gözlerinin içine
bakıp gülümseyerek, “O arazi doksan dönüm kadar. Ve … Orayı alırsam ki
alacağım, başka talip yok! Orada kendi üzümümü yetiştireceğim. Hem şaraplık
üzüm yetiştireceğim hem de kendi adımızı taşıyan şarabımızı yapacağım.” Bunu
öyle bir söylemişti ki dünyanın en önemli sırrını paylaşıyor gibiydi.
“Sen ciddi misin?” İlkay gerçekten şaşırmıştı. Almak istediği yerin o
kadar büyük olduğunu tahmin etmemişti. Elbette hayallerini de bilmiyordu
Ece’nin. Bu kız yorulmuyor muydu? Böyle giderse bir gün yorgunluktan düşüp
kalacaktı. Çocukluklarından beri Ece hepsinden farklıydı. Bu yaşına kadar da
değişmemişti. Ev işlerinden hoşlanmaz, annesi zorlamasa yemek yemeyi bile akıl
etmezdi ama ne zaman yağmur gelecek, ürün ne zaman toplanacak, atlara hangi yem
alınacak, aşıları ne zaman yapılacak bilirdi.
Ece, onun düşündüklerinden habersiz anlatmaya devam etti. “Bu sene bir
üzümü aşılayacağım. Kendi bağımızda geçen sene denedim. Aşı tuttu ve çok güzel
bir üzüm aldım. Yeni toprağı da bunun için istiyorum. Aşılama yaptığım yerdeki
toprakla aynı özellikleri. İstediğim gibi ürün verirse sene sonunda ilk mahsul
şarabını deneyeceğim. Eğer başarırsam artık üzümü fabrikaya vermeyeceğim. Bizim
eski tesisleri elden geçireceğim, bir ya da iki yeni makine alacağım. Eldekiler
epey idare eder. Böylece artık kendi üzümümüz kendi fabrikamızda fıçılanacak.”
İlkay her an artan şaşkınlığı ile yanıtladı, “Sen bu işe epey kafa
yormuşsun!”
“Evet, uzun zamandır düşünüyordum. Hasan amca çok hasta. Allah gecinden
versin ama o ölürse bağlarla kim ilgilenecek? Halil amca ile oturup
konuşacağım. Onların üzümlerini de ben alıp fıçılayacağım. Böylece onlara nakit
akışı devam edecek, ben de daha çok şarap üretmiş olacağım.”
“Senin zaten işin başını aşmış. Onların da en az iki yüz dönümü var. Bu
kadar yerle tek başına nasıl ilgileneceksin? Hem, yarın evlensen o işlere kim
yetişecek? İyi düşün bence.”
Ece, gülmeye başladı. “Halil amca, şehre alıştı, geri dönmez. Kızları
zaten ilgilenmez. Oğlu desen toprakla ilgisi adından öteye geçmez. Ya satarlar,
ya da benim teklifimi değerlendirirler. Olur da Halil amca satmak isterse, o
zaman da yine biz alırız. Belki de bir ortaklık kurarız. Bunlar hep
onunla yapacağımız konuşmayla belli olacak. Hem bak karın da diyor tüm köy evde
kaldığımı konuşuyormuş. Bu saatten sonra evlenmeyi de düşünmüyorum.
Şarapçılıkla avunurum.“ Son sözleri söylerken her zamanki asi tavrı ile
başındaki yazmanın iki ucunu çekiştirmişti. İlkay onun bu burnu havada
hallerine gülerek baktı. Bu hareket onun ‘dediğim dedik’ tavrıydı. Bağ ve şarap
işini bir tarafa bırakarak asıl aklına takılanı dile getirdi.
“Asude dedikodu mu yapıyormuş? Ne zaman vakit bulmuş? Dur ben onun
kulaklarını çekerim.” Ece de anlamıştı konunun değiştirilmeye çalışıldığını ama
pabuç bırakmayacaktı. “Kıyarsın da çekersin. Yarın şu toprağa birlikte bakalım
mı?”
İlkay, kaderine razı bir şekilde çayının son yudumunu içti. “Bakalım da
sen benden çok anlarsın topraktan. Benim ne faydam olacak?” İlkay bunu neden
istediğini anlamamıştı. “Olsun sen yanımda ol. Eray da gelir belki. Siz
pazarlık edersiniz.” İşte asıl yardıma ihtiyaç duyduğu nokta buydu.
“Anlaşıldı neden bizi istediğin. Tamam, pazarlık kısmını biz
hallederiz. Ne de olsa orada da biz seni katlarız.” Ece burnunu havaya dikti,
“Ben de okusaydım işletmeyi ben de katlardım ama ne de olsa ziraat fakültesinde
pazarlıklarla ilgili ders verilmiyor. O yüzden size muhtaç kalıyorum.”
“Tek muhtaçlığın bu kızım, bu da olmasa biz ne işe yarayacağız? İyi ki
öğretmemişler. Tamam, Eray ile ben hallederiz o işi. Paramız tüm bu işleri
yapmaya yetecek mi?”
“Elbette. Bankadaki paraya çok dokunmayacağım. Bağ için zaten gereken
para hazır. Şarap için gereken makineleri de Leasing ile alacağım. Hesaplarıma
göre de, şaraptan elde edeceğim para dört yılda krediyi zaten ödeyecek. Aksi
bir şey olursa nasılsa taksitleri ödemeye yetecek kadar paramız var.” Ece son
cümleyi gülerek söylemişti. Çünkü ikisi de biliyordu ne kadar nakitleri
olduğunu. Kuru üzüm, yaş üzüm ve şarapçılık iyi para getiriyordu. Tüm
kardeşlerin hayatının kurtulacağı kadar paraları vardı bankada. Yine de yeni
yatırımlar için nakit kullanmak yerine kredi ile işi döndürmeyi tercih ediyordu
Ece.
“Tamam, sıkışırsan haberimiz olsun.”
“O ne demek? Sizin haberiniz olmadan iş mi yapacağım? Sıkışırsam da ilk
siz bilirsiniz. Zaten atlardan gelen para da var.”
“Ece, sadece kendini sıkıntıya sokma, bize hemen haber ver diye
söyledim. Yoksa toprakla ilgili işlerin hepsini bize haber ver diye değil.
Ayrıca atların parası tamamen senin. Ondan bir kuruş bile aktarmayacaksın.”
“Biliyorum. Merak etme. Ben de her işi bildirmiyorum zaten. Yoksa
akşama kadar size rapor vermem gerekir. Atlar konusuna gelince… Evet, onlar
benim, ama gerekirse de parası hepimizin. Benim istediğim sadece en ekonomik
yoldan işleri büyütmek.”
“Aman iyi anladık burada çok iş var. Yardımcı diyorum yok diyorsun ama
hemen laf sokuyorsun. Atlar da işine geldi mi senin gelmedi mi hepimizin
oluyor. Yarış kaybet de sorarım sana.”
“Yarış kaybetmek mi? Sen son aldığım yakışıklımı gör de bak bakalım bir
sene sonra kaybedeceğimiz bir yarış olacak mı?”
“A yarın onu da görelim. Son aldığını biz hala görmedik.”
“Kaç haftadır akşamdan gelip kaçıyorsunuz. Gece kalacaksın nasılsa,
sabah beş buçukta ayakta olursan izlersin antrenmanını.”
“Höle bir uyuyem de bakem, uyanem mi?” Ece, abisinin şivesini duyunca
gülmeye başladı.
“Tamam, kalktığında bakarsın. Sen şu çatı işini atlama da.”
“Yok unutmam. Pazartesi ilk işim o olacak.” Bir an sustu sonra üzgün
bir şekilde sordu, “Hasan amca gidici mi diyorsun?” Hasan amca, hepsinin
yetişmesinde payı olan biriydi. Kendi çocuğu olmadığı için tüm köyün
çocuklarını kendi çocuğu gibi sahiplenmişti. Köyde okul olmadığı için hepsinin
okula gidip gelmesini sağlamış, bir servis aracı almıştı köye. Hala da onun
verdiği paralar ile yenilenirdi servis minibüsü. Bayramlarda en çok harçlığı da
o verirdi. Yaşları kaç olursa olsun köyün çocukları için onun yeri ayrıydı.
“Allah gecinden versin ama sanki öyle… Çok ağırlaştı. Epeydir çekiyor.
Sanki son zamanları gibi geliyor ama Allah bilir yine de. İki iyiliğinden
birini versin.”
“Âmin. Halil amcalar gelmedi mi?” Çok doğal bir soruydu. Kardeşinin ve
ailesinin son anlarında yanında olması gerekirdi. Yine de ağabeyinin sorusunun
ardında başka şeyler arayarak kısa bir an yüzüne baktı. Sonra da yanıtladı,
“Bilmiyorum. Görmedim.”
Yanıt aynı doğallıkla verilmek istenmiş ama sese yansıyan gerginlik
gizlenememişti. İlkay üstünde durmadı. Kız kardeşinin çocukken Toprak’a
tutulduğunu biliyordu. Üstünden uzun yıllar geçse de ilk aşkın unutulmadığını
da kendisinden tahmin ediyordu. Asude ilk aşkıydı ve onsuz bir hayat
düşünemezdi. Ama Toprak! Onunla kardeşi arasında kendi aşkı gibi bir aşk
olmamıştı hiç. Toprak tipik şehirli çocuk olarak köyün genç kızlarına hava
atmıştı. Biri de kız kardeşiydi. Ece’yi yıllardır aklına bile getirmediğinden
emindi.
“Babamla hala küsler değil mi?” Sanki bilmiyordu! Saçma sapan küslük
yıllardır iki aile arasında duruyordu. Çocukları çok etkilemeyen küslük
babaların arasında devam ediyordu.
“Barışmaz onlar. Babam sanki ihtiyacımız varmış gibi o bağı istediği
sürece barışmazlar. Zaten Halil amca ailesi ile şehre taşınalı beri neredeyse
köye hiç uğramadı. Gelseler de bizimle görüşmüyorlar.”
“İki tarafta haklı o olayda. Babam, söz verdi tutmadı diyor, Halil amca
para vermedi diyor. Toplasan on dönüm bir yer değil mi? İkiye bölsen beş dönüm.
Yani küslük sebebi topraktan çok tavır!”
“Yine de üç günlük dünyada küslüğe yer yok bence.”
“Sen hayatında hiç kavga ettin mi? O yüzden sus karışma büyüklerin
işine. Hem zaten onlar sana hiç küsmediler değil mi? Ne Emine yenge, ne de
Halil amca sana küsmez. Toprak zaten küs değil!” İlkay, sözlerinin etkisini
kardeşinin yüzünde görüyordu. Ece, hâlâ unutmamıştı!
Ece ise onun düşündüklerinden habersiz değişmeyen huyunun yine alay
konusu olmasına takılmıştı. Kavga etmeden işlerin çözüme kavuşacağına inanır,
tatlı dilli olmaya çaba gösterirdi. En çok biraz laf sokar, inat eder ama işi
kavgaya asla dönüştürmezdi. Çoğu zaman da kim ne derse desin kendi bildiğini
okurdu. Ama bir gün gerçekten kavga etmek zorunda kalırsa yaşayacağı hezimeti
düşünmek bile istemiyordu.
“Sen hala onların bağlarına yardım ediyor musun?” İlkay, az
önceki konuşmalardan tahmin etse de bunu ondan duymak istiyordu. Ece yalan
söyleyemezdi ama bunu biraz minimize etmekte zarar yoktu. “Aman benim yaptığıma
yardım denir mi? Gidip bir hatır soruyorum. Bazen bizim adamlardan birilerini
yollayıp işçilerini denetletiyorum. Fırsat bulursam kendim denetliyorum.”
Abisine söylemiyordu ama en çok kendisi denetliyor, bazen tüm gün oralarda
kalıyordu.
“Bu yardım değil mi?”
“Lafı olmaz. Gerektiğinde onlar da bize yardım ederdi.”
“Evet, İzmir-Denizli arası gider gelirler. Kendi dediğine kendin de
inanmıyorsun. Hadi şu çayımı tazele de annemlerin yanına gidelim. Başka bir şey
yok değil mi?”
“Yok, daha ne olsun?”
“Ece, onlar bağlarını satmaya kalkarlarsa babama sormadan sakın almaya
kalkışma. Sana da küsmesin.”
“Yapmam, inşallah o da yapmaz. O bağların olduğu yerin kıymeti çok
fazla. Yola yakın olması, sulamasının kolay olması çok büyük avantaj ama
babamın inadı tutarsa asla aldırtmaz bana.” Sesindeki yorgunluk ve hüzün
gizlenemeyecek boyuttaydı. Babasının küslüğünün çocukça olduğunu düşünüyor ama
bir yandan da iki koca adamın nasıl hâlâ inatla küs kaldıklarını anlıyordu.
İşin içine inat girdiğinde babasının tarafını tutuyordu. Sanki düşüncelerini okuyormuş
gibi ağabeyi de “Senin inadını kimden aldığın belli işte! Hadi çıkalım artık.”
dedi.
Bardakları alıp çıktı odadan. Abisi de arkasından çıkıp
lambayı kapattı. Kardeşinin üstünde ne çok iş olduğunu bilse de böyle konuştuğu
zaman içi burkuluyordu. Evlense, belki kocası da işlerden anlar yardım ederdi
ama hiç niyeti yoktu kızın!
Kardeşinin arkasından bakarken başını sallamaya başladı.
“Kısmet, bakalım neler olacak. Ben asıl bu işe bir el atayım…”
*****
Pazar günü sabah altıda tavladaydı. Henüz gün tam ağarmamıştı ama çalışmak
için en iyi saatlerdi. Evdekilerin uyanmayacağını bildiği için abisine de
seslenmemişti. Adını henüz koyamadığı yakışıklısı eyerlenmiş bekliyordu. Ali
Seyis boynunu okşayarak konuşuyordu atla.
“Günaydın, yakışıklım ne yapıyor? Keyfi yerinde mi?”
“Günaydın Ece Hanım. İyi bu sabah. Artık koyduğum yemlerin hepsini
yiyor. Kilo alıyor düzenli olarak.”
“Binebilirim değil mi?”
“Elbette ama çok hızlı koşmasını beklemeyin. Bırakın o koşsun.”
Seyis Ali de atla beraber gelmişti çiftliğe. Eski patronu iflas edince
kendisine iş aramaya başlamıştı. Ece, onun atla olan yakınlığını gördüğünde
çiftlikteki diğer seyis Yakup’a yardımcı olması için onu da yanına almıştı.
Şimdi çok doğru bir karar verdiğini biliyordu. Yanlarında çalışan küçük bir Ali
daha vardı. Ailesi memleketlerine taşınınca o da ayrılmıştı. Seyislerin
işlerine yardımcı olması için on dokuz yaşında bir delikanlı almıştı işe.
Recep, çok çalışıyor, çok koşturuyordu. Onu işe ilk aldığında Sibel için
tehlike olmasından korkmuştu. Yakışıklı denecek bir çocuktu. Henüz yüzündeki
sivilcelerin tamamı geçmemişti ama yine de kızlara çekici gelecek biriydi.
Neyse ki Sibel, okulundan birisi ile fazlaca ilgilendiği için Recep’i fark
etmemişti. Recep de kızların ortalıkta olduğu zamanlarda pek kafasını kaldırıp
ilgilenmiyordu.
Seyise dönüp “Tamam, Ali Bey, zaten o iyice kendine gelmeden tekrar
yarış antrenmanları başlayamaz. Onu kaybetmeyi göze alamam. Çok yarış
kazanacağız onunla.” dedi. Ali atın boynunu okşayarak, “İnşallah, inşallah.”
dedi. Ece’nin binmesinden önce kantarmaları kontrol etti. Bağlantılarda sorun
olmadığını görünce dizginleri Ece’ye uzattı. Sonra da Recep’in elindeki toku
alıp takması için Ece’ye verdi. Ece onların güleceğini bildiği halde yine de
yazmanın üstünden taktı toku. Çenesinin altında kayışları taktıktan sonra
yazmanın uçlarını havalı bir hareketle arkaya doğru attı. Ali ile Recep
gülerken de dizginleri çekiştirdi.
Ece atın sol tarafına geçip dizginleri sol eline alıp yine sol eli ile
eyeri tuttu. Ali seyis, sağ ayağını destekleyip atın üstüne sıçramasına yardım
etti. İşte sadece bu anlarda boyunun kısa olmasına, ufak tefek yapısına
şükrediyordu. Jokeyler gibi bir yapıya sahipti. Böylece atları çalıştırmak için
ayrı birisine ihtiyaç duymuyor, yarıştan bir gün önce İzmir’e gönderiyor, yarışacak
jokey ya da apranti ile antrenman yapmalarını sağlıyordu. Genelde Yakup ile
yollardı ama artık Ali de atlarını götürüyordu. İki seyisine de güveniyordu.
Atın boynunu okşayıp oturuşunu düzelttikten sonra hafifçe ayakları ile
böğrüne dokundu ve yola koyuldu. At o an ileri atılmıştı bile. Her geçen gün
daha da hızlanıyordu. Yıllardır atlarına binen jokeylerden birini atı görmesi
için getirecekti. Aslında ne diyeceğini biliyordu ama bir bilenden duymaya
ihtiyacı vardı.
Bir süre köye doğru rahat bir koşu tutturdular. Hava çok soğuktu.
Nefesi kesiliyordu. Ağzını çok açmayarak soğuk havanın ciğerlerine dolmasını
engelledi. Daha sonra hafif bir dokunuşla biraz daha hızlanmasını sağladı.
Artık özgürce koşuyordu. Köye geldikten sonra atı yeniden ahırlar doğru çevirdi.
Madem koşmak istiyordu antrenman sahasında koşması daha iyiydi. Antrenman
pistinde üç tur koştuktan sonra yeniden boxların oraya döndü. Seyisi görünce
yüzündeki büyük gülümseme ile indi attan. “Ali Bey, bir ay diyordum ama en
fazla iki haftaya başlarız koşmaya. Kırbaç vurmadan böyle koşuyorsa, iki kere
kırbaç vursak uçacak diye korkarım.”
“Bir sene geç doğdu bu tayımız. Eğer, üç yaşına girmiş olsaydı,
yarışlarda kazanacağı para ile çiftliği de eski sahibini de kurtarırdı.” Hala
üzgündü Ali seyis. Eski işyerinin iflas etmesi ve atların haraç mezat satılması
karşısında elinden bir şey gelmemesi canını sıkıyordu. Ece, onun ne düşündüğünü
biliyordu. Ali seyis koşumları sökerken konuşmaya devam ettiler.
“O işler o kadar basit değil ne yazık ki. Hem bir atın kazanacağı ile o
çiftliğin borcu harcı bitmezdi. Rakamı duyduğumda kulaklarıma inanamadım.
Umarım akıllanır da bir daha böyle borç yapmaz. Hem bilirsin, Arap atları
İngilizler kadar para etmeyebiliyor. Onun değerini anlayacak birilerini
bulmanız çok zor olurdu. İyi eğitilmeli, iyi hazırlanmalı ve büyük yarışlara
sokulmalı at. Zaten bak şuraya yazıyorum, bu at ilk yarışını kazansın
telefonlarım susmayacak.”
Ali seyis bakışlarını kaçırarak atın üstündeki battaniyeyi düzeltti.
“İnşallah o günleri göreceğiz.”
“Âmin, Ali seyis. Yakup nerede?”
“Atların tımarlarını yapıyordu.”
“Tamam, bunun da terini kurutun, ben eve dönüyorum. Diğer atların bir
sorunu yok değil mi? Annemiz nasıl?”
“Yok, Ece Hanım, hepsinin hali keyfi yerinde. Recep onlarla yakından
ilgileniyor. Annemiz de son üç ayının içinde. Veteriner geldiğinde durumunda
hiç sorun olmadığını söylemişti. Beslenmesi de iyi.”
“Tamam, o zaman artık işlerin başına dönebilirim.”
“Kolay gelsin size.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder