27 Ekim 2015 Salı

YAKIŞIKLI 23. Bölüm

Toprak, müdürleri ile yaptığı kısa toplantıdan sonra nihayet odasında tek başına kaldı.
Onu öpmüştü. On yıl sonra gelen bir öpücüktü. Çok geç kalınmış ve çok kısa sürmüştü. Ama o kısacık sürede bile aklından geçen, Ece’yi yolcu koltuğuna oturtup, direksiyonu kendi evine çevirmekti. O kadar yetersiz bir öpücüğün isteğini bastırması zaten beklenemezdi. Elbette ateşleyici olmuştu. Ama bir sonraki adımın Ece için henüz mümkün olmadığını da biliyordu. Onu kazanmak ve kollarına alabilmek için biraz uğraşacaktı.  Ece buna değerdi!


*****



Evin yoluna girdiğinde arabayı durdurdu ve Toprak’ın numarasını tuşladı. Hemen açılınca da gülümsedi. “Bekliyordun sanırım.”
“Hem de büyük bir merakla. Ulaştın değil mi eve?” Sesi rahatlamıştı. Bu tınıyı duymak mutlu etti Ece’yi.
“Evet, yollar iyiydi. Köy daha kötü desem yalan olmaz. Yüksekteyiz ya kar tutmuş bile burada. Yarına kalmaz ama bu gece eğlence var demektir.”
“Ne eğlencesi?”
“Kardeşlerle kartopu savaşı. Onlar henüz büyümedi. Konu kartopu savaşı oldu mu ben onlardan da küçük sayılırım.”
“Sen yeterince büyümüşsün üzüm gözlüm.” Sesindeki ima Ece’yi utandırdı. Tam bir şey söyleyecekken Toprak’ın sesi ile sustu. “Savaşta senden yana olduğumu bil. Kardeşlerinin canına oku.”
“Sen ablanlardan çok mu çektin? Neden canlarına okuyayım? Alt tarafı kar içinde bırakacağım. Ben hepsine yeterim.” Gülüyordu bunları söylerken.  
“Dumanınkini aldın mı?”
“Evet, arkada taşıyıcı kutusunda. Huyunu bilmediğim için serbest bırakamadım.”
“İyi yaptın. Şanslı köpek şu Duman.”
“Evet, kızım da pek güzel. Kesin aşık olacaklar.”
“Romantik kadın, fırsat bulunca ara beni. Ve hasta olma.”
“Ben hiç hasta olmam.”
“Hiç mi?”
“Hiç”
“Ben de bana hasta oluyorsun sanıyordum!” diye ağzının içinde mırıldandı. Ece tam duyamasa da ne dediğini anlamıştı. Gülümseyerek vedalaşıp kapattı telefonu.


*****


Ece, o günün büyük kısmını ailesinin yanında geçirdi. Dört gecedir evinden uzaktaydı. Bu çok uzun bir süreydi ve çok özlemişti. Tay satışları çok nadir katıldığı bir etkinlik olduğu için evden ayrı kaldığı süre genelde bir ya da iki gece olurdu. Telefonla defalarca konuşsalar da yetmiyordu. Babası ile uzun süre oturmuş ona yarışı anlatmıştı. Taylarını satmaktan vazgeçtiğini alıcıları sevmediğini söylemişti. Üzülmesini istemiyordu. Elbette aynı yalanı annesine de söylemek zorunda kalmıştı. Kardeşleri merak bile etmemişti.
Akşam yemeğinden sonra babasının da kendilerini görmesi için kış bahçesinin oradaki bahçede kardeşleri ile kartopu oynadı. Ara sıra cama atıp babasını da oyuna dahil etti. Annesi şalına sarılmış portakal soyuyordu. Bir saat sonra ıslanmış, üşümüş ve çok eğlenmiş olarak girdiler içeriye.
Tatil bitmişti. Ertesi gün yeniden bağların başındaydı.


*****


Mehmet Ali, Ece’yi arayıp satmadığı taylardan birine talip olduğunu söylediğinde şaşırdı Ece.
“Seyisler mi söyledi satmadığımı?” diye sordu merakla. Böylece lafın kimden çıktığını da öğrenmeyi umuyordu.
“Hayır, İzmir’den bir arkadaşım söyledi. Sen hasta at satacak biri değilsin. Ama elbette ben de, adı hastaya çıkmış ata senin istediğin parayı vermem. Bana biraz indirim yapacaksın.”
“Ah… Anladım. Üzgünüm, Mehmet Ali, ama atlarım satılık değil. Onlarla kazandığım yarışları izledikçe hepiniz kıskançlıktan çatlayacaksınız.”
“Bence inat etme. İkisini birden yarışa sokmazsın. Birini alabilirim ve biraz daha fiyat arttırabilirim.” Söylediği rakam aslında satış rakamına oldukça yakındı ama Ece kızmıştı. Üstelik Mehmet Ali arkadaşıydı. Böyle bir teklif ile gelmesi rahatsız etmişti.
“Üzgünüm, ama satmayacağım. Oğlun nasıl?”
“Konuyu değiştiriyorsun öyle mi? Benle uğraşma, alacağım atını.” Gülümsüyordu Mehmet Ali. Ece de gülümsedi ve “Sana satacak başka taylarım olacak. Ama bu taylarımı satmayacağım. Bu satışta taylarıma iftira atanların hepsine toz yutturacağım.”
“Of sen gerçekten çok kızmışsın. Ben de şaka yapıyordum. Şu an zaten tay alamam. Yerim yok. İnşaat bitince çalacağım kapını. Seni aslında kazandığın yarışı tebrik etmek için aradım ama biraz kızdırayım istedim.”
“Keyfim yerinde, beni kızdıramazsın. Oğlunu özledim. Bize gelsenize. Annem de sevsin biraz Cin Aliyi…”
“Cin Ali deme ona. Biraz zayıf olabilir ama sağlıklı. Uğraşma oğlumla. Bana çekmiş işte. Tamam yarın evdeyseniz geliriz. O da sizi özledi.”
“Tamam, yarın görüşürüz.”


*****


Mehmet Ali, kucağında oğlu ile önce boxlara gitti. Yolda gördüğü işçiler Ece’nin atların yanında olduğunu söylemişti. Kapıya yaklaştığında aralıktan gelen sesi duydu. Ece içeride seyislerle konuşuyordu. Kulak kabarttı.
“Ali bey, ne sizden ne Yakup’tan ne de Recep’ten şüpheleniyorum. Ben bu bilginin nasıl olup da diğer at sahiplerine ulaştığını öğrenmek istiyorum. Kasıt aramıyorum. Bu haber istem dışı yayılmış olmalı.”
“Ben kimseyle konuşmadım. Diğerlerinin konuştuğunu da duymadım.”
“Yakup sen kimseye bir şey anlattın mı?”
“Hayır Ece Hanım. Ağzımı açmadım. Ama aklıma veterinerin bir yerlerde konuşmuş olma ihtimali geliyor.”
“Müfit amca asla söylemez. Recep sen de söylemedin değil mi?”
“Yok Ece Hanım, ben at sahibi tanımam ki söyleyeyim.”
“Zaten olan oldu. Ama bir kez daha buraya ait bir haberin dışarıya sızdığını duyarsam tavrım farklı olur. Umarım anlatabildim. Elemanlarıma güvenmek isterim.”
“Anladık Ece Hanım. Şahsım ve arkadaşlarım adına bize güvenebileceğinizi söylemek isterim.” Seyis Ali, kızı yaşındaki biri tarafından azarlanmaktan duyduğu utanç ile başını kaldırmadan konuşuyordu. Ece üzülse de ipleri elinde tuttuğunun anlaşılması için bu konuşmanın gerektiğini biliyordu. Sırf ayrım olmasın diye üçünün bir arada olacağı zamanı beklemişti.  
Yakup, “Çiftlik zor durumda mı Ece Hanım? Tayları satamadığınız için güçlük çekecekseniz biz de tanıdıklarımıza söyleyelim belki talip çıkar!”
“Gerek yok Yakup. Satmayacağım. O paraya muhtaç değildik. Zaten üzüldüğüm neden satılmadıkları değil, haberin nasıl olup da duyulduğu… Çalıştığım insanlara kendim kadar güvenmek isterim.”
“Merak etmeyin Ece Hanım, bizlerden biri böyle bir şey yapmaz, yapamaz. Bize güvenebilirsiniz.”
“Tamam, kolay gelsin size. A Ali seyis, yarın sabah koşturacağım adsızı. Altıda hazır olsun. Bağlarda işler yoğun geçe kalmayayım.”
Ece dışarı çıktığında Mehmet Ali ile oğlu Ozan’ı gördü. Mehmet Ali kaşları çatık, kollarını göğsünde birleştirmiş öylece duruyordu. Uzun boyu, yapılı vücudu ve geçen yazların güneşinin kararttığı cildi ile korkutucu bir hali vardı.
“Ne zaman geldiniz?” derken Ozan’ı kucağına almış öpmeye başlamıştı bile. Ozan da aynı şekilde Ece’yi öpücüklere boğuyordu. Ece yürümeye başlayınca Mehmet Ali de ona eşlik etti.  
“Sen yeni fırça atmaya başlamıştın.”
“Onun için mi kaşlarını çattın? Ne yani bir şey yokmuş gibi mi davransaydım?”
“Hayır elbette öyle değil ama dikkatli ol. Bu bilgi buradan çıkmadıysa nereden çıktı? Sen yine de söylenenlere fazla güvenme.”
“Biliyorum. Sinirimi bozuyor ama yapacak bir şeyim yok. Bir Yakup eskidir. Seyis Ali ile Recep henüz çok yeniler. Yakup’a güvenirim ama bu da sonsuz bir güven değildir. İnsanların içinde olan kötülük ne zaman, nerede ortaya çıkacak bilemem.”
“Haklısın. Kötülük herkesin içinde var. Sadece bazılarımız bunu dizginlemeyi başarırken bazılarımız serbest bırakıyor.” Sesi üzgündü. Ece, eskileri açıp canını sıkmamak için sustu bir süre. Mehmet Ali, köylünün çoğunluğunun kendisini sevmediğini biliyor ve buna olan kızgınlığını saklamakta güçlük çekiyordu.
Bağların hizasına geldiklerinde konu üzümlere döndü.
“Sizin budamalar bitmiş.”
“Senin bitmedi mi yoksa?”
“Az bir yer kaldı.”
“Başlarında dur. Yoksa işçiler gevşek çalışır. Bizim ve Karayel’lerin bağların budamalar ve omca ekimleri bitti. Don yapmaz inşallah. Gerçi bu seneye kadar olmadı ama bu sene kış uzun sürecekmiş. Hem yaptık, hem korktuk.”
“Ben de biraz tedirgin oldum. Sonra hava durumunu takip edince biraz rahatladım. Bu sene ürünler iyi olacak inşallah. Toprak iyi. Su iyi. Hava da iyi olursa daha ne isteriz?”
“Ben ziraatten ilaç alacağım, sana da lazım mı?”
“Ne zaman alacaksın? İlaçlama için erken.”
“Erken de, bordo bulamacını erken alıp koyacağım kenara. Herkes aynı anda almaya gidince ziraattekiler isyan ediyor. Bulamaç da olmuyor bazen. Mart sonu ya da nisanda yaparız ilaçlamayı. Ben Niğde’ye gidiyorum. Oradan dönerken arabada yer olursa alıp geleceğim. Sana da lazımsa alayım.”
“Yok ben sonra alırım, sağ ol. Niğde de işin ne?”
Ozan, kucaktan inmek isteyince bıraktı, Ece. Önden eve doğru koşturan çocuğun peşinden gülümseyerek baktı. “Ne hızlı büyüyor farkında mısın?”
“Farkındayım.”
Hüzünlü sesi ile Ece’ye yine karısını düşündüğünü anlatmıştı. Hemen konuyu dağıtmak için önceki soruyu yanıtladı.  “Niğde de bir şarap fabrikasından bazı şeyler bakacağım. Onlar kapatıyormuş, ben açıyorum.”
“Şarap fabrikasını mı açıyorsun? Nerden çıktı bu?” Bu kez gerçekten şaşırmıştı. Bu kıza yetişmek her geçen gün güçleşiyordu.
“Şu son aldığım bağ var ya. Orada ve eski bağların bir kısmında iki ayrı üzüm aşılayacağım. Onlardan elde edeceğim üzümlerin şarabını yapıp satacağım.”
“Baban bırakmıştı şarap işini. Sen neden tekrar başlatıyorsun? Yorucu olacak.” Tepkisinde samimiydi. Ece zaten boyundan büyük işlere kalkışıyordu. Tüm köylü onun erkek gibi çalıştığını kadınlara da kötü örnek olduğunu, bekar kızların bir kısmının onun izinden gidip bağla bahçeyle uğraşmaya başlamasından memnun olmadığını konuşuyordu. Bu merak eskisi gibi ilaçlama yapmak, zamanı gelince ürünü toplamak değil, yer almak, yerine sahip çıkmak gibi daha farklı boyutlara kayıyordu. Bir yandan at yetiştirmesi, bir yandan bağlar ve şimdi şarap işi… Bu kız köylüyle papaz olacaktı!
Onun düşüncelerinden habersiz Ece anlatıyordu. “İşlerin bir düzeni var. Atların seyisleri, bağların işçileri var. Zaten büyük bir şey yapmayacağım. Belki iki bin en fazla üç bin şişelik bir üretim. Ama çok özel üretim olacak.”
“Az yaparım iyi yaparım diyeceksin yani. Ama o kadar az yapılanı kime nasıl satacaksın?”
“Önceleri tanıtım için biraz uğraşırım ama sonra şarap kendisini satar.”
“Yine de yorucu olacak. Sonuçta evdekiler var, babanın hastalığı var. Hem sonra evleneceksin…”
“Evlenecek miyim? Ben mi? Sen sırada koca adaylarını görüyor musun?”
“Sen evlenmeye niyetli olsan sıraya gireriz. Yani girerler.” Ece gülerek baktı Mehmet Ali’ye. “Sen de mi gireceksin? Benden beter birini bulamazsın evlenmek için.”
“Senin neyin varmış? Gayet de iyi eş olursun. Hem çocukları da seviyorsun. Ozan da seni seviyor.”
“Ozan beni oyun arkadaşı sanıyor. Sen ona anne bul.”
Tavrından ona eş olmayı düşünmediği belliydi. Bu konuşma aslında ilk kez yapılmıyordu. Mehmet Ali ona takılıyordu ama Ece de her şakanın altında biraz gerçek vardır diye tavrını hiç bozmadan yanıt veriyordu. Evlenecek ise aşık olduğu kişi ile evlenmeyi istemişti hep. Evlenmek için evlenmeyi istemiyordu.
“Öyle değil Ece. Ona bir anne arıyor olsam köyde bir sürü kız var. Ben oğluma anne aramıyorum. Kendime bir eş arıyorum o eş aynı zamanda oğluma da annelik etsin istiyorum.” Bu kez Mehmet Ali de ciddileşmişti. İlk kez bu kadar özenli cümleler ile derdini anlatıyordu. Ece, “O zaman biraz daha sosyal ol. Ben bile senden çok iniyorum şehre. Denizli’ye gittim. İzmir’e gittim. Şimdi Niğde’ye gidiyorum. En azından benim koca bulma ihtimalim senin eş bulmandan daha olası.” dedi. Mehmet Ali gülmeye başlamış, az önceki ciddi halinden eser kalmamıştı. “Haklısın. Ben biraz gezeyim. Oğlumu da yanıma alayım, beni beğenmeyen onu beğenir nasılsa.”
“Bak bu çok akıllıca. Hadi girelim eve. Çok acıktım.”
“Baksana Ozan daldı bile eve.”
“Sevildiğini bildiği yere dalıyor çocuk. Hem orada diğer oyun arkadaşları da var.” Ozan için oynadığı kişilerin yaşı önemli değildi. Eğlenmesi yeterliydi.
“Çocukları sıkmaz inşallah.”
“Ona göre üçü de onun arkadaşı. Yaşlarını aynı görüyorsa çocuğun kabahati ne? Bırak oynasın.”
“Senin kardeşlerin çok sabırlı. Herkes katlanmaz Ozan’a.” Gerçekten çok hareketli bir çocuktu. İki dakika durmuyordu.
“Onlar dersten kaçıyor. Ozan da vesile oluyor.”
“Onlar mı? Çocukların dersleri hep iyidir. Günahlarına girme.”
“Öyle tabii ama işte yine de onlar da çocuk, fırsatları değerlendirmeyi biliyorlar.”

Mutfağa girdiklerinde Ozan’ın herkese koşa koşa sarıldığını ve hepsini defalarca öpüşünü izlediler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder