Toprak, müdürleri ile yaptığı kısa toplantıdan
sonra nihayet odasında tek başına kaldı.
Onu öpmüştü. On yıl sonra gelen bir öpücüktü. Çok
geç kalınmış ve çok kısa sürmüştü. Ama o kısacık sürede bile aklından geçen,
Ece’yi yolcu koltuğuna oturtup, direksiyonu kendi evine çevirmekti. O kadar
yetersiz bir öpücüğün isteğini bastırması zaten beklenemezdi. Elbette
ateşleyici olmuştu. Ama bir sonraki adımın Ece için henüz mümkün olmadığını da
biliyordu. Onu kazanmak ve kollarına alabilmek için biraz uğraşacaktı. Ece buna değerdi!
*****
Evin
yoluna girdiğinde arabayı durdurdu ve Toprak’ın numarasını tuşladı. Hemen
açılınca da gülümsedi. “Bekliyordun sanırım.”
“Hem
de büyük bir merakla. Ulaştın değil mi eve?” Sesi rahatlamıştı. Bu tınıyı
duymak mutlu etti Ece’yi.
“Evet,
yollar iyiydi. Köy daha kötü desem yalan olmaz. Yüksekteyiz ya kar tutmuş bile
burada. Yarına kalmaz ama bu gece eğlence var demektir.”
“Ne
eğlencesi?”
“Kardeşlerle
kartopu savaşı. Onlar henüz büyümedi. Konu kartopu savaşı oldu mu ben onlardan
da küçük sayılırım.”
“Sen
yeterince büyümüşsün üzüm gözlüm.” Sesindeki ima Ece’yi utandırdı. Tam bir şey
söyleyecekken Toprak’ın sesi ile sustu. “Savaşta senden yana olduğumu bil. Kardeşlerinin
canına oku.”
“Sen
ablanlardan çok mu çektin? Neden canlarına okuyayım? Alt tarafı kar içinde
bırakacağım. Ben hepsine yeterim.” Gülüyordu bunları söylerken.
“Dumanınkini
aldın mı?”
“Evet,
arkada taşıyıcı kutusunda. Huyunu bilmediğim için serbest bırakamadım.”
“İyi
yaptın. Şanslı köpek şu Duman.”
“Evet,
kızım da pek güzel. Kesin aşık olacaklar.”
“Romantik
kadın, fırsat bulunca ara beni. Ve hasta olma.”
“Ben
hiç hasta olmam.”
“Hiç
mi?”
“Hiç”
“Ben
de bana hasta oluyorsun sanıyordum!” diye ağzının içinde mırıldandı. Ece tam
duyamasa da ne dediğini anlamıştı. Gülümseyerek vedalaşıp kapattı telefonu.
*****
Ece,
o günün büyük kısmını ailesinin yanında geçirdi. Dört gecedir evinden uzaktaydı.
Bu çok uzun bir süreydi ve çok özlemişti. Tay satışları çok nadir katıldığı bir
etkinlik olduğu için evden ayrı kaldığı süre genelde bir ya da iki gece olurdu.
Telefonla defalarca konuşsalar da yetmiyordu. Babası ile uzun süre oturmuş ona
yarışı anlatmıştı. Taylarını satmaktan vazgeçtiğini alıcıları sevmediğini
söylemişti. Üzülmesini istemiyordu. Elbette aynı yalanı annesine de söylemek
zorunda kalmıştı. Kardeşleri merak bile etmemişti.
Akşam
yemeğinden sonra babasının da kendilerini görmesi için kış bahçesinin oradaki
bahçede kardeşleri ile kartopu oynadı. Ara sıra cama atıp babasını da oyuna
dahil etti. Annesi şalına sarılmış portakal soyuyordu. Bir saat sonra ıslanmış,
üşümüş ve çok eğlenmiş olarak girdiler içeriye.
Tatil
bitmişti. Ertesi gün yeniden bağların başındaydı.
*****
Mehmet
Ali, Ece’yi arayıp satmadığı taylardan birine talip olduğunu söylediğinde
şaşırdı Ece.
“Seyisler
mi söyledi satmadığımı?” diye sordu merakla. Böylece lafın kimden çıktığını da
öğrenmeyi umuyordu.
“Hayır,
İzmir’den bir arkadaşım söyledi. Sen hasta at satacak biri değilsin. Ama
elbette ben de, adı hastaya çıkmış ata senin istediğin parayı vermem. Bana
biraz indirim yapacaksın.”
“Ah…
Anladım. Üzgünüm, Mehmet Ali, ama atlarım satılık değil. Onlarla kazandığım
yarışları izledikçe hepiniz kıskançlıktan çatlayacaksınız.”
“Bence
inat etme. İkisini birden yarışa sokmazsın. Birini alabilirim ve biraz daha
fiyat arttırabilirim.” Söylediği rakam aslında satış rakamına oldukça yakındı
ama Ece kızmıştı. Üstelik Mehmet Ali arkadaşıydı. Böyle bir teklif ile gelmesi
rahatsız etmişti.
“Üzgünüm,
ama satmayacağım. Oğlun nasıl?”
“Konuyu
değiştiriyorsun öyle mi? Benle uğraşma, alacağım atını.” Gülümsüyordu Mehmet
Ali. Ece de gülümsedi ve “Sana satacak başka taylarım olacak. Ama bu taylarımı
satmayacağım. Bu satışta taylarıma iftira atanların hepsine toz yutturacağım.”
“Of
sen gerçekten çok kızmışsın. Ben de şaka yapıyordum. Şu an zaten tay alamam.
Yerim yok. İnşaat bitince çalacağım kapını. Seni aslında kazandığın yarışı
tebrik etmek için aradım ama biraz kızdırayım istedim.”
“Keyfim
yerinde, beni kızdıramazsın. Oğlunu özledim. Bize gelsenize. Annem de sevsin
biraz Cin Aliyi…”
“Cin
Ali deme ona. Biraz zayıf olabilir ama sağlıklı. Uğraşma oğlumla. Bana çekmiş
işte. Tamam yarın evdeyseniz geliriz. O da sizi özledi.”
“Tamam,
yarın görüşürüz.”
*****
Mehmet
Ali, kucağında oğlu ile önce boxlara gitti. Yolda gördüğü işçiler Ece’nin atların
yanında olduğunu söylemişti. Kapıya yaklaştığında aralıktan gelen sesi duydu.
Ece içeride seyislerle konuşuyordu. Kulak kabarttı.
“Ali
bey, ne sizden ne Yakup’tan ne de Recep’ten şüpheleniyorum. Ben bu bilginin
nasıl olup da diğer at sahiplerine ulaştığını öğrenmek istiyorum. Kasıt
aramıyorum. Bu haber istem dışı yayılmış olmalı.”
“Ben
kimseyle konuşmadım. Diğerlerinin konuştuğunu da duymadım.”
“Yakup
sen kimseye bir şey anlattın mı?”
“Hayır
Ece Hanım. Ağzımı açmadım. Ama aklıma veterinerin bir yerlerde konuşmuş olma
ihtimali geliyor.”
“Müfit
amca asla söylemez. Recep sen de söylemedin değil mi?”
“Yok
Ece Hanım, ben at sahibi tanımam ki söyleyeyim.”
“Zaten
olan oldu. Ama bir kez daha buraya ait bir haberin dışarıya sızdığını duyarsam
tavrım farklı olur. Umarım anlatabildim. Elemanlarıma güvenmek isterim.”
“Anladık
Ece Hanım. Şahsım ve arkadaşlarım adına bize güvenebileceğinizi söylemek
isterim.” Seyis Ali, kızı yaşındaki biri tarafından azarlanmaktan duyduğu utanç
ile başını kaldırmadan konuşuyordu. Ece üzülse de ipleri elinde tuttuğunun
anlaşılması için bu konuşmanın gerektiğini biliyordu. Sırf ayrım olmasın diye
üçünün bir arada olacağı zamanı beklemişti.
Yakup,
“Çiftlik zor durumda mı Ece Hanım? Tayları satamadığınız için güçlük
çekecekseniz biz de tanıdıklarımıza söyleyelim belki talip çıkar!”
“Gerek
yok Yakup. Satmayacağım. O paraya muhtaç değildik. Zaten üzüldüğüm neden
satılmadıkları değil, haberin nasıl olup da duyulduğu… Çalıştığım insanlara
kendim kadar güvenmek isterim.”
“Merak
etmeyin Ece Hanım, bizlerden biri böyle bir şey yapmaz, yapamaz. Bize
güvenebilirsiniz.”
“Tamam,
kolay gelsin size. A Ali seyis, yarın sabah koşturacağım adsızı. Altıda hazır
olsun. Bağlarda işler yoğun geçe kalmayayım.”
Ece
dışarı çıktığında Mehmet Ali ile oğlu Ozan’ı gördü. Mehmet Ali kaşları çatık,
kollarını göğsünde birleştirmiş öylece duruyordu. Uzun boyu, yapılı vücudu ve
geçen yazların güneşinin kararttığı cildi ile korkutucu bir hali vardı.
“Ne zaman geldiniz?” derken Ozan’ı kucağına almış
öpmeye başlamıştı bile. Ozan da aynı şekilde Ece’yi öpücüklere boğuyordu. Ece
yürümeye başlayınca Mehmet Ali de ona eşlik etti.
“Sen yeni fırça atmaya başlamıştın.”
“Onun için mi kaşlarını çattın? Ne yani bir şey
yokmuş gibi mi davransaydım?”
“Hayır elbette öyle değil ama dikkatli ol. Bu bilgi
buradan çıkmadıysa nereden çıktı? Sen yine de söylenenlere fazla güvenme.”
“Biliyorum. Sinirimi bozuyor ama yapacak bir şeyim
yok. Bir Yakup eskidir. Seyis Ali ile Recep henüz çok yeniler. Yakup’a
güvenirim ama bu da sonsuz bir güven değildir. İnsanların içinde olan kötülük
ne zaman, nerede ortaya çıkacak bilemem.”
“Haklısın. Kötülük herkesin içinde var. Sadece
bazılarımız bunu dizginlemeyi başarırken bazılarımız serbest bırakıyor.” Sesi
üzgündü. Ece, eskileri açıp canını sıkmamak için sustu bir süre. Mehmet Ali,
köylünün çoğunluğunun kendisini sevmediğini biliyor ve buna olan kızgınlığını
saklamakta güçlük çekiyordu.
Bağların hizasına geldiklerinde konu üzümlere
döndü.
“Sizin budamalar bitmiş.”
“Senin bitmedi mi yoksa?”
“Az bir yer kaldı.”
“Başlarında dur. Yoksa işçiler gevşek çalışır.
Bizim ve Karayel’lerin bağların budamalar ve omca ekimleri bitti. Don
yapmaz inşallah. Gerçi bu seneye kadar olmadı ama bu sene kış uzun sürecekmiş.
Hem yaptık, hem korktuk.”
“Ben
de biraz tedirgin oldum. Sonra hava durumunu takip edince biraz rahatladım. Bu
sene ürünler iyi olacak inşallah. Toprak iyi. Su iyi. Hava da iyi olursa daha
ne isteriz?”
“Ben
ziraatten ilaç alacağım, sana da lazım mı?”
“Ne
zaman alacaksın? İlaçlama için erken.”
“Erken
de, bordo bulamacını erken alıp koyacağım kenara. Herkes aynı anda almaya
gidince ziraattekiler isyan ediyor. Bulamaç da olmuyor bazen. Mart sonu ya da nisanda
yaparız ilaçlamayı. Ben Niğde’ye gidiyorum. Oradan dönerken arabada yer olursa
alıp geleceğim. Sana da lazımsa alayım.”
“Yok
ben sonra alırım, sağ ol. Niğde de işin ne?”
Ozan,
kucaktan inmek isteyince bıraktı, Ece. Önden eve doğru koşturan çocuğun peşinden
gülümseyerek baktı. “Ne hızlı büyüyor farkında mısın?”
“Farkındayım.”
Hüzünlü
sesi ile Ece’ye yine karısını düşündüğünü anlatmıştı. Hemen konuyu dağıtmak
için önceki soruyu yanıtladı. “Niğde de
bir şarap fabrikasından bazı şeyler bakacağım. Onlar kapatıyormuş, ben
açıyorum.”
“Şarap
fabrikasını mı açıyorsun? Nerden çıktı bu?” Bu kez gerçekten şaşırmıştı. Bu
kıza yetişmek her geçen gün güçleşiyordu.
“Şu
son aldığım bağ var ya. Orada ve eski bağların bir kısmında iki ayrı üzüm
aşılayacağım. Onlardan elde edeceğim üzümlerin şarabını yapıp satacağım.”
“Baban
bırakmıştı şarap işini. Sen neden tekrar başlatıyorsun? Yorucu olacak.”
Tepkisinde samimiydi. Ece zaten boyundan büyük işlere kalkışıyordu. Tüm köylü
onun erkek gibi çalıştığını kadınlara da kötü örnek olduğunu, bekar kızların
bir kısmının onun izinden gidip bağla bahçeyle uğraşmaya başlamasından memnun
olmadığını konuşuyordu. Bu merak eskisi gibi ilaçlama yapmak, zamanı gelince
ürünü toplamak değil, yer almak, yerine sahip çıkmak gibi daha farklı boyutlara
kayıyordu. Bir yandan at yetiştirmesi, bir yandan bağlar ve şimdi şarap işi… Bu
kız köylüyle papaz olacaktı!
Onun
düşüncelerinden habersiz Ece anlatıyordu. “İşlerin bir düzeni var. Atların
seyisleri, bağların işçileri var. Zaten büyük bir şey yapmayacağım. Belki iki bin
en fazla üç bin şişelik bir üretim. Ama çok özel üretim olacak.”
“Az
yaparım iyi yaparım diyeceksin yani. Ama o kadar az yapılanı kime nasıl
satacaksın?”
“Önceleri
tanıtım için biraz uğraşırım ama sonra şarap kendisini satar.”
“Yine
de yorucu olacak. Sonuçta evdekiler var, babanın hastalığı var. Hem sonra
evleneceksin…”
“Evlenecek
miyim? Ben mi? Sen sırada koca adaylarını görüyor musun?”
“Sen
evlenmeye niyetli olsan sıraya gireriz. Yani girerler.” Ece gülerek baktı
Mehmet Ali’ye. “Sen de mi gireceksin? Benden beter birini bulamazsın evlenmek
için.”
“Senin
neyin varmış? Gayet de iyi eş olursun. Hem çocukları da seviyorsun. Ozan da
seni seviyor.”
“Ozan
beni oyun arkadaşı sanıyor. Sen ona anne bul.”
Tavrından
ona eş olmayı düşünmediği belliydi. Bu konuşma aslında ilk kez yapılmıyordu.
Mehmet Ali ona takılıyordu ama Ece de her şakanın altında biraz gerçek vardır
diye tavrını hiç bozmadan yanıt veriyordu. Evlenecek ise aşık olduğu kişi ile
evlenmeyi istemişti hep. Evlenmek için evlenmeyi istemiyordu.
“Öyle
değil Ece. Ona bir anne arıyor olsam köyde bir sürü kız var. Ben oğluma anne
aramıyorum. Kendime bir eş arıyorum o eş aynı zamanda oğluma da annelik etsin
istiyorum.” Bu kez Mehmet Ali de ciddileşmişti. İlk kez bu kadar özenli
cümleler ile derdini anlatıyordu. Ece, “O zaman biraz daha sosyal ol. Ben bile
senden çok iniyorum şehre. Denizli’ye gittim. İzmir’e gittim. Şimdi Niğde’ye
gidiyorum. En azından benim koca bulma ihtimalim senin eş bulmandan daha
olası.” dedi. Mehmet Ali gülmeye başlamış, az önceki ciddi halinden eser
kalmamıştı. “Haklısın. Ben biraz gezeyim. Oğlumu da yanıma alayım, beni
beğenmeyen onu beğenir nasılsa.”
“Bak
bu çok akıllıca. Hadi girelim eve. Çok acıktım.”
“Baksana
Ozan daldı bile eve.”
“Sevildiğini
bildiği yere dalıyor çocuk. Hem orada diğer oyun arkadaşları da var.” Ozan için
oynadığı kişilerin yaşı önemli değildi. Eğlenmesi yeterliydi.
“Çocukları
sıkmaz inşallah.”
“Ona
göre üçü de onun arkadaşı. Yaşlarını aynı görüyorsa çocuğun kabahati ne? Bırak
oynasın.”
“Senin
kardeşlerin çok sabırlı. Herkes katlanmaz Ozan’a.” Gerçekten çok hareketli bir
çocuktu. İki dakika durmuyordu.
“Onlar
dersten kaçıyor. Ozan da vesile oluyor.”
“Onlar
mı? Çocukların dersleri hep iyidir. Günahlarına girme.”
“Öyle
tabii ama işte yine de onlar da çocuk, fırsatları değerlendirmeyi biliyorlar.”
Mutfağa
girdiklerinde Ozan’ın herkese koşa koşa sarıldığını ve hepsini defalarca öpüşünü
izlediler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder