Sabah
erkenden üstelik ter içinde uyandı, Toprak. Aslında bu saatlerde henüz uyuyor
olması gerekirdi. Oysa Ece’nin aramadan gittiği kötü rüyadan sıçrayarak ve
terleyerek uyanmıştı. Rüyasında, bekliyor ama telefonu çalmıyor, o sırada şarjı
bitiyor ve sonrasında da elektrikler kesildiği için şarj edemiyordu. Ece ise
onu bulamayınca kızıyor ve gidiyordu. Sesini duyuramadığı bir koşu tutturuyor, yetişmeye uğraşıyor ama yol hiç
bitmiyordu.
Uyandığında
rüyanın etkisi ile telefonunu kontrol etti. Şarjında sorun yoktu. İçi
rahatlayarak tuvalete doğru yürüdü.
Hazırlandığında
saat sekizdi. Artık uyanmıştır diye beklemeye başladı. Sekiz buçukta kahvaltı
niyetine yediği ekmek arasına koyduğu peynir ile çayı da bitmişti. Acaba
aramadan gitmiş miydi? Bunu düşünmek istemiyordu. Mutlaka onu yine görecekti.
Köye gidecek, gelişlerinde bir araya gelecekti. Yine de bu sabah görmeden
gitmesini istemiyordu.
Saat dokuz
olduğunda telefonu çaldı. “Nihayet.” Diyerek hemen açtı telefonu. Ece’nin
tedirgin sesini duyduğunda rahatladı. “Uyandırmadım değil mi?” Toprak onun
kendisini düşündüğünü anlamıştı. “Yedi buçuktan beri aramanı bekliyorum.
Gittiğini sandım.”
“Ah
bilseydim daha erken arardım. Uyandırmaktan korktum.”
“Bir daha
beni uyandırmaktan korkma. İstediğin zaman istediğin saatte ara. Kahvaltı ettin
mi?” Ece bu cümledeki verilmiş yetkileri ölçemeden soruya yanıt verdi. “Ettim.”
‘İstediğin saatte ara!’ Bu çok büyük bir yetki değil miydi? Düşünmeye vakti
yoktu. Toprak hattın ucunda konuşuyordu. “O zaman benimle bir kahve içmeye ne
dersin?”
“Tamam,
sonra da yola çıkmam lazım. Kar bekleniyormuş. Yollar tehlikeli olmadan gitmeliyim
.”
“Yarım
saat o zaman.” Kordon boyunda bir adres verdi ve telefonu kapattı. On dakika
sonra onu görecekti. Evden çıkarken telefonunu ve gözlüğünü aldı. Denizli’de
kar bekleniyordu ama İzmir de güzel bir güneş vardı.
Çay
bahçesine geldiğinde Ece daha gelmemişti. Bahçedeki masalardan birine oturdu.
Kendisine kahve söyledi. Garsonun getirdiği kahve ile aynı anda Ece geldi. “Hoş
geldin. Sen ne içersin? Dışarıda mı oturalım içeri mi girelim?”
Ece
ayağa kalkmaya uğraşan Toprak’ın yanında dikilen garsona hemen siparişini
verdi. “Bana da bir kahve lütfen. Sütlü olsun.” Garson gider gitmez Toprak tek
yanağını öperek yeniden selamladı Ece’yi. Soru dolu bakışları yanıt bekliyordu.
“Ah evet dışarıda oturalım. Sanırım bir süre güneşe hasret kalacağım. Bu ay kar
yağmaması lazım ama mevsimler gerçekten değişiyor. Umarım çok yağmaz.” Toprak
kare bir masada oturuyordu. Ece karşısına oturmak istediğinde yan taraftaki
sandalyeyi çekerek daha yakınına oturttu. Onun yerleşmesini beklerken, cep
telefonunu elinde sallayarak “Hava durumuna baktım, akşamüstü yağacakmış ve çok
olmayacakmış. O yüzden seni hemen bırakmayabilirim.” Dedi.
“Yine
de çok kalamam. Günlerdir bağlara bakan yok. Ailemi ve atlarımı da özledim.”
Toprak
fırsatı kaçırmadı. “Gidince de ben seni özleyeceğim.” Ece, onun duygularını
gizlemeden konuşmasından hoşnut, “Gelmeyecek misin köye? Dün gece geleceğini
söylüyordun.” Onun cümlesini çürütmeye çalıştı. Oysa Toprak yine fırsatı
kaçırmayacaktı...
“Gelene
kadar geçecek süre yetmiyor mu özlemem için?”
“Bilmem,
yetiyor mu?”
“Sen
hep mi bu kadar cadıydın? Yoksa benim mi gözüm yeni açıldı?”
“Cadı?
Ah tamam kahve kalsın ben gidiyorum.” Ece çantasını alıp ayaklanınca Toprak
hemen kolunu tutup durdurmaya çalıştı. “Şaka yaptım nereye gidiyorsun?”
“Ben
de şaka yaptım. Tepkini görmek istedim ve istediğimi gördüm.”
“Gördüğünden
memnun mu oldun?”
“Hem
de nasıl. Gidiyorum diye gerçekten korktun. Tabii iyi bir oyuncu değilsen!”
“Hiç
iyi bir oyuncu değilimdir.”
“Sevindim.”
Güneş tahmininden az ısıtınca ellerinin üşüdüğünü fark etti. Kahve fincanını
iki eli ile sardı. “İçeri girelim mi?” diye soran Toprak’a bakıp “Hayır, temiz
hava çok iyi geliyor. Sadece hareketsiz olduğum için üşüdüm biraz.”
Toprak
kendi sandalyesini yaklaştırdı, bir kolunu omzuna sararken diğer eli ile
Ece’nin ellerini tuttu. İki elini de bacağının üstüne koyup kendi eli ile
üstünü kapattı. “Şimdi ısınırsın.”
“Eminim
ısınırım ama kahvemi nasıl içeceğim?”
“Boş
ver kahveyi, böyle oturmak daha lezzetli.” Omzundaki kolu biraz daha sıkınca
başı ister istemez yaklaştı. Ece de yakınlığı kabullenmiş bir şekilde başını
omzuna yasladı. “Çok lezzetli hem de.”
Toprak,
kollarının arasındaki genç kızın kokusunu içine çekti. Aklında olan tek şey onu
yeniden görebilmekti. Tabii bir de kendisinden uzaktayken neler yaptığı, neler
yapacağı? Elbette tam aklından geçenleri soramayacağı için dolaylı yollardan
bilgi almaya çalıştı.
“Niğde’ye
tek başına mı gideceksin?”
“Evet.
Eğer almaya karar verdiğim bir şeyler olursa çift kabinlinin arkasına yüklerim.
Fıçılar istediğim gibiyse onları kamyon ile getirteceğim. Tabii yenisini almak
daha uygun olursa da elim boş dönebilirim.”
“Fiyatlarını
bilmeden mi gidiyorsun?”
“Biliyorum.
Rakamlar uygun. Ama gözümle görünce o paraya değer mi ancak öyle anlarım. Yani
ben de işletmeciliği biliyorum.”
“Ah
kafam… Taş mıydı bu?”
“Küçük
bir çakıl parçasıydı. Sen lokanta açmaya nasıl karar verdin? Nasıl büyüdüğünü
biliyorum ama nasıl ilk adımı attığını bilmiyorum.”
“Anlatmasam
daha hayırlı olacak sanırım.”
“Neden?”
“Çünkü
ben beş kadının yemek yaptığı bir evde büyüdüm ve onlarla mutfağa girip yemek
yaptım.” Cümlesi biterken ikisi de gülmeye başlamıştı.
“Sen
yemek yapmayı biliyor musun?” İşte bu gerçekten sürprizdi.
“İlk
olarak küçücük bir dükkân açtım. Üniversitede okurken çalışıyordum zaten.
Sizinkiler de sanırım çalışmanıza kızmıyordu. İstediğin kadar bankada paran
olsun illa hayatı öğreneceksin diyen babam sayesinde üniversitede ilk tecrübemi
edindim. Bir köftecide çalıştım. Okul bittikten sonra da iş arayacağıma dükkân
aradım. Aklımda olan ev yemekleri yapan bir yerdi ama sonra özel bir iki yemek
yapayım dedim. Önce biraz zorlandım. Sonra yaptığım yemekler çok beğenilip yerim
küçük gelince biraz daha büyük bir lokantaya geçtim. Üçüncüyü gördün işte. Artık
yanımda birden çok aşçı ve bir sürü garson çalışmaya başladı. Ve artık lokantacılıktan
zengin olmuş biriyim. Elbette babamın ve ablalarımın desteğini de inkar edemem.
Tüm birikimim şimdiki lokantam için harcandı gitti. İki yıldır ise yine
toparlandım ve yeniden birikim sağladım. Bu seneki mahsul gelirleri ile yeni
bir yer almayı düşünüyordum ama sanırım hesaplar değişti. Bu kez mirasımızdan
yer bakacağız.”
“Ağzım
açık dinliyorum farkında mısın? Bu kadar uğraştığını asla düşünmemiştim. Didem
sorduğunda çok kolay olmuş gibi anlatmıştın. Ben senin hep hazıra konduğun
düşünüyordum. Özür dilerim.”
“Özür
dilemeni gerektiren ne var? Çoğu kimse öyle sanıyor. Hatta okurken yanında
çalıştığım ustam bile işi büyüteceğimi düşünmemişti. Başkalarının da öyle
sanması çok normal.” Ece yine de kendi düşüncelerinden utanıyordu. Onun hep
kolayca edindiği bir işi olduğunu düşünmüştü. Üç beş aşçı ile dönen bir düzen! Başını
biraz eğip yeni bir konu bulmaya uğraştı.
“Şu
an çok mutsuzum biliyor musun?”
“Neden?”
“Çünkü
yüzünü göremiyorum.” Elini çenesine koyarak başını biraz yukarı kaldırdı. Şimdi
yüzüne bakıyordu. “Üzüm gözlüsün! Hem rengi hem şekli üzüm gibi! Üzümlere baka
baka mı böyle oldular?”
“Üzüm
üzüme baka baka kararır derler de bakan göz değişir demezler. Sanırım renginden
öyle düşünüyorsun.” İkisi de konuşurken çok yaklaştıklarının farkına varmamıştı.
Burunları birbirine değiyordu. Toprak onun burnuna kendi burnunu sürterek
gülümsedi. Aslında aklında olan onunla oyun oynamak değil öpmekti ama Ece’yi
herkesin içinde öpemezdi. Yine de yanağına bir küçük öpücük kondurmaktan zarar
gelmezdi. O da öyle yaptı. Ece’nin yüzündeki pembelik soğuktan değildi.
Gözlerine bakan gözlerin içindeki sorular da yanıtsız kalmamalıydı. O kendisine
bakarken yeniden, bu kez biraz daha uzun süreli bir öpücük bıraktı yanağına.
Hem öpüyor hem kokluyordu. Sıcak nefesi Ece’yi yıllar öncesine götürmüştü. “O
zaman öptüğünde de böyle heyecanlanmıştım.”
“O
zaman öptüğümde de böyle heyecanlanmıştım. O öpüşmeyi
unutmamış olman çok güzel. Benim için de unutulmazdı çünkü.”
Ece
arasında olduğu kolların, yanağına konan dudakların ve kulağına fısıldanan
sözlerin etkisinden kurtulmak için saatine baktı. On buçuk olduğunu gördüğünde
şaşırdı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştı. “Gitmem lazım. Senin de işe gitmen
gerekiyor herhalde. Daha Gül’e uğrayıp yeni köpeğimi alacağım. Duman’a bir eş
götürüyorum.”
“Bunu
demenden korkuyordum ama haklısın. Ne olur ne olmaz erken git eve ve beni
mutlaka ara.” Onun bu tedirgin haline güldü. Aslında anlıyordu onu. Çünkü
kendisi de sanki bunca zaman hep yanındaymış ve hep koruyormuş gibi kendisi
olmadan başına kötü şeyler geleceğini sanıyordu. Oysa ikisi de yıllarca ayrı
şehirlerde hayatta kalmayı başarabilmişti. Yine öyle olacağını biliyorlar ama
tedirginliklerini gizleyemiyorlardı. “Toprak, biliyor musun ben sekiz senedir
at yetiştiriyor ve yıllardır da yarışlar için gelip gidiyorum. Bir şey olmaz
merak etme.” Toprak onun sözlerine aldırmadan kolunu biraz daha sıkıp kulağına “O
zamanlar benim sevgilim değildin! Şimdi seni merak eden biri var.”
Ece
duyduğu cümle ile başını geri çekip Toprak’ın yüzüne baktı. “Sevgilin mi oldum?
Ne zaman?”
“Seni
on yıl aradan sonra ilk gördüğüm an sevgilim oldun canım.” Gülümsüyordu. Ece de
gülümsedi. “Fazla hızlı gidiyoruz. Biraz nefes almak lazım. Biraz sakinleşmek
lazım.”
“Ben
de kendimi öyle frenlemek istedim ama sonra bir karar verdim. On yılın üstüne
bana hiç de hızlı gidiyormuşuz gibi gelmiyor. O zaman da senden çok
hoşlanıyordum, şimdi de aynı şey geçerli. Artık kaçışın yok.” Söylenecek başka
söz yoktu!
Hesabı
ödeyip kalktıklarında Ece üşüdüğünü hissetti. Omzundaki kol olmayınca tüm soğuğu
içinde hissetmişti. Arabasının olduğu yere kadar el ele yürüdüler. Artık
ayrılık anı gelip çatmıştı. Ece kapıyı açıp Toprak’a doğru döndü. “İyi bak
kendine, görüşürüz.” Kapıyı tutan elinin üstüne kapanan el, arabaya binmesini
engelledi. Başını kaldırdığında yine çok yakın durduklarını fark etti. Bu kez
Toprak da çevreyi umursamıyordu. Eğilip, dudaklarına kapandı. Uzun uzun
öptükten sonra ayrıldı. “Dikkatli kullan arabayı. Köye girer girmez de beni
ara.” Biraz nefesi bozulmuştu. Ece de farklı olmadığı için kısık sesle
yanıtlayabildi. “Ararım. Görüşürüz.”
Ece, nasıl kontağı çevirip yola çıktığının farkında
bile değildi. Sık sık eli dudaklarına gidiyor ve az önce öpülmüş dudaklarını
okşuyordu. Nasıl bu kadar yakınlaştıklarını anlayamamıştı. Evet, pazartesi günü
köyde gördüğünde onun gözlerinde bir ilgi görmüştü ama yine de bu kadar hızlı
bir ilerleme ummamıştı. Neden bunca zaman sonra ve bu kadar kısa sürede
aralarında birşeyler oluşmuştu? Onun köyde olduğunu biliyordu. Hayatında kimse
olmadığını da biliyor olmalıydı.
Aklında sorular uçuşmaya başlamıştı bile! Toprak, kendisini
şehirde, daha farklı bir kılıkta ve o ortamda görünce hayatındaki diğer
kadınlarla aynı kefeye koymuş olabilir miydi? Ece başkalarına benzemezdi. Bunu
en iyi bilmesi gereken kendi köylüsüydü. Yine de onun artık bir şehirli
olduğunu unutmamalıydı.
Kötü şeyler düşünmek istemiyordu. Şu an çok
mutlu olmalıydı. Çocukluk aşkı artık onun sevgilisi sayılırdı. Sayılmazdı,
öyleydi... Kötü düşünceleri attı kafasından. Radyosunu açtı. Bu kez türküler
yerine hafif müzik çalan bir kanal bulup aşk şarkılarını dinlemeye başladı.
Tüm
şarkılar ayrılıklardan bahsediyordu. Sinirle kapattı radyoyu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder