26 Ekim 2015 Pazartesi

YAKIŞIKLI 22. Bölüm

Sabah erkenden üstelik ter içinde uyandı, Toprak. Aslında bu saatlerde henüz uyuyor olması gerekirdi. Oysa Ece’nin aramadan gittiği kötü rüyadan sıçrayarak ve terleyerek uyanmıştı. Rüyasında, bekliyor ama telefonu çalmıyor, o sırada şarjı bitiyor ve sonrasında da elektrikler kesildiği için şarj edemiyordu. Ece ise onu bulamayınca kızıyor ve gidiyordu. Sesini duyuramadığı bir koşu tutturuyor,  yetişmeye uğraşıyor ama yol hiç bitmiyordu. 
Uyandığında rüyanın etkisi ile telefonunu kontrol etti. Şarjında sorun yoktu. İçi rahatlayarak tuvalete doğru yürüdü.
Hazırlandığında saat sekizdi. Artık uyanmıştır diye beklemeye başladı. Sekiz buçukta kahvaltı niyetine yediği ekmek arasına koyduğu peynir ile çayı da bitmişti. Acaba aramadan gitmiş miydi? Bunu düşünmek istemiyordu. Mutlaka onu yine görecekti. Köye gidecek, gelişlerinde bir araya gelecekti. Yine de bu sabah görmeden gitmesini istemiyordu.
Saat dokuz olduğunda telefonu çaldı. “Nihayet.” Diyerek hemen açtı telefonu. Ece’nin tedirgin sesini duyduğunda rahatladı. “Uyandırmadım değil mi?” Toprak onun kendisini düşündüğünü anlamıştı. “Yedi buçuktan beri aramanı bekliyorum. Gittiğini sandım.”

“Ah bilseydim daha erken arardım. Uyandırmaktan korktum.”
“Bir daha beni uyandırmaktan korkma. İstediğin zaman istediğin saatte ara. Kahvaltı ettin mi?” Ece bu cümledeki verilmiş yetkileri ölçemeden soruya yanıt verdi. “Ettim.” ‘İstediğin saatte ara!’ Bu çok büyük bir yetki değil miydi? Düşünmeye vakti yoktu. Toprak hattın ucunda konuşuyordu. “O zaman benimle bir kahve içmeye ne dersin?”
“Tamam, sonra da yola çıkmam lazım. Kar bekleniyormuş. Yollar tehlikeli olmadan gitmeliyim .”
“Yarım saat o zaman.” Kordon boyunda bir adres verdi ve telefonu kapattı. On dakika sonra onu görecekti. Evden çıkarken telefonunu ve gözlüğünü aldı. Denizli’de kar bekleniyordu ama İzmir de güzel bir güneş vardı.
Çay bahçesine geldiğinde Ece daha gelmemişti. Bahçedeki masalardan birine oturdu. Kendisine kahve söyledi. Garsonun getirdiği kahve ile aynı anda Ece geldi. “Hoş geldin. Sen ne içersin? Dışarıda mı oturalım içeri mi girelim?”
Ece ayağa kalkmaya uğraşan Toprak’ın yanında dikilen garsona hemen siparişini verdi. “Bana da bir kahve lütfen. Sütlü olsun.” Garson gider gitmez Toprak tek yanağını öperek yeniden selamladı Ece’yi. Soru dolu bakışları yanıt bekliyordu. “Ah evet dışarıda oturalım. Sanırım bir süre güneşe hasret kalacağım. Bu ay kar yağmaması lazım ama mevsimler gerçekten değişiyor. Umarım çok yağmaz.” Toprak kare bir masada oturuyordu. Ece karşısına oturmak istediğinde yan taraftaki sandalyeyi çekerek daha yakınına oturttu. Onun yerleşmesini beklerken, cep telefonunu elinde sallayarak “Hava durumuna baktım, akşamüstü yağacakmış ve çok olmayacakmış. O yüzden seni hemen bırakmayabilirim.”  Dedi.
“Yine de çok kalamam. Günlerdir bağlara bakan yok. Ailemi ve atlarımı da özledim.”
Toprak fırsatı kaçırmadı. “Gidince de ben seni özleyeceğim.” Ece, onun duygularını gizlemeden konuşmasından hoşnut, “Gelmeyecek misin köye? Dün gece geleceğini söylüyordun.” Onun cümlesini çürütmeye çalıştı. Oysa Toprak yine fırsatı kaçırmayacaktı...
“Gelene kadar geçecek süre yetmiyor mu özlemem için?”
“Bilmem, yetiyor mu?”
“Sen hep mi bu kadar cadıydın? Yoksa benim mi gözüm yeni açıldı?”
“Cadı? Ah tamam kahve kalsın ben gidiyorum.” Ece çantasını alıp ayaklanınca Toprak hemen kolunu tutup durdurmaya çalıştı. “Şaka yaptım nereye gidiyorsun?”
“Ben de şaka yaptım. Tepkini görmek istedim ve istediğimi gördüm.”
“Gördüğünden memnun mu oldun?”
“Hem de nasıl. Gidiyorum diye gerçekten korktun. Tabii iyi bir oyuncu değilsen!”
“Hiç iyi bir oyuncu değilimdir.”
“Sevindim.” Güneş tahmininden az ısıtınca ellerinin üşüdüğünü fark etti. Kahve fincanını iki eli ile sardı. “İçeri girelim mi?” diye soran Toprak’a bakıp “Hayır, temiz hava çok iyi geliyor. Sadece hareketsiz olduğum için üşüdüm biraz.”
Toprak kendi sandalyesini yaklaştırdı, bir kolunu omzuna sararken diğer eli ile Ece’nin ellerini tuttu. İki elini de bacağının üstüne koyup kendi eli ile üstünü kapattı. “Şimdi ısınırsın.”
“Eminim ısınırım ama kahvemi nasıl içeceğim?”
“Boş ver kahveyi, böyle oturmak daha lezzetli.” Omzundaki kolu biraz daha sıkınca başı ister istemez yaklaştı. Ece de yakınlığı kabullenmiş bir şekilde başını omzuna yasladı. “Çok lezzetli hem de.”
Toprak, kollarının arasındaki genç kızın kokusunu içine çekti. Aklında olan tek şey onu yeniden görebilmekti. Tabii bir de kendisinden uzaktayken neler yaptığı, neler yapacağı? Elbette tam aklından geçenleri soramayacağı için dolaylı yollardan bilgi almaya çalıştı.  
“Niğde’ye tek başına mı gideceksin?”
“Evet. Eğer almaya karar verdiğim bir şeyler olursa çift kabinlinin arkasına yüklerim. Fıçılar istediğim gibiyse onları kamyon ile getirteceğim. Tabii yenisini almak daha uygun olursa da elim boş dönebilirim.”
“Fiyatlarını bilmeden mi gidiyorsun?”
“Biliyorum. Rakamlar uygun. Ama gözümle görünce o paraya değer mi ancak öyle anlarım. Yani ben de işletmeciliği biliyorum.”
“Ah kafam… Taş mıydı bu?”
“Küçük bir çakıl parçasıydı. Sen lokanta açmaya nasıl karar verdin? Nasıl büyüdüğünü biliyorum ama nasıl ilk adımı attığını bilmiyorum.”
“Anlatmasam daha hayırlı olacak sanırım.”
“Neden?”
“Çünkü ben beş kadının yemek yaptığı bir evde büyüdüm ve onlarla mutfağa girip yemek yaptım.” Cümlesi biterken ikisi de gülmeye başlamıştı.
“Sen yemek yapmayı biliyor musun?” İşte bu gerçekten sürprizdi.
“İlk olarak küçücük bir dükkân açtım. Üniversitede okurken çalışıyordum zaten. Sizinkiler de sanırım çalışmanıza kızmıyordu. İstediğin kadar bankada paran olsun illa hayatı öğreneceksin diyen babam sayesinde üniversitede ilk tecrübemi edindim. Bir köftecide çalıştım. Okul bittikten sonra da iş arayacağıma dükkân aradım. Aklımda olan ev yemekleri yapan bir yerdi ama sonra özel bir iki yemek yapayım dedim. Önce biraz zorlandım. Sonra yaptığım yemekler çok beğenilip yerim küçük gelince biraz daha büyük bir lokantaya geçtim. Üçüncüyü gördün işte. Artık yanımda birden çok aşçı ve bir sürü garson çalışmaya başladı. Ve artık lokantacılıktan zengin olmuş biriyim. Elbette babamın ve ablalarımın desteğini de inkar edemem. Tüm birikimim şimdiki lokantam için harcandı gitti. İki yıldır ise yine toparlandım ve yeniden birikim sağladım. Bu seneki mahsul gelirleri ile yeni bir yer almayı düşünüyordum ama sanırım hesaplar değişti. Bu kez mirasımızdan yer bakacağız.”
“Ağzım açık dinliyorum farkında mısın? Bu kadar uğraştığını asla düşünmemiştim. Didem sorduğunda çok kolay olmuş gibi anlatmıştın. Ben senin hep hazıra konduğun düşünüyordum. Özür dilerim.”
“Özür dilemeni gerektiren ne var? Çoğu kimse öyle sanıyor. Hatta okurken yanında çalıştığım ustam bile işi büyüteceğimi düşünmemişti. Başkalarının da öyle sanması çok normal.” Ece yine de kendi düşüncelerinden utanıyordu. Onun hep kolayca edindiği bir işi olduğunu düşünmüştü. Üç beş aşçı ile dönen bir düzen! Başını biraz eğip yeni bir konu bulmaya uğraştı. 
“Şu an çok mutsuzum biliyor musun?”
“Neden?”
“Çünkü yüzünü göremiyorum.” Elini çenesine koyarak başını biraz yukarı kaldırdı. Şimdi yüzüne bakıyordu. “Üzüm gözlüsün! Hem rengi hem şekli üzüm gibi! Üzümlere baka baka mı böyle oldular?”
“Üzüm üzüme baka baka kararır derler de bakan göz değişir demezler. Sanırım renginden öyle düşünüyorsun.” İkisi de konuşurken çok yaklaştıklarının farkına varmamıştı. Burunları birbirine değiyordu. Toprak onun burnuna kendi burnunu sürterek gülümsedi. Aslında aklında olan onunla oyun oynamak değil öpmekti ama Ece’yi herkesin içinde öpemezdi. Yine de yanağına bir küçük öpücük kondurmaktan zarar gelmezdi. O da öyle yaptı. Ece’nin yüzündeki pembelik soğuktan değildi. Gözlerine bakan gözlerin içindeki sorular da yanıtsız kalmamalıydı. O kendisine bakarken yeniden, bu kez biraz daha uzun süreli bir öpücük bıraktı yanağına. Hem öpüyor hem kokluyordu. Sıcak nefesi Ece’yi yıllar öncesine götürmüştü. “O zaman öptüğünde de böyle heyecanlanmıştım.”
“O zaman öptüğümde de böyle heyecanlanmıştım. O öpüşmeyi unutmamış olman çok güzel. Benim için de unutulmazdı çünkü.”  

Ece arasında olduğu kolların, yanağına konan dudakların ve kulağına fısıldanan sözlerin etkisinden kurtulmak için saatine baktı. On buçuk olduğunu gördüğünde şaşırdı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştı. “Gitmem lazım. Senin de işe gitmen gerekiyor herhalde. Daha Gül’e uğrayıp yeni köpeğimi alacağım. Duman’a bir eş götürüyorum.”
“Bunu demenden korkuyordum ama haklısın. Ne olur ne olmaz erken git eve ve beni mutlaka ara.” Onun bu tedirgin haline güldü. Aslında anlıyordu onu. Çünkü kendisi de sanki bunca zaman hep yanındaymış ve hep koruyormuş gibi kendisi olmadan başına kötü şeyler geleceğini sanıyordu. Oysa ikisi de yıllarca ayrı şehirlerde hayatta kalmayı başarabilmişti. Yine öyle olacağını biliyorlar ama tedirginliklerini gizleyemiyorlardı. “Toprak, biliyor musun ben sekiz senedir at yetiştiriyor ve yıllardır da yarışlar için gelip gidiyorum. Bir şey olmaz merak etme.” Toprak onun sözlerine aldırmadan kolunu biraz daha sıkıp kulağına “O zamanlar benim sevgilim değildin! Şimdi seni merak eden biri var.”
Ece duyduğu cümle ile başını geri çekip Toprak’ın yüzüne baktı. “Sevgilin mi oldum? Ne zaman?”
“Seni on yıl aradan sonra ilk gördüğüm an sevgilim oldun canım.” Gülümsüyordu. Ece de gülümsedi. “Fazla hızlı gidiyoruz. Biraz nefes almak lazım. Biraz sakinleşmek lazım.”
“Ben de kendimi öyle frenlemek istedim ama sonra bir karar verdim. On yılın üstüne bana hiç de hızlı gidiyormuşuz gibi gelmiyor. O zaman da senden çok hoşlanıyordum, şimdi de aynı şey geçerli. Artık kaçışın yok.” Söylenecek başka söz yoktu!
Hesabı ödeyip kalktıklarında Ece üşüdüğünü hissetti. Omzundaki kol olmayınca tüm soğuğu içinde hissetmişti. Arabasının olduğu yere kadar el ele yürüdüler. Artık ayrılık anı gelip çatmıştı. Ece kapıyı açıp Toprak’a doğru döndü. “İyi bak kendine, görüşürüz.” Kapıyı tutan elinin üstüne kapanan el, arabaya binmesini engelledi. Başını kaldırdığında yine çok yakın durduklarını fark etti. Bu kez Toprak da çevreyi umursamıyordu. Eğilip, dudaklarına kapandı. Uzun uzun öptükten sonra ayrıldı. “Dikkatli kullan arabayı. Köye girer girmez de beni ara.” Biraz nefesi bozulmuştu. Ece de farklı olmadığı için kısık sesle yanıtlayabildi. “Ararım. Görüşürüz.”
Ece, nasıl kontağı çevirip yola çıktığının farkında bile değildi. Sık sık eli dudaklarına gidiyor ve az önce öpülmüş dudaklarını okşuyordu. Nasıl bu kadar yakınlaştıklarını anlayamamıştı. Evet, pazartesi günü köyde gördüğünde onun gözlerinde bir ilgi görmüştü ama yine de bu kadar hızlı bir ilerleme ummamıştı. Neden bunca zaman sonra ve bu kadar kısa sürede aralarında birşeyler oluşmuştu? Onun köyde olduğunu biliyordu. Hayatında kimse olmadığını da biliyor olmalıydı.
Aklında sorular uçuşmaya başlamıştı bile! Toprak, kendisini şehirde, daha farklı bir kılıkta ve o ortamda görünce hayatındaki diğer kadınlarla aynı kefeye koymuş olabilir miydi? Ece başkalarına benzemezdi. Bunu en iyi bilmesi gereken kendi köylüsüydü. Yine de onun artık bir şehirli olduğunu unutmamalıydı.
Kötü şeyler düşünmek istemiyordu. Şu an çok mutlu olmalıydı. Çocukluk aşkı artık onun sevgilisi sayılırdı. Sayılmazdı, öyleydi... Kötü düşünceleri attı kafasından. Radyosunu açtı. Bu kez türküler yerine hafif müzik çalan bir kanal bulup aşk şarkılarını dinlemeye başladı.

Tüm şarkılar ayrılıklardan bahsediyordu. Sinirle kapattı radyoyu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder