“Nazım beyi dinleyeceğim. Atlarımı çekiyorum
satıştan.”
“Bu seni maddi zarara uğratmayacak mı?” Yanıtı
merakla bekliyordu. Bu kadar sinirlenmesinin ardında elbette kaybedeceği para
da olmalıydı. Şimdi ne yapacaktı? Para kaybetmeyi göze alacak mıydı?
Oysa Ece işin maddi tarafını hiç düşünmüyordu. “Hayır.
Sadece beklediğim nakit para üç ay sonra gelecek. Kim bilir, o arada satmaktan
tamamen vazgeçer ve bugün o atları almayanları pişman ederim.” Toprak onun
gözündeki kararlılığı görünce az önceki düşüncesinde yanıldığını anlamıştı. “Biliyor
musun, gözlerin inatçılığını ortaya koyuyor. Üzüm yeşili gözlerin şu an zümrüt
yeşili oldu. Biraz da kızgınlık eklesen siyaha yakın bir renk alacak sanki.”
Ece, üzüm yeşili diye tanımlanan gözlerindeki
şaşkınlığı gizleyemeden baktı Toprak’ın gözlerine. Ondan beklemediği sözler
şaşırtmıştı. Sonra kendini toparladı ve o an, içinde bulunduğu durumu
değerlendirmeye başladı. Hızlı karar vermeliydi. İki tayı bir saat kadar sonra
mezat alanına gelecekti. Yerinden kalktı “Ben şu işi halledeyim. Hemen
gelirim.” Oturma sıralarının arasından uzaklaştı. Toprak onun gidişini izledi.
Üstündeki kotu, kalın montu ve kolundaki çantası ile kimse onun bağlarda
işçilerle budama yaptığını, traktöre bindiğini, bir sürü işçiye emirler
yağdırdığını ve kendisini isterse parmağında oynatabileceğini tahmin edemezdi.
Gözden kaybolana kadar takip etti onu.
On dakika kadar sonra Ece gözüktü. Elinde iki kahve
fincanı vardı. “Nasıl içtiğini bilmediğim için yanında krema ve şeker de aldım.”
Bunları söylerken az önceki üzüntüden eser kalmamıştı. Toprak kahveyi ve bir
paket kremayı alıp arkasına yaslandı. “Çekildin mi satıştan?” Ece sanki az önce
sinirden çıldıran o değilmiş gibi sakin bir şekilde gülümsedi. Şaşkınlıkla
bakan Toprak, onun aslında hâlâ sinirli olduğunu ama çevredeki diğer
yetiştirici ve müşterilere, üzüntüsünün zevkini yaşatmamak için böyle
davrandığını tahmin edemedi.
“Evet
çekildim. Yakup onları geri götürecek. Ali burada kalacak. Yakup çok sevindi
çekildiğime. Şeytan diyor sıkıştır konuştur adamı. Amannn saçmalıyorum, o
hayatta yapmaz öyle bir şey. Önceki atlarda da öyle yapmıştı. Atları satmak
istersem üç ay sonra kesin müşteri bulurum. Belli de olmaz, dedim ya satmayabilirim.
Çok hızlı hayvanlar onlar. Belki de kendi adıma yarıştırırım. Eğer öyle yapmaya
karar verirsem adlarını da koyarım.” O kadar hızlı ve çok şey söylemişti ki
Toprak takipte zorlandı. En son takıldığı nokta atların isimlerinin olmaması
oldu. “Neden adları yok?”
“Aslında
adları var. Ama onları yarıştırmak için yeniden adlandırmak, yarış isimlerini
tasdik ettirmek gerekiyor. Satacağım atlara yeni sahiplerinin istedikleri adı
vermesini tercih ediyorum.”
“Doğru
düşünüyorsun. Bir atım olsa adını ben vermek isterdim.” Bir süre sessizce
kahvelerini yudumladılar. Toprak lezzeti karşısında şaşırmıştı. Fincanı
yarıladığında aklına takılan diğer soruyu sordu. “Yakup kim? Neden sevindi
peki?” Lafın arasında geçen o cümleyi unutmamıştı.
Ece
gülümsedi. “O hiç istememişti satılmalarını. Eline doğdular, yarışlara o
hazırladı. Evlatları gibi yani. Kıyamıyor satmaya.”
“Satılmasını
istemiyorsa o söylemiş olabilir!”
“Hayır,
yedi senedir yanımda. Bakma sen benim öyle dediğime. Bir sürü at yetiştirdik.
Bir sürü at sattım. Bu onunla ilgili olamaz. Yakup’a kalsa tüm atları
saklayacak, hepsini yarışlara sokacak, kocaman tavlalar kuracak. Hara yapacak.”
Ece yine sinirini yatıştırmış son cümleleri ile gülmeye başlamıştı. Yakup,
işleri büyütme hayallerinden hiç vazgeçmiyordu.
“Anladım.
Tabii sen bilirsin ve sen tanırsın. Karar da senin. Satmamak zaten alternatifin
ise sorun yok.”
“Öyle,
sorun da yok, aceleye gerek de yok. Ne yapacağıma karar verir, sonra da
gerekirse kayıtlarını yaptırırım.”
“Bu
da bir karar.” Toprak gülümsüyordu. Onun bu kadar yakınında olması ve
gülümsemesi, Ece’nin düşüncelerini bulandırıyordu. Çocukluğundan beri aklındaki
tek erkek oydu. Bunu kabullenmek en doğrusuydu. İyi ama o acaba aynı niyette
miydi? Satış izlemeye gelmiş olması başka bir anlam taşımıyor olabilirdi. Belki
gerçekten satış görmek istemişti?
Şimdi
birlikte tay satışı izleyeceklerdi. Acaba izlemek istiyor muydu? “Satışları
izlemek istiyor musun? Benim atlarım olmadığı için artık izlemek mecburiyetinde
değilim. Seni de zorlamak istemem.” Toprak onunla geçireceği vakti uzatmak için
bu kibar teklifi geri çevirdi. “En azından biraz izleyelim. Bana bilgi verirsin
izlerken.” Ece, yanıtın ardından rahatladı. Toprak, onunla vakit geçirmek
istiyordu. Bunu anlamak iyi gelmişti.
Tayların satışı başladığında Ece kısa kısa bilgiler
veriyordu. Atların ilk fiyatı açıklandıktan sonra kimisi hemen artışa
geçiyordu. Kimi tayın ise açıklanan ilk fiyatından sonra fiyatı oldukça
düşüyordu. Toprak neden böyle olduğunu sorunca Ece açıkladı. “Eğer ilk
açıklanan fiyatın üstüne artış alsa çok yüksek rakamlara çıkabilir. Gerçek
alıcılar susar ve fiyatın düşmesini bekler. Fark ettiysen on bin lira ile
başlayan arttırma, beş bin liraya kadar düştü. Sonra arttırımlar başladı ve
tayın fiyatı yirmi üç bine kadar çıktı. Tayın sahibi isterse şu bedeli veren
çıkmazsa satıştan çekerim de diyebiliyor. Bunlar satış öncesi belirleniyor. Çok
nadir çekilir taylar satıştan.”
“Senin
çekmen sürpriz oldu yani!” Tay satışları gerçekten bilmediği konular olduğu
için rahatlıkla sorularını soruyordu.
“Aslında
beklenen oldu. Ben geri çekmek zorunda kaldım.”
“Benim
gibi izleyicileri kastettim.”
“Ah
evet, haklısın. Sıkıldın mı?”
“Hayır.
Aksine daha yeni keyif almaya başladım. Yerim olsa da at alsam diye düşündüğümü
de bilmelisin.”
“Bu
bir hastalık! Eğer virüs kaparsan kurtulamazsın biliyor musun?”
“Kaptım
sanırım.” derken gözleri Ece’nin gözlerinden ayrılmamıştı. Ece de onun ela
gözlerine takılıp kalmıştı. Bu cümlenin ardında yatanları düşünmek istemiyordu.
Toprak artık onun tanıdığı Toprak değildi. Uzun yıllardır farklı ortamlarda
yaşamış, yengeden duyduklarına göre de bu süre içinde bir sürü farklı kızla
birlikte olmuş biriydi. Gözlerini zorda olsa çekerek yeni satışa sunulan taya
döndü.
Toprak,
satışa çıkan atlardan bazılarını çok beğenmişti. Ece haklıydı. Virüsü kapmış
gibiydi. Eğer yeri olsa kesin at alacağını biliyordu. Yıllardır ara sıra at
biner, keyif gezileri yapardı ama yetiştirmek başka bir tat olmalıydı. Kendisi
atlara dikkatli gözlerle bakarken Ece de ona bakıyordu. Koyu kahverengi saçları
hafif rüzgârda dalgalanıyordu. Bazen alnını tamamen açıkta bırakıyor, bazen de
gözlerine kadar iniyordu saçları. Ela gözleri ise atların vücutlarını tepeden
tırnağa inceliyordu. Sonra bir anda bakışlarını çevirip Ece ile göz göze geldi.
Onun kendisini izlediğini hissetmiş olmalıydı. Hiç bozuntuya vermeyen genç kız
gülümseyerek “Öyle daldın ki birazdan birinin üstüne atlayıp kaçacakmış
gibisin.”
“Aaa
yapabiliyor muyum? Tutma o zaman beni.”
“Sana
demiştim. Bu hastalıkla uğraşmak çok zor!”
Onunla
böyle şakalaşacağını iki hafta önce biri söylese kesinlikle o kişinin doğru
düşünemeyecek kadar aptal olduğunu söylerdi. Oysa şimdi karşılıklı gülüyor ve
bulundukları andan keyif alıyorlardı.
Bir
saat kadar sonra satış bitmişti. Toprak, mezat alanından çıkar çıkmaz elini
cebine atıp bir sigara yaktı. Ece’nin kendisinden bir adım uzaklaştığını fark
etmiş ama uzun süredir içmeden durduğu için o an umursamamıştı. Bir yandan
aklında kalan atları anlatıyor bir yandan da Ece’yi arabasının olduğu tarafa
doğru yönlendiriyordu.
Ece,
arabasını orada bırakacaktı. Didem’in evine taksi ile gitmekti ilk plan. Şimdi
ise Toprak ile lokantaya gidecekti. Ertesi gün de Didem onu bırakırdı artık.
Böylece ara sokaklarda koca çift kabine yer bulmaya uğraşmayacaktı. Önce kendi
aracına uğrayıp çantasını aldılar. Toprak’ın arabasına doğru yürürken
çantasından cep telefonunu çıkarttı. Toprak onun arkadaşını arayacağını bildiği
için susmuştu.
“Tatlım.
Biz lokantaya doğru gidiyoruz. Bir saniye… Toprak, ne kadar sürer gitmemiz?”
Toprak,
o an ‘ağabey’ kelimesini duymamanın sevincini yaşayamadan yanıt vermek zorunda
kaldı. Hem erken sevinmenin gereği yoktu. Belki de farkında olmadan öyle
demişti! “Yol kısa ama trafiği bilemiyorum. Yirmi dakika kadar en az.”
“Duydun
mu?”
“Duydum
canım, kendisi de sesi kadar etkileyici mi?”
“Tamam
görüşürüz.” Ece, sorusuna yanıt veremeyeceğini, verse de ters bir şey
söyleyeceğini bildiği için konuyu kapatmayı tercih etti. Didem telefonun ucunda
gülüyordu. Oysa Ece onun gerçekten etkilenmiş olabileceğini düşünerek
kıskanmaya başlamıştı bile. “Yanıtlayamadığına göre öyle demek ki. Görüşürüz.”
diyerek kahkahası eşliğinde kapattı Didem telefonu. Ece, bozuntuya vermeden
bindi arabaya. Toprak onun kapısını kapatıp kendi tarafına geçerken bir yandan
da Ece’nin koltuğa yerleşmesini izliyordu. Bugün gözüne çok başka gözüküyordu…
Daha rahat, daha doğal ve samimi!
Ece’nin
ise o an içinde fırtınalar kopuyordu. Didem’e gereğinden fazla tepki verdiğini
kabullense de midesindeki küçük kıpırdanmalardan memnun değildi. Kafasında bir
şeyleri netleştirmek isterken yine aklının karışması mutsuzluk veriyordu.
Toprak yerine oturana kadar kendini toparlamıştı. Saçmaladığına karar vermişti.
Toprak
arabayı çalıştırıp yola koyulurken bir yandan da sessizliği bozması için kısık
sesle müzik açmıştı.
“Bir
daha ne zaman geleceksin, İzmir’e?”
“Tam
emin değilim ama galiba üç hafta sonraydı yarış.”
“Uzunmuş
süre.”
“Ne
için?”
“Sana
İzmir’i gezdirmek istiyordum.”
“Ben
İzmir’i biliyorum. Yıllardır geliyorum. Yine de teşekkürler.”
“Biliyorum
geldiğini ama ben seni gezdirmek istiyordum.” ‘ben’ kelimesinin üstündeki baskı
ne demek istediğini açık net ortaya koyuyordu. “Fırsat yaratırsan bunu yine de
yaparız. Hem ikinci kez görmekten zarar gelmeyecek kadar güzeldir, İzmir.”
Israrcıydı, farkındaydı ama engel olamamıştı kendisine.
“Elbette
öyle. Defalarca da gezsem sıkılmam. Ben seni işinden alıkoymak istememiştim.”
“Kibarlık
yapıyorsun yani? Hiç sana yakıştıramadım!”
“Neyi?
Kibarlığı mı? Kaba mıyım ben?”
“Çok
da kibar sayılmazsın. Bana yapmadığını bırakmadın bağlardaki karşılaşmamızda.”
Ece
Toprak’a doğru dönüp sesini de biraz yükselterek “Çünkü bay ukala, o gün soru
sormak yerine kafana göre takılıyordun. Ayrıca biraz fazla şehirli olduğunu da
kabul etmelisin. Çıkarlar hayatında merkeze oturmuş.”
“Kendim
ettim kendim buldum. Haklısın hatalıydım. Özür dilerim. Affedildim mi?”
“Özrünü
kabul ettim.”
“Ama
affetmedin öyle mi?”
“Affetmedim.
Çünkü affedilmesi gerekecek bir şey yapmadın. Sadece alıştığını, gördüğünü,
yaşadığını ortaya koydun. Bu senin değil, o ortamı yaratan herkesin kabahati.”
“Fazla
derin bir düşünce oldu. Ama yerden göğe haklısın. Şehir yaşamı insanların
karakterlerini de düşünce yapılarını da bozuyor. Kendi düzenine göre yoğuruyor.
Peki, bir soru daha sorsam?”
“Sor!”
“Bana
neden ‘ağabey’ diyordun ve şimdi neden demiyorsun?”
“İlkay
ile aynı yaşta değil misin? Demem normal aslında ama dememem rahatsız ettiyse
söylerim yine.” Aslında Toprak söyleyene kadar demediğinin farkında bile
değildi. Zaten sesindeki imayı anlamaması mümkün değildi. Elbette bunu belli
etmek yerine saf bir tavırla sormak işine gelmişti.
“Ece,
asıl bana ‘ağabey’ demen beni rahatsız etti. Neden dedin?” Toprak dürüstçe
yinelemişti sorusunu. Hem bu kez sesinde az önceki şakalaşmadan eser yoktu.
Gayet ciddiydi. Ece de aynı tavırla
yanıtladı. Artık gereksiz yanıtlara gerek yoktu. “Çünkü yanımızda başkaları vardı.
Ayıp olurdu.”
“O
kadar mı? Başka bir nedeni yok mu?”
“Olması
mı lazım? Yok tabii.”
“O
halde bir daha yabancıların ya da başkalarının yanında da deme.” Sesindeki ima
Ece’nin çok hoşuna gitmişti. Gitmemesi gerekirken üstelik! Düşünceleri
karışmış, kararları iptal olmuştu. Kendi içindeki savaşı belli etmeden dalga
geçer gibi konuştu. “Ne oldu? Kendini yaşlı mı hissediyorsun? Ağabeylerim ne
yapsın? Hele Eray ile aramda sadece iki yaş var. İşin doğrusu Eray’a da bazen
demiyorum.”
“İyi
yapıyorsun, ona da deme. Tabii bu benim sorunum olmadığı için konuşmak kolay.
Sen bana deme de başkasına ne dersen de.”
“Senin
yaşını bu kadar sorun edeceğin hiç aklıma gelmezdi.”
Toprak,
onun bu kadar anlayışsız olmasının ardından kendinin duyacağı kadar bir
sesle “Benim de aklıma senin bunu yaşıma
yoracağın gelmezdi.” diye mırıldandı.
Ece
duymuştu ama ”Efendim?” diyerek yeniden söylemesini bekledi.
“Geldik,
hadi inelim.” dedi bu kez. Tam o sırada komilerden biri Ece’nin kapısını açtı.
Toprak kendi tarafına gelen komisine anahtarlarını verip Ece’nin yanına gelip
belinden hafifçe tutarak yönlendirdi.
Kapıya
doğru adımını attığı an çocukluğundaki korkuları depreşmişti. Oysa tüm yol
boyunca o ruh halinden eser yoktu. Sanki çatalı, bıçağı nasıl kullanacağını
bilmeyen küçücük kız olmuştu yine. Derin bir nefes aldı. O artık tüm görgü
kurallarını bilen, yurt dışında bile birçok davete ve seminere katılmış
biriydi. Bu hezeyanlara hiç ihtiyacı yoktu. Tüm bunların ardında Toprak ile yan
yana olmasının yarattığı duygusal karmaşa olduğunu biliyordu. İkinci kez derin
nefes aldığında çok daha rahatlamıştı. Saçma olduğunu bilse de bunları
engelleyemiyor sadece baş etmeye çalışıyordu. Neyse ki artık başa çıkacağı
kadar basit sorunlar halini almışlardı.
Ece,
lokantanın ön tarafındaki bakımlı bahçeyi zevkle inceledi. Dört mevsim
yeşilliğini koruyan bitkiler ile yolun iki tarafına sınır çekilmiş, onların
arkasındaki alana ise hem bodur ağaçlar hem de kış çiçekleri ekilmişti.
Lokantanın dış kapısına geldiklerinde görevli kapıyı açtı. Soğuğun girmesini
önleyen bu kapının ardından bir kapı daha geliyordu. Ece detayları fark ettikçe
geldiği lokantanın kalitesini anlıyordu. Toprak iyi bir iş çıkartmıştı.
Ece’nin
üstündeki montu alıp garsonlardan birine verdi. “Benim odama çıkartın.” Tüm
elemanları sıra ile “Hoş geldiniz” diyordu. Saat neredeyse iki olduğu için lokanta artık
boşalmış sayılırdı. İki masada ikişer kişi oturuyordu. Onların da yemeklerinin
bittiği masadaki kahve fincanlarından belli oluyordu.
“Bu
kat yöresel yemekler verdiğimiz kat. Dünya yemeklerinden tatmak istersen üst
kata çıkabiliriz. Kusura bakma önceden sormam lazımdı.”
“Yöreseli
tercih ederim. Dünya mutfağında birçok mutfak damağıma hitap etmiyor.”
Bu
yanıta çok şaşırmıştı Toprak. Onun hangi ülkelerin yemeklerini nerede ve
kiminle denediğini merak etti. Onun hakkında bilmediği ne çok şey vardı. Aynı
şekilde Ece de onun hakkında birçok şeyi bilmiyordu. Aklındakileri yaşamak
istiyorsa aşılacak çok yol vardı. “Tamam, o zaman şöyle geçelim.” Bahçeye bakan
masalardan birine yönlendirdi. Yine eli belindeydi. Bunu kibarlık olsun diye mi
yoksa farklı nedenlerle mi yaptığını anlayamayan Ece gösterilen masaya doğru
hızlı adımlarla yürüdü.
Cam
kenarına oturan Ece bahçe kapısının önünde duran arabadan inen Didem’i gördü. “Arkadaşım
geldi.” Toprak, Ece’nin karşısına oturacakken bunu duyunca ayakta beklemeyi
uygun buldu.
Didem
içeri girip ikisinin olduğu masaya doğru emin adımlarla yürüdü. Onun bu
havasını hep çok beğenirdi Ece. Ama şu an Toprak’ın da gözlerini dikip onu
izlemesinden hiç hoşlanmamıştı. Masaya gelen Didem’i kısaca tanıştırdı. “Toprak
Bey, lokantanıza daha önce de gelmiştim. Yemekleriniz de ortamınız da çok
güzel. Belirtmek isterim.” Bunları söylerken Ece’nin karşısındaki sandalyeye
oturmuştu. Toprak da böylece ayakta beklemesinin ödülünü alıp Ece’nin yanındaki
sandalyeye oturdu.
“Bundan
sonra daha sık beklerim Didem Hanım.” dediğinde Ece kıskançlığının arttığını
hissetti. Didem bu daveti kabul ettiği takdirde sık sık görecekti Toprak’ı…’Bana
neler oluyor? Bunca yıllık arkadaşımı kıskanıyorum. Bunu bilse sanırım bir daha
yüzüme bile bakmaz.’
Hahahahahha keyif arttı hikayede bakalım o uzun yolda neler bekliyor bizi 😊
YanıtlaSil