21 Ekim 2015 Çarşamba

YAKIŞIKLI 17.Bölüm

Nazım beyi dinleyeceğim. Atlarımı çekiyorum satıştan.”

“Bu seni maddi zarara uğratmayacak mı?” Yanıtı merakla bekliyordu. Bu kadar sinirlenmesinin ardında elbette kaybedeceği para da olmalıydı. Şimdi ne yapacaktı? Para kaybetmeyi göze alacak mıydı?
Oysa Ece işin maddi tarafını hiç düşünmüyordu. “Hayır. Sadece beklediğim nakit para üç ay sonra gelecek. Kim bilir, o arada satmaktan tamamen vazgeçer ve bugün o atları almayanları pişman ederim.” Toprak onun gözündeki kararlılığı görünce az önceki düşüncesinde yanıldığını anlamıştı. “Biliyor musun, gözlerin inatçılığını ortaya koyuyor. Üzüm yeşili gözlerin şu an zümrüt yeşili oldu. Biraz da kızgınlık eklesen siyaha yakın bir renk alacak sanki.”


Ece, üzüm yeşili diye tanımlanan gözlerindeki şaşkınlığı gizleyemeden baktı Toprak’ın gözlerine. Ondan beklemediği sözler şaşırtmıştı. Sonra kendini toparladı ve o an, içinde bulunduğu durumu değerlendirmeye başladı. Hızlı karar vermeliydi. İki tayı bir saat kadar sonra mezat alanına gelecekti. Yerinden kalktı “Ben şu işi halledeyim. Hemen gelirim.” Oturma sıralarının arasından uzaklaştı. Toprak onun gidişini izledi. Üstündeki kotu, kalın montu ve kolundaki çantası ile kimse onun bağlarda işçilerle budama yaptığını, traktöre bindiğini, bir sürü işçiye emirler yağdırdığını ve kendisini isterse parmağında oynatabileceğini tahmin edemezdi. Gözden kaybolana kadar takip etti onu.

On dakika kadar sonra Ece gözüktü. Elinde iki kahve fincanı vardı. “Nasıl içtiğini bilmediğim için yanında krema ve şeker de aldım.” Bunları söylerken az önceki üzüntüden eser kalmamıştı. Toprak kahveyi ve bir paket kremayı alıp arkasına yaslandı. “Çekildin mi satıştan?” Ece sanki az önce sinirden çıldıran o değilmiş gibi sakin bir şekilde gülümsedi. Şaşkınlıkla bakan Toprak, onun aslında hâlâ sinirli olduğunu ama çevredeki diğer yetiştirici ve müşterilere, üzüntüsünün zevkini yaşatmamak için böyle davrandığını tahmin edemedi.

“Evet çekildim. Yakup onları geri götürecek. Ali burada kalacak. Yakup çok sevindi çekildiğime. Şeytan diyor sıkıştır konuştur adamı. Amannn saçmalıyorum, o hayatta yapmaz öyle bir şey. Önceki atlarda da öyle yapmıştı. Atları satmak istersem üç ay sonra kesin müşteri bulurum. Belli de olmaz, dedim ya satmayabilirim. Çok hızlı hayvanlar onlar. Belki de kendi adıma yarıştırırım. Eğer öyle yapmaya karar verirsem adlarını da koyarım.” O kadar hızlı ve çok şey söylemişti ki Toprak takipte zorlandı. En son takıldığı nokta atların isimlerinin olmaması oldu. “Neden adları yok?”

“Aslında adları var. Ama onları yarıştırmak için yeniden adlandırmak, yarış isimlerini tasdik ettirmek gerekiyor. Satacağım atlara yeni sahiplerinin istedikleri adı vermesini tercih ediyorum.”

“Doğru düşünüyorsun. Bir atım olsa adını ben vermek isterdim.” Bir süre sessizce kahvelerini yudumladılar. Toprak lezzeti karşısında şaşırmıştı. Fincanı yarıladığında aklına takılan diğer soruyu sordu. “Yakup kim? Neden sevindi peki?” Lafın arasında geçen o cümleyi unutmamıştı.

Ece gülümsedi. “O hiç istememişti satılmalarını. Eline doğdular, yarışlara o hazırladı. Evlatları gibi yani. Kıyamıyor satmaya.”

“Satılmasını istemiyorsa o söylemiş olabilir!”

“Hayır, yedi senedir yanımda. Bakma sen benim öyle dediğime. Bir sürü at yetiştirdik. Bir sürü at sattım. Bu onunla ilgili olamaz. Yakup’a kalsa tüm atları saklayacak, hepsini yarışlara sokacak, kocaman tavlalar kuracak. Hara yapacak.” Ece yine sinirini yatıştırmış son cümleleri ile gülmeye başlamıştı. Yakup, işleri büyütme hayallerinden hiç vazgeçmiyordu.

“Anladım. Tabii sen bilirsin ve sen tanırsın. Karar da senin. Satmamak zaten alternatifin ise sorun yok.”

“Öyle, sorun da yok, aceleye gerek de yok. Ne yapacağıma karar verir, sonra da gerekirse kayıtlarını yaptırırım.”

“Bu da bir karar.” Toprak gülümsüyordu. Onun bu kadar yakınında olması ve gülümsemesi, Ece’nin düşüncelerini bulandırıyordu. Çocukluğundan beri aklındaki tek erkek oydu. Bunu kabullenmek en doğrusuydu. İyi ama o acaba aynı niyette miydi? Satış izlemeye gelmiş olması başka bir anlam taşımıyor olabilirdi. Belki gerçekten satış görmek istemişti?
Şimdi birlikte tay satışı izleyeceklerdi. Acaba izlemek istiyor muydu? “Satışları izlemek istiyor musun? Benim atlarım olmadığı için artık izlemek mecburiyetinde değilim. Seni de zorlamak istemem.” Toprak onunla geçireceği vakti uzatmak için bu kibar teklifi geri çevirdi. “En azından biraz izleyelim. Bana bilgi verirsin izlerken.” Ece, yanıtın ardından rahatladı. Toprak, onunla vakit geçirmek istiyordu. Bunu anlamak iyi gelmişti.
Tayların satışı başladığında Ece kısa kısa bilgiler veriyordu. Atların ilk fiyatı açıklandıktan sonra kimisi hemen artışa geçiyordu. Kimi tayın ise açıklanan ilk fiyatından sonra fiyatı oldukça düşüyordu. Toprak neden böyle olduğunu sorunca Ece açıkladı. “Eğer ilk açıklanan fiyatın üstüne artış alsa çok yüksek rakamlara çıkabilir. Gerçek alıcılar susar ve fiyatın düşmesini bekler. Fark ettiysen on bin lira ile başlayan arttırma, beş bin liraya kadar düştü. Sonra arttırımlar başladı ve tayın fiyatı yirmi üç bine kadar çıktı. Tayın sahibi isterse şu bedeli veren çıkmazsa satıştan çekerim de diyebiliyor. Bunlar satış öncesi belirleniyor. Çok nadir çekilir taylar satıştan.”
“Senin çekmen sürpriz oldu yani!” Tay satışları gerçekten bilmediği konular olduğu için rahatlıkla sorularını soruyordu.
“Aslında beklenen oldu. Ben geri çekmek zorunda kaldım.”
“Benim gibi izleyicileri kastettim.”
“Ah evet, haklısın. Sıkıldın mı?”
“Hayır. Aksine daha yeni keyif almaya başladım. Yerim olsa da at alsam diye düşündüğümü de bilmelisin.”
“Bu bir hastalık! Eğer virüs kaparsan kurtulamazsın biliyor musun?”
“Kaptım sanırım.” derken gözleri Ece’nin gözlerinden ayrılmamıştı. Ece de onun ela gözlerine takılıp kalmıştı. Bu cümlenin ardında yatanları düşünmek istemiyordu. Toprak artık onun tanıdığı Toprak değildi. Uzun yıllardır farklı ortamlarda yaşamış, yengeden duyduklarına göre de bu süre içinde bir sürü farklı kızla birlikte olmuş biriydi. Gözlerini zorda olsa çekerek yeni satışa sunulan taya döndü.
Toprak, satışa çıkan atlardan bazılarını çok beğenmişti. Ece haklıydı. Virüsü kapmış gibiydi. Eğer yeri olsa kesin at alacağını biliyordu. Yıllardır ara sıra at biner, keyif gezileri yapardı ama yetiştirmek başka bir tat olmalıydı. Kendisi atlara dikkatli gözlerle bakarken Ece de ona bakıyordu. Koyu kahverengi saçları hafif rüzgârda dalgalanıyordu. Bazen alnını tamamen açıkta bırakıyor, bazen de gözlerine kadar iniyordu saçları. Ela gözleri ise atların vücutlarını tepeden tırnağa inceliyordu. Sonra bir anda bakışlarını çevirip Ece ile göz göze geldi. Onun kendisini izlediğini hissetmiş olmalıydı. Hiç bozuntuya vermeyen genç kız gülümseyerek “Öyle daldın ki birazdan birinin üstüne atlayıp kaçacakmış gibisin.”
“Aaa yapabiliyor muyum? Tutma o zaman beni.”
“Sana demiştim. Bu hastalıkla uğraşmak çok zor!”
Onunla böyle şakalaşacağını iki hafta önce biri söylese kesinlikle o kişinin doğru düşünemeyecek kadar aptal olduğunu söylerdi. Oysa şimdi karşılıklı gülüyor ve bulundukları andan keyif alıyorlardı.
Bir saat kadar sonra satış bitmişti. Toprak, mezat alanından çıkar çıkmaz elini cebine atıp bir sigara yaktı. Ece’nin kendisinden bir adım uzaklaştığını fark etmiş ama uzun süredir içmeden durduğu için o an umursamamıştı. Bir yandan aklında kalan atları anlatıyor bir yandan da Ece’yi arabasının olduğu tarafa doğru yönlendiriyordu.
Ece, arabasını orada bırakacaktı. Didem’in evine taksi ile gitmekti ilk plan. Şimdi ise Toprak ile lokantaya gidecekti. Ertesi gün de Didem onu bırakırdı artık. Böylece ara sokaklarda koca çift kabine yer bulmaya uğraşmayacaktı. Önce kendi aracına uğrayıp çantasını aldılar. Toprak’ın arabasına doğru yürürken çantasından cep telefonunu çıkarttı. Toprak onun arkadaşını arayacağını bildiği için susmuştu.
“Tatlım. Biz lokantaya doğru gidiyoruz. Bir saniye… Toprak, ne kadar sürer gitmemiz?”
Toprak, o an ‘ağabey’ kelimesini duymamanın sevincini yaşayamadan yanıt vermek zorunda kaldı. Hem erken sevinmenin gereği yoktu. Belki de farkında olmadan öyle demişti! “Yol kısa ama trafiği bilemiyorum. Yirmi dakika kadar en az.”
“Duydun mu?”
“Duydum canım, kendisi de sesi kadar etkileyici mi?”
“Tamam görüşürüz.” Ece, sorusuna yanıt veremeyeceğini, verse de ters bir şey söyleyeceğini bildiği için konuyu kapatmayı tercih etti. Didem telefonun ucunda gülüyordu. Oysa Ece onun gerçekten etkilenmiş olabileceğini düşünerek kıskanmaya başlamıştı bile. “Yanıtlayamadığına göre öyle demek ki. Görüşürüz.” diyerek kahkahası eşliğinde kapattı Didem telefonu. Ece, bozuntuya vermeden bindi arabaya. Toprak onun kapısını kapatıp kendi tarafına geçerken bir yandan da Ece’nin koltuğa yerleşmesini izliyordu. Bugün gözüne çok başka gözüküyordu… Daha rahat, daha doğal ve samimi!
Ece’nin ise o an içinde fırtınalar kopuyordu. Didem’e gereğinden fazla tepki verdiğini kabullense de midesindeki küçük kıpırdanmalardan memnun değildi. Kafasında bir şeyleri netleştirmek isterken yine aklının karışması mutsuzluk veriyordu. Toprak yerine oturana kadar kendini toparlamıştı. Saçmaladığına karar vermişti.
Toprak arabayı çalıştırıp yola koyulurken bir yandan da sessizliği bozması için kısık sesle müzik açmıştı.
“Bir daha ne zaman geleceksin, İzmir’e?”
“Tam emin değilim ama galiba üç hafta sonraydı yarış.”
“Uzunmuş süre.”
“Ne için?”
“Sana İzmir’i gezdirmek istiyordum.”
“Ben İzmir’i biliyorum. Yıllardır geliyorum. Yine de teşekkürler.”
“Biliyorum geldiğini ama ben seni gezdirmek istiyordum.” ‘ben’ kelimesinin üstündeki baskı ne demek istediğini açık net ortaya koyuyordu. “Fırsat yaratırsan bunu yine de yaparız. Hem ikinci kez görmekten zarar gelmeyecek kadar güzeldir, İzmir.” Israrcıydı, farkındaydı ama engel olamamıştı kendisine.
“Elbette öyle. Defalarca da gezsem sıkılmam. Ben seni işinden alıkoymak istememiştim.”
“Kibarlık yapıyorsun yani? Hiç sana yakıştıramadım!”
“Neyi? Kibarlığı mı? Kaba mıyım ben?”
“Çok da kibar sayılmazsın. Bana yapmadığını bırakmadın bağlardaki karşılaşmamızda.”
Ece Toprak’a doğru dönüp sesini de biraz yükselterek “Çünkü bay ukala, o gün soru sormak yerine kafana göre takılıyordun. Ayrıca biraz fazla şehirli olduğunu da kabul etmelisin. Çıkarlar hayatında merkeze oturmuş.”
“Kendim ettim kendim buldum. Haklısın hatalıydım. Özür dilerim. Affedildim mi?”
“Özrünü kabul ettim.”
“Ama affetmedin öyle mi?”
“Affetmedim. Çünkü affedilmesi gerekecek bir şey yapmadın. Sadece alıştığını, gördüğünü, yaşadığını ortaya koydun. Bu senin değil, o ortamı yaratan herkesin kabahati.”
“Fazla derin bir düşünce oldu. Ama yerden göğe haklısın. Şehir yaşamı insanların karakterlerini de düşünce yapılarını da bozuyor. Kendi düzenine göre yoğuruyor. Peki, bir soru daha sorsam?”
“Sor!”
“Bana neden ‘ağabey’ diyordun ve şimdi neden demiyorsun?”
“İlkay ile aynı yaşta değil misin? Demem normal aslında ama dememem rahatsız ettiyse söylerim yine.” Aslında Toprak söyleyene kadar demediğinin farkında bile değildi. Zaten sesindeki imayı anlamaması mümkün değildi. Elbette bunu belli etmek yerine saf bir tavırla sormak işine gelmişti.  
“Ece, asıl bana ‘ağabey’ demen beni rahatsız etti. Neden dedin?” Toprak dürüstçe yinelemişti sorusunu. Hem bu kez sesinde az önceki şakalaşmadan eser yoktu. Gayet ciddiydi.  Ece de aynı tavırla yanıtladı. Artık gereksiz yanıtlara gerek yoktu. “Çünkü yanımızda başkaları vardı. Ayıp olurdu.”
“O kadar mı? Başka bir nedeni yok mu?”
“Olması mı lazım? Yok tabii.”
“O halde bir daha yabancıların ya da başkalarının yanında da deme.” Sesindeki ima Ece’nin çok hoşuna gitmişti. Gitmemesi gerekirken üstelik! Düşünceleri karışmış, kararları iptal olmuştu. Kendi içindeki savaşı belli etmeden dalga geçer gibi konuştu. “Ne oldu? Kendini yaşlı mı hissediyorsun? Ağabeylerim ne yapsın? Hele Eray ile aramda sadece iki yaş var. İşin doğrusu Eray’a da bazen demiyorum.”
“İyi yapıyorsun, ona da deme. Tabii bu benim sorunum olmadığı için konuşmak kolay. Sen bana deme de başkasına ne dersen de.”
“Senin yaşını bu kadar sorun edeceğin hiç aklıma gelmezdi.”
Toprak, onun bu kadar anlayışsız olmasının ardından kendinin duyacağı kadar bir sesle  “Benim de aklıma senin bunu yaşıma yoracağın gelmezdi.” diye mırıldandı.
Ece duymuştu ama ”Efendim?” diyerek yeniden söylemesini bekledi.
“Geldik, hadi inelim.” dedi bu kez. Tam o sırada komilerden biri Ece’nin kapısını açtı. Toprak kendi tarafına gelen komisine anahtarlarını verip Ece’nin yanına gelip belinden hafifçe tutarak yönlendirdi.
Kapıya doğru adımını attığı an çocukluğundaki korkuları depreşmişti. Oysa tüm yol boyunca o ruh halinden eser yoktu. Sanki çatalı, bıçağı nasıl kullanacağını bilmeyen küçücük kız olmuştu yine. Derin bir nefes aldı. O artık tüm görgü kurallarını bilen, yurt dışında bile birçok davete ve seminere katılmış biriydi. Bu hezeyanlara hiç ihtiyacı yoktu. Tüm bunların ardında Toprak ile yan yana olmasının yarattığı duygusal karmaşa olduğunu biliyordu. İkinci kez derin nefes aldığında çok daha rahatlamıştı. Saçma olduğunu bilse de bunları engelleyemiyor sadece baş etmeye çalışıyordu. Neyse ki artık başa çıkacağı kadar basit sorunlar halini almışlardı.
Ece, lokantanın ön tarafındaki bakımlı bahçeyi zevkle inceledi. Dört mevsim yeşilliğini koruyan bitkiler ile yolun iki tarafına sınır çekilmiş, onların arkasındaki alana ise hem bodur ağaçlar hem de kış çiçekleri ekilmişti. Lokantanın dış kapısına geldiklerinde görevli kapıyı açtı. Soğuğun girmesini önleyen bu kapının ardından bir kapı daha geliyordu. Ece detayları fark ettikçe geldiği lokantanın kalitesini anlıyordu. Toprak iyi bir iş çıkartmıştı.
Ece’nin üstündeki montu alıp garsonlardan birine verdi. “Benim odama çıkartın.” Tüm elemanları sıra ile “Hoş geldiniz” diyordu.  Saat neredeyse iki olduğu için lokanta artık boşalmış sayılırdı. İki masada ikişer kişi oturuyordu. Onların da yemeklerinin bittiği masadaki kahve fincanlarından belli oluyordu.
“Bu kat yöresel yemekler verdiğimiz kat. Dünya yemeklerinden tatmak istersen üst kata çıkabiliriz. Kusura bakma önceden sormam lazımdı.”
“Yöreseli tercih ederim. Dünya mutfağında birçok mutfak damağıma hitap etmiyor.”
Bu yanıta çok şaşırmıştı Toprak. Onun hangi ülkelerin yemeklerini nerede ve kiminle denediğini merak etti. Onun hakkında bilmediği ne çok şey vardı. Aynı şekilde Ece de onun hakkında birçok şeyi bilmiyordu. Aklındakileri yaşamak istiyorsa aşılacak çok yol vardı. “Tamam, o zaman şöyle geçelim.” Bahçeye bakan masalardan birine yönlendirdi. Yine eli belindeydi. Bunu kibarlık olsun diye mi yoksa farklı nedenlerle mi yaptığını anlayamayan Ece gösterilen masaya doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Cam kenarına oturan Ece bahçe kapısının önünde duran arabadan inen Didem’i gördü. “Arkadaşım geldi.” Toprak, Ece’nin karşısına oturacakken bunu duyunca ayakta beklemeyi uygun buldu.  
Didem içeri girip ikisinin olduğu masaya doğru emin adımlarla yürüdü. Onun bu havasını hep çok beğenirdi Ece. Ama şu an Toprak’ın da gözlerini dikip onu izlemesinden hiç hoşlanmamıştı. Masaya gelen Didem’i kısaca tanıştırdı. “Toprak Bey, lokantanıza daha önce de gelmiştim. Yemekleriniz de ortamınız da çok güzel. Belirtmek isterim.” Bunları söylerken Ece’nin karşısındaki sandalyeye oturmuştu. Toprak da böylece ayakta beklemesinin ödülünü alıp Ece’nin yanındaki sandalyeye oturdu.
“Bundan sonra daha sık beklerim Didem Hanım.” dediğinde Ece kıskançlığının arttığını hissetti. Didem bu daveti kabul ettiği takdirde sık sık görecekti Toprak’ı…’Bana neler oluyor? Bunca yıllık arkadaşımı kıskanıyorum. Bunu bilse sanırım bir daha yüzüme bile bakmaz.’


1 yorum:

  1. Hahahahahha keyif arttı hikayede bakalım o uzun yolda neler bekliyor bizi 😊

    YanıtlaSil